“Dost, erdemlerine hayran olduğumuz insandır” demişti Cicero. Size “Dostum!” diyebilir miyim? Bir de “Dostun yakında uzakta olmasının ne önemi var” demişti. Bu yüzden size tam 29 yıl uzaktan yazıyorum.
Bir nehir kıyısında oturuyorum uzun zamandır. Çocukken kardeşlerimle çamurdan evler yaptığı, ay ışığında kitaplarınızı okuduğum, çınarın köklerini emzirdiği nehir var ya! İşte o nehrin kıyısında oturuyorum.
Aziz Dostum,
Bir mektup pulu geçti elime. Bu yüzden size yazıyorum. Masamdaki eski, siyah-beyaz resme bakıyorum uzun zamandır. Hayran bakışlarımı görebiliyor musun? Bir an “ilk vicdan azabım” dediğiniz, etrafa ebediyen mahzun gözlerle bakan Selma’yı hatırlıyorum: o ısırılmış elma ve o çeyrek lira. Birkaç mısra mırıldanıyorum ezberden. Sonra susup dinliyorum. Nehir şiirlerinizi okuyor; böyle bir okuyuşa daha önce hiç şahit olmamıştım. Öylesine coşkulu, öylesine değişik tonlarda dans ediyor ki; yükseliyor, coşuyor, çağlıyor ve sonunda dinginleşiyor. Bir senfonide sarmaş dolaş su damlaları… Bir gün tam manası ile idrak edeceğimden emin olduğum şiir anlayışınızı bir kez daha mırıldanıyorum: “Biz şiiri iman için bilmişiz. Bu mihrak bilgiyi her bilginin geçtiği bin bir yol ağzı biliyoruz.(NFK)” gözlerinize bakıyorum. Ve koyu bir karanlık görüyorum siyah-beyaz resimde. Bu karanlık sanki beni de sarıyor bir an için. Kitaplarınızı okumakla kimi kısımları ezberlemekle sizi anlayacağımı zannediyordum. Ama anladım ki sadece şiirlerinizi okumakla, açıklamaya çalışmakla veya o şiiri yazarken hissettiklerinizi hissetmeye çalışmakla sizin hakkınızda aslında kesin bilgilere ulaşamıyorum. Kitabı okurken size koşarak geldiğimi hayal ederken, çok yaklaşmışken kitabın kapağını kapattığımda görünmez bir duvara çarpıyorum sanki. Şu an aramızdaki ölüm-yaşam çizgisi öylesine belirginleşti ki... Ay ışığının düştüğü dağ yollarında yürüyen sizi hayal ediyorum. Sesiniz zamanı aşıp ulaşıyor bu güne. Çınlıyor dört bir yanımda:
Tam 30 yıl saatim işlemiş; ben durmuşum.
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum. (NFK-1934)
Aziz Dostum,
Dün kırlarda dolaşırken bitkiler sordu sizi. Üzerinde her gün mısralarınızı mırıldanarak yürüdüğüm patika yol, kahvaltıda beni seyreden çimenler, özellikle henüz goncasını açmamış gül sordu. Ekin tarlasında uçan tarla kuşu, güneş ışığını tepeden alan, sürgünleri yukarı uzayan ağaç sordu.
Aziz Dostum,
Size bu günden bahsedecek olsam; insanların gölgesine göre tanımlandığı karamsar bir his dünyasında şaşkınız. Şaşkın, aciz, acımasız. Akşam sofralarındayken televizyonda duygusuzca seyredebiliyoruz uzaklarda ölenleri. Ölüm bize uğramaz, yakınlarımızdan bile geçmez sanıyoruz. Beyinlerimiz can atıyor mantığının kavrayamadığı her bilgiyi öldürmeye. Saldırıyoruz! Zaaflarımız gizli tüm saldırılarımızda. İnsanlık, kendisine şah damarından yakın kurtarıcıyı unutmuş sanki yeni bir kurtarıcı bekliyor. Yaşadığımız coğrafya sürekli büyürken sürekli daralıyor kâinat. İnsan her gün daha akıllı, daha şüpheci ve daha mutsuz. Yeniden diriliş için her şeyin darmadağın olacağı o gün hızla yaklaşıyor gibi. Asık ve sorgulayıcı suratlar dolaşıyor sokaklarda. Canlı yok ediyor yavaşça içindeki imanı. Dünya ile oyalanıyor kalabalık. İnsanlar inandıkları gibi yaşamadıkları için yaşadıkları gibi inanıyorlar artık. Bakış açımız idrak edemeyeceğimiz kadar küçük. Ezeli düşmanımız bir yerlerden bakıp gülüyor bu halimize. İnsanlar henüz bunları kendine itiraf edecek kadar cesur değil.
Aziz Dostum,
Vakit gece yarısı… Yağmur yağıyor. Yağmur damlalarının sesini, yumuşak melodisini duyuyorum. Odamda, loş ışıkta toprak kokusunu içime çekiyorum. Yağmur uzun sürmüyor. Biraz sonra ay ışığı yeniden yansıyor nehrin üzerine. Bakışlarım gökyüzüne uzanan çam ağaçlarına kayıyor. Düşünüyorum ve birden şu sözünüzü hatırlıyorum: “Hayat yaşanmaya değer olsaydı doğarken ağlamazdık ve yaşarken temiz kalsaydık ölünce yıkanmazdık.(NFK)”
“Akl-ı evvel” olduğunuz ve Hilmi Bey’in sıcacık kürkü içinde, onun himayesinde geçirdiğiniz çocukluk, biricik büyük babanızın ölümü ile sarsılan konakta geçirilmiş bir gençlik ve O’nunla tanışıncaya kadar geçen, sizin için teferruattan başka bir şey olmayan kimi zaman cefa ile geçmiş yıllardan sonra işte 1934… Hayatınızın O’nu tanıdıktan sonraki kısmı. Oradan buradan duyarak bildiğimi zannettiğim hayatınızın aslında nasıl olduğunu, hayatınızı anlamlandıran şeyin ne olduğunu, hayatınızı değiştiren insanın kim olduğunu ele aldığınız “O ve Ben”.”Üstadın hayat hikâyesi” demekten ziyade “fikri muhasebesi” denmesinin daha yerinde olduğu eşsiz eser. Bir otobiyografi; ama adı bile saygı yüklü “O ve Ben”. Bütün zaman ve mekanın efendisinden başlayıp süregelen silsilenin otuz üçüncü halkası, tespihin son tanesi gibi Seyyid Abdülhakim Arvasi… Sizin kurtuluşunuz, huzura erişiniz, O ve Siz…
Ben, Allah diyenlerin boyunlarında vebal;
Ben, bu günküne mazi, yarınkine istikbal! (NFK)
Bu mısraları söylerken kendi devrinize göre mazi göründüğünüzü bildiğiniz kadar yarın- ki nesillere istikbal olduğunuzu da biliyor muydunuz? Necip Fazıl’ı anlamak için yeni bir idrak mi yoksa yeni bir toplum mu gerekir?
Nehrin berrak, ışık saçan yüzeyine bakıyorum, tüm bu sorulara bir cevap ararken. Nehrin sessizliğini dinliyorum. Kafamda tüm bu soru işaretleri ile masamdaki eski, siyah-beyaz resme dönüyorum sonra. Yüreğime konuşuyor yürekten bakışların. Karanlığa binip dört nala gidiyor gece. Güneş doğuyor vaktinden evvel. Birden toparlanıp kendime geliyorum. Ben, sizi tanımak, anlamak istiyorum. Ve ben şairi anlamak için şairin yanına gidiyorum! Görüşmek üzere aziz dostum.
Saygılarımla
Zeliha Fatma Demir
(Ali Rıza Özdereci Anadolu İmam Hatip Lisesi)
Melikgazi/KAYSERİ