Duyurular

Üstad Necip Fazil KISAKÜREK in vefatının 41.senei devriyesi münasebetiyle vakfımızda (25/05/2024)Cumartesi günü saat 16:30 da yapılacak olan hatim duasına Tüm Gönüldaşlarımız davetlidir.


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
Kibirli İnsan Övülmez
Sponsorlarımız
Üstad Necip Fazıl vesilesiyle; BİR LİBERAL AYDIN ARTIĞININ İFRAZATLARI ya da BİR ‘MÜNEKKİD-İ MÂDER-ZAT’IN KUSMALARI[1] …

Üstad Necip Fazıl vesilesiyle;
BİR LİBERAL AYDIN ARTIĞININ İFRAZATLARI ya da
BİR ‘MÜNEKKİD-İ MÂDER-ZAT’IN KUSMALARI[1] …


Yahya DÜZENLİ

“İdeolojilerin sonu”, “Medeniyetler Diyaloğu”, “Uygarlıklar Buluşması”, “Küresel/Evrensel değerler” kavramları, sadece ortalığı istila etmekle kalmayıp, zihin dağınıklığı, bulanıklığı ve zihin işgali içerisinde bir türlü ‘duruş’unu netleştiremeyen/belirleyemeyen, bakışını berraklaştıramayan, yürüyüşünü istikametlendiremeyen, suyun hangi yakasında olduğu müphem ve meçhul bazı liberal krema tutkunu aydın artıklarının şuuraltlarındaki ifrazatları da ortaya çıkardı.

‘Bîtaraf’ olmaya çalışırken, kendisini çizgi dışına çıkarıp bertaraf eden bu liberal aydın artıklarına son prototip olarak Taha Akyol’u göstermek son derece yerindedir.

30 Mayıs 2006 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde Necip Fazıl ve Nazım başlıklı ifrazatnamesinde Nazım Hikmet’i kendisine payanda yaparak aslında bir türlü kusamadığı Necip Fazıl nefretini bu kez bir çırpıda kustu. Öyle ki; bugüne kadar Necip Fazıl’ın karşı cepheden düşmanlarının bile dudaklarını uçuklatacak türden bir kusma..

Yazısının yayım tarihinden biraz geç olsa da “kafa yapısı”nı ortaya koyması bakımından temas etmek yararlı olur diye düşünerek bu satırları yazıyoruz.

Şöyle başlıyor Akyol’un ifrazatnamesi:

“İdeolog yönleriyle baktığımızda dikkat çeken, ikisinin de şiir dışındaki eserlerinin zayıf olmasıdır. Mesela roman ve hikâyede, hatta tiyatroda bile ikisi de şiirdeki başarılarını gösteremediler...”

Taha Akyol’un bu “keramet”ine ne demeli? Bugüne kadar Üstadın tiyatro eserlerini gerek muhteva gerekse de teknik olarak eleştirmiş Taha Akyol’dan başka hiçbir “uzman”, hiçbir “tiyatro eleştirmeni” yoktur. Aksine tiyatrolarının mükemmelliğine dair yığınla yazı yayınlanmıştır. Hatta zaman zaman Necip Fazıl kimi çevrelerce sadece ‘tiyatro eseri yazarlığı’yla öne çıkarılmıştır. Taha Akyol bu konuda ‘başarı gösteremedi’ saplantısıyla göle yoğurt mayası çalmayı denemiştir. Bakarsınız tutar (!)

Bir kültür ve edebiyat tarihçisinin bilmesi gerekenlerin alfabesinden olarak bilmesi gerektiğini bile bilemeyen Taha Akyol’a ne demeli bilmem:

Necip Fazıl’ın fikir adamı, mütefekkir hüviyetiyle öncelikle tiyatrodan başka roman ve hikayede kendine mahsus bir damarın ilk numunelerini/örneklerini ortaya koymuştur. Bu numuneler alanlarında damıtılmış özlerdendir.

Kafa Kâğıdı’nda Roman’la ilgili olarak şunları söyler Üstad:

Roman, yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvi ve münezzeh manaya kadar ulaştırılabilir. Ve artık toprak üstü sefil mananın yerde bırakılması şartiyle mefhum ve mahiyetini değiştirerek Frenklerin (Ekritür-Destine), Müslümanların da (Alın yazısı-Kader) dediği takdir kalemindeki hikmete yol arayabilir. O zaman karşımıza süfli manasiyle roman değil, ulvi keyfiyetiyle ilahi sanat çıkar ve roman dize gelir.

Roman: Roman toprağa bağlı keyfiyetiyle ihtimaller alemi boyunca ya tasavvuri bir icat, yahut muhaller dünyasında maverai bir hayal veya olmuş ve olabilirlerin nakline mahsus, fakat hepsinde harekiyet ve seyyaliyet ve teessüriyet değerlerini şart koşucu bir vasıtadır. Romanın roman olması için bu üç kıymetin mutlaka posa vaka tasavvurlarından arındırılması ve maddeyi geride bırakıcı bir ruh seviyesine yükseltilmesi gerekir. (s. 12, 13.)

Edebiyatta romana dair bu temel bakış açısını görmeyen, es geçen Taha Akyol’un okumadan yeltenmeye soyunduğu münekkid-i mader zâd (anadan doğma eleştirmen) kimliğini gözden geçirmesini diliyoruz.

Devam ediyoruz ifrazatnameye:

“İkisi de "araştırma ve inceleme" denilebilecek ve referans gösterilebilecek bir eser yazamadı.”

İşte ikinci kehanet.. Taha Akyol öylesine kaotik bir zihniyet içerisinde ki İnsanın aklına Şems-i Tebrizînin şu hikmetli kıssası geliyor:

“ Bir adam balığı anlatmada, büyüklüğünü tarif etmedeydi. Birisi: — Sen balık nedir bilir misin ki, anlatıyorsun? dedi. Adam: — Nasıl bilmem!.. Yıllarca deniz seferlerinde bulundum. — Anlat bakalım, nasıl? Adam anlatmaya başladı: — Balığın deve gibi iki boynuzu vardır.. — Sus, yeter artık. Sen evvelâ öküzle deveyi birbirine karıştırıyorsun, öküzle devenin farkını bilmiyorsun. Kaldı ki balığı tarif edeceksin.”
Sadece “Ulu Hakan Abdulhamid Han” ve “Vatan Haini değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” kitapları cumhuriyet nesillerinin Abdulhamit ve Vahidüddin’e doğru bakabilmeyi ilk defa ortaya koyan kitaplık çapta büyük araştırma ve inceleme eserleridir. Bunu görememek için ancak fikir körü olmak gerekir.

Diğer kitaplık çapta edebî incelemelerinden Namık Kemal, Menderes, Yeniçeri, vs. gibi eserlerine ne demeli? Herhalde onlar da Taha Akyol’un ifadesiyle referans gösterilebilecek çapta değil !

Aslında Taha Akyol ve onun “gibiler”in yabancısı oldukları, yabancısı olunca da “kişi anlamadığı şeyin düşmanıdır” hikmetince yaklaşamadıkları şey, kendilerinin pozitivist, materyalist kafa yapılarındadır sıkıntı.

Üstadın araştırma-inceleme mahsulû olan eserlerinin önsözlerinde bu eserlere ait kıymet hükmü ve ölçüsünü okuma zahmetine girişememiş olanların böyle derin kuyulara düşmesi mukadderdir.

Taha Akyol; Üstad’ın Ulu Hakan Abdulhamid Han kitabı için;

“Necip Fazıl'ın bu kitabı, çeşitli kaynaklardan 'gereken' sayfaların kesilip 'üstadın üslubu' ile yeniden yazılmasıdır! Bir araştırma eseri değildir; ideolojik ve edebi bir metindir.”

Taha Akyol’a bu müthiş tesbiti için o çok itibar ettiklerinden Prof. Kemal Karpat’ın İslam’ın Siyasallaşması isimli kitabının Abdulhamit bölümünü okumasını tavsiye ediyoruz.

Vatan Haini değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin için ise;

"Vatan Dostu Vahidüddin" kitabının da 'bilimsel' tarihçilik bakımından değeri yoktur.”

Diye ifrazatlarını döküyor. İşin muhteva değil kabuk tarafını didiklemekle meşgul, bu tür onulmaz yaralarla malûl olanlara Allah’ın Şafi ismiyle tecellisinden başka yapacak bir şey yok.

Oysa; Abdulhamit ve Vahiddün’in sadece önsözlerini okumuş olsa, anlamasa da kendi kendisiyle tezada düşmemiş olurdu. Biz her ne kadar izahtan ve ispattan müstağni de olsak gene de alfabe öğretir cinsinden bir sayfa açalım.

Şöyle diyor Üstad Abdulhamid’in önsözünde :

Marifet, büyük kısmı kursaktan doğma uydurmalarla Abdulhamidi konuşturmakta değil, onun hakkında konuşabilmekte ve bir (sentez) örebilmektedir. Tüh, şu memleketin fikir hayatına !

“Ben, sanat ve tefekkür adamı olmak davasındayım ve tarihçi değilim. Bu eser de bir tarih denemesi değil..

İrfan sahiplerince bilinir ki! Hikmet ilmin, ilim de tekniğin üstündedir; tarih ise bu üç görüş şekline göre çeşit çeşit yazılabilir.

Tarihi hikmet yönünden ele alan onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nispet eder. İlim gözüyle yoğuran, vakıaları sağlam (analiz) ve (sentez) halinde umum kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımından inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez.

Bu üç faaliyet nevinin sahiplerinden birincisi, cemiyet hamurkarı büyük fikirci, ikincisi tarih kendi içinde ve zamanının anlayışına göre muhasebe eden mesleki ilimci üçüncüsü de bu rizikolu ve belalı işlerden kaçınıp, yalnız dış şekil bakımından ‘doğru’ ve ‘yanlış’ ölçüsüyle hareket eden ve mansaptan evvel menbaı tutmaya bakan kuru müşahadeci… her birinin ayrı ayrı hakları olan bu üç sınıf iş sahibinden ilki, dünya çapında tefsirci ressam, öbürü sınırlı görüş peşinde usta fırça sahibi; daha öbürü de düpedüz fotoğrafçı… İlkinde hikmet kanatlı büyük ruh, öbüründe mevzuiyle kayıtlı mahalli idrak, daha öbüründe de dış hakikat kaygılı yavan akıl iş görür. Birinciye azametli hamle, ikinciye şerefli vazife, üçüncüye de tarafsız ihtiyat düşer ve büyük sorumluluk, şüphesiz birinciden başlar.

Böyle bir tarih anlayışından sonra diyorum ki, ben bu üç sınıftan hiçbirine bağlanmasam bile, bunlardan en çok olmadığım, ikincisi ve üçüncüsüdür. Dilediğim halde olamayacağım da, belki birincisi…

Anlaşılıyor ki, gözüm birincide… Böyle olmakla beraber, bu eserle, birinci soydan iddia sahibi bir tecrübeye girişmiş olduğumu iddia edemem. Benim yaptığı 60 küsür yaşımda tamamiyle örgüleşebeldiğine şahit olduğum belli başlı bir ideolocya örgüsü karşısında, tarih görüşümüzün en hassas nahiyelerinden birine ait kıymet hükmünü, çizgi çizgi billurlaştırmaktır. Bi işde, tarihi vakıalara yaklaşmış olmak vazifesi bir tarafa, yeni bir şey öğretmek, hatta (kronolojik) nizama uygun, eksiksiz nakil gibi bir meslek borcu altına girmek kaygı ve kaydından uzağım..

Anlattıklarım davamı ispata yeter. Öğretmek istediğim gururuma verilmesin! –vakıalar değil, manalardır. Usulüm de, tarihin ikinci ve üçüncüsü nevinden inşasındaki kanunlara aykırılık göstermeden, üstelik bunlardan yeteri kadar pay alarak, birinci soya bağlı bir hikmet ve sanat fırçasiyle içyüzlere inmek ve (dinamik) çizgiler yolunda, hikaye üstü ruha tırmanmak..

Öyleyse bu eser, hangi neviden olursa olsun, ne bir tarih ne bir tarihi edebmiyat; sadece vakıalar temeli üzerinde, ilmi akli, teessüri her melekeye dayanan bir (tez), (manifest), bir, dava çerçevesi..

Onun nun içindir ki, bu eserde, bibliyografya, endeks, fotokopi, vesika adresi gibi gerçekliği nisbetinde sahteliği mümkün, ilim üniforması nişanlarından eser aramak yersiz… Anlatılanların hepsi riyazi gerçekler halinde sabit ve apaçık meydandadır ve böyle bir fikir işinde benim davanın ırgatlık tarafına ait zahmetlerden bağışlanmamı istemek, hakkımdır. Dış yüzden meçhulleri malum kılmak yerine, iç yüzden malumları meçhulden kurtarmak ve sadece fikri getirmek davasında olduğuma göre kendime yakıştırdığım tavır, allamelerin yaldızlı cübbesinden uzakta kalmak ve her yardımdan müstağni bir sadeliğe yapışmak olmalıydı ve oldu. Böyleyken ikinci ve üçüncü soydan bir tarihçi kıstasiyle beni yalanlayabilecek biri varsa buyursun !


Bir eserin bilimsel olması için ölçü nedir? Alıntılarda dip notta sayfa, satır belirtilmesi mi? İşte burada fikir adamıyla bilim adamı arasındaki fonksiyon ayrılığını, farkını görememek gibi korkunç cehaletinin bile farkında olmayan Taha Akyol’a Hilmi Yavuz cevap versin:

“Fikir adamı, bilim adamı değildir. Fikir adamı düşünce üretir, düşüncesinin sınırı yoktur. Müzik üzerine düşünce üretmek için müzikolog olmak gerekmez. Müzik üzerine bilgi üretmek için müzikoloji bilgisi gerekebilir. Ama Türk müziğinin genel sorunları üzerinde bir kültür problemi olarak ele alındığında çok büyük bir musiki bilgisine gerek yok. Türkiye’nin sorunları üzerinde düşünen, KUŞATICI BİR ZİHİNLE PROBLEMLERE YAKLAŞAN, global sorunlar üzerinde düşünen adamdır fikir adamı. Düşünce adamları yerine bilim adamlarını ikame etmemek gerekiyor.. Fikir adamının yerini, KENDİ ALANINDA UZMANLAŞMIŞ, SADECE KENDİ ALANINI BİLEN, KENDİ ALANINDA BİLE DAR VE SINIRLI bir uzmanlık edinmiş bilim adamları alıyor..”

Taha Akyol anlayabildi mi bilemiyorum?

İfrazatnamesine; “ Necip Fazıl'ın "Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu" ise gerçekten önemlidir ama bu konudaki akademik çalışmaların hiçbirinin 'kaynakça'sında yer aldığını görmedim. “ şeklinde devam ediyor münekkid-i mader zat. Şimdi anlaşılıyor, Taha Akyol’a göre bir eserin bilimsel ve önemli olup olmamasının ölçüsü: Kaynaklarda, kaynak çalarda yer alması imiş.

Bu mevzuda Üstad’ın İman ve İslam Atlası’ndan devam edelim:

“Kaynak.. Usulümüz, her mesele ve madde başında şahit gösterircesine allamelik tavrı takınmak ve bu yoldan itibar kazanmak olmadığı, şifalı meyveyi kimyahane tahlilinden rapor göstermeye lüzum görmeksizin en canlı haliyle belirtmek olduğu için selahiyetlilerin tek tek imzalarını klişeleştirmeye kıymet vermiyor ve raporlarını çok evvelden hamil olduğumuz bu imzaların zahiri inşa işinde ana madde olarak kullanırken ayrıca faturalaştırmak zahmetini yersiz buluyoruz. Eserimizin (dinamik) örgüsü böyle gerektiriyor. Eğer işin kuru bilgi tarafına itiraz edecekler varsa, kendilerini ortaya çıkmaya davet ediyoruz. (s.6)

“Tarife” yazmak yerine gayeyi öziyle ruhlara sindirmek, reçete yerine manada ilacın kendisini tatdırmak… Buna çalıştım. Ve bu aziz davayı papağan ağızlardan kurtarmak..(s. 5)”

Hele hele Üstadın “Bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim… ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikayelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında birtakım ‘müştemilat’tan başka bir şey değil…” dediği baş eseri İdeolocya Örgüsü için Taha Akyol’un "İdeolocya Örgüsü" adı kitabı ise, bir şairin muhayyilesindeki 'Platonik' ve totaliter bir kurgudur.” deyişine ağlamak mı gülmek mi gerekiyor bilemiyorum.

Taha Akyol; “mimarî projenin, toplumsal inşanın, ütopyanın, manifesto’nun ne olduğunu bilir” diye düşünüyorduk, oysa hayal kırıklığı yaşattı bize. Ama yanılmışız; Taha Akyol da “ideolojileri öldüren” kervana karıştığından İdeolocya Örgüsü’nün platonik ve totaliter bir kurgu olduğunu söylüyor.

Taha Akyol ideolocya konusunda okur mu bilemem ama okumasında fayda var:

Üstadın dilinden İdeolocyanın tanımı:

“Fert ve toplum arası inanılan ve bağlanılan fikirler manzumesi. Ferdin ve toplumun inşasındaki bütün esasları veren fikirler manzumesi..”

İnsan ve toplum meseleleri dediğimizde bu kavram insan ve toplumun tüm meselelerini projelendirmeyi yani İdeolojiyi gerektiriyor. Analitik değil sentetik bir gözle. Bilim adamı değil fikir adamı yapar bunu.

Ne söylerseniz söyleyin, bütün söylediklerinizin muhatabınızın algılamasıyla sınırlı olduğunun idrakinde olarak bu konuda devam edelim: “Büyük Doğu (İdeolocya Örgüsü), insan ve toplum meselerinin çözümlenmesinde donmuş kalıplar, kaba şablonlar ve değişmez standartlar koymuyor; O, muhatabına bu dinamizme intibak edecek bir bakış açısı veriyor. O, bu hususi misyonu içinde ne bir tarihci, ne bir sosyolog, ne bir hukukçu, ne de bir alimdir. O, ihtisas bilgisi gerektiren bütün bilimsel kategorilerin üstünde, onların yeri ve değerini belirleyici, kamil bir mütefekkirdir..”

Şu ifrazatları da Üstadın bu konulardaki eserleri ve tesbitlerini derinliğine okuyup anlamadıkça temizlemenin imkanı yok:

’“Şair Necip Fazıl Hayreddin Karaman ve Hamidullah gibi gerçek âlimleri 'tekfir' ediverdi, Vahdettin'den bir kahraman türetti, Abdülhamid'i yüceltmek için Kanuni'yi "Himalaya'nın tepesindeki çöp" diye resmetti, Mehmet Akif'in şairliğini küçümsedi...”

Sosyolog olmasına rağmen olaylarda “sebep” diye bir mutlak olgunun olduğunu idrak edemeyen Akyol’a ne demeli bilemiyorum. Eğer Üstad’ın “Tavizsiz itikadî duruşu”na ilişkin derinliğine bir bilginiz, hissedişiniz yoksa onun Akyol’un yukarıya aldığımız Karaman, Hamidullah, vs. hakkındaki tesbitlerini de anlayamazsınız.

Üstad’ın diyalektiğinde temel soru: “kime muhatap?” sorusudur. Yani sadece müsebbib-ül esbap olan Cenab-ı Hak hariç, kul plânında Hz. Peygamber, diğer bütün peygamberler, sahabîler, havarîler, tabiin, evliyaullah, ve bugüne kadar gelip geçmiş-gelip geçecek bütün İslâm büyüklerine yaklaşmakta temel ölçü “kime muhataptır?” sorusuna verilecek cevaptır.

Daha açık söylersek: “Allah’ın Resulü kimdir?” sorusuna “Kime muhataptır?” cevabı ve doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a muhataplığı,

“Sahabî kimdir?” sorusuna “kime muhataptır?” cevabı ve doğrudan doğruya Allah’ın Resulü’ne ve (dereceler halinde) Cenab-ı Hakk’a muhataplığı,

“Tabiin kimdir?” sorusuna “kime muhataptır?” cevabı ve doğrudan doğruya Ashab’a ve (dereceler halinde) Hz.Peygamber’e-Cenab-ı Hakk’a muhataplığı...

İşte bu ölçülendirmeden nasibiniz yoksa Üstad’ın Ashab’a ve O’nun yolundan yürüyenlere yönelik en küçük bir eleştiriye karşı acımasız ve tahammülsüz tavrını anlayamazsınız! Nitekim Taha Akyol da anlayamıyor.

Sanki bir münekkit/eleştirmenle değil de “tahkir dinamiti” ile karşı karşıyayız. Taha Akyol’un ne yapmak istediğini anlamak zor. Ancak ortaya döktükleriyle ne yaptığını anlıyoruz.

Sonuç:

Aslında Taha Akyol’un ifrazatlarına cevaptan müstağnî olmak gerek. Ancak yanlışın doğrunun görünebilmesi çin zarurî araz olması hikmetiyle, bu konularda Taha Akyol gibi düşünenlerin Üstad’la ilgili, okumadıkları bazı gerçeklerin ortaya konulması açısından cevap mahiyetinde olmasa da bazı şeyleri yeniden hatırlatmak gerekmesi açısından bir fırsattır.

Yazımızı Üstad’ın şu sözleriyle bitirelim:

“En ulvî tecrit ve manalandırmalara çok defa en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur.”

Üstad’ın antik şair Pindaros’tan aktardığı “Meğer ben bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum.” mısraı da bu konuyla birebir örtüşebilecek mısralardan. Gerçi Üstad’ın “çiçek sunmaya tenezzül etmediği cinsten katırlar”dan sayabileceğimiz “Liberal Aydın Artıkları”nı hariç tutuyoruz..



[1] Münekkid-i mâder-zâd: Anadan doğma eleştirmen.

 

 

 




Okunma Sayısı: 657


3.14.246.52








DİĞER HABERLER

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top