Duyurular

Üstad Necip Fazil KISAKÜREK in vefatının 41.senei devriyesi münasebetiyle vakfımızda (25/05/2024)Cumartesi günü saat 16:30 da yapılacak olan hatim duasına Tüm Gönüldaşlarımız davetlidir.


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
Takvadan Kıymetli İzzet ve Şeref Yoktur
Sponsorlarımız
Medeniyet

MEDENİYET

Medeniyet toplum biliminin konusuna girmektedir ve TDK tarafından açıklaması uygarlık olarak yapılmaktadır. Medeniyet, bir toplumun tüm unsurlarını yani, maddi manevi varlıklarını, düşüncelerini, bilimini, sanatını, teknolojisini, canlı türlerini ve ürünlerini kapsayan çok geniş bir ifadedir. Türklerde medeniyet uygarlık olarak geçmektedir. Bu husus Uygur Türkçesinden gelmektedir.

- Osmanlı Medeniyeti
- İslam Medeniyetleri
- Mezopotamya Medeniyetleri
- Mısır Medeniyeti
- İnka Medeniyeti
- Maya Medeniyeti
- Çin Medeniyeti
- Akdeniz Medeniyetleri
- Hint Medeniyeti
- Roma Medeniyeti

Uygarlık Nedir? Uygarlık, insanların doğaya egemen olarak, ortak bir kültür ve yaşam biçimi geliştirdiği toplumdur. Uygarlık, tarih boyunca farklı coğrafyalarda farklı şekillerde ortaya çıkmıştır.

Uygarlık denince tarımda üretim fazlası yapabilen ve bu sebeple özelleşmiş iş gücünü, toplumsal hiyerarşiyi ve şehirlerin kurulmasını mümkün kılan karmaşık toplumlar kastedilir. Yazı, karmaşık din sistemleri, anıtsal mimari ve merkezileştirilmiş siyasi güç gibi gelişmeler de uygarlığın işaretleri olarak bilinir.

Uygarlık ne demek felsefe?

Uygarlık veya medeniyet, bir ülke veya toplumun veya diğer zeki canlı türlerinin, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder

İslam ansik

Arapça ’da “şehir” anlamına gelen ve müdûn köküne dayanan Medine isminden Osmanlı Türkçesi’nde türetilen medeniyet kelimesinin, kök itibariyle “yönetmek” (es-siyâse) ve “mâlik olmak” anlamları da bulunan deyn (dîn) mastarıyla ilişkili olduğu da ileri sürülmüştür. Medenî (medeniye) ve medînî ise “şehre mensup olan, şehirli” manasına gelmektedir (Lisânü’l-ʿArab, “mdn”, “dyn” md.leri). Medine’de nâzil olmuş sûreler de “Medenî” adını alır.                                                                           Daha sonra Medine kelimesinden temeddün mastarı türetilerek “şehirli veya medenî hayat yaşamak” anlamında kullanılmıştır. Medenî ve medeniyyenin terim olarak kullanılması büyük ölçüde tercüme faaliyetleri dönemine rastlar. Bu çalışmalar esnasında Grekçe’de “şehir ve şehir devleti” mânasındaki polis kelimesi medîne, “devlet ve yönetim” anlamına gelen, aynı zamanda Eflâtun’un diyaloglarından birinin adı olan politeia kelimesi “es-siyâsetü’l-medeniyye” tabiriyle ifade edilmiştir. Bu bağlamda medenî terimi hem sosyal hem siyasal olma niteliğini ifade etmektedir. Nitekim İslâm düşünce literatüründe sık sık tekrarlanan insanın tabiatı itibariyle medenî olduğu       (medeni yün bi’t-tab‘) tanımlaması Aristo’ya ait “siyasal canlı”yı (zoonpolitikon) karşılamaktadır. 

Medeniyet - Uygarlık – Civilization (sivilizeyşın, sivilizasyon)

Bunlar birbirinin yerine kullanılan kavramlar.

- Uygarlarlık kelime anlamı ilk Türkçeleştirme akımı sonrası bulunmuş bir kavram. İlk yerleşik Türk kavmi olan “uyguları” hatırlatan temelde yerleşim olmayı, hukukla, kentli olarak yaşamayı imler.

- Medeniyet kavramı da benzerdir. Medineli, yani şehirli, yani kent kurallarına uygun yaşayan demektir. Ve belli türden hukuk ve estetik ortak değerleri taşıyan topluluğa denir.

- sivilizasyon 12. Yüzyıl sonrasına ait batılı bir kavramdır. İngilizcesinin de kökeni Latinceden gelir. Sivil kavramı yani. Bu kavramın ruhu hümanizmadır. İnsanın kendisinin kutsiyetidir. İnsanın kendi kendisinin tanrısı olmasıdır. Kendisinden başka kutsiyet olmamasıdır hümanizma. Bu bağlamda sivilizasyon tanrısız insanı ve beşeri ilişkileri merkeze alan ve kutsiyetle çatışan bir mekanizmadır.

- ⁠bizde durum farklıdır, medeniyet tanrısal estetiğin beşerle bir ahenkle buluşmasıdır. Bizim medeniyet algımızın merkezinde “uyum” vardır. Uyumdan ve “ölçü”den doğan “ahenk” vardır. Tanrısal olanla beşeri olan uyum içindedir ve şehrin bütün organlarına yansır. İşte “medeniyet” bu ’dur!

MEDİNE, TEMEDDÜN, MEDENİYET                    

Seyrimde bir şehre vardım
Gördüm sarayı güldür gül

- Ümmi Sinan

Modern Batı’daki şehir ve şehirleşme; rasyonelleşme, sekülerleşme ve dünyevîleşme süreçlerinin sonucudur. Kutsaldan arınma, din ve gelenekten uzaklaşma anlamına gelen rasyonelleşme, dünyevîleşmenin de en temel göstergesidir. Bu süreçte, Hıristiyanlık ekseninde de olsa din ve gelenek, insanın belirleyici ilkesi olmaktan çıkmış, insan ve toplum bireyselleşmiş, tüketime ve teşhire dayalı bir “toplum ve insan” tasavvuru oluşmuştur. Bu mânâda uygar / medenî olmak, dinden, gelenekten ve mitolojiden bağımsızlaşarak rasyonel olmak anlamına gelir. Dolayısıyla modern anlamda şehir, rasyonelleşen zamanda, kutsalından arındırılmış mekânda tezâhür eder. Yine bu bağlamda gündemde olan Tanrı, din ve ahlâk aşkın bir anlama sahip değildir.

İslam’da ise şehir ve şehirleşme (medine / medenîleşme), pagan gelenekten uzaklaşarak Tevhid’e (millet-i İbrahim’e) ve risâlet’e yönelmektir. İnsanın gayesi bağımsız bir birey olmak değil, aksine ferdiyetini kaybetmeden peygamberin etrafında cemaatleşmek; tüketmek değil, üretmek ve paylaşmaktır. Akıl; nefsten, hevâ ve hevesten beridir. Yani bir bütüne tabidir. Öyleyse şehir, bir inancın tezâhürü, anlamın tahakkuku, dinin ete kemiğe bürünmüş hali, kulluğun gereği, bir borcun edasıdır. İnsanın sâlih amelinin sonucudur.

Batı’da insan, rasyonelleşerek, bireyselleşerek ve sekülerleşerek şehirli, çağdaş ve uygar olurken; İslam’da insan, temeddün(Uygarlaşma, Medenileşme) ederek, vahyin ışığına, risâlet’in halkasına girerek medenî olur. Batılı anlamda medeniyet dinden soyutlanmak, İslam düşüncesi bakımından ise medeniyet dini sadece insana değil, zamana ve mekâna da giydirmektir.

Şehir / şehirleşme ve uygarlık /

uygarlaşma teorileri, özellikle son yüz elli yıldır Batı eksenli olarak ciddi anlamda tartışılmaktadır. Rönesans sonrası dünyadaki her sosyal olguyu, değer yargısını, inanma biçimlerini ve düşünme kalıplarını, Batı düşüncesi belirlediği için şehirleşme, medenîleşme ve uygarlaşma eksenli kavramsallaştırmaları ve değer yargılarını da söz konusu düşünce belirlemiştir. Bugün biliyoruz ki Türkiye’de, Çin’de, Hindistan’da, Mısır’da şehirleşme teorileri konuşulurken, genel anlamda Batılı paradigmaların dışına çıkılamamaktadır. Çünkü Rönesans sonrası Batı düşüncesi, yayılma özelliği en üst düzeyde olan bir dinden dahi daha geniş ve baskın, belirleyici bir yayılma ve egemen olma özelliğine sahiptir. Özellikle Aydınlanma, Pozitivizm ve Modernleşme süreçleri, Batı düşüncesi ve onun metodolojisini, tek doğru, tek ölçü, tek esas haline getirmiş; bilim dendiğinde Batılı bilimsel çalışmalar, akıl dendiğinde rasyonalizm, sanat dendiğinde estetik, ahlâk dendiğinde etik gündeme gelmiştir. Bu durumda, olgularla veya kavramlarla ilgili yapabileceğiniz bir tartışma bile büyük zorluklar ve imkânsızlıklarla karşı karşıyadır.

 

Batılı paradigma çerçevesinde kentlileşme - şehirleşme - uygarlaşma - medenîleşme kavramlarıyla Hz. Peygamberimizin Yesrib’i Medine haline dönüştürmesi başka bir deyişle Medine’yi kurması üzerinden din, medenî, temeddün ve medineleşmek kavramlarını tartışmak zorunlu ve gereklidir. Çünkü bir bölgedeki şehirleşme, gelenekten modernliğe ve sekülerliğe dönüşürken diğer bölgedeki şehirleşme cahiliyeden, medenîliğe dönüşmektedir; bunun ayrım noktaları üzerinde durarak, farklı bir dünya tasavvurunun ve insan anlayışının, farklı bir mekân ve şehir imkânının gerçekleşebilir ligini ve bundan sonra da mümkün olduğunu tartışacağız

Papalagi ( Erich Scheurman tarafından yazılan kitabın kahramanı)

 Afrikalı Avrupalıya  göğü delen adam adını verir.[1] Ona göre Avrupalı; apartman anlayışı, cadde ve sokak tasavvuru, fabrikaların bacaları ve bu bacalardan çıkan duman görüntüsüyle gökyüzünü delmiştir. Oysa bir Kızılderili’ye göre gökyüzü, hava, su, toprak kutsaldır ve insanlığa aittir. Gökyüzünün kutsallığının ve dokunulmazlığının bilincinde olan Tuiavii’nin(Kitabın Yazarı) sadece bu tanımlaması bile, beyaz adamın yüzyıllar boyunca tabiata ve insana yaptıklarının özeti olduğu gibi, farklı gelenek ve dünya tasavvurlarına sahip insanların hayata bakışlarının da önemli bir göstergesidir.

1900’lerin başına ait bu izlenimler sadece kent ekseninde değil; kimlik, insan, değer yargıları bakımından da çok önemli analizlerle doludur. Tuiavii, Avrupa’da gördüğü köylerle ilgili de çok ilginç değerlendirmelerde bulunur. Özellikle Avrupa ekseninde köy - kent ayrımını yaparken insanla ilgili vurguları çok önemlidir:

“Bu köylerde, kentlerdekinden başka türlü düşünen insanlar yaşar. Bunlara toprak insanları denir. Yarık insanlarından daha çok yiyecekleri olduğu halde elleri daha çok kaba, örtüleri daha kirlidir. Yaşamları diğerlerinden çok daha güzel ve sağlıklıdır. Ama kendileri buna inanmaz ve toprağa basmayan, tohum ekip ürün biçmeyen, bu yüzden onlara boş gezer gözüyle bakan yarık insanları kıskanırlar

Bütün bu açıklamalardan sonra modernleşme ekseninde şehir dendiğinde, Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan şehir / kent; şehirleşme / kentleşme denildiğinde ise, bireyselleşme, sekülerleşme, kırdan ve köyden kurtulma, sanayi toplumuna katılma, küreselleşme, endüstriyel sürece katılma gibi tanımlamalar karşımıza çıkıyor.[2] Uygarlık (civilisation) kelimesinden yola çıkarsak; 1732’de bir hukuk terimi olan söz konusu kelime, 1752’de Turgot ve 1756’da Mirabeau tarafından, barbarlığın zıddı olarak kullanılmıştır.[3] Bu tanıma göre, bir yanda uygar halklar, diğer tarafta ise vahşi, ilkel veya barbar topluluklar vardır. Hatta Braudel’e göre, 18. yüzyıl insanlarının belli bir kesiminin çok tuttuğu iyi vahşiler bile, uygar kişiler değildir. Uygar olmanın göstergeleri; kibar olmak, ahlâklı olmak, bir kadınla sohbet edebilmektir. Hatta öyle ki, genç bir erkeği uygarlaştırmanın yolu, kadınlarla sohbet ettirmektir. Çünkü onlarla ilgili bundan daha kolay ve hızlı bir uygarlaştırma aracı söz konusu değildir. Aynı dönemde uygarlaşma, Hollanda ve İngiltere’de incelme, soylulaştırma;  İtalya ve Almanya’da ise kültürlenme anlamında kullanılır. Yüzyılımızın başında ise adeta mutlak bir fikir ve dogma gibi, Batı dışı toplumları da dönüştürecek, evrensel bir kültür olarak da tanımlanmıştır.

Batı dışı toplumlarla ilgili olarak kullanılan gelişmekte olan ülkeler veya geri kalmış ülkeler tanımlamaları bu bağlamda üretilmiştir. Nitekim Türkiye ekseninde düşünürsek, AB süreci bir uygarlaşma - medenîleşme - çağdaşlaşma süreci olarak tanımlanmış, bir devlet politikası olarak benimsenmiş ve eğitim sisteminden, din anlayışına kadar bütün kültürel ve geleneksel unsurlar ve kurumlar dönüştürülmüştür.

Burada barbar ve ilkel kelimesi ekseninde uygar / uygarlaşma olgusunu biraz daha konuşmamız gerekiyor. Batı düşüncesi, barbar kelimesini çoğu zaman kendisinden olmayanlar (Avrupalı olmayanlar) için kullanmıştır. Bu konuda geniş bir literatür mevcuttur.[4] İlkel kavramının ortaya çıkışının ise Amerika’nın Keşfi ve Afrika’nın köleleştirilmesiyle ilgili olduğu muhakkaktır. Amerika’nın Kristof Kolomb ve arkadaşları tarafından istilası ve sonrasında Kızılderililere yapılanlar, bizzat kendi kaynaklarından okunabilir.[5] Kızılderilileri barbar ve vahşi olarak niteleyen beyaz adam, onu köleleştiremeyince bu kez Afrika’ya yönelmiş ve Afrika’yı köle üretim merkezi haline getirerek Amerika’ya taşımıştır. Tabi bu arada Afrikalı insanların adı da ilkel, evrimini tamamlamamış veya hayvanımsı insan olarak değişecektir. Bu arada söz konusu süreçlerin sonunda, 1800’lerden itibaren evrimci tarih ve biyoloji anlayışının ortaya çıkması tesadüf değildir. Bu sürecin sonunu ise Antropoloji, Etnoloji, Sosyoloji ve Psikoloji gibi bilimlerin ortaya çıkması takip edecektir. Her biri ayrı ayrı “bilim” olarak sunulan bu kavramsallaştırmalar, inşa edilen ve sömürülen bir dünyayı yeniden dizayn ve istismar etmenin, uygarlaştırılmış ve hümanistleştirilmiş biçiminden başka bir şey değildir.

Diğer taraftan modernleşme ve liberalleşme süreciyle birlikte ortaya çıkan tarihin sonu veya zamanın sonu gibi tanımlamalar da konumuzla yakından ilgilidir. Dinlerin cennet tasavvurunun yerine, bu dünyada bir cennet telakkisine inanan, ilerlemeci tarih anlayışını esas alan modern Batı düşüncesi, Rönesans-Aydınlanma süreci sonrası ortaya çıkan akımları, zaman zaman tarihin veya zamanın sonu olarak tanımlamaktan da geri durmamıştır. Aslında bu, onun tekçi ve totaliter yanının da başka bir biçimidir. Varoluş amacı olarak Kilise”yi ortadan kaldırarak üniversiteleri kendi kilisesi haline getiren, dinin normları ve vahiy yerine bilimi ve aklı koyan ve bunu dogmatikleştiren, tüm meta anlatıları yok ederken, kendi temel değerlerini meta anlatı halinde sunan ve kendi paradigmasını Tanrı sallaştıran modern Batı düşüncesi, dini taklit ettiğinin ve form olarak dini kullandığının da farkındadır. Onun içindir ki kendisine karşı olan tutum ve duruşları tanrısal bir tavırla aforoz ederek, bertaraf etmeyi tercih etmektedir.

İşin garip tarafı bu değerlendirme, Batılı olmayan toplumların çoğu aydınları tarafından herhangi ciddi bir sorgulamaya tabi tutulmadan benimsenmektedir.

Bugün modernleşme sürecini yaşayan ve Batı kültürünü kendilerine ilke ve hedef olarak koyan tüm ülkeler ve hatta İslam ülkeleri dahi, sekülerleşme sürecinin içindedir. Dolayısıyla onlar, hayatlarına egemen olan tüm kavramlarını, modern değerlerle algıladıkları gibi, kutsal kitapları dâhil tarihlerini de sekülerleştirme / rasyonelleştirme bağlamında anlamakta ve anlamlandırmaktadır. Müslüman toplumlarda sekülerleşmeye reaksiyon gibi görülen muhafazakârlaşma da bu anlamda değerlendirilmelidir. Nitekim son yüzyıldaki tecrübeler göstermektedir ki Müslüman toplumlardaki muhafazakârlaşma da bir modernleşme ve sekülerleşme sürecidir. İslam ülkelerinde birkaç istisna dışında sürece karşı tahkiki bir tutum neredeyse yoktur.

Doğu ve İslam ülkeleri kahir ekseriyetle hâlâ Batı’yı cennet olarak görürken, Batılılar, içinde bulundukları durumu cehenneme vurgu yaparak, ahlâkî anlamda da sorgulamaktadırlar.

Eşya ve hadiselere Batı uygarlığının perspektifi ve kavramlarıyla baktığınız zaman, onlar gibi düşünmeniz, bakmanız ve anlamanız gayet tabiidir. Sonuçta kavramlar bizim anlam dünyamızı oluşturur.

Biraz daha somutlaştırırsak; cahiliye kavramına Kur’an-ı Kerim’in verdiği anlamla Modernite’nin verdiği anlam asla örtüşmez. Mamafih biz, bugün cahillik veya cahiliye kavramını kullandığımızda, aynı şeyi anlamayız. Kur’an-ı Kerim’e göre cahiliye; Allah’ı bilmemek, peygamberi yalanlamak, hakikatin üstünü örtmek, doğruyu çarpıtmak; eşya ve hadiseleri hevâ ve hevesine göre yorumlamakla ilgilidir; bugünün egemen ve moda bakış açısıyla okuma yazma bilmemekle veya kitap okumamakla ya da eğitim almak, ilim tahsil edip etmemekle ilgili değildir. Nitekim ümmî olan bir peygamberin durduğu yerden bakacak olursak, okuma yazma bilen Mekke’nin uluları cahillikle nitelenirler.

Kur’an-ı Kerim açısından akıl veya akıllı olmak ya da akılsızlık kavramlarıyla Batı düşüncesinin akıl, ratio, rasyonalizm kavramlarıyla ilgili yapılacak bir mukayese de meselenin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Kur’an-ı Kerim, Peygambere uyanları, vahyi kabul edenleri, Allah’ın hikmetine dikkat çekenleri akıl sahipleri olarak nitelerken; müminler için akılsızların inandığı gibi mi inanacağız diyen münafıkları, gerçek akılsızlar olarak niteler. Müşrikler, kâfirler ve münafıklarla ilgili olarak akletmedikleri nitelemesini yapar

Öyleyse Medine / şehir kavramını da hakkıyla tahkik etmek ve Müslümanların tecrübesi olarak farklı değerlendirmek zorundayız.

Medineleşmeyi, medenîleşme ve şehirleşme olarak kabul edip, bunu Batılı anlamda civilisation ile özdeşleştirip, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi sonucunda ortaya çıkan şehirleşme olgusuyla aynı kabul etmek, hem İslam tarihindeki Medine’nin ortaya çıkışını hem de Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan şehirleşme olgusunu anlamamızı engeller.

Hz. Peygamberin Mekkeli Müslümanlarla Yesrib’e(Efendimiz burasının adını MEDİNE olarak değiştirmiştir) göç etmesi üzerinden düşünecek olursak; bu hareket bir göç olgusudur ama sadece bir yerden bir yere taşınmaya indirgenmeyecek boyuttadır.

. Hz. Peygamberimizin Kur’an-ı Kerim’de anlatılan dikey Miracına karşılık Hicret de bir bakıma Mekke’den Medine’ye yapılan yatay Miraç olarak nitelenebilir.

Görüldüğü gibi Medine bir remz, bir işarettir. Dinin nasıl müşahhaslaştığının örneği,. Mamafih buradaki medineleşme / medenîleşme Batılı anlamda kentleşme / civilisation / uygarlaşmayla aynı değildir. Civilisation dinden soyutlanma, rasyonelleşme ve sekülerleşme olgusuyla doğru orantılı iken; Medineleşme, dinin ete kemiğe bürünmüş hali, insanın dini anlamı giyinmesi, zaman ve mekân tasavvurunda din ile hareket etmesi, anlamın insan ferdiyetinde ve onun oluşturduğu millette ve ümmette tahakkuk etmesidir. Yani başka bir deyişle civilisation dini terk etmek, dinin etkisini birey ve toplum hayatında azaltmak, buna paralel olarak da ortaya çıkan toplumun oluşturduğu şehir anlayışının egemen olmasıyla ilgilidir. Oysa medineleşme bunun zıddıdır. Cahiliyeden kurtulmak ancak medineleşmekle mümkündür. Akılsızlık ve bilgisizlikten kurtulmak ancak medineleşmekle mümkündür. Başka bir deyişle, bir insanın ve toplumun, cahiliyeden, akılsızlıktan ve bilgisizlikten kurtulması dini; şahsında, evinde, zamanında ve mekânında somutlaştırmasıdır.

İslam’da insan anlayışı nasıl öz şuur ile ilgiliyse şehir anlayışı ortak şuurla ilgilidir. Bu anlamda şehirleşme / medineleşme bir kimliklenme, Hz. Peygamberin sünnetini giyinme sürecidir. Medine kimliğine ait olmayan, bir anlamda medenî sayılmaz. İbadethane ortak şuurun sembolüdür. Oysa Batılı anlamdaki şehirleşme teorileri düşünüldüğünde, ibadet etrafındaki bir kümelenme, şehirleşmenin değil; köylülüğün göstergesidir

Sonuç olarak bugün dünya, Rönesans’la başlayan Modernleşme ile “tartışılmaz hale gelen” değer yargıları, din anlayışları, ahlâk teorileri, ekonomi anlayışı, tüketim kültürü, akıl ve bilim anlayışıyla tanımlanıyor ve anlaşılıyor; bunun tek doğru olduğu ilkesi değişmez ve tartışılmaz bir ilke olarak dayatılıyor.                                                                                  Bunun böyle olmadığını biz sadece Medine, Din, Millet, Akıl, Medeniyet kavramı bağlamında açıklamaya çalıştık. Hint, Çin ve Ortadoğu’nun diğer kültürleri ekseninde daha farklı bakış açılarının olabileceğini de biliyoruz. Bu tür tartışmalar ve sorgulamalar hem dünyamızı hem de insanımızı daha iyi anlamayı, daha başka bir dünya ve insan tasavvurlarının da olabileceğini, en azından imkân olarak düşünmemizi sağlayacaktır.

 

[1] Erich Scheurmann, Göğü Delen Adam, Çev. Levent Tayla, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Dördüncü Basım, 2003

[2] Konuyla ilgili Türkçeye de çevrilen ciddi metinler vardır: Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, İstanbul, 1996 | Immanuel Wallerstein, Modern Dünya Sistemi I-IV, Çev. Latif Boyacı, Bakış Yayınları, İstanbul 2004 | Niall Ferguson, Uygarlık, Çev. Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2012 | Marshall McLuhan, Global Köy, Çev. Bahar Öcal Düzgören, Scala Yayıncılık, İstanbul 2001 | David C. Thorns, Kentlerin Dönüşümü, Türkçesi; Esra Nal, Hasan Nal, Soyak Yayınları, İstanbul 2004 | Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, Türkçesi; Ufuk Uyan, Yeryüzü Yayınları, İstanbul | Roland Robertson, Küreselleşme, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1999 | Raymond Aron, Sanayi Toplumu, Türkçesi, E. Gürsoy, Dergah Yayınları, İstanbul 1978 | John U Nef, Sanayileşmenin Kültür Temelleri, Çev. Erol Güngör, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1986 | Hans Frayer, Sanayi Çağı, Çev. Bedia Akarsu, Hüseyin Batuhan, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2014 | Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Çev. Hazal Deliceçaylı, Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1997 | Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, Çev. Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2005 | Zygmunt Bauman, Küreselleşme, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1999 | Max Weber, Şehir, Türkçesi, Musa Ceylan, Bakış Kitaplığı, İstanbul 2000

[3] Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, İstanbul, 1996, s. 28

[4] Onur Bilge Kula, Batı Edebiyatında Oryantalizm 1-2, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011 Onur Bilge Kula, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2010

[5] Bartolome De Las Casas, Kızılderili Katliamı, Türkçesi, Ömer Faruk Birpınar, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2005



Mustafa Kanlıoğlu
Okunma Sayısı: 946


3.145.76.159








YAZARIN DİĞER YAZILARI

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top