“Ve çevre çevre nur,çevre çevre nur”/ Ahmet KAPLAN
İnsan öldü, ama dünya karşısında takınmış olduğu tavır, insanları etkilemeye devam ediyor; ve yalnızca hayatta olduğu zamanki gibi değil daha da büyük bir güçle; ve sağlığında ne derece akıllı ve sevgiyle dolu idiyse, etkisi de o kadar oluyor ve her canlı şey gibi durmadan, sonsuza dek gelişiyor.” TOLSTOY
“Ve çevre çevre nur,
çevre çevre nur”
Üstâdımızın ölüm haberi, mesâfeleri acı çığlıklarla yırta yırta bize ulaştı.
Gönüldaşlar gönüllerini, şuurlarını, irâdelerini tek’e irca ederek, Büyük Doğucu Gençlerin Kayseri’deki karargâhı “Söğüt Fikir Kulübü”nde birleştiler.
Birbirimize başsağlığı dileyecek mecâl kalmamıştı. “Mutlak Hakikat”in, “Eşref-i Mahlûkat” olarak yarattığı insanoğluna en büyük hediyesi olan “Ölüm”ü, Necip Fazıl’a hiçbir zaman yakıştıramayan benliğimiz susmuştu.
BU DÂVÂ HOR, BU DÂVÂ ÖKSÜZ,BU DÂVÂ BÜYÜK”
İslâm Dâvasının öksüzlüğü ile orantılı büyüklüğü malûm. Bu dâvayı, ömrünün her ânında kucaklayan, omuzlayan, “kıldan ince, kılıçtan keskince berzâh”larda kelâm ve kalem gücü ile, “Türk’ün Ruh Kökü”ne bağlı bir gençlik yoğuran, “solmaz, pörsümez, eskimez yeni”yi ruhumuza nakış nakış işleyen, gönül atlasımızda çizili bu nakışları, “Ayağa Kalk Sakarya” vecdi ile “aksiyon”a çağıran, bitmek, tükenmek bilmeyen bir enerji ile Anadolu’yu karış karış dolaşırken, “Millet dalga dalga bayrağa gelir” hasreti ile yaşayan, “ham softa-kaba yobaz”ın elinde, dilinde hırpalanan (Dini) olanca estetiği, tâzeliği ile vatan sathında örgüleştiren aziz Üstâd’ın, Anadolu’ya aşkının sembolü niteliğindeki Kayseri, Kayserililer!.. Büyük Doğu Gençliğinin eski has örnekleri yanında, daha genç nesilden pırıl pırıl çocuklar, gönüldaşlar... “Anadolu’da manzara... Bir milyon genç. Sanki iki milyon nâr-ı beyzâ yanıyor. Her birinin yüreği nâr-ı beyzâ”
Üstâd, Türk Milletinin teşkilâtçılığına ve bunun tabiî neticesi olan devlet kuruculuğu vasfına âşıktır. Militarist duygularının, aksiyon vecdinin sembolü ordudur. “Başını bir gayeye satmış kahraman”lara tutkundur. Çevresindekileri, imanın kemâl noktasına erdikten sonra her şeyden evvel bu vasıflarda görmek ister. Evde, işte, her yerde ve her şeyde “disiplin”, ”nizâm”, O’nun bayılırcasına sevdiği olgulardır. Gençleri, öz evlâdından daha fazla sevdiği gençleri, üstün bir nizâm anlayışı içinde seyretmeye doyamazdı. Söğüt Fikir Kulübünde birleşen gönüller, acı suskunluğu, O’nun terbiye sisteminden geçmenin imtiyazı ile hemen üzerlerinden atmasını bildiler. Mükemmel bir organizasyonla otobüs tutuldu, cenaze merâsimine katılacaklar tespit edildi. Üstâd’ın “Vasiyetnâme”sinin fotokopileri çıkarıldı, herkese ayrı ayrı verildi. Güneş Kayseri ufuklarına vedâ ederken İstanbul’a müteveccihen yola çıkıldı.
Otobüste, “Vasiyet”i en ince teferruatına kadar içimize sindire sindire okuyoruz. Dokuzuncu maddede yer alan ve yolda getirilmesi mümkün olan, “Her ferdin, en aşağı 100 Tevhid kelimesi okuyup sevabının mislini bana hediye etmesi...” arzusunu 200 Tevhid kelimesi okuyarak yerine getiriyoruz. Aramızda Üstâd’ın aziz ruhu için “Yâsin-i Şerif” kıraat edenler de mevcut. İnşallah, vasiyetin diğer kısımlarını da en kısa zamanda yerine getireceğiz.
ÜSTÂD “KÖŞK”DE
OTURUYORDU HA!...
“Sultan Fikir, hassa ordusunu Kayseri’den kursa yeridir.” diyen aziz Üstâd’ı sevmek liyâkatine sâhip Kayserililer kafilesi, sabahın ilk ışıkları İstanbul üzerine dağılmışken Erenköy’deki mâruf köşkün bahçe kapısındalar. Kim bilir, o ana kadar o kapıdan kaç defa içeriye girdik? Kaç defa “Fikir Çilesi”nin hârikalaştırdığı kelâm gücünün tezahürlerini dinledik? Bahçe içindeki yolda yürürken, Üstâd’ın ikram zevkinin kulaklarımda kalan uğultusunu duyar gibiyim: “Habib!. Misafirlere çay getir.” O sesi duyamayacağımı bile bile, o yolda yürümek ne azaptı Allah’ım!.. Ama, acı gerçek:
“ Artık ne yer ne yâr kaldı
Gönlüm dolu âh ü zâr kaldı.”
Köşkün kapısındayız. Ali Biraderoğlu, Üstâd’ın evinin en has yakınlarından biri ve O’nunla yıllarca haşır-neşir olmanın samimiyeti ile zile basıyor... Karşımızda, Üstâd’ın gençliğini hatırlatan nur yüzlü, celâdet pırıltıları gözlerinden okunan ikinci oğlu Ömer; üst kata çıkarıyor hepimizi.
Üstâd, köşkte oturuyordu ha!... Köşk, köşk, köşk... O’nun san’at ve fikir irtifaına ulaşamayanların, fikrî ve siyâsî görüşlerine düşman olanların yanında, yine O’nun;
“ Kırk yıl söyledik de söylenecek ne varsa;
Bize seyretmek düştü, başkalarına parsa!.”
diye vasıflandırdığı “Melâmetçi”lerin çiğneyip çiğneyip önümüze sürdükleri köşk; sanki Üstâd’ın mülkü idi. Fukara bir dekor. Basit, oldukça basit koltuklar. En ucuz cinsinden küçük halılar. Duvarlarda mahzun kitaplar... Üstâd’ın Menderes’le birlikte çekilmiş bir resmi ve Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han’ın büyük, oldukça büyük tablosu. “Milyonlarca liralık borç senetleri imzalasam, derdimin çaresini maroken koltuklar, ipekli halılar üzerinde düşünmek isterim.” diyen Üstâd’ın maddî dekoru, dünyalığı bu kadar. Duvarlarındaki sıvaları dökülen köşk. Bu basit dekor bile O’nun büyüklüğünün, O’nun samimiyetinin en küçük nişanesi; paraya, pula, çula teslim olmayışının hârika tablosudur. “Senin komünist olacağını bilsek Moskova’nın yarısını verirdik Ama zırnık vermeyiz; çünkü komünist olmazsın!” diyen zamanın Rus elçisi bu dekoru görseydi, herhalde materyalist telâkkilerinden yüzde yüz rücû ederek, hemen müslüman olurdu. Rejimin teveccühünden gıdalarını alan, Üstâd’ın neslinden, gelmiş geçmiş sanatkârların muhteşem hayatlarını, konforlarını düşünüyorum da Üstâd’a olan saygım, Üstâd’ın fukaralığındaki ihtişamla artıyor, büyüyor! Üstâd’ın dekor hayâli, evinde, yuvasında hakikat olmamış. Ama ben, “Fakirliğim iftiharımdır” hadis meâlinin çerçevelediği mânayı bu evin her noktasında altından pırıltılar halinde gördüm, hissettim.
“ SİZ BAKIN KİŞİNİN
PARAYLA İŞİ NASIL?”
Üstâd, cömertti. Ziyaretine gelenlere her zaman sofrası açıktı. İkram zevki hudutsuzdu. Yığın yığın, ard- arda gelen misafirlerine bizzat ikramda bulunmaktan büyük haz duyardı. Yemeniz, içmeniz için, sizi adetâ baskı altına alırdı. Köşk’ün bu fukara dekoru içinde, bizi karşılayan Ömer’in, eskimiş koltuklara oturduktan sonra hepimize birden söylediği sözler , Üstad’ın ikram zevkinin evlâda intikalini yansıtması bakımından muhteşemdir: “Uzaktan geldiniz, yorgunsunuz. Kahvaltı hazırlayayım.” Ah!.. Bu gönül zenginliği!... Ölü evi ve kahvaltı. İki mefhum arasındaki tezat güzelliği. O dememiş midir; “Bir Hadis”i şiirleştirerek:
“ (Allah’ın sevdiği) bir sofra demek,
Üzerinde çok el toplanan yemek…”
Veyâ:
“ Bakmayın, namazlı, oruçlu kişi nasıl?
Siz bakın kişinin parayla işi nasıl?”
Parayı bir mâbud olarak görmeyen, bulduğu zamanlarda onu kendisine esir eden, paraya esir olmayan, onu; üstün inancın, imânın, ideâlin hayalden hakikate dönmesi için “vâsıta” olarak gören Üstâd’ın, hiçbir zaman “paralı” olduğunu hatırlamıyoruz. Ömründe hiçbir zaman “para sahibi” olmadı. Hasis düşüncelerden uzak geçen yetmişsekiz yıllık ömründe para, O’nun için “kubur fâresi”nden farksızdı.
“ BANA KUR’AN OKU... NAS SÛRESİ’Nİ OKU...”
Ölü evinde ikram edilmeye çalışılan kahvaltıyı yapmamak için sözü değiştirdik hemen. “Çok güzel öldü” dedi; Ömer. “Gece saat biri on geçiyordu. Fenalaştı. Beni yanına çağırdı. ‘Beni kaldır ve oturt.’ dedi. Kaldırdım, oturdu. Elini alnına götürdü. Ufuklarda bir yolcu ararcasına uzaklara doğru bir süre baktı. Tebessüm etti; ve ‘Beni yatır.’ dedi. Yatırdım. ‘Bana Kur’an oku.’ dedi; ‘Nas Suresi’ni oku...’ Okumaya başladım. Yüzünde boncuk boncuk ter. Kelime-i Şâhâdet getirmeye başladı. Ruhunu teslim etti.”
Hepimizde hıçkırık!...
Ali Biraderoğlu; vasiyetindeki Bağlum’a gömülme arzusunu hatırlattı. Ömer, gözyaşları içinde, “O husus içimde hep ukde olarak kalacak. İlâçlanma şartı olduğu için yapamadık” dedi. Gözyaşı, dua ve Neslihan Hanım’a tâziye...
“ GARİP GELDİK GİDERİZ
RAFA KOY EVİ BARKI”
Aziz nâaşın kaldırıldığı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesindeyiz. Morg ve gasilhanenin bulunduğu binada hüzün, elem ve gözyaşı. Üstâd’ın aziz şeyhi ve Altın Halka’nın bilinen son zinciri Abdülhâkim Arvasî Hazretleri’nin bağlıları, seyyidler de oradadır. Üstâd’ın ebediyete intikalinden hemen sonra oğlu Ömer’in telefonu üzerine Erenköy’deki evinde kümelenen ve vasiyetinde bulunan “Beni, İslâmî usûllerin en incelerine riayetle gömünüz!” arzusuna cevap veren Seyyidler... Efendi Hazretlerinin bağlılarından bir marangozun elinden İslâmî inceliklere uyarak tek bir çivi bile çakılmadan yapılan, Üstâd’ın içine gireceği tabut, mahzun bekliyor. Morgdan gasilhaneye bizzat seyyidler ve Kayserili Büyük Doğucular tarafından taşınan mübârek vücut...
Üstâd’ın oğulları, Ömer ve Osman da oradalar. Şahsında Türk Gençliğine armağan edilen “Zindandan Mehmede Mektup”un muhatabı Mehmed, defin işinin bürokratik işlemleri ile meşgul. Gasilhanede yıkanıyor Üstâd. Seyyid’ler, Kayseri’den kalkarak İstanbul’a kadar gelen Üstâd’ın manevî evlâtlarına, O’nun aziz nâaşını son defa görmek, vücuduna su dökmek imkânını bahşediyorlar. Sırası ile gasilhaneye giriyoruz.
Girdim. Mübarek bir yüz. Mütebessim dudaklar. Kuş gibi küçülmüş bir vücut. Bembeyaz bir doku. Üstâd, tebessümü ile ötelerin ötesini kucaklamış, “saadete ermişlerin bahçesi”nde geziniyor; belli. Misk gibi bir koku. Adını, sanını bilmediğim Seyyid’in nurlu yüzündeki tebessüm. “Gel” diyor; “Gel şu tası al sen de dök!” Ömrümde ölüye su dökmedim. Ölüden korktum hep. Hasta ziyaretlerinden bile korkmuşumdur. Gasilhanede, o zaman nasıl bir şevk duyduysam, öylesine inanılmaz bir şevk, bir zevk iksiri dökülüverdi kalbime. Huzur duydum, inşirâh duydum...Korkmadım. Gayet tabiî bir şekilde tası aldım elime, Üstâd’ın diz kapaklarında ayaklarına doğru suyunu döktüm, yıkadım ellerimle. Bu saadeti İstanbul’a giden bütün Kayserili Büyük Doğucular tattılar. Gözlerimizle gördük ki; bu mes’ud âna Kayserililerin dışında hiçbir grup nâil olamadı. Üstâd’ın Kayserililere olan özel sevgisi, onları ölümünde bile başına mı toplamıştı?
“Vasiyet”e uygun şekilde gül suyu ile yıkanan yıkanan Üstâd, tabutuna kondu. O’nu aldık hep beraber, cenâze arabasına koyduk. Gasilhaneden itibaren bütün hareketleri objektifi ile ard-arda tespit eden arkadaşımın çektiği resimler, şu anda elimde... Cenazenin baş sahipleri Seyyid’ler, başta muhterem Ahmet Arvasî olmak üzere hiçbirisi fotoğraflarda yok!... İlâhi sır.. “Seyyid”lik müessesesinin anlamını müdrik olanlar için ilâhî sır. O anda, hep ön saflarda olan bu insanlar meçhûller âlemine mi gittiler?..
“ BİR GÜN AKŞAM OLUR,
BİZ DE GİDERİZ”
Fatih Câmîi... Üstâd’ın ölümü, birkaç gün sonra tes’id edilecek fethin yıl dönümünde Fâtih Sultan Mehmet Han’ı ziyaret etmemize, O’nun ruhuna da Fâtiha okumamıza vesile oldu. Câmîin avlusu dolmaya başladı. Namazına duracak müslümanlar akın akın geliyorlar. Tek kadın yok! “Vasiyet” öyle ve İslâmî ölçü de bu. Âşina yüzler, câmi avlusundalar. Doğu Türkistan Başbakanlarından İsa Yusuf Alptekin Beğ, ulu bir çınarın gölgesinde, gözlerini betona çivilemiş düşünüyor. İhtiyar kalbi Üstâd’ın acısına dayanamamış olacak ki, anî bir kriz yakalıyor, büyük mücadele adamını... Üstâd’ın temsil ettiği, uğruna hayatını koyduğu fikre bağlı olanlar dolduruyor büyük avluyu.
“ SON GÜN OLMASIN ÇELENGİM
TOP ARABAM”
“Vasiyet”ten ve İslâmî incelikten habersiz kimselerin gönderdikleri çelenkler, aynı “vasiyet” uyarınca lâyık oldukları yere gönderiliyorlar. Öyle dememiş miydi O:
“ Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam.
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam.”
Öğle namazı... Yanık sesli bir müezzinin okuduğu ezanla câmiye akın eden cemaat… Câmi almıyor… Caddelere taşan, ceketler, mendiller, gazete kağıtları üzerinde kılınan öğle namazı. Sonra; “Er kişi niyetine” cenaze namazı... Yüzlerce saftan müteşekkil cemaat arasında namaza durmayan tek kişi yok... Öyle dememiş miydi? “Cenaze namazımı kılmayacaklar gelmesinler!” İmamın “Allahüekber” sesi duyulmuyor. Saflardan “Tekbir”i yüksek sesle tekrar edenler var... Arka saflara duyurmak için. Sanki Fatih Sultan Mehmet Han, Akşemseddin Hazretlerinin arkasında, surlarda namaz kılıyor!...
Dalga dalga yayılıyor tekbir: Allahüekber!!!
“Vasiyet”in bir şartı yerine getirilmedi, getirilemedi. “Dört inanmış adam” değil, on binlerce inanmış adam tabuta el uzattı. İnsan seli, inanmış olmanın lezzeti, tadı... Bir dehânın tabutunu taşımanın “trajik sevinci...” Bir genç, ayağı alçılar içinde; pijamalı, koltuk değnekleri ile yürümeye çalışan bir genç!. Yüzünde nakış nakış inanmış olmanın çizgileri. Koltuk değneklerine dayanmış cenâzeyi takip ediyor, ağır, aksak. Yakınımda; soruyor tanıdıklarından birisi “Nasıl geldin böyle?” Cevap: “Nasıl gelmezdim, kaçtım hastahaneden!...”
Donduğumu hatırlıyorum...
Üstâd, parmaklar üzerinde Fatih’ten Eyüp’e kadar taşındı. O’nu değil top arabasına, klâsik cenaze arabasına bile koymadı bağlıları, sevenleri. Polis telsizlerinin “Mezarının başına âilesinden başka kimse alınmasın” anonsuna rağmen, Eyüp Sultan Mezarlığı’nın yalçın tepelerine, tabiî engellerle birlikte, polis barikatlarını da aşarak ulaşan binler, on binler ...
Dikenler arasında, toz toprak içinde, dört elle mezarın bulunduğu tepeye tırmanmaya çalışan, kan ter içinde üç profesör... Üstâd’a vefa borçlarını ödemek gayreti içindeler... Prof. Ayhan Songar, Prof. Nevzat Yalçıntaş ve Prof. Süleyman Yalçın... Daha niceleri... Tabut, mezara iniyor. Sessiz, sakin, vecd içindeki cemaatle birlikte, suskun resmî din görevlisi. Meçhûl seslerin okuduğu Kur’an-ı Kerim… Hiç ummadığımız bir anda, hiç ummadığımız köşelerden gelen Kur’an-ı Kerim’in her türlü riyâdan uzak okunuşu... Üstâd, Allah’a kavuşmuş. O’nun rahmetine teslim olmuş. Dünyada hiçbir güce teslim olmayan dehânın, Allah’ın rahmetine teslim oluşundaki güzellik!...
“Kalır dudaklarda şarkımız bizim” demişti...
Ebediyyen kalacak!...