Duyurular

Üstad Necip Fazil KISAKÜREK in vefatının 41.senei devriyesi münasebetiyle vakfımızda (25/05/2024)Cumartesi günü saat 16:30 da yapılacak olan hatim duasına Tüm Gönüldaşlarımız davetlidir.


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
En güzel edeb, İslami ahlaktır
Sponsorlarımız
    İmam-ı Rabbânî –MEKTÛBAT Mektûbat’ı Takdim

        İmam-ı Rabbânî –MEKTÛBAT

Mektûbat’ı Takdim

   Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eseri “Mektûbat-ı İmam-Rabbâni”…

   Eser sahibi,İkinci Bin Yılın Yenileyicisi Şeyh Ahmed-i Faruk-i Serhendî (İmam-ı Rabbâni) Hazretleri de,resuller,nebiler ve sahabilerden sonra ümmet kadrosunun en büyük ferdi…

   Bazı maruf ve avam diline düşmüş din büyüklerine nisbetle ancak havâs tabakasının tanıdığı bu büyük zâtı,umumî plâna çıkaran ilk teşebbüs de Büyük Doğu’dan…

   Büyük Doğu bu aziz teşebbüse 1945’den sonraki ikinci devresinde başladı ve bugüne dek İkinci Bin Yılın Yenileyicisine ait mektuplardan sistemsiz ve nizamsız,karışık ve rast gele “seçmeler” takdim etti ve yüce eseri bütünleştirmeyi istikbâle bıraktı.

   Denilebilir ki,bu teşebbüsten sonra  İmam-ı Rabbâni zevki hayli yayılmış,umumîleşmiş ve “Mektûbat”ın kitaplık çapta kısmî tercümelerine kadar girişilmiştir.

   Ne yazık ki,bu teşebbüsten sonra İmam-ı Rabbâni Hazretlerine lâyık,yahut lâyık olamamaya  lâyık bir üslup ve anlayış,hiçbir kalemde belirememiştir.

                                                                               

   Büyük Doğu’culardan İmam-ı Rabbâniye sarılmayı Allah ve Resulüne sarılmanın en mükemmel şartı bilmelerini,olanca dikkat,haşyet ve basiret nazarlarını bu mektuplar üzerinde toplamalarını,her kelimesi derya kadar derin mektuplara karşı “anladım,anlayamadım!”demeden,bir mektuptaki müşkülü öbür mektupta çözmeye çalışmalarını dilerim.

   Allah muvaffak etsin…

                                                                            Necip Fazıl/1965

 

 

 

          Cilt:1- Mektup:31

(Tevhid’e dair…)

   Benim için bir derviş,bir şeyhin huzurunda şöyle demiş:

   - O, “Vahdet-i vücut”u inkâr eder.

   Bana bunu nakleden zat da,bu bahisteki görüşümü anlamak istiyor.Madem ki sual var,cevabına katlanmak lazım…

   Biz,tevhit ehli meşrebi üzerindeyiz.Pederim de zâhirde bu meşrep üzerindeydi;her türlü tarikat ve bâtın kemallerine ulaşmıştı.Benim yolum da aynı oldu.Ben de aynı meşrepten,ilim ve bâtın vasıtasıyla hissemi aldım.

   Allah,beni sadece fazl ve keremiyle,bir mürşidin eteğine yapıştırdı.Bu mürşitten yolun edeplerini öğrendim.Onun sayesinde en dakik sırları çözebildim.Vücudî tevhit,bana en mahrem tecellileriyle göründü.Yalnız bir tanesi müstesna…Bu,Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin mizacı ve anlayışına bağlı bir incelik ve tecelli beyanıdır.

 “Füsus” sahibi(Muhiddin-i Arabî) Zatî tecelliden bahsetmişler ve onun daha ilerisinde bir yükselme olmadığını,ötesinin sırf adem (yokluk) olduğunu söylemişlerdir.Şeyh hazretleri ,o tecelliye (Zatî tecelli) ve ona bağlı ilme mazhar olanların,velîlikte nihaî dereceye yükselmiş bulundukları kanaatindedir.

   Nihayet bu tecelli beyanının da içyüzü bize malûm oldu.O zaman bize öyle bir sekr (manevi sarhoşluk) musallat oldu ki,Şeyh hazretlerinin halini anlamak kolaylaştı.Böylece,en ileri derecede bir mânevî sarhoşluk ânının,insanı sürükleyeceği galatlar,nazarımda tamamıyla belirmiş oldu.

  “ Vahdet-i Vücut” ve Zatî tecelli dâvasının belirttiği nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı,bizce,yakinin yakini halinde sabittir.Hak ehlince çoktanberi  karar verilmiş olduğu gibi,ihata ve yakınlık ancak ilmîdir ve Allah hiçbir şeyle ittihat halinde değildir.Vücudu  vacip olanın,vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir.Gariptir ki,Muhiddin-i Arabî ve bağlıları,Allah’a “mutlak meçhul” derler ve O’nu hiçbir hükümle mahkum bilmezler;buna rağmen Zatî ihata,yakınlık ve mahiyet isbatına kalkarlar.Bu büyük bir yanlıştır ve Allah’ın zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir.Doğru olan,Sünnet ve Cemaat ehli âlimlerinin buyurdukları ilmî ihata ve yakınlıktır.Yani Allah – ki bütün âlemlerden münezzeh ve mücerrettir- âlemleri zatiyle değil,ilmiyle ihata etmiş ve ona yaklaşmıştır.

   Bazı manevi hallerin istilâsı ve nihaî murakabe melekesinin kaybolduğu anlarda ağza alınan

“Vahdet-i Vücut” dâvası,bu fakire pek giran gelmekteydi.Bana en büyük ıstırabı veren bu türlü tevhit ifadesinin verâsındaki son hakikati ve bu son hakikatın ulviyetini henüz kavrayabilmiş değildim.Allah’a bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki,bendeki bu ilmî ve şer’î   kanaat zail olmasın ve ben en ileri keşif noktasından bu kanaati gerçekleştirebileyim..

   Nihayet duam kabul olundu,önümde hiçbir hicap kalmadı,hakikat bana olduğu gibi tecelli etti.Gördüm ki,âlem sıfatî kemâllerin aynalarından ibarettir ve ilâhi isimlerin zuhuru mahallidir.Yoksa “Vahdet-i vücut” ehlinin vehmettiği gibi, “zâhir” ile “mazhar” ve “gölge” ile “vücut” birbirinin aynı değildir.Bu nokta öyle derin ve girift bir incelik merkezidir ki,orada çoklarının ayağı kaymış ve çoklarının kalbindeki hissî selâmet bozulmuştur.

   Bu inceliği bir misal çerçevesi içinde belirtelim:

   Mücerret bir ilim ve o ilme sahip bir âlim tasarlıyalım!İşte bu ilim ve âlimin kemâllerini zuhur arsasına çıkarmak için icat edilen harfler ve sesler,o mücerret hakikatlerin aynaları mevkiinde kalır,bizzat asılları ve kendileri olmaz.Harfler ve sesler mânanın bizzat kendisi,ihata edicisi,yakın ve mahiyeti olmadığı gibi,aslî mânanın onlardan da mücerret bir seviyede kaldığı,her selim akla malûmdur.Aradaki bütün alâka,zâhiriyet ve mazhariyet  münasebetinden ibarettir.İşte bu münasebettir ki,bazılarını hakikatsiz vehimlere düşürür ve “nefs-ül-emr”in her delâlet ve işaretten üstün olduğu prensibini unutturur.Bütün bu âlem, ‘mazhar’lar ve ‘medlûl’ler plânından ibarettir ve âlemdeki tecellilerin,aynı zat olarak asılla hiç münasebeti yoktur.Gerisi sadece evham ve hayal!..

   Bu evham ve hayallere düşmenin bazı sebepleri vardır.Başlıca sebep,aşk ve muhabbetin istilâsıdır ki,o anda sevenin gözünde sevilenden başka hiçbir şey kalmaz ve bu vaziyette âşık kendisini yokluk âlemine atacağı yerde,küçük bir his sürçmesiyle,varlık isnat ettiği şeyleri sevgilisinin kendisi zannetmeğe başlar.Nihayet Zatî yakınlık hükmünü verir.Bu nevi tevhit,doğrudan doğruya şuurla Vücudî Tevhide kail olmaktan daha üstün ise de,yine hakikatin ruhuna ve Şeriate  uygun değildir.

   “Vahdet-i Vücut” mezhebinin sırf zevk ve hal galebesi yüzünden mazur telâkki edilmeleri icap eden büyük,fakat en büyüğünden daima küçük velileri suçlandırılmaz iseler de,bunları taklit yolunda lâfazanlıklara girişenler,son derece suçludurlar.Müçtehitlerin mukallitleri hata etseler bile sevaba nail olurken,bu gibi keşif ehlinin taklitçileri,taklitleriyle sadece hata kazanırlar.

   Velilik dairesinin kutbu olan Şah-ı Nakşibend Hazretleri,göze,kulağa,hisse ve bütün idrak vasıtalarına tecelli eden her şeyin “O’ndan” olduğunu,fakat “O” olmadığını beyan buyurmuşlardır.Bu hikmet ,tevhit bahsinin ruhudur.

   Mektubat’tan-sh,95-98 B.D.yayınları-2005

 

                        Cilt:1 –Mektup.36

 

 

 

   Şeriat üç kısımdır: İlim, amel, ihlâs…Bu esasların herhangi biri insanda yerine gelmedikçe onda,şeriat gerçekleşmez.İnsanda şeriat gerçekleşince de, o insan üzerinde Allah’ın rızası karar kılar.İşte bütün dünya ve ahiret büyüklerine kefil olan sonsuz kıymet,bu rızadadır.Tasavvuf ehlinin bağlı bulundukları tarikat ve hakikatten her biri, üçüncü esas olan ihlâsın tamamlanmasına dayanır.Böylece tasavvuf ehli,şeraitin en gerçek hizmetçileridir.Hedefleri de tek kelimeyle şeraiti tekmil etmektir; yoksa ondan başka, ayrı ve müstakil bir yola girmek değil.Şeriati bütün ruhuyla kavramak ve bütün ruhuyla şeraite bağlanmak demek olan bu nokta, ona en sağlam bağlılığı gerektirir.Sûfîlere, tarikat yolunda zuhur eden bazı haller,marifetler ve ilimler, âlî maksat ve dâvadan değildir.Belki, tarikatte çocuk derecesinde bulunanların terbiye ve oyalanmasına yarayan vehim ve hayal kabilinden şeylerdir.

   Bizzat Sûfîlikte de en üstün gâye, her şeyden vazgeçip ve her mazhariyete yüz çevirip, intisap ve cezbe yolunun nihayeti olan rıza makamına ulaşmaktır.

   Bizim, tarikat ve hakikat yolunun menzillerinde saplanıp kalmamak gerektiğini belirtişimiz sadece,rıza makamının kaidesi olan ihlâsın elde edilebilmesi içindir.Bin tecelli ve müşahede geçirmişlerden sade biri bile ihlâs devletine ve rıza makamına varamaz.Ruhu ve kafası dar olanlardır ki, bazı tecelli ve marifetleri aslî gaye sanırlar ve yalnız onları elde etmeye çalışırlar.Bunlar, vehim ve hayal zindanına takılıp şeriat sırrının kemâlinden öksüz kalmaya mahkûmdurlar.

   Elbette, son makam olan ihlâsa erebilmek,yolun öbür menzillerinden de geçmeğe bağlıdır.Fakat bu menziller daima vasıta ve başlangıç bilinecek,asla gâyenin kendisi sanılmayacaktır.Bu fakire,bu sır,tarikat yolunda ve nice senelerden sonra açıklandı ve şeraitin bütün hakikatiyle gerçekleşmesinden başka bir emel,nazarımızda tutunamadı.

   Size selam olsun…

 

                                                      Mektubat’tan sh.99 (B.D.Yayınları-2005)

 

 

 

                               Cilt:1 – Mektup:125

 

 

   Âlemlerin,kendi yaratıcısıyla hiçbir nisbeti yoktur.Âlemler,sadece Allah’ın mahlûkları ve O’nun isim ve sıfatlarının tecelli aynalarıdır.Âlemle Allah arasında ittihat,ayniyet,nisbet,beraberlik gibi görüş galatları,insana ancak mânevî sarhoşluk vakitlerinde gelir.Doğru halli olanlar ve sırları,kâmil mürşid elinden alanlar, âlemin sadece mahlûkiyet ve mazhariyetinden başka bir şeye kâni değillerdir.

   Bu hususta en yüksek tasavvuf ehliyle,zahiri ilim erbabı birbirine mutabık olmak vaziyetindedir.Kendilerine sûfî süsü verip eşya ve hadiselere zatî nisbet gibi mânalar veren bazı kimseler,bilmezler ki, “Zat” önünde bütün nisbetler “gayr”dır.Gerçek keşif sahipleri, “Zat”ın maverâsını,her ne olursa olsun,isim ve sıfatların tecelli çerçevesinde görürler ve “Zat” kabul etmezler.

   Bu,incelerin incesi ve giriftlerin girifti olan noktayı biraz aydınlatabilmek için bir misal verelim:

   Bir yazı ve söz kahramanı düşünelim ki,kendi gizli kemâlini göstermek için harfleri ve sesleri icat etmiştir.İşte onun kemâli,bu perdelerde zuhur edecektir.İşte bu kemâlin zatı mevkiinde olan mânalarla, o harflerin ve seslerin “zat” bakımından hiçbir nisbet ve alâkası yoktur.Ancak harfler ve sesler,o gizli mânanın mahzarları ve tecelli aynalarıdır.Mânalar, harf ve söz aynalarına aksetmekle kendi zatında hiçbir değişiklik ve tagayyüre uğramış değildir.Hakikatte ve zatiyle o mâna,harflerin ve seslerin aynasındaki akislerinden münezzeh ve mücerreddir.

 

                                                                           Mektubat’tan sh.169 (B.D.Yayınları-2005)

 

 

 

 

                  Cilt:1-Mektup:163

 

 

   Müslümanlıkla küfür,dünya ile âhiret,birbirinin zıddı ve aksi dâvasıdır.Bunlardan birini ispat,öbürünün nefyini meydana koyar.Bunlardan birini aziz görmek öbürünü hor görmek olur.

   Düşünelim,üstün ahlâkla yarattığı Sevgilisine Allah,kâfirlerle savaşmak ve onları hor tutmak emrini verdi.Demek ki,kâfiri hor tutmak,ona gılzetle muamele etmek,en üstün ahlâk icabı.İslâmın izzet ve yüksekliği de,küfrün hor ve alçak tutulmasındandır.Küfür ehlini aziz tutmak yalnız,ona saygı gösterip en yüksek dereceyi vermek değildir.Onunla düşüp kalkmak,gönül ve dil birliği etmek de,düşmanı aziz tutmaya alâmettir.Köpekler gibi…Köpeklerin herkese nasıl kuyruk salladıklarını bilmez miyiz?Böylelerinden bucak bucak kaçmalıdır.Eğer bir iş zorunlu teması emrediyorsa,en küçük nezaket haddi dışına çıkmadan tam bir itibarsızlıkla ülfet etmek lâzımdır.İslâmın kemâli,hattâ herhangi bir lüzumu feda edip böyleleriyle ülfet etmemekte.

   Allah,Kitabında küfür ehlini kendisinin ve Resulünün düşmanları diye gösterdi.Allah ve Sevgilisinin düşmanlarıyla dostluk etmekten büyük cinayet ne olabilir?Bir Müslümanın karşısında,ağzından ve halinden küfür tüten bir insandan daha kirli,pis ve iğrenç bir manzara düşünülemez.Müslüman,bu pislerin en pisi manzaraya tahammül edemez.

   Ahiret de dünyanın zıddı.İkisi bir araya gelmez.Birinden birini aslî gâye sayan,öbüründen mahrum olur.

   Yol, O’nun yoludur.

 

                                                                       Mektubat’tan sh.188 (B.D.Yayınları-2005)

 




Okunma Sayısı: 1041


3.149.231.107








DİĞER HABERLER

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top