Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 0 | 0 | |
EURO | 0 | 0 | |
TRAJİK SEVİNÇ
Trajik sevinç, yahut facia neş'esi...
Bu tip bir sevinci duyabilmek, anlayabilmek, sezebilmek için her şeyden önce olayların talî sebepleri arkasındaki asıl sebepleri görebilmek; olayların iç örgülerinde, derinliklerinde çarpan gizli kalp atışlarını duyabilecek, ona açık bir sujenin olması gerekir. Çünkü trajik olay acıklı, elemli, üzüntülü olaylar gibi kolayca her tabakadan insana açılıveren, dışlaşan, kendini gösteren, gündelik hayatımızda sürekli olarak karşılaştığımız, sudan, sıradan olaylar değildir. Her şeyden evvel uzun hedeflerle, ideallerle ilgili, yüksek değerlerin söz konusu olduğu durumlarda ortaya çıkan olaylardır. Yoksa vasıta kıymetlerin geçerlikte olduğu bir evrende bu tür değerlerden söz edilemez.
Olayların içindeki trajik durumu kavrayabilecek, trajik sevinci duyabilecek kişinin onunla iç içe, sarmaş dolaş olan trajik acıya da açık olması, ona dayanabilecek güçlü yüreğe sahip olması gerekir. Hayatında böyle trajik olayla karşılaşan ve bunu kavrayabilen bir kişi istenmemesine rağmen kendi davranışından başka türlü bir davranışın mümkün olmadığını bilir veya her türlü seçeneğin, her türlü davranış biçiminin istenmeyen, istenmesine imkan olmayan bir davranış biçimi olduğunu kavrar. Daha açık bir deyişle istenen biçimde davranmanın mümkün olmadığını, daha doğrusu bu eylem bağlamı içinde tam olarak istenen, kişiyi doyuran, mükemmel bir davranış biçiminin olmasının mümkün olmadığını kavrar. Hiçbir davranış biçimi bizi mazur gösteremez, bizi suç işlemekten, yanlış hareketten kurtaramaz. Davranış biçimlerinden hiçbiri savunulabilir değildir.
Bunun yanında davranış biçimlerinden hiçbiri tam olarak yanlış değildir, kesin olarak mahkûm edilemez. Trajik kahraman bir yol ayrımındadır, bir dilemna ile karşı karşıyadır, bir seçim yapmak zorundadır. Fakat ne türlü seçim yaparsa yapsın kaybedecektir veya her şeye rağmen aynı zamanda kazanan kişidir de o... Aynı anda, aynı eylem türü içinde galibiyetle iç içe mağlubiyeti tadan kişidir trajik kahraman...
Fakat bütün bu çaresizliğe, imkansızlığa, olumsuz şartlara, yarışa daha başlamadan sonucun peşin bir mağlubiyet olmasına rağmen trajik kahraman eylemsiz değildir. Çünkü uzun bir teorik pratik araştırma sonucu doğru olduğuna inandığı en olumlu eylem biçimini gerçekleştirmek borcunda olduğunu bilir, inanır ve gerçekleştirmeye çalışır.
İşte bundan dolayıdır ki o; eşya ve olaylar karşısında absürd yargısına saplanmaz, eşya ve olaylar karşısında duyduğu "bulantı" değildir, hayatın bir gayesi, bir anlamı vardır trajik kahraman için. Bunun için de trajik kahraman eşya ve olaylar karşısında tavır alırken, eylemlerini değerlendirirken hüzün ve bir nev'i coşkulu bir acı duyar.
Olaylar ve kendi eylemleri karşısında duyduğu çağımız makina uygarlığının kalite farkı gözetmeden her sınıftan insana mebzûl bir hediyesi olan basit bir anksiyete, ucuz bir sıkıntı veya işporta malı bir bunalım değildir. Çünkü trajedi hayatın temelinde vardır, evrenin özüne ilişkin bir özelliktir trajik olay... İşte bunun için trajik olayın, trajik kahramanın ortaya çıkması için modern dönemleri beklemeye gerek yok... Trajik olay ve trajik kahraman tarihin her döneminde vardı ve her zaman var olacaktır. Yeter ki, o olayı ve o kahramanı görebilecek alıcılara sahip olalım.
Sanki acıya suratına bıçak gibi saplanmış kahredici bir tebessümle koşmaktadır trajik kahraman... Bırakın, ona engel olmaya kalkışmayın, eyleminin yönünü saptırmaya uğraşmayın, kendisini acının içine istediği gibi atsın; atsın ki, bir nebze de olsa doğum sancısı sona ersin. Doğuracağı, doğurmaya mahkum olduğu, doğmasına engel olma gücünü kendisinde bulamadığı, çarpık; hiç kimse tarafından, özellikle de kendisi tarafından istenmeyen yaratık karşısında derin acıyla birlikte, bu istenmeyen, fakat kaçınılamayan eylemin buruk sevincini duyabilsin.
Hatta gücünüz varsa, cesaret edebiliyorsanız, kendinizde katlanma gücünü bulabiliyorsanız, haydi siz de kendinizi yalancı gölge oyunlarıyla aldatmayın, trajik kahraman gibi davranın, onu örnek alın, onun eylemlerinin temelindeki ana motifi anlamaya çalışın, siz de aynı düşünme kalitesine ulaşmaya gayret edin, hiç değilse, hiç bir şey yapamazsanız onu taklit etmek, takdir etmek soyluluğunu gösterin. Haydi koşun! ne duruyorsunuz? Cesaret edemediniz değil mi? İlle de bir koltuk değneğine ihtiyacınız var. Onsuz yapamıyorsunuz, kendi ayaklarınızla adım atamıyorsunuz. Öyleyse en azından, hiç değilse bu şuur basamağına ulaşabilmiş insanları karalamaya, yaralamaya çalışmayın. Yaralamaktansa onu öldürün daha iyi. Zaten bu şuur içindeki bir kişi buna seve seve katlanacaktır.
Sıradan insan, sürü insanı, avam, sözde kendilerini yüksek ideallere adadıklarını iddia ve zanneden nefs muhasebesinden mahrum "Dava adamları", trajik acıya açık değillerdir, dolayısıyla trajik sevinci de duyamazlar. Avam hep ümit peşinde koşar, mutluluk avcısıdır o... Bunun için de çıplak, acı, katı realiteden korkar, kaçar; hep bir "Oyalama kağıdı" ister. Bu yüzden yıllardır sürüye, avama hakim olmak isteyen filozoflar, aksiyoncular doğru veya yanlış hep yakın bir kurtuluş, yakında gerçekleşecek muhayyel bir dünya sunarlar ona... Sunarlar ki, onları hayvanca bir rahatlığın içine fırlatıp atabilsinler, hatta ölürken bile bu rahatlığı duyarak, gelecekteki yeryüzü cenneti için ölebilsinler. Böyle muhayyel bir geleceğe inandıramazlarsa yığının azmini, aktivitesini ayakta tutup, ilgisini sürdüremezler.
Bütün imkansızlıkları, bütün ümitsizlikleri, daha doğrusu bütün gerçek şartları olduğu gibi dürüst biçimde ortaya koyarak yığını belli bir doğrultuda yönlendirmeye çalışanlar, böyle apaçık tekliflerle ona giderek fedakarlık umanlar hayal kırıklığına uğrayacaklarını peşinen bilmelidirler. En azından, bu tip tekliflerin, stratejilerin avamda ve onların kendi seviyelerindeki yöneticilerinde ilgi uyandırmayacağı, horlanacağı, hemen bazı ucuz, sorumsuz klişelerle mahkum edileceği daha önceden kabul edilmelidir.
En soyut, en karmaşık, en muğlak düşünceler bile somut örneklerle daha anlaşılır kılınabilir. Hele bu örnek bir sanatçı tarafından somutlaştırılmış bir durumu arzederse, ulaştırılmak istenen mesaj çok daha iyi anlaşılabilir. İşte Shakespeare'in "Julius Caesar"ının III. perdesinden trajik bir olay örneği: Brutus velinimeti Sezar'ı öldürmüştü ve savunmasını şöyle yapıyor: "Eğer bu topluluğun içinde Sezar'ın kendisini çok seven bir kişi varsa ona derim ki, Sezar'a karşı Brutus'un duyduğu sevgi, onunkinden hiç de aşağı değildir. Eğer o dost, Brutus'un niçin Sezar'a karşı ayaklandığını sorarsa, ona cevabım bu: Sezar'ı daha az sevdiğimden değil, Roma'yı daha çok sevdiğimden. Sezar'ın yaşaması ile hep esirler gibi ölmemiz mi daha iyi, yoksa Sezar'ın ölümüyle hepinizin hür yaşaması mı? Sezar beni severdi, onun için ağlarım, bahtiyardı ona sevinirim, kahramandı ona saygı, ihtirasına karşı ölüm."
Brutus, Sezar'ı öldürmekle suçludur, çünkü velinimetini öldürmüştür. Suçsuzdur, çünkü Roma'yı felakate götüren Sezar'ı öldürmekle Roma'yı kurtarmıştır. Brutus, Sezar'ı öldürmeseydi suçlu olmayacaktı. Çünkü elini kana bulamamış olacaktı. Ama aynı zamanda suçlu olacaktı. Çünkü Sezar'ı öldürmemekle Roma'nın felaketini kendi eliyle hazırlamış olacaktı.
İşte bu eylem bağlamı içinde Brutus nasıl hareket ederse etsin suçlu olmaktan kurtaramaz kendini... Yapması gereken, yapmak zorunda olduğu seçeneklerden eylemlerden hiçbiri salt kendi başına, bizatihi kendi doğruluğu için istenebilecek eylemler değildir. Ama buna rağmen karar vermek zorundadır, seçtiği eylemlerden birini gerçekleştirmek zorundadır. Çünkü eylemsizlik de bir suçtur onun için. İşte böyle bir trajik durumdaki Brutus'un velinimetini öldürmekle duyduğu trajik acı ile, Roma'yı kurtarmakla duyduğu trajik sevinci kavrayabilmek, anlayabilmek oldukça güçtür.
Aynı şekilde bir adam kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayarak çıkarmaya mahkum edilmişti. Kayayı tepeye kadar çıkaracak, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya yuvarlanacak. Bu eylem sonsuzca sürüp gidecekti. Faydasız ve umutsuz çabadan daha zor, daha korkunç ceza var mıdır yeryüzünde acaba? Kayanın tekrar aşağı yuvarlanacağını bile bile her defasında aynı azimle, aynı tevekkülle, aynı sebatla, şikayet etmeden eylemine devam edebilmek, içinde bulunduğu trajik kaderin farkına varabilen asil ruhlu kişiler için mümkündür.
Yurdu işgal edilmiş bir kadını düşünün. Düşman askerleri kadına "Dört çocuğundan birini seç, bize ver, onu öldüreceğiz. Böylece de sen öteki üç çocuğunun canını kurtarmış olacaksın. Yoksa hepsini birden öldüreceğiz." diyorlar. Kadın çocuklarından birini seçip eliyle ölümüne sebep olmakla öteki çocuklarının hayatını kurtarmış olacak. Aksi takdirde hepsinin ölümüne sebep olacak... Kadının bu durumda ma’kul bir seçim yapması, olumlu bir eylem biçimi bulması mümkün mü?
Nitekim "Nizam-ı alem" için kardeşlerini ve çocuklarını katletmek zorunda kalan Osmanlı hakanlarının içinde bulundukları durum da trajik değil midir?
Eflakten o dem ki payem-i kader gelür
Guş-i cihane velveleler bal-ü per gelür
Devr-i fütuhu Sur-ı Sirafil müjdeler
Hak'dan nizam-ı alemi te'mine er gelür
Ruy-i zemini tabi-i fermanı kılmağa
Sultan Selim Han gibi bir şîr-i ner gelür
Kılıç ve kalkan şakırtıları arasında Hak'tan "Nizam-ı alem" için gönderilen "er", "Devlet ebed müddet" için bazı kelleleri götürmek zorundadır. Fakat giden kellelerin arkasında oturup, ağlayacaktır.
Buraya kadar ki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, bize göre; trajik durumun ortaya çıkması için iki pozitif değerin karşı karşıya gelmesi, çatışması lazım... Dost sevgisi ile vatan sevgisi, çocuk sevgisi; devlet sevgisi ile, kardeş-evlat sevgisi gibi... Yoksa kendisine teklif edilen Gümrük Bakanlığı ile Sanayi Bakanlığı arasında tercih yapmak zorunda kalan politikacının durumu hiç bir zaman trajik değildir.
Buraya kadar trajik olayın ne demek olduğunu anlatmaya çalıştık. Bu mesele iyi bir şekilde anlaşılırsa metod bakımından davamız için gayet ince bir uygulama alanı bulunabilir.
Bugün içinde bulunduğumuz siyasi, iktisadi, ruhi, hukuki durum; kısaca içinde bulunduğumuz topyekün şartları Türkiye ve Dünya genelinde "Büyük Doğu" perspektifinden değerlendirirsek en ufak bir ümit sahibi olmaya hakkımız yok. Çünkü "imkanlar aleminde", "iki kere iki dört eder dünyasında", sebep sonuç ilişkilerinin geçerli olduğu evrende bütün şartlar aleyhimize... Tablo, şairin çizdiğinden de karanlık:
Taa uzaklarda bile bir Lem'a-i ümid yoktur, yok.
İçinde bulunduğumuz şartlarda sanki Brutus'un kaderine mahkumuz, çünkü o kadar karmaşık şartlar içindeyiz ki, yapacağımız hiçbir hareket bizi sorumluluktan kurtaramaz. Yahut aynı şekilde çekimser kalmak, bir köşede oturmak da sorumluluktan kurtaramaz insanı... Yapacağımız hareketin, gayenin gerçekleşmesinde hiçbir rolü olmayacağını bilmemize rağmen aynı hareketi aynı şekilde hep biteviye, görevine bağlı bir işçi sadakati ile iddiasız bir biçimde tekrarlamak zorundayız.
Fakat bu kapkara, simsiyah ümitsizlik içinde bile kul planında elimizden geleni en güzel, ölçülere en uygun bir biçimde, durmadan, dinlenmeden, bıkmadan, sonucun başarısızlığının kul planındaki imkanların değerlendirilmesinden apaçık anlaşılmasına rağmen yapacağız, yapmak borcundayız. İçinde bulunduğumuz noktada iz'an sahiplerine göre gayet açık ve net bir biçimde iş işten geçmiştir. Yalancı vaadler, sahte ümidler, çocukça çözüm yolları belki bir süre daha rahat uyku uyumamıza, ruhumuzun dünyasal hırslarını biraz daha yeşertmeye, kendimizi zararlı bir biçimde tatmin etmemize sebep olabilir. Fakat ne-tice olarak bizi hiçbir zaman sonuca ulaştıracak bir yol değildir.
İkiyüz senelik sahte ve kritiksiz bir gidiş bizi bu duruma getirmiştir, sıradağları devirmekten daha güç bir borç var sırtımızda... Fakat bütün bu olumsuz şartlar içinde bir nur gibi inen "Kafirlerden başka kim Allah'tan ümidini keser?" İlahî ikazı ile yeniden doğruluyoruz, imkanlar alemi ötesinde, mavera aleminde sonsuz derecede bir ümidle tekrar mukaddes ölçülerin hayata nakşedilmesi için seferber oluyoruz.
Herşeyden önce durumu bu şekilde ortaya koyan kişi mukaddes davanın gerçekleştiricisi olmak gibi dasitani çapta nefsani bir iddia içinde bulunmayacaktır. Sahte, geçersiz, kalp kurtuluş reçetelerini elinin tersi ile iterek, maceracılığa, duygusallığa prim vermeyecektir. Dolayısıyla kendi mücadele metodundan farklı, hatta ona ters, kendisinden değişik meşreplerle, şiarlarla faaliyet gösteren diğer kardeşlerine karşı müsamaha ile davranacak, tekelcilikten kaçınacaktır. Çünkü içinde bulunduğumuz çok karmaşık şartlarda başkalarının mücadele yöntemlerinin de en az kendisininki kadar doğru olabileceğini veya kendi metodunun da en az doğrusu kadar bir yanlış taşıyabileceğini hesap edecektir. İçinde bulunduğu mücadelenin karınca misali varmaktan çok o yolda ölmek olduğunu bilecek ve bu şuur onu fazla iddialı olmaktan, diğer kardeşlerine karşı itici, sevimsiz bir tavır takınmaktan alıkoyacaktır. Çünkü kendisi asıl daha sonra gelecek ruh soylusu nesil için ancak bir köprüdür, üzerine basılıp geçilecek bir vasıtadır. Çünkü her şey daha sonra gelecekler içindir.
Niçin ille de bütün imkanlar alemindeki ümidi bitirdikten sonra yeniden ilahi bir ümitle doğrulmalıdır? Bu muhakkak gerekli midir? Gereklidir. Çünkü gerçeği görerek, gerçeğe cesaretle bakarak her türlü kurtuluş ümidinin ve imkanının bittiğini görerek; yeniden ve sadece ilahi iradeye bağlanarak yeşeren, daha sıhhatli, daha sağlam yepyeni ümit genç insanın ruhunu tutkulardan, mal, mülk, mevki, şöhret gibi afetlerden temizleyecektir. Hegel'e göre, insan gerçek ahlaki yaşantıyı ancak harbin içinde yaşayabilir. Çünkü o anda ölümle burun burunadır. Güneşe, sevdiklerine, tüm dünya nimetlerine gözünü kapatması için ufak bir maden parçasının beynine isabeti kafi... Ölüme bu kadar yaklaşmış olan bir insan bu anda dünya nimetlerini hesap etme zamanını bulabilir mi? Sürekli olarak sonsuz bir ümidle; kapkara, simsiyah bir ümidsizlik içinde periyodik olarak gidip gelen insanın ruhu devamlı bir şekilde temizlenme ameliyesine tabi demektir. Çünkü, korku, acı, çile insanı her bakımdan olgunlaştırır. Aksine ucuz başarılar ve sahte ümidler de insanın şahsiyetini sulandırır, gevşetir, tereddi ettirir.
Mukaddes davanın gerçekleştiricisi olduğunu sanan ve bu konuda ruhunda en ufak bir şüphe kırıntısı taşımayan genç! Bizim sunduğumuz tavırla; yakın bir gelecekte bir takım maddi ve manevi imkanlara kavuşabilme rüyası ve hülyası ile ancak kör topal ayakta tutulabilen sözüm ona aksiyon arasındaki ana ölçülere uygunluğu, asalet farkını senin idrak cevherine bırakıyoruz. Burada iki tipi karşı karşıya koyarak senin takdirine sunuyoruz. Bir tarafta beşeri imkanlar ve hesaplar içinde inandığı düşüncelerin hayata ve topluma nakşedilmesinin mümkün olmadığına inanmasına rağmen; yaratı-cının istediği anda hiçbir sebebe ve şarta bağlı olmadan sebep halk edebileceğine taa ciğerlerine kadar inanmış bir insan... Bu insan kozalite prensibinin genel-geçerliğinden her zaman ciddi bir biçimde şüphe etmiştir. Bundan dolayı da elinden geleni mütevazı, gösterişsiz, basit ve olağan bir görev anlayışı içinde sırf rızayı kazanabilmek için en iyi bir şekilde yapmaya çalışır. İnsanın ancak yapabileceğinden sorumlu olduğu şuuru içinde olgun başaklar gibi başı hafif öne eğik bir tip... Bunun karşısında ise otokritik gücünü kaybetmiş bir megalomani içinde, yoksul bilgi dağarcığı ile mağrur, davanın gerçekleşmesini ilahî iradeden çok, sanki kendi gerçekleştirecekmiş gibi benlik havası içinde gürültücü, şamatacı, yırtık ve en önemli özelliği belki de müslüman tipine en uzak bir insan...
Genç; ruhu iğdiş edilmiş, ruhî empotens içinde bulunan siyaset kadanalarına iltifat etme, onlara kulaklarını tıka! Onlar azgın nefsaniyetlerini tıka basa doyuracak saman peşindeler. Tımarhanede görsen acıyacağın paranoyak tipler, sana yön verme, sana hükmetme iddiasındadırlar. Bu tip delilerde hezeyanlar gayet sistematik bir tablo içinde ortaya çıktığı için bunların ruh sağlıklarının bozukluğu ancak bu konunun uzmanları tarafından anlaşılabilmektedir. Bu yüzden de dünya tarihinde bu tip delilerin uzun süre sosyal reformcu, devrimci olarak kendini kitlelere kabul ettirdikleri görülmüştür.
"Hor, öksüz, büyük dava"ya "Rütbesiz, malsız, mülksüz, yalnız zehirden pişmiş acı bir lokma ile" hizmete hazır mısın genç adam! bu işin sonunda yakın gelecekte mevki, şan, şöhret gibi tatmin vasıtaları yok... Sadece ayrılık var... Anneden, vatandan, arkadaştan, maldan, rütbeden, mevkiden ayrılık... Gemi karaya feci bir şekilde oturmuş. Ancak göz yaşlarımızdan deniz meydana getirebilirsek, annemizin duası ile birlikte belki yüzdürebiliriz gemiyi...
"Mezar Ötesinden Anılar"da harikulade bir olay anlatır Chateaubriand Miot'tan naklen... Napolyon'un Mısır seferinde Yafa'dan alınan esirler dört köşe yürüyen taburun ortasında dizilmişti. Miot kendi ifadesi ile ata binerek bu "sessiz kurbanlar sürüsünü" izlemeye karar veriyor: "Türkler önceden sonuçlarını tahmin ediyorlardı; göz yaşı dökmüyorlar, bağırmıyorlardı, mütevekkildiler, yaralı olan bazıları, hızlı gidemedikleri için yolda süngüyle öldürüldüler. Nihayet Yafa'nın güneybatısındaki kum tepelerine varınca, sarımtırak su birikintisinin kenarında durduruldular ve son arzuları soruldu öldürülmeden önce... Onlar da abdest alıp iki rekat namaz kılmak istediklerini söylediler. Bütün Türkler sözünü ettiğim o durgun suda sessizce abdestlerini aldılar, müslümanların selamlaştıkları şekilde ellerini yüreklerine ve dudaklarına götürdükten sonra birbirlerinin ellerini tutup ebedi olarak vedalaşıyorlardı. Mert yürekleri, ölüme meydan okur gibiydiler, sükunetlerinde, dinlerinin ve daha iyi bir geleceğe kavuşmak umudunun son dakikalarında kendilerine telkin ettiği güven göze çarpıyordu. Sanki; bu ölümlü dünyayı bırakarak Hz.Muhammed'in yanına devamlı bir mutluluğa ermeye gidiyorum der gibiydiler." diyor ve devam ediyor: "Bu korkunç manzaraya tahammül edemedim; sapsarı kesilerek bayılacak bir halde ora-dan kaçtım."
Bu durumda öyle sanıyorum ki, o günün müslümanı yapılacak en iyi şeyi yapmıştır. Çünkü kaçmak mümkün değil, her türlü tedbir alınmış. Yalvarmak nafile, bir kere medenî(!) Fransız öldürmeye karar vermiş. Onlara karşı gereksiz bir davranış öyle zannediyoruz ki, celladlar üzerinde tiksintiden başka bir şey bırakmazdı. Bir eylemi içinde bulunduğu duruma göre değerlendirmek gerekir. Bazen vakur bir şekilde ölüme gitmek de en büyük, en uygun bir aksiyon olabilir.
Künhüne vakıf olmadan papağanvari "Aksiyon, aksiyon" diye sayıklayan; bu tavra karşı her davranış biçimini teslimiyetçilik, düzenle bütünleşme gibi ucuz klişelerle mahkum etmeye yeltenen genç adam! Hiç düşündün mü "kanuni yoldan zuhur" ne demektir? Teori ile pratik arasında ne gibi bir ilişki vardır? Özellikle ruhçu bir anlayışa sahip olanlar için daima teorinin pratikten önce geldiği konusunda bir fikir sahibi misin? Çağımızla birlikte ortaya çıkan dağ gibi problemleri henüz teoride göğüsleyebildiğine, çözümleyebildiğine kani misin?
Bütün mesele; meselelere derinden vakıf, ucuza talip olmayan, klişelerle düşünmeyen bir gençlik yetiştirebilmekte... Ve onu politikacıların tasallutundan kurtarabilmekte... Öyle bir nesil ki; akli fakülteleri ile sebep-sonuç ilişkileri içinde düşününce her şeyin bittiğini görebilecek, sezebilecek, fakat her şeyin sahibine bağlı olduğu şuuruna sımsıkı bağlılık içinde sonsuz derecede ümitli olacak. Bu iş buzdan yapılmış kristal içinde kor parçasını muhafaza etmeye benzer veya kor içinde buz saklamaya... Böyle bir nesil "Her şey bitti" dediğimiz bir anda her şeyi yeniden başlatabilir. Çünkü fikre inanıyoruz, çünkü ruha inanıyoruz, çünkü keyfiyetin üstünlüğüne inanıyoruz.
Mustafa Kanlıoğlu
|
|
Mustafa Kanlıoğlu
|
|
Mustafa Özer (özer Koç)
|
|
Ahmed ceemal El Hamevi
|
|
Prf.Dr.Serdar demirel
|
|
N.Mehmet Solmaz
|
|
Mustafa Özer (özer Koç)
|
|
Mustafa Miyasoğlu
|
|
Mustafa Ekinci
|
|
Galip Boztoprak
|
|
Şeyma Kısakürek Sönmezocak
|
|
Mustafa Kanlıoğlu
|
|
Mustafa cabat
|
|
Ebubekir Sifil
|
|
Ali Biraderoğlu
|
|
İbrahim Ulueren
|
|
Mustafa Özer (özer Koç)
|
|
Ali Biraderoğlu
|
|
Mustafa cabat
|
|