EDEBî BİR MEKTEP OLARAK BÜYÜK DOĞU ve NECİP FAZIL KISAKÜREK-Mustafa ÖZER
İkinci dünya savaşını izleyen yıllarda Türkiye’deki tek parti yönetiminden çıkma gayretlerinin bir yanda eski sultadan kurtuluşun sevincini,diğer yanda demokrasiye evrilen bir devletin sancılarını görüyoruz. Bu dönemde ki kültürel değişimlerin hepsini batılılaşma altında genellendiğini de izleyebiliyoruz. Oysa Namık Kemal’le açıktan açığa başlayan batılılaşma hareketi, siyasal hareketleri de peşisıra süreklemiş ve cumhuriyetle kemale ulaşmıştı. Oysa aynı evrede İslami edebi kültür zevalin ölüm acılarına terkedilerek yalnız ve korumasız bırakılmıştı. Bütün bütün de yokluk içinde değildi ve fakat cılız birkaç çırpınış o muhteşem edebi kültürü temsil düzeyinde değildi.Muallim Naci gibi ışıkları demetler halinde de göremiyorduk. Köprülerin altından çok sular aktı. İttihat-Terakki, Devleti Aliyyeyi Birinci Dünya Savaşı ertesi düşmana teslim etti...Bakiyyeleri de Cumhuriyet devletini oluşturdular.Birinci ve ikinci dünya savaşları arasındaki kültürel süreç devrimcilerin ilmi yapılarıyla doğru orantılı olarak, milletin tümünü ilkokul öğrencisi gibi yeniden eğitmekle geçti. “yeni bir millet yaratma’’ serüveni eskinin ve tarihi olanın özelde de İslami kültürün yok edilme politikalarının alenileştiği bir dönemdir.
İkinci dünya savaşından sonraki evrede gelişen çok partili siyasal hayata paralel olarak, İslami kültürel hayatta kendi varoluş ilkeleri üzerinden Türkiye’yi aydınlatmağa başlıyordu. Bu evrede İslami kültürün taşıyıcıları yavaş yavaş güzel ve güzeliği kadar orijinal teliflere imza atıyorlardı.Bu mekteplerin ilklerinden birisi kuşkusuz BÜYÜK DOĞU edebi mektebi idi.Bu mektebin banisi ise NECİP FAZIL KISAKÜREK idi.
İslami kültürün strateji beyannamesini BÜYÜK DOĞU diye tanımlayabiliriz.Merhum üstadım yarım asırdan fazla Büyük Doğu gazete ve dergilerinde bu kültürü mahrum bırakılmış insanlara ulaştırmağa çalıştı. Siyasal arenada kamu oyu oluşsun istedi. Kütüphane çapında kitap çalışmalarıyla Müslümanların ruh bütünlüğünü sağlamaları için çalıştı, didindi.
Türkiye’nin öncelikli sorunu tarihinden kaçmasıydı. Hatta bu kaçış öylesine girift sorunların arkasında tezgahlanıyordu ki insanımıza bir de ırkçılık mikrobu enjekte ediliyordu. Medeniyet kurmuş milletin çocukları hayali Orta Asya Türk tarihleriyle başka mecralara sevkediliyordu.Büyük Doğu mektebi asil ve uygar Türk tarihinin bizzat içerisinde olduğu tarih olduğunu ve bu tarihteki sahteliklerin açıklanması ve ayıklanması gereğini anlatıyordu.
Necip Fazıl merhum üstadımız şiir, hikaye, tiyatro, roman, hatırat, biyografi, otobiyografi, film senaryoları, tarihi kimlikler ve halkın uyanışını ve yücelişini temin eden konferanslar ile gazetelerde günlük yazılarıyla gece gündüz durmadan çalışmıştır. Anadolu’yu karış karış gezmiş alanlarda ve salonlarda bildiği doğruyu sesinin en gür perdesinden haykırmıştır.
Necip Fazıl edebi üslupta ,meramı ifade makamında ve güzelim Türkçeyle Türkiye’nin ve İslam dünyasının şerefidir.
Necip Fazıl işlediği günahları marifetmiş gibi alenileştirerek meşruluk arayanlardan ve İnancından utanan sahte kahramanlardan siyasi dilencilik yapmamış, mahkumiyetlerden de kaçmamıştır
Onun hayatı sanatı gibi orijinal ve biricik idi,
Necip Fazıl’ın Büyük doğu adıyla olan edebi kültürel, dini, milli ve ahlaki mücadelesi yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinin siyasal ve uygarlık zeminini oluşturmuştur. Hem küresel, hem bölgesel ve hem de ulusal düzeyde katkılarını gördüğümüz büyük doğu davasının her alanda Türkiye’nin itici gücü olmuş ve halkın güven kazanmasına alt yapı görevi yapmıştır
Necip Fazılın şiirindeki derin ,şirin ve ses dolu ruhun geleceği kuşattığını da yürüyen ayak seslerinden biliyoruz, O her dem taze olan dinçliğiyle “Ne mutlu Müslümanım diyebilene"derdi.
Şimdi alıntılarla yazımızı toparlamış olalım.
Canım İstanbul...
Necip Fazıl KISAKÜREK
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sümbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
*****
SAKARYA TÜRKÜSÜ
Necip Fazıl KISAKÜREK
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat?
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!..
Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!