Duyurular

Üstad Necip Fazil KISAKÜREK in vefatının 41.senei devriyesi münasebetiyle vakfımızda (25/05/2024)Cumartesi günü saat 16:30 da yapılacak olan hatim duasına Tüm Gönüldaşlarımız davetlidir.


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
Kıskanç Kimse Rahat Edemez
Sponsorlarımız
Düşüşten sonra Mustafa Özer

MUSTAFA ÖZER

1

DÜŞÜŞTEN SONRA
Sanat Politikası Üstüne Notlar

MUSTAFA ÖZER

MUSTAFA ÖZER

2

MUSTAFA ÖZER

3

İçindekiler
TARİH TRAGEDYASI 7
Söz! 9
PARLAK ALIŞKANLIKLAR 11
İNKARIN HAKKI 15
SAYILARIN DÜNYASI 24
ATLARI DA VURURLAR 29
DEĞİŞİM 32
UMRAN VE ALDANIŞ 37
UMRANDA SİYASAL PERSPEKTİF 42
KRİZ 50
YARATILIŞIN GİZEMİ 54
OLUŞUM VE ORUÇ 57
UMRANIN PORTALI 61
ALIRLIK 63
TARİH TRAGEDYASI 66
ELİF 69
TAŞ 71
GÜNE BAŞLAMAK 78
ÜSTAD’I ANLAMAK 82
ISINMA HAREKETİ 85
YAZMANIN SIRRI 89
SANATIN GETİRDİĞİ 92

MUSTAFA ÖZER

4

ELİF 94
BÜYÜK KÜLTÜRLER 100
ONDOKUZUNCU YÜZYIL 106
YİRMİNCİ YÜZYIL 119
AZGELİŞMİŞLİK KARŞISINDA ROMANCI 132
ELEŞTİRİ DEFTERİ 137
ELEŞTİRİ DEFTERİ 139
MADDE VE ELEŞTİRİ 141
BİLİNÇ VE ELEŞTİRİ 142
DOĞALLIK VE YAPAYLIK 143
METAFİZİK BOYUTLAR 146
KAVS-I MUTALSAM 149
ESTET 157

MUSTAFA ÖZER

5
TAKDİM
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı olarak “İlmi kitapla kaydediniz.”
buyruğunu yerine getirmek amacıyla bir süre önce başladığı
kitap yayınlarına Vakfımız, hız kesmeden devam etmektedir.
İlk kitabımız olan Felsefe Öğretmeni Mustafa Cabat’ın “İki
Kavram Analizi Laiklik-Aksiyon” adlı çalışmasının ardından
Kayseri’nin yetiştirdiği ender şairlerden Mustafa Özer’in “Evsa
,Düşüşten Sonra , Sis ve Selva, Çağrı Sayfaları,Çalakalem
Çiçekler,Birlikte Ayrılmak, Şapkamda Saklanan Azrail,Düşüşten
Sonra-2 , Sanat ve Aksiyon İçinde Bir Portre Denemesi, Ses ve
Heves adlarını taşıyan 10 adet şiir ve denemelerinden oluşan
kitaplarını yayınları arasına katmıştır.
Vakfımız 2012 yılı içerisinde 12 numaralı kitabını Büyük Doğu
‘nun yaşayan mütefekkiri Ali Biraderoğlu’nun “Necip Fazıl ve
Büyük Doğu” adlı Kayseri Büyükşehir Tiyatro salonunda
1989’da verdiği konferansın yayınlanmasına tahsis etmiş
bulunmaktadır.
Manevi kültürün kaynağı kitaptır. Neslimizin varoluşunun
kitaplarla haşır neşir olmasına bağlı olduğuna inanıyor ve
bugüne kadar bir düzine kitabı yayın hayatına kazandırmaktan
mutluluk duyuyor, okuyucusunun hiç bitmemesini temenni
ediyoruz…
Mustafa Fikri Tekelioğlu
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Başkanı

MUSTAFA ÖZER

6
_ Galip Boztoprak’a_

MUSTAFA ÖZER

7

TARİH TRAGEDYASI

MUSTAFA ÖZER

8

Söz!

MUSTAFA ÖZER

9

Martıların denize eğilip, denizi öpmesi gibi temiz
Çayırları incitmekten kaçınan ceylan ayakları gibi uçarı
İmbiklerden süzüle süzüle inip
Heyecanlarla yüreği doldurursa;
Söz!
Cibrili eminle getirilen maveranın güneşin sıcaklığı
Güneşin pervanesi okyanus yakamozlarıyla
Güllerin kanayan rengiyse;
Dengi yağmur yüküyse;
Söz!
Dilde döndükçe misvak gibi dişleri gümüşe katan,
Düştüğü gönülde okunan,
Ekmeğin katığı, katığın sabrıysa;
Ve ruhun baharıysa;
Söz!
Böyleyse, sıcak, açık ve gönül dolusu
Ve Şeyda olmuşsa düne, bugüne ve yarına
Ve tanıksa halimize kelam
Tek kelimeyle SÖZ…
Selam!

MUSTAFA ÖZER

10
PARLAK ALIŞKANLIKLAR

Her gün güneş doğduğuna battığına göre gün pek
önemli kavram olmasa gerek. Güneşin doğmadığını herkes
bilir. Nedense güneşin doğmadığına bir türlü inanamazlar.
Bu yüzdendir ki, sizi aldatmak istemiyorum. Aslına
bakarsanız kendimi aldanmış görmek istemiyorum. Size
karşı, gereksiz bir görüşü savunmayacağım gibi, salt bir
gürültü olsun diye ne eskiyi, ne yeni görüşleri getireceğim.
Güneş doğuyor ya da doğmuyor da dünyanın üzerindeki
bizlerin koşullandırılmış bilinci, onu, öyle görmek istiyor.
Güneş doğuyor ya da, biz öyle sanıyoruz. Bizim güç ve
istemlerimiz güneşin gelmesine yeterli değil. Ama
dünyanın insanoğluyla anlam kazandığına bakılınca
güneşin doğması da kelime dünyamızda anlam kazanır. Bu
yüzdendir ki, güneşin doğması olağandır. Onun olağanlığı
bizim gücümüzün dışında oluşundandır.
Bugün ya da, o gün veya şu gün; hepsi aynı değil
mi? Evet hepsi de yirmi dört saat olduğuna göre. Şu kadarı
var ki, Harun Reşid’in yirmi dört saatini ölçen buluşuna
şaşıran Şariman gibi, yine de düşünürüz günlerin
farklılığını. Neden? Çünkü diyor sanatçı, zaman
bölünmesiz bir bütün halinde künhüne erişilmesi için
verilmiş kutsal bir rüzgar kanıdır. Öteleri bize, bizi ötelere
bağlayan en büyük sistemdir. Bu sistem kah güneşle
kararır, kah geceyle aydınlanır. Ne gece gündüze, ne

MUSTAFA ÖZER

11

gündüz geceye tercih sebebidir. Güneş doğar ya da biz
öyle sanırız. Üçyüzaltmışbeş gün nice ömürleri kuşatır
gider. Gider sözcüğüne fazlaca abanmayın. Zira gelmeyen
nesnenin gitmesi de söz konusu olmaz. Şu kadarı var ki,
başka sözcükle karşılanamayan nice anlatımlar böylece
daha bir açıklık kazanmış olur. “Gider” sözcüğünü, “biz
onu ufkumuzda yitiririz” anlamına almak gerekir. Bugünü
yabana atmayın, bugünü ister geçmişin özeti, isterseniz
geleceğin protoplazması olarak görünüz. Nasıl
düşünürseniz düşünün ama bugünü yabana atmayın.
Bugünden ne umuyorsunuz? Benim umudum şu,
ömrümün hepsi bugünden ibarettir. Sizinki de öyle
aslında. Bu gerçeği esnaflar bile sezdi. Dükkanlarının
duvarlarına tam da kendilerine göre seçtikleri “Bugün
peşin, yarın veresiye” ibaresini astılar. Ama siz kendinize
göre bir cümle seçmediniz sanırım.
Bugün güneşi gördüm. Gözüm kamaştı.
Bakamadım. Gözümü yere indirdim. Altı ya da yedi karış
gölgem vardı arkama aldığım güneşin önünde. İnsanoğlu
ellerini görmese de nerede olduğunu bilir. Ama öyle anlar
olur ki, ellerini koyacak yer bulamaz. Büyük bir akışın
içinde çalkalanır, sürüklenir durur. Gölgeme baktığımda
ellerimin gölgesini göremedim. Açıkçası ellerimi koyacak
bir yer bulamadım. Madem ki, ellerimi hiçbir yere
sığdıramadım, onların nerede olduklarını nasıl bilebilirim?
Gerçi onlar hiçbir yerde değil diye yoksanamaz. Ben de
yoksamadım ellerimi. Büyük akışta, mekan “muşamba
dekor” gibi “yalana teslim” edilir. Ama bütün yer ve
yöreleri içimde buldumsa, birazda eşya ve hadiselerin
gerçeğine ermiş sayılırım. Bu yüzdendir ki, kelimelerle

MUSTAFA ÖZER

12

oynuyor elim. Üstelik nerede olduğunu düşünmeden.
Kader vitrininde habire çabalıyor, didiniyor. Düne ya da
yarını bugün kılmak sevdasında.
Bugün, bu yerde, bu güneş ve bu gölge birlikte var.
Zamanın dört boyutlu olduğunu sünger gibi emen beynim
sol omzuna asılı günahlarını, sağ omzuyla dengelemek
için çöktükçe çöküyor, kambur üstüne kambur düşüyor.
Damarları fırlamış sağ elim hayat bekleyen kokonalar gibi,
saçları kınalı kefen bezinin eksik olduğunu düşünen… Ne
cadılığına inanılır, ne ermezliğine. Doğum sancısı
çekmediği açık. Ama ne bir ab-ı hayat getiren İlyas’ın
duacısı, ne de ölümsüz güzelliğin arayıcısı. Selimiye’yi
kurmadığına üzülmüyor, kıskanmıyor, yakınmıyor. Bu
kadara bile gücü yetmez onun. Keşke kıskançlık
hummalarıyla kan davasına kubbeler kursa keşke… Keşke
Selimiye’yi hiç ama hiç gelmemiş gibi yıksa ya. Kim
tutuyor onu, kim var ki çevresinde. Evet, ne var ki
belleğinde. Elifba’nın arasından çekip çıkardığı parlak
şeker kağıtları gibi inancına nasıl sarılabilsin. Şaşılası
nokta şu ki, yine bugün diyor. Oysa ne bir oluşu getiriyor,
ne bir yok olmayı. Ölü nokta. Ölü nokta iste bu. Ne ölmeyi
becerir, ne varoluşu. Allah rızası için olsun, kumpasla
ölçülmeye değecek bir mikron uzunluğunda kılcal damarı
yok ki, insanlığa onu ekleyebilsin. Evet ne başkaldırmaya,
ne de varolmaya namzed bir sağ omuzun vebali ne zaman,
nasıl anlaşılacak. İçerisinde yaşadığı gömleğin astarını bile
rahatsız etmekten beri olan bu omuz, bir gün sol yöresini
dengelemek için batarsa, insanım diye gezenlerin şah
damarına tükürmeli. Allah’ın bize şah damarımızdan daha
yakın olduğu halde, bu kutsal nazargahı kanalizasyon

MUSTAFA ÖZER

13

borusu kadar kıymetsiz ve anlamsız bulanlara “neden”
diye bir soru sormalı.
Varlığıyla bugüne anlam veren insanın, bugün diye
içerisinde taşıdığı kaygı, çağları aşan bir duyguyla
getirilmeli. Sol omuzdaki günahı dengelemek yerine,
hayat fırtınasına tutulmuş vücud gemisinden safraları
atmak gerek. Ve kurtuluşu öyle beklemek.

MUSTAFA ÖZER

14

İNKARIN HAKKI

Akşama dek tepelerden tepelere koşan güneş,
yorgun argın, kül rengi bulutlarda moraran gözlerini
kapadı. Bulutlar yanma kıvancına durdular sönen güneşe.
Ve yıldızlar gökyüzüne ölüm evi yemeğini getirdiler. Yasa
bürünen semayı akşam yemeğiyle ağırladılar. En çok
yanan ve yandığını gizlemeyen dost, gökyüzünün yasına
katlanan Samanyolu oldu. Yoldu yıldızlarını. Dağıttı
kendini serapa. Ağladılar geceye.
Hiçbiriniz görmedi onu. Siz görme yetkisi
olmayanlar!.. Sizedir sözüm. Neden görmediniz? Niçin
görmediniz?
O ölmeden önce sizler açgözlülüklerinizi beceriyle
yapardınız. Ama görüyorsunuz ki, O’nun yokluğu sizin
inkar gücünüzü bile ortadan kaldırıyor. Bile bile yalan
söylemeyiniz birbirinize… Ve hele kendinize. İnkarın
kutsal olduğunu söyleyince kızacaklar olabilir. Sanmam
ki, sözümü inkar edecek yetenekte olasınız. İnkar bilinç
ister, inkar insanın kendini kendine karşı ister. Vermeye
hazırsanız, “şey”e sığmayacak kadar büyük ve “şey” kadar
bayağı varlığınızı inkar edin ki, küfre girmeyesiniz. İnkar
hayatın sırrı olarak kutsaldır.

MUSTAFA ÖZER

15

Sizin bir kan tortusundan olduğunuzu kim inkar
edebilir? “Kimse” diyorsunuz içinizden. Yalan
söylemeyin. Öncelikle ne demek istediğimi anlıyor
musunuz? Burasını hiç sanmam. Ömür çok kısa diyenlere
üzülürüm. Ömür kısadır. Ama yaşam çok yoğun ve çok
geniş. Evet, yaşam çok uzun olamaz mı? Olur sanırsanız
görme yetkisini yitirmemişseniz.
Sorunuz bana. Ben size neler anlatırım. Şaşırırsınız.
Bunları ben mi yaptım diye? Benim insan olmadığımı kim
söyledi size? Neden böyle gizil konuşuyorum? Evet,
neden? “Çünkü” demiyorum. Önce sorunuz bana.
Hayattan ne beklenir.
Çekmecenizden kimlik kartınızı ararken elinize
tıstan böceği geçmedi mi? Üzülmeyin hayat çok uzun.
Daha nelerle karşılaşabilirsiniz. Kim bilir. Nasip. Belki de
bir hiç yüzünden fareden korkup, otele taşınabilirsiniz.
Ömür kısa diyorsanız. Sadaka gibi kullanıyorsunuz
onu. Bu tam size göre. Üzüldüğümü sanmayın. Üzüntünün
rüyası görülse ölüme yatarım. Ama rüyayı bile size
bırakan kim? Her olay bir vara sahipse siz neyin iktidarını
soruyorsunuz. Ben sizi arıyorum. Mevlana’yı arayamam;
O hep kendinde. O’nu başka yerde bulamayacak kadar
sizden üstün bir yaratılmışım. Oysa siz, gözlerini
görüntülerde arayanlarsınız. Sizin ömrünüz çok uzun,
bunu biliyorum. Yalanı sevmem. Açık. Şeytan gibi olalım.
Ama mert. Koyunu varsın davarlar olsun. Bu denli acıyı
bunca yıl nasıl da çekiyorsunuz. Umarım insana otuzbeş

MUSTAFA ÖZER

16

yıl yeter. Hayır hayır, bu kadarı fazla. Yirmisini geri
almayı inkar ediniz. Ne duruyorsunuz.
Birkaç yıldızın düşmesini mutluluk sayıyorsunuz.
Oysa yıldızın ta kendisi siz olmadığınızı ben söyleyemem.
Bu kadarını siz bilmelisiniz ama. Bilinç inkarın varlık
şartı. Bunu biliyordunuz.
Ellerim çamur olsa tutun onları. Sizin hakkınız var
ellerimi bulamadığım bunca pislikte. Bunu inkar ettiğinizi
görüyorum. Demek ki, haklarınızı kullanmam için bana
veriyorsunuz. Oysa benim hakkım öyle bolca verilmiş ki,
bazen katlanamadığımdan isyan ediyorum, o kadar çoğunu
taşıma gücüm olsaydı diye. Anlıyorsunuz ki, ben de
hakkımı tam anlamıyla kullanmış değilim. Sizinle anlaşma
diyaloğunu mertlik ve fütüvvet üstüne kurduk ya.
İşte bunun için söylüyorum. Madem inkar etme
gücünü kullanıp yaşama hak kazanmıyorsunuz, ama hiç
biriniz neden ölümü sevmiyor. Kaç kişi var aranızda
babasının ölüsünü kadavradan mezara üstelik alüminyum
torba içinde taşıyan. Gözleriniz döndü. Bakmayı bilin.
Görmeyi becerin. İnkar, ama önce kendini. Bir buluşa
adını veren kahraman, o buluşun ölüm borcunu ödeyen
birisidir. Ve inkar da onun hakkı. Siz kendinizin borcunu
ödediniz mi, iki kez öldünüz mü hiç? Kelime oyunu
yaptığımı sanıyorsunuz. Bu sizin kafanızda taşıdığınız çift
boynuzun kuruntusudur. Bunu böyle biliniz. Öküzün de
hakkı var. Tarih öküzlerle dolu. Tapınız onlara öyleyse,
günler düzenleyiniz. Neden yapmıyorsunuz? İnkar
gücünüz yok da ondan. Bunu ben söylemesem yine

MUSTAFA ÖZER

17

anlamayacaksınız. Kolay değil bilirim. Bilmeyene bulut
sıkıntı verir.
İnsanın doğası gereği olacak, kendi gerçeğinde
yarattığı olayları baskısında, sömürüsünde, tekelinde tutar
da çoğu kez yaptıklarından korkar. Korku, kişinin
yaptığına karşı iç yadsıma duymasıdır. Bir yadsıyış ki,
kişiyi eline yabancı kılar. Kafir korkusu işte budur. İç
yadsıma dış onuru yerinde bırakmakla birlikte, insana iç
onuru kaybettirir. İç onurun yitişine aldırmamak için yalan
mekanizmasını çalıştırır. Üstelik dış onuru sağlamak
servet yaparlar, silah yaparlar. Namusun, onurun cevheri
olduğunu hepiniz bilirsiniz. Ama onurun ne olduğunu
bilmediğinizi yüzünüze söyleyebilirim. Yine de
üstünsünüz. Neden? Namussuzluğunuzu meşru kıldığınız
için diyebilirim. Demiyorum. Namusu el kadar et
parçalarına indiriyorsunuz. Ehveni şer diyorsunuz buna da
istelik. Ehveni şer. Ekmeği yemek değil, ekmeğe
yenilmektir. Ekmek kutsal diyorsunuz. Namus kutsal değil
mi peki? Ekmeğin namusunu kirleten sizler, ekmeği
tuvalete bırakmaktan başka eyleminiz var mı? Var mı ki,
ekmeğin namusundan söz açıyorsunuz. Hele inkar edin
ekmeği. Korkmayın hele namusunuzdan. Açık
söylediğime bozuluyorsunuz. Sözün soyluluğunu
bozduğumu söylüyorsunuz. Değil mi? Gizlemeyin. Söz
kim, soyluluk nasıl olur? Bilir misiniz? Argo sanıyorsunuz
sözümü. Size yakıştığını hiç düşünmediniz mi? İnkar edin.
Bu sözümü de inkar edin.
Martialist’ti söyleyen;
“Midenin yükünü boşaltırsın utanmadan

MUSTAFA ÖZER

18
Mutsuz altın bir oturağa, Basus
İçtiğin kadehse camdan! Demek ki iki gözüm
Ettiğin içtiğinden değerli senin”
Bir “görgü” epigramıydı bu. Gelin görün ki; siz iki
gözüm insanlarım yıllar yılı yığdığınız, Ehramınız bundan
nasıl farklı? Olur mu?
Yine de sizi seviyorum. Unutmayın ki benim
sözcüklerim sizinkilerle aynı değildir. Seversem içten,
söylersem içten.
Gündüzün uzun olduğu Ağustos’un son
akşamlarından biriydi. İyice belleğimde kaldı o gün.
Doğum günümü üç gün geçmişti ve ben ikiden sonra
küçülen birin yanında, kendimi yan yana ikinin üstüne
sevmiştim. Ömür çarşafının altında yirmi bir öldü. Yirmi
iki yaşının üçüncü günündeyim. Caminin önündeyim.
Köyümün meydanı yalnızca orasıydı. Yaban ve
yabancının ilk konağı. Meydanın bir köşesinde sıcaktan
kaçmak için bekliyordum. O güne dek insanları pek
yargılamamıştım. O gün kentten bir çerçi gelmişti. Bir
kolunda sehpa vardı. Ucuna takılmış bir film makinası.
Diğer elinde bir bakır bakraç. Yeni kalaylanmış. İçerisi
kerger sakızı dolu.
Yere indirdiği sehpayı önüne koymuştu. Pamuklu
kumaş elbisemin yırtıklarından kendisine pay çıkaracağını
kestirmiş olmalı. On çekirdeğe bir film gösterdiğini
söyledi. Eğer öykü olsaydı yazı, ince ince anlatırdım.
Ama, hayata inen bir deklanşör neleri görüyor, onları
anlatmak geldi içimden. Köyümü anlattığımı sanmayın.

MUSTAFA ÖZER

19

Benim köyüm gerçekten güzeldir. Türk sanatına girmemiş
bir anlamı gizlemektedir. O anlamı ancak ben bilirim. Siz
de bilirsiniz benim bildiğimi.
Çerçiye baktım. Parayla olmaz mı diyemedim.
Ağacı gösterdim. Çekirdek ne ki diye. Akasya ağaçları
vardı kayısının yanı başında. Yaprakları raks ediyordu
meydan ağaçlarının. Akasya öksüzdü. Çerçi bunu biliyor
muydu? Elbette hayır. Çekirdek gözün seyrettiği Kabe
resimlerine karşılıktı. Çocuklar, ihtiyarlar baktı. İç
çekerek. İman tazeleyerek. İmam koştu geldi. O bile baktı
çerçinin filmine. Birisi yarım telis çuvalı çekirdek getirdi.
Cennete gitmek için yaptı sanırım. Hacca gidemiyor
olmalıydı. Herkesin görmesini sağlarsa gidip-gelmiş
sevabı, üstelik filmi görenlerin de gidiş-dönüş sevabını
almış olacaktı. Bana da bak dediler. Başkasının gözünden
baktım. Çünkü görüş sadakamı çekirdeğin sahibi ödemişti.
Kendimi Hacc’dan azat kıldım. Minayı gördüm.
Karadonlu Kabe’yi. Ya Kerbelayı.
Ve çerçi memnun, yeni hacılar mutlu akşam
geliyordu. Çerçiyi alıp evlerine götürdüler. Türk’ün
konukseverliğini gördüm. Siz de gördünüz, iki gözüm,
kardeşlerim.
Ve yaşamın akşamından sıyrıldığımdan beridir,
böyle düşünüyorum ben. Yaşamın çekirdeğine inildi mi
insan, insan olur. İnsanı sever.Sevginin sembolü
Yunus’tan neler aldınız? Hiç düşündünüz mü? Onu
seviyorsunuz biliyorum. Onun içindir ki yazıyorum bunca
sözü.

MUSTAFA ÖZER

20
Sezar’ın sözünü hatırlarsınız.
- Sen de mi Brütüs?
Bana yakın olduğunuz için sesleniyorum. Ölçünün,
namusun, doğrunun adamı İmam-ı Azam var; Ki Hanefi
fıkhının kurucusu. O büyük adamın payına ne düştü
sanıyorsunuz. Gerçek dünyamızdan. Ya secdede kanına
yılan gibi giren hançerin şehidi, adaletin babası Hz. Ömer.
O’na ne oldu? Ya da okumanın hor görüldüğü bir ortamda
ihtiyarını okumaya veren Hz. Osman. Saymaya parmak
yetmez. Sokrat’i şişiren göbeklere yuh olsun. İnkar edin
bakalım. Kolay mı inkar? Onu insan yapabilir. O, insanın
vazgeçemediği özgürlüğü adında taşır. Ve güzelim inkar
Seyit Nesimi’nin derdine basılan samanın ta adı. Adının
soyluluğu. Eğer inkar, darağacında sallanan aşkın
tutuklusu Hallaç ise, buyurun inkara derim.
İnsan “Yek katre hunest ve hezar endişe”. Kıyıda
durmak insana göre değil. Dalga kıransa sözüm yok.
Neden bir cansızın görevini yapmasın insan. Yoksa kıyıda
fareler gibi dolaşmak mı isterdi canınız. Görüyorum ki,
yalılar yapıyorsunuz yalanlarınıza. Çağ dışından söz
ediyorum. Bunu biliniz. Çağınızın dışından sesleniyorum.
Yöntemini değiştirmekle sonucunu değiştiremediğiniz
olaylara bakıp da neden tiksinmeyecekmişim. Kaç
kuruştur dostunuzun değeri. Durun dahasını söyleyim;
dostunuz var mı sahiden?
Rahimleriniz bir çocuk hayaliyle sarhoş olurken yeni
bir masum ya da yılan doğurmaktan başka iş yapmaya
gücünüz yeter mi? Hem şurasını söyleyin. Neslinizin

MUSTAFA ÖZER

21

sürmesini gerçekten istiyor musunuz? Bu soru da nereden
çıktı diyorsa içiniz, şunu bilin, doğum kontrol haplarıyla
çirkefleştirdiğiniz hayvanıl sexel ilişkileriniz kuduran bir
cemiyeti getirecektir. Öyle değil mi? Hayır demeyen ama,
evetin ne demek olduğunu bilmeyen güzelim Anadolu
insanı, ben kentsoyluları ve onların karın artığı ortaklarını
saymadan düşünüyorum. Çocuğa kutsal bir ad verir. Ona
sözüm yok. O insan ki varlığın açıklamasını yapamaz.
Kendisi anlatılmaya muhtaç da değildir. Açık. Görün. O
asker, o işçi, o inanan, o Anadolu. İnkar edin bunları.
İçlerinden büyük adam çıkmaz. Yoktur mayalarında. Ama
onlar bir devletin kendisidir. Oysa çağdaş demokratik
düzende cemiyetin protoplazması olmaktan çıkarılıyor.
Vatandaş oluyor. Ne meraklılar şu taşla biten sıfatlara.
Vatan taş ama sahibi kim. Söyleyim. Batılı olduğunu
sanan kısır bir yalnızlığın yağmacısı yerli dönekler. İnkar
edin. İnkar insana yaraşır. Ama önce kendinize. Devlete
karşı yapılmaz. Peki devlet, ulusunun adını mezar taşlarına
yazma yetkisine sahip mi? Siyasal dengeden söz açıyorlar
size. Okuyun günlük gazeteleri. Doğal dengeyi kırıp
yerine siyasal denge kurulur mu? Sorun bakalım
kendinize. Siyasal güç vardır ve insana inanır. İnsanları
ayırmaz. Bunları siz de biliyorsunuz öyle mi? Madem öyle
cevaplayın; Amerika ve Avrupa’nın kapitalist kesiminin
dış harcamalarının nedenselliğini Sovyetlerin yönetimi
altındaki insanların ahında mı aramalıyız? Doğrusu
nerde? Söyleyin bakalım. Sovyet kışkırtmalarının ve
rublelerinin iğdiği yerli işbirlikçiler ne yapmak isterler.
Sorunları ABD, S.S.C.B. midir? İki kutbun arasında bize
düşen kutuplarda donmak mıdır? Her ikisi de değil

MUSTAFA ÖZER

22

derseniz, yaptığınız bunca alçaklığa ve inadında
direnmeye hangi tarihi uygulayalım. İnsanları saçmanın
peşinde sürükleyen ve kamplara ayıran, O’nun kendini
kurtaracağını sanarak oluşturduğu yalan değil midir?
İnsanın komünist, kapitalist olarak ayrımlaştırılması
hayvansal bir tasniftir. İnsanın düşüneni var; Doğru, iyi ve
güzeli aklıyla bulur. İnsanın inananı var; inancında doğayı
olduğu gibi kabul eder. Onun mutluluğunu kırma hakkı
bize verilmiş midir? İnanan insan, çalışan, geçinen
kimseye bir zararı olmayan insandır. Süreçte akar gider.
Biraz da birikebilir. Düşünen insan kendi adına
girişimdeyse namussuz bir aylaktır. Neyi düşündüğü
önemli. Amaca varmak değil; doğru, güzel ve iyinin
mutlak olanını bulmalı. Entelektüel odur ki, benini aşan
fetanın ta kendisidir. Boş bir yaşamsa ki boşluktan
anlaşılan hayvansalın özdeşidir, yaşamı inkar edeceğiz.
Hayvansalı aşan imana ermek için. Geçmiş ve öykünülen
bir imanın yadsınması da baş görevi. Gelecek ve anda
yitmeyen diri ve tokat bakırı gibi işlendiği çekiç
darbelerini sağlamlığında sunan bir imana yönelmek.
İnsancası bu, çiçeklerin tozlaşmasındaki varlık bu. İnsan
bu. Bu ki, tarihin inkarı, geleceğin imanı.

MUSTAFA ÖZER

23
SAYILARIN DÜNYASI

Dün ile bugünü ayıran çizgilerden birisi de, harflerin
yerini alan sayılardır. Öyle bir çağdayız ki, bir yanda
sayıları tekeline almış statik kişilerle diğer yanda,
yuvarlanma ve sürünme dinamiğine sahip dengesizler
yaşamakta. Ve bunların üzerinde motor heyamolaları.
Seslerin belirsizleştiği, daha doğru deyimle,
anlamsızlaştığı gürültüler çağındayız. Üstelik bu gürültüye
sayıların dünyası hakim.
Gerek doğuda, gerekse batıda üç asır öncesine
dönülünce, sayıları bile harflerin kuşattığını
görürüz.Doğuda Hurufilik adı altında bir akımın da
doğduğunu görüyoruz.Türk Edebiyat Tarihine göz atarsak
şiir fenomeninin soyut sayıları nasıl somuta ulaştırdığını
görebiliriz. Türk Edebiyatında tarih düşürme terimiyle
anılan bu olay bol rastlanılan bir edebi tür olmuştur.
“Bir iki iki delik
Abdülmecid oldu melik”
Alıntısını yaptığımız şiirde Sultan Abdülmecid’in
tahta çıkışı, hem de sayıların tanımı yapılarak
belirtilmektedir. Aslında bu tarih düşürme değildir. Zira
rakamlar açıkça anılmaktadır. Bu şiirdeki özellik ise
sayının salt sayı anlamından çıkıp bir estet kapsamına
girmesidir. Tarih düşürmede anlatılmak istenen ebced

MUSTAFA ÖZER

24

hesabı denen sayılara tekabül eden harflerin oluşturduğu
kelimelerle tamamen gizlenir. Genel olarak kazanılan bir
zaferi ahrete intikal eden sultan, şeyh ve toplumda
saygınlık kazanmış kişilerin ölüm tarihleri şiir şeklinde
yazılır. Türk anıtları bu tür şiirlerle ayrı bir süslemeciliği
de kazanır. Tarih tespitinin bulunduğu şiirler daha çok
mezar taşlarını süslemektedir. Bunun yanında önemli
kamu konutlarının ve mabetlerin yapı ve onarım tarihlerini
de belirtmektedir. Tarih düşürme şiirleri kitabenin
kapsamındaki fenomenlerin alınyazısıdır. Harf devrimiyle
başı dönen bazı sarhoşlar bu alınyazılarını kazıma yarışına
düşmüşler. Lakin alınyazısının çekiç ve küskülerle
değişmeyeceğinin bilincine varamamışlar. Evet harf
düşmanlığını yaşayan bir milletin çocuklarıyız. Öyle ki bu
harf düşmanlığı milleti ister istemez bilinç düşkünlüğüne
itmiştir. Tarih düşürmeyi anarken siyasal konuya nerden
geldik? Nasıl gelmeyelim ki… Güzelim tarih düşürme şiir
örneklerinin yok edildiğini bazı tarihçilerimiz yakınarak
anlatıyorlar. Eski mezarların ne halde olduğuna bakmak
bile yetesiye aydınlatıyor konumuzu.
Dün harfin dünyası, bugün sayının dünyası bilgi,
duygu evrenimizi oluşturmaktadır. Ceza bilmem kaç sayılı
kanunla, eviniz şu numarada, sosyal güvenceniz şu sayılı
kartta, kimlik cüzdanınız şu sayılı sicille belirlenmiştir.
Sayı, sayı, sayı… Oysa Shakespare, “kelimeler, kelimeler,
kelimeler” diyordu hep. Zaman denen ölümsüz akış o
çağları bu çağa getirirken gittikçe tramı koyulaşan sayı
kütlelerine abandı.

MUSTAFA ÖZER

25

Teknik gelişim, dinamiğini sayılarda buldu. Beynin
yerine bilgisayarlar geçerse, harf yerine de sayıların
geçmesi bu kadar doğaldı. L’Etranger’in tipleri sayısal
değişimin acısını yaşamaktadır sanki. Camus’un
yabancıları Sartre’da özgürlüklerine erip varoluşlarını
yitirirler. Sürekli işkence sayısal dinamikten doğmaktadır
burada. Sayılar, sayılar, sayılar… Veba eder insanı,
Realizm, romantizmi yıkarken sayıları kullanır. Gerçekten
de gerçekçilik sayıp dökmenin sanatından ileri geçemez.
Buna sanat denirse eğer. Ve hatta demokrasi nedir ki?
Hele hele günümüz demokrasileri parmak sayısına
dayanmaktadır. Keyfiyeti unutulan, maddenin kaba
algılanması, ham değerlendirilmesidir sayılar dünyası.
Sosyalizm bile iktisat sayılarını aşamaz.
Yöneticiler, yönettikleri beyinleri rakamlarla
doldurur. Az gelişmiş ülkelerin yöneticileri ise, çok
gelişmiş ülkelerin düzeyini tutturma sevdasının entegral
hesaplarıyla halkını oyalamayı tercih etmektedir.
Türkiye’de 1971’den sonra kurulan Nihat Erim
kabinesinin harika çocukları bu rakamlarla epey gülünç
duruma düşmüşlerdi. Avrupa ülkelerinden birisinin
ekonomik düzeyini tutturmak için, bu siyasilerin örnek-
model seçtikleri ülkeler hakkında acaba bilgileri var
mıdır? Bir başka deyimle kendi öz ulusu hakkında bilgileri
ne derecede sağlıklıdır. Bu sorular günlük yayınlarda
epeyce sansasyon yaratıyor. Herkesin aklını ilk elde
karıştıran “Bu adamlar komedi kumpanyalarının siyasal
arenadaki temsilcileri midir?” sorusudur. Komedi büyük
sanattır. Fakat yeri devlet yönetim alanı değildir. Az
gelişmişlerin, düşlerine giren ülkelerin seviyesine çıkmak,

MUSTAFA ÖZER

26

sorunları çözmeye yeterli midir? Sayıların büyüsü milli
sorunlarda iyice ve çok bilinçli olarak
değerlendirilmedikçe, şeytansı yanıltıcılığını işleyecektir.
Milleti her gün yeni sayıların peşinde koşturmak ne siyasi
ahlaka ve ne de insansı değerlere sığar.
Varlar dünyası sayılarla ifade edilir, lakin ülkü ve
değerler sayısal değil, inanç parametreleriyle denkleme
alınır. Türk devletlerinin kuruluş tarihçelerine eğilmek bu
sayı yetesiye kanıtlar. Azlık-çokluk inanç ve değerler
evrenini ilgilendirmez. İnanç ve değerler azalma kabul
etmediği gibi çoğalma da kabul etmez. İnançta görülen
sapma azalma değil, inkarın kayrılmasıdır. Ve yine inkarın
abc’sinde yer alması gereken yobazlık ve bağnazlık, bazı
safdillerce inançla bir artım sayılır. Bu konular sayıları
aşar.
Estet ve etik, ve bunları kuşatan ilahi cazibe, bizi,
bilinenin sınırları dışına çıkarmaktadır. Sınırların dışında
fizik yasaları yerine, ezel ve ebed metafiziği geçmektedir.
Ruhun, sanat dehlizlerinde loş ışıklarını yayarak kendini
tanıdığı ve gizemin sancılarını tattığı metafizik alan,
hayata çıkmanın anlamı olmaktadır. Sanatın renk, biçim,
eda ve kelimelerden süzüle süzüle oluşması da metafiziğin
dışlanmasıdır. Sanatçının dünyası da sayılardan arıtılmış
metafizik alan olmaktadır. Eğer bu alan bulandırılmış ya
da ortadan kaldırılmış ise, sanatçı öncelikle bu dünyayı
kurarak başlayacaktır işe. İnkarın hakkını cehennem
karşılığında elde eden Nemrut bile, anlamına özge bir
mitos oluşturmuştu. Sayıların ötesinde bir dünyadır bu.

MUSTAFA ÖZER

27

Sayıları aşmak, sayıları kendi dünyasına bağışlamak,
sanata ilk adımı olacağını bilmek, insanın ölüm fiyatının
çok yüksek olduğu şu çağda, belki de bize düşen ilk
ödevdir.

MUSTAFA ÖZER

28
ATLARI DA VURURLAR

Gözün, alabildiğine uzanan çayırlarda koşan beyaz
bir ata iliştiğinde tökezlediğini görsün. Gönlünü gözüne
bağlayan ince bir telin sızladığını sezersin. İç
sarsıntısından göz kapakları renkler alemi içinde kalmak
şartıyla kapanır. Göz bebeğinde ezilen çayırlar ve
tökezleyen beyaz at donar kalır. Ve sen varoluşu
düşünürsün. Ta gerilerden, çapraz bacaklarında mavi, acı,
kanları donarak koşan at sahibini görürsün. Atın yanı
başına gelir. Ve acıdan kıvranan yere devrilmiş küheylana
bakar, dayanamaz. Eli belindeki tabancaya gider. Sonra
yumar gözünü. Ve arkasına bakmadan döner geriye.
Akışı kesilmeyen zaman, tabanca sesiyle ikiye
bölünmüştür burada. Yerde uzanan, bir küheylan değildir
artık. İkiye ayrılan zamanda, birinci bölümüyle varoluşu,
ikinci bölümüyle varoluşun sırrını bütünler. Varoluş ile
varoluş gizemi arasında küheylanın ismiyle, sahibinin
ismini birleştiren tabancanın kendi belirir. Bu operasyonu
yanı başımızda acı çeken sevgililerimize
uygulamayışımızın nedeni, bizimle aynı adı taşımasından.
Oysa sevgililerimize zulmettiğimizin farkında değiliz.
Allah’ın kullarına bahşettiği ölüm mükafatı, gerçekten de
insana bağışlanmış en büyük lütuftur.

MUSTAFA ÖZER

29

Bazıları, doğal seçinimle, hayvanın insana
değişimini kanıtlaya dursunlar. Ya da, Zola gibi, insanın
hayvana dönüşümünü gözleyedursunlar. Biz bunların,
hayal genişliklerini kurcalamadan, yaşama sevincine
dönelim.
Zamanın, ömürlük kesitinde, kazandıklarımız ve
kaybettiklerimiz ilgilendirir bizi. Bu kesitte, alın yazımızı,
güldüren olayların nicelik ve niteliği ilgilendirir bizi.
Gülmesi, gülmemize bağlı. Dirilişler ilgilendirir bizi. Ve
ilgilerimize bütünlük kazandıran inancımız daha çok
ilgilendirir bizi. Bu inancımızı hafife mi alıyoruz, inkar mı
ediyoruz yoksa deruni bir şekilde yaşayabiliyor muyuz?
Şöyle ki, hayatımızı bilerek ve duyarak mı yaşıyoruz veya
nesnelerin fonksiyonu olarak yaşamaya zorunlu muyuz?
Bunu bilmek ilgilendiriyor bizi. Ne insanın hayvan oluşu,
ne de hayvanın insan oluşu… Zira insanın hayvan oluşu
kıylü kaldır. Ve yine, hayvanın insan olması da, lafü
güzaftır. Sokrat saçmasını aşmaz bunlar.
Yaşama sevincini öldüren gülüş ve alkışların
gerisindeki gerçeği görmek biraz daha insanca olur. Tam
insanca olanı ise, yaşama sevincini başlatan acı ve
ağıtların künhüne ermektir.
Beyaz at güzeldi. Çayırlar güzeldi. Ve yaşamayı
sergileyen atın dilediği şekilde koşması daha güzeldi.
Tökezlemek kötüdür. Acı çekmek kötüdür. Daha kötüsü,
yakını elinde ölmektir. Ama atın sahibi vurdu onu.
Vurmak zorundaydı. Sevdiği için zorunluydu. Yaşama
sevincini yok etmeden öldürdü onu. Onun yerine çayırları

MUSTAFA ÖZER

30

yatıran beyaz bir rüzgar olacaktı. Ve adam bu özlem
rüzgarlarıyla avunacaktı. Gerçekte bu avunmak değil
aldanmaktı. Bir yerde, sevinci bulmak kutsal aldanışlara
bağlıdır.
Yaşama sevincini bulmuşlardan biri olan, Hallac-ı
Mansur’a atılan taşlar arasında değen gül gibi, atın sahibi
de ölüm bağışlamıştı ata.
Ama çağımızda insanları da, atları da değişik
vuruyorlar. Vurulan, yaşama sevincini bulmadığı gibi,
vuran da, benliğini çirkeften çıkaramıyor.

MUSTAFA ÖZER

31

DEĞİŞİM

The devil himself can cite scripture
for his purpose. “İncil”
Dehlizler, toz toprak içerisinde. Hafiften belini
eğmiş, gözleri takalarından fırlayacak derecede dışarı
düşmüş işçiler, dehlizden çıkar çıkmaz ellerini iki yana
açarak, anlaşılamayan kelimelerle bağırıyorlar. Ve
arkasından işçilerin henüz çıktığı dehlizler büyük
gürültüyle kapanırken, adımını gökyüzünü görecek kadar
uzatamadan ölüm tünelinde kalan işçiyi de geride
bırakarak kaçıyorlar. Gürültü içinde gürültü. Degabaj
yapılan bölgedeki molozların kaydığı görülüyor. Koskoca
tepe, kendi gürültüsünde kayboluyor. Ertesi gün,
gazetelerden okunan şu kelime var : GRİZU…
İki elini apış arasına almış, sedir minderine kıvrılmış
mışıl mışıl uyuyor. Yaşı, ya bir, ya iki, babası
Çukurova’da üç beş kuruş kazanmak için sılasını terk
etmiş. Öksüzden farkı mı var sanki? Çocuk kendisine
alınacak pabucu düşlerinde göredursun, evin hanımı
uykusundan akrep sokmuş gibi uyanmakta. Umudunu
çocuğuna bakarak ileriye uzatırken, kocasını düşünüp
mahzunlaşıyor. Düşünürken yine de, uykuya dalıyordu. İlk
horoz ötümünde gök çatlamışçasına yağan yağmurun
altında çığlıklar birbirine karışıyor. Vücuduna düşen taş ve

MUSTAFA ÖZER

32

direklerin acısı hiçe iniyordu. Karanlık, anne sesleriyle,
çocuk ağıtlarıyla dolmuştu. Evler, çekilen kilim üzerindeki
eşyaların dökülmesi gibi, bir yana devriliyordu. Bunu gün
doğunca göreceklerdi. Karanlıkta görülen tek şey, yavrum
diye feryad eden annenin çığlığı idi. Yağmur, kasabaya
ulaşımı kesmiş, rüzgar, umut ufuklarını ortadan
kaldırmıştı. Ertesi gün gazetelerde manşet : DEPREM…
Bir eli direksiyonda, diğer eliyle radyodan türkü
söyleyen bir istasyon arıyordu. Ağzında, yeni moda, bir
türkü arkadan gelen otolara yol veriyor, karşıdan gelenlere
yarım ağız bir şoför selamı çakıyordu. Altındaki araba,
yeni model ve keyfi gıcır şoförün. Yolcuların kimisi
uyuyor, kimisi de yol dostluğunu ilerletiyordu. Nice bir
zaman sonra vitesi yenilemeye zaman kalmadan otobüsten
ayrı giden sağ ön teker olacaktı. Şoför şaşkınlıktan bir
“BİSMİLLAH” çekti. Otobüsün içi Kelime-i Şahadetlerle
dolmuştu. Kontrolü kaybolan otobüs karşıdan gelen bir
tankerle iç içe… Patlayan deponun benzini bayılan
yolcuların üzerinde alev alev ocakları söndürürken, ertesi
günün gazetelerine yeni bir haber çıkacaktı : TRAFİK
KAZASI…
Gerçekten yukarda tablolarını çizdiğimiz
görünümler bir savaşta verilen şehid acılarını unutturur.
Çaresiz kaldığımız böylesi zamanlarda bireyci yapımızın
gereği olacak Tanrı’ya sığınırız. Yavuz Sultan Selim Han
gibi her zaman Tanrı’yla olanları tenzih ederiz.
Olayların daha acısı dinmeden, hayatta kalanlar daha
doğrusu, felaketleri basın aracılığı ile izleyenler akla

MUSTAFA ÖZER

33

sığmayacak hile ve dolandırmalarla acı içinde kıvranan
felaketzedelere yaklaşacaklardır. Esas dram bundan
sonradır. Bütün bunları unutabiliyoruz. Gelin görün ki,
sayıları birkaç yüzü aşmayan kültür değişimini
örnekleştiren öğrencilerin ölümleridir. Kimi yazarlarımız
öğrenci olaylarına dünya tarihine bakar gibi abanırken,
kimi yazarlarımız da bütün bu olup bitenleri görmezlikten
geliyor. Ölümün yapayı ya da doğalı olmamakla birlikte
değişime konu olursa biraz daha derinden ve özüne yakışır
şekilde ele almak gerekir.
Ülkemizde inanca susandığı açık. Hem de bunun
sosyal planda anlaşılması gerektiğini bilmek tıpkı
zihnimizden geçen olaylar panoraması gibi inkar
edilemez. İnkar eden bilmeli ki, öncelikle insanlığını inkar
etmiştir. İşi bu kerteden ele alanlar için denebilecek en iyi
söz, insanımız üzerine konuşmamadır.
Tanzimatla birlikte başlayan gerek sosyal değişim,
gerekse, kültür değişimi inanç konularını gündemden
çıkardı. Çok partili döneme geçtiğimizden bu yana siyasal
yapımız biraz genişlik kazandı. Elbette ki, 1950’lerden bu
yana sınırlar coğrafyası da rahatlamıştır. İç siyasa rahatlığı
belki de sınır coğrafyalarının rahatlamasından
etkilenmiştir. Şurası da bir gerçektir ki, 1960’lardan sonra
eski kültür birliğimizi oluşturan milletlerle daha rahat
ilgiler kurulmuştur. Henüz bu ilgiler insana rahatlığa
kavuşmamış olabilir. Bu durumu komşu ülkelerin kültür
alış-veriş noksanlığında ve kültür değişimlerini
anlayamamalarında arayabiliriz. Lakin bunlar bahaneden
öteye geçemez. Amerika kıtası sanatıyla ilgi kurulabilip

MUSTAFA ÖZER

34

de, komşu ülkelerin sanatlarıyla ilemsiz olmak
bağışlanabilir suç değildir. İç değişimi ne kadar iyi
değerlendirmekle inancımız ve sanatımıza yeni bir
formasyon kazandırırsak, aynı kültürün üyelerinin değişim
ve sanatlarını bilmekle de daha üst seviyede sanatımızı
kurmuş oluruz. Bugünlerde ulusal ve uluslar arası
“Yerellik ve Evrensellik” olmak açısından sanat
tartışmaları sürüp gidiyor. Bütünüyle gözden kaçırılan
nokta, aynı kültürün üyesi ülkelerin oluşturacağı sanatın
uluslar arası planda söz sahibi olabileceğinin unutuluşu ve
kültür konusunda üye ülkelerin yadsınması gerçekten
üzücüdür. Açık bir örnekle söyleyelim; Mısır romanı,
Libya tiyatrosu, Uganda musikisi nicedir. Kaç kişi bilir
bunları? İnkar kakı bu ülkeleri yadsıyanların kendilerine
ne kazandırır? Sanırım bunu inkar edenler de bilmez. Türk
kültürünün yeni yapısının eski temeller üzerine oturtulma
sorunu ise yavaş yavaş çözüme kavuşuyor. Bunu biz iç
sorun sayıyoruz. Kültür tarihinde ufak kaygıların ihmal
edileceği normaldir. İçerisinde insansı acıların olmadığı
sorunlar ilgilendirmez kültür tarihini.
Yerellik konusunda ise, sanatçılarımız şartlanmışlık
içerisindedir. Oysa sanatçı özgür olmadıkça gerçek sanata
ulaşamaz. Büyük çoğunluk öğrenci sınıfı, işçi sınıfı ve
patron ağa sınıfı sanatıyla meşgul. Üstelik sanatlarının tek
perspektifi hınç, kin, gayz ve fesattır. Bunlar geçiş dönemi
edebiyatını oluşturuyor. Asıl sanat, sınıflaşmamış bünyeye
sahip olan ülkemizin tüm insanlarını konu almasıdır.
Büyük bir eksiklik de değerlerin sanatta yer almayışıdır.
Sanatta yer alan değerler alay edilmek ve hafife alınmak
için yapılmaktadır. Elbette ki bu durum “güneşe karşı

MUSTAFA ÖZER

35

işemek” isteyen sözüm ona sanatçının kendini inkarından
başka anlam taşımaz. Biz bunları sağlığa kavuşan bir
bünyenin dışkıları olarak kabul ediyoruz. Bu yüzdendir ki,
yeni gelişen geri dönmesiz Türk sanatçısına güvenle ve
inanarak bakıyoruz. Henüz örtüleri açılan sanat
dünyamızda Mevlana, Yunus Emre, Fuzuli, Baki, Şeyh
Galib, Dede Efendi, Abdülhak Hamid, Mehmed Akif,
Yahya Kemal, Necip Fazıl ve yeniler… Gökyüzünü
kuşatan yıldızlar gibi iç dünyamızı aydınlatmaktadır.
Onurumuzu kazanırken sanatımızın temellerini daha iyi
kavrıyoruz.
Kümesini saray sanıp altındaki fol yumurtayı gururla
seyredenler yüce sanatımızı anlamadıkları sürece en fazla,
küçükbaş hayvan olmaktan büyükbaş hayvan olmaya
doğru ilerleyebilirler. İnkarlarının karşılığı ancak da bu
olabilir.
Türkiye’de değişim, sınıfsal değildir. Ama sosyal
bir değişimin olduğu yadsınamaz. Bu değişimi, yüce
değerlerle anlamlandırmak sanatçıların görevi olacaktır.
Ve yine değişimin nasıllığının ve niceliğinin düzeyini
bilmek sanatçının görevlerinden olacaktır.

MUSTAFA ÖZER

36
UMRAN VE ALDANIŞ

Ümran, İbn Haldun’un Mukaddime’siyle literatüre
giren bir terimdir. Ve dünyanın sosyolojik imarını kapsar.
Dünyanın sosyolojik imarını anlatırken; “aslanların
pençeleri, öküzlerin boynuzları, köpeklerin dişleri var ve
kalın derileri var bu hayvanların. Kendilerini düşmana
karşı koruma vasıtaları verilmiştir. Hayvanlardaki bu tabii
vasıtalara karşılık insana, akıl verişmiştir. İnsan, bu sayede
canlılar aleminin en muhtacı olarak bir arada yaşamak
zorundadır. Bundan cemiyetler doğar. Geçmişler geleceğe,
suyun suya benzemesinden daha ziyade birbirine
benzerler” ölçüsüyle tarih ilmini uygarlık tarihi, olarak
değerlendirmiştir. Ümran, cemiyetleşme halinde bulunan
insanlığın yarattığı geçmişiyle tarih, geleceğiyle sanattır.
İbn Haldun Ümran sözcüğünü, ilm-i tabiat-ı ümran
biçiminden kullanmaktadır. Burada dikkatimizi en çok
çekmesi gereken bu büyük dehayı ulusça tanıyamamış
olmamızdır.
Tarih bize şunu göstermiştir ki, nice büyük
uygarlıklar aldanışlarının kurbanı olarak göçüp
gitmişlerdir. Tarihi, tekerrür ettirip ettirmemek bireysel bir
sorun olmadığı için, bize düşen geçmişin günahlarından
arınmak, sevaplarından yetesiye yararlanmaktır.

MUSTAFA ÖZER

37

Konumuzu Mukaddime’yle sürdürelim. Tarihte, nakil
esastır. Zira tarih, nakli ilimler arasında yer alır.
Geçmişlerin geleceğe, suyun suya benzemesinden daha
ziyade birbirine benzemesi göz önünde tutularak
sosyolojik ümrana eğilelim. Geçmişi yargılarken,
yanılmalarımızı şu noktalarda toplayabiliyoruz.
a) Öğreti taraftarlığı: Düşünce ve kliklere taraftarlık
yanılgının ilk basamağını teşkil eder. İnsan,
içinde bulunduğu düşünce ve kliğin incinmemesi
için birçok yanılgıyı kabul eder. Aldanışın en
belirsiz hali bu düzeyde ortaya çıkar.
b) Nakillere inanmak: Bir haberin, yalan veya
doğruluğu nakledilenin insafına bırakılmaktadır.
Oysa bu düzeyde nakledenin ilim ehliyetine ve
doğruluğuna bakmak gerekir.
c) Sanılara inanmak: Nakledenlerin birçoğu ,
fenomenleri özel sanılarla ilmine yabancı
olmasına rağmen aktarabilmektedir. Amacı
unutulan ve sanılarla bezenen bir olayın özüne
kuşku girmiştir.
d) Psikolojik yapı: Bu okuyucunun olaya psikolojik
yakınlığından doğar. Yanılgısını genel geçer
olarak doğru kabul eder.
e) Özeleştiri yoksunluğu: Olayların fenomenolojik
ontosu ile haberleri eleştiriye tabi tutmadan
kabul etmek de, ayrı bir aldanışı teşkil eder.
f) Alkış kaosu: Haberleri bize ulaştıranların servet,
ün ve mevki peşinde sürüklenerek olayları yanlış
nakletmelerine inanmakta yine bir yanılgıdır.

MUSTAFA ÖZER

38

g) Umran ve aldanış: Büyük aldanışın temelinde
ümranı bilmemek yatar.
1299 devrimiyle sosyolojik ümranın uygulama
platformuna çıkarılan Anadolu uygarlığı, 1453 değişimiyle
yeni boyutlara ermiştir. 1453 değişiminin boyutları, 1566
yılıyla bütünlük kazanır. Anadolu uygarlığı hem mekan
olarak, hem güç olarak ideolojik bir bünyeye sahip
olmuştur. Birçok ulusun bir arada yaşadığı büyük
uygarlık, yani, ümran oluşturulmuştu. Önemsenmeyecek
derecedeki rafızi hareketler cemiyet evinin pis sularının
toplandığı fosseptik çukurundan öte anlam taşımaz.
Ümranın doğuşu, 1299, olgunlaşması 1453-1566 dönemini
teşkil eder. Organik teoriyle açıklamadığımızı belirtmek
şartıyla, olgunluk dönemini çöküş dönemi izleyecektir.
Çöküş dönemindeki ıslahatlar gerçekte ümranın
anlaşılmaması yüzünden topluma yeni ızdıraplar
getirecekti. Bu gerçeği anlamayan Türk Devleti yavaş
yavaş düşmanları elinde zebun olmuştur. İşin tuhafı,
devletin dayandığı halk kitlesi kendisine dış mahreçler
aramıştır. Elbette bunu bulmakta gecikmeyecekti.
Balkanlar, Kafkaslar ve Filistin hattıyla Kuzey Afrika,
mekan olarak yabancı boyunduruğunu seçmişti. Yirminci
yüzyıl uygarlığını teknik devrimle ümrana sokan Avrupa
yeniden doğuşunu hazırladı. Asabiyetini toparlamıştı. Bu
sayededir ki, 1839 devrimiyle başlayan ve 1923
devrimiyle bizzat devlet tarafından gündeme alınan
Avrupalılaşma, Türk halkının dış mahreç arama
özelliğinden başka anlam taşımaz.

MUSTAFA ÖZER

39

Nitekim Arnold J. Toynbee “Türkiye”de : “29 Ekim
1923’de, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile
doğan Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında batı
uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş bir anıttır. Batı
uygarlığımız, bazı çizgiler üzerinde gelişmeseydi ve ilk
dar sınırları dışına taşarak batılı olmayan zihinlerdeki daha
değişik gelişme biçimlerini etkilemeseydi 29 Nisan 1924
Anayasası ile donatılmış ve 1925 yılında Türk devlet
adamlarının izledikleri politikayla yönetilen bir Türk
Cumhuriyetinin Anadolu’nun içinden çıkabileceği
düşünülemezdi” demektedir. Toynbee’nin eseri
yazmaktaki maksadının ne olduğunu anlamak şimdilik
biraz güç. Bu yüzdendir ki, uygar bir yanılgıya düşmemeyi
yeğ tutuyoruz. Zira ümranın tanımında, mübalağa, kişisel
yargılamalar yoktur. Ama Toynbee, bir gerçeğe parmak
basmaktadır. O da, 1839 sonrası Türk insanının batı
uygarlık çizgisine girdiğidir. İyi ya da kötü, yanlış ya da
doğru yargılamasını yapmadan, bu olayı şu günkü
uygarlığımızın haline bakarak değerlendirebiliriz.
Akademik cephenin tembellik duygularından dolayı,
kendi öz araştırmaları yerine batı çevirileriyle yetinmesi,
Anadolu uygarlığının her halde gerilemesi sayılacaktır.
Siyasi yapı, halka aydından daha çok yaklaşmıştır. Ve
halkın ekonomik istemlerini gidermek için kolları
sıvamıştır. Ama siyasi yapının planlı, çok ileriye
yönlendirilmiş ideallerinin olmaması onu yer yer acze
düşürmektedir. Akademisyenler ise, olaylar karşısında ya
seyirci, ya da, karşıt olarak yer almaktadır. Çok az bir
kesiminin uygarlık sorunlarına eğildiği söylenebilir.
Sosyal bilim dallarının bile meslek kazanma anlayışından

MUSTAFA ÖZER

40

öte geçememesi her gün bu yokluğu biraz daha
duyurmaktadır. Uygarlık gerilemesine paralel olarak
ilerleyen doyumsuzluğun eseri anarşi ufukta kara noktalar
halinde belirmektedir.
Umranın sağlanması, yasalarla kurumların,
kurumlarla halkın uyumlaşmasına bağlıdır. Ancak bu
sayede aldanıştan ümrana yükselebiliriz.

MUSTAFA ÖZER

41
UMRANDA SİYASAL PERSPEKTİF

Umran devletsiz olmaz.
Umranı yaratan insan olmakla birlikte; bir milletin
üyesi olan insandır. Ümranı kuran insan, devleti kuran
insandır. Onun için, ümran ile siyasi sistemleri birlikte ele
almak zorundayız. Siyasi sistemleri ise, düşünce
sistemlerinin bir ürünü sayarak değerlendireceğiz.
Düşünce sistemleri, insanla başlamıştır. Kelamın
bağışlandığı Hz. Adem’le. Tanrı’nın gönderdiği ilk “on
sahife” Hz. Adem’in yönettiği topluma yeterliydi. Daha
sonra, Şit Peygambere gönderilen “elli sahife”, İdris
Peygambere gönderilen “otuz sahife” ve İbrahim
Peygambere gönderilen “on sahife” içlem olarak
Tevrat’tan Zebur’a, Zebur’dan İncil’den Kuran-ı Kerim’in
kapsamına girmiştir.
İlk insandan, son insana kadar, bu siyasal
perspektifin hakim olduğu bir ümran kurulmuştur. İçin
için, ruhumuzda varlığını duyup, taştığımız, korktuğumuz,
atıldığımız, düştüğümüz ve düşündüğümüz bir ümran
sayesindedir.
Çağımız düşünü sistemleri, (siyasal, ekonomik,
sanat ve sosyal)ise, tanrısal orijinli düşünü sistemlerinin
çarpıtılmış biçimlerinden başkası değildir. Yeni sistem

MUSTAFA ÖZER

42

bulmakla, kurmakla ya da yaratmakla öğünen niceleri
görüşünün temel materyallerini tarihe dayamadan
edemezler. Yeniliği, tamlığı ve doğruluğu, eskiye verilen
ilkelliğe nispetledir. Yeninin, eskiyi ilkel sayması
olağandır. Elverir ki, eski sistem, bütün açıklığıyla
biliniyor olsun. Ütopyada gelişen eskiye göre yeni, daha
ilkel olma şansını bünyesinde taşıyabilir. Olaylar, açıklığa
kavuşturulmadan eski ya da yeninin ileri olduğuna karar
verilmez. Aldanmamak için ümranın bütün fenomenlerini
tanımak zorundayız. Aynı zamanda, tarih bilincinin
yobazlaşma vebalinden kurtulmuş olmamız gerekir. Ki
eski yeni tartışması yapılabilsin. Elbette ki, tartışma
terimini, ümranın yücelmesi uğrunda bir çalışma olarak
ele alıyoruz.
Tarihi önümüze aldığımızda, yenileri, eskilerin
üzerine kurulmuş yapılar olarak görmek için mantık
silsilesini yürütmek yeterlidir. Zira, yeni sistemler, kaos
halinden kosmosa dönüşürken, daha önce kurulmuş ümran
yasalarından geçecek ve kendinden önceki sistemlerin usul
ve yasalarından yararlanacaktır. Yeni düzen, eskiyi
geliştirme ve ondan yararlanma biçiminde olacaktır. Yeni
sistemlerin, öz yasaları oluşurken, eski sistemden yapılan
alıntılar, değişen sosyal yapının kabulü anlamında
olacaktır.
İslam düşüncesi, yerli yöneticilerinin yönetim
hakkını Yavuz Sultan Selim Han’a devrettiklerinde geniş
bir coğrafya içerisinde tek tip bir uygulama görmüştür.
Ondokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren, İslam
coğrafyasında hareketler başlamış ve Birinci Dünya

MUSTAFA ÖZER

43

Savaşından sonra da ırklar ön plana alınarak milli yönetim
sınırlarına dönülmüştür. İslam Dünyasında, ümranın bir
tarih bilinci oluşturduğu ve fakat, siyasal perspektiften
yoksunlaştığı görülmüştür.
Avrupa’da, dün mezhepler çerçevesinde yapılan
birleşmeler, bugün, ekonomik ad altında yapılmaktadır.
Kültür birliğini hangi ad altında olursa olsun kurmaya ve
geliştirmeye çalışmaktadırlar. Gerek, Birinci Dünya,
gerekse İkinci Dünya savaşlarının bitiminde kurulan
yardım ve kalkınma programları, Avrupa kültürünün
bölünmezliğini sağlamak içindir. Oysa, İslam Dünyasında,
yansızlaştırma politikası uygulanmıştır. Tarihin daha iyi
değerlendirilebildiği şu gün, İslam Dünyasında da,
bloklaşma ve evrensel hareket tarzı aranmaktadır. Bu
övülmesi gereken büyük bir olaydır. İlk tarih bilincini
ortaya atan, büyük sosyolog İbn Haldun, hayatı boyunca
bu idealin pratiğini yapmakla uğraşmıştır. İbn Haldun, bu
tür davranışları, tarihi bir zorunluluk olarak
değerlendirmektedir.
Siyasal perspektifin bulanık olan yanlarını, aşağıdaki
başlıklar altında toplayabiliriz:
a) İslam uygarlığı bir realitedir.
Gerek sosyal yapı, gerekse uygarlaşma, İslam inancı
çerçevesinde oluşmuştur. Buna rağmen, ondokuzuncu
yüzyılın ortalarından sonra, işportacı zihniyetiyle
meyvelere, sonradan su enjekte edilircesine, topluma
dışarıdan düşünce ithal edilmiştir. İthal edilen düşünce

MUSTAFA ÖZER

44

karşısında, inanç ya mabetlere hapsedilmiş ya da masal ve
hikayeye dönüştürülmüştür.
Bu durumu, kendi toplumumuzdan örnekleyebiliriz.
Kur’an-ı Kerim’in yüceliği tartışma yapılmaksızın
kabul edilir. Ona saygı duyulur. Bu duruma bakıp da,
Kur’an-ı Kerim’den yararlandığımız sanılır. Oysa, bilmem
hangi Amerikalı’nın Kur’an-ı Kerim’den atomu
bulduğunun hikayesini bilmeyen yoktur. Ve hatta Aya
gidildiğinde, bazı açıkgözler bunun Kur’an-ı Kerim’den
mülhem olduğunu ortaya ataralar. Bizim için sorun,
Müslümanların Kur’an-ı Kerim’den ne derece
yararlandığıdır. Bununla yüce Kitab’ın yalnız
Müslümanlara hasredildiğini kastetmek istemiyoruz. Zira,
O kitap Allah’ın bütün kullarına indirilmiştir.
b) Ondokuzuncu yüzyıl veya milletler çağı :
Bizim toplumumuz, ondokuzuncu yüzyıldan büyük
depresyonla çıkmış, yirminci yüzyıla da milyonlarca
şehitle girmişti. Yirminci yüzyılın yarısına kadar da
sinerek yaşamıştır. Ondokuz ve yirminci yüzyılda aldığı
büyük yaraların neticesi, ümranın anlamını unutmaya
yönelmişti. Bu arada unutulan bu büyük değer de, siyasal
perspektifti. Kendimize ve dışarıdakilere nasıl
bakacağımızı yitirmiş, eleştiri ve özeleştiriden
yoksunlaştırılmış bir zamana kaymıştık. Kucakladığımız
bu zaman diliminde, Avrupa, Asya ve Afrika ırk
çığlıklarıyla yeryüzünü sarsmaya başlamıştı. Yeni uyanan
Amerika bile bu sarsıntıdan uzakta değildi. Irklar,
babaların kendilerine bir çatı kurması gibi sınırlar çizmeye

MUSTAFA ÖZER

45

başlamıştı. Türkiye’de buna yabancı kalmadı. Misak-ı
Milli sınırları bu ruhla çizilmişti.
Ne var ki, 1923 devriminden sonra, öncesinin enkazı
altında sıtma nöbetleri geçiriliyordu. Toplum, ümran
taşıyıcılarından yoksun kalmış, askerlerin yönetimine terk
edilmişti. Hissedilen tek şey, milli kurtuluştu. Oysa, en
büyük kuşku yeni dönemde, nelerin, nasıl yapılacağı idi.
İkinci Dünya Savaşından sonra, önceleri, posta paketleri
halinde kapımızın altından sürülen Avrupa kültürü,
bundan böyle penceremizin önüne bırakılan kolilerden
çıkacaktı. Bu dönemde, kapı ve pencerelerimiz yine de
doğuya kapalıydı. Batıya ise sadece pencerelerimizi
açmıştık. Pencereden gördüğümüz Avrupa manzarası,
hayalimizdeki Avrupa manzarasını yavaş yavaş yıkmıştı.
Oysa toplum bu döneme değin, solunumu, sadece duman
bacalarından yapmaktaydı. Tamamıyla ve her şeye kapalı.
Bundan sonra, kendi ülkesinin coğrafyasına açılan
insanımız, umutsuz kıvranmaya başlamıştır. İslam
düşüncesi de gündeme gelmiştir. Bazıları bu durumu, salt
rejim açısından değerlendirmektedirler. Oysa ümranın
anlaşılması ve onsuz olunamayacağı bilinci belli bir
aşamayı gerektirdiği için, bu dönemden sonra, uygarlık
çalışmaları başlamıştır. Tarihi fonunu çizdiğimiz toplum,
yeniden gündeme gelen İslam düşüncesini statik olarak ele
alıyor, ve bunu bağnazlığı ile besliyordu. Bağnazlıklar,
biraz da, tarihsel ürküntüden doğmuştu. Bu konuda,
aydınlar, toplumu yeni bir düzeye süblime etmek yerine,
kınama yarışına giriyorlar. Toplum ise, yine sessiz, yine
statik. Günümüz Türkiye’si, dünün toplumu değildir.
Büyümüş ve genişlemiştir. Ve aydını uygarlık sorunlarını

MUSTAFA ÖZER

46

bencil duygularıyla değil, tarih bilinciyle tartışmaya
sokmuştur. Elbette ki, karşıt görüşte olanlar da vardır.
Lakin karşıt görüşlüler dış siyasal mihrakların beslediği
ardıbeslek yargıları taşırlar. Bunlar her devirde
olagelmiştir. Umranın olgunlaşmasını geciktirmekten
başka iş de yapmazlar.
c) Siyasi kadrolar ve aydın kadrolar :
Yönetimde yer alan yöneticiler ve yöneticilerin bağlı
oldukları grupların oluşturduğu siyasi kadro, geriye
dönüktür. Aydınlar ise gerek gruplar halinde, gerekse
birey olarak ileriye yönelmişlerdir. Siyasi kadrolarla aydın
kadroları, özellikler İkinci Dünya savaşından sonra,
birbirlerinden ayrılmışlar ve hatta cepheleşmişlerdir. İkinci
Dünya Savaşı öncesi aydınlarla siyasi kadroların
entegrasyonu da yapaydır. Siyasi kadrolar devamlı olan
davranışları kabul ediyor, yeni katılmaları yadsıyor. Oysa
aydınlar, yenileri eskiterek yeniler peşinde koşuyor. İslam
düşüncesinin gündeme gelmesiyle, siyasal kadrolarda
genel bir kararsızlık ve eski halin devamını istemek
oluyor. Oysa aydınlar ümranın çağdaş parametrelerle
geliştirilmesi gerektiğine inanıyordu. Ne var ki, aydınların
çağdaş parametrelerle yürütmek istedikleri ümranın
fenomenleri boz bulanıktı.. Tarih bilincini duyan aydınlar,
öncelikle İslam Klasiklerini gündeme aldılar. Henüz bu
bitmiş değildir. Ama, Türk toplumu bu yeni gelişimi
sevinçle kabul etmiş, yeni aydınlarına içtenlikle
bağlanmıştı. Siyasiler, halk-aydın birleşmesinden
mevkilerine zarar verir düşüncesiyle aydınları siyasal
kadrolara kaydırmaya çalışmaktadır. 1970’le birlikte bu

MUSTAFA ÖZER

47

gerçeğin acılarını biraz daha yakından duymaktayız. Eğer
ki, ümranın anlaşılması tamamlanmadan aydınlar, siyasi
kadrolarda yer alacak olurlarsa, İslam düşüncesi büyük
zarar görecektir. Bunun için, aydına düşen görev, kendi
tarihi geleneğinde ve kendi coğrafyasında yer almak
olmalıdır. Çünkü, toplumun yönetimi siyasilere verilmişse,
eğitimi de aydınlara bırakılmıştır. Aydın, siyasiler gibi
(Jeotropizma) hareketiyle yere doğru değil, tarih bilinciyle
(Fototropizma) davranışlarını birleştirip toplum ümranını
üstlenecektir. Siyasi kadroların önem verdikleri
entüisyonel kavramlara ve protokollere aydınlar elbette ki,
uyamazlar. Ama karşı olmak yerine kurumları bilgileriyle
doldurmak zorunluluğu da aydınlara düşmektedir. Her
nedense, aydınlar ters yüz edildikleri siyasal yapıdan
alamadıkları hıncı, birbirlerine çatmakla alıyorlar. Bu
cümleden olarak aydınların romantik ve fantastik
girişimleri yalnız siyasal kadroların yozlaşmasına değil,
mutlak düşünceye de zarar vermektedir.
d) Üstad ve Lider :
Siyasal kadrolar, üstadların göğüslerinden
beslenirler. Siyasal kadronun en beceriklileri, liderliği elde
ettiğinde, üstada karşı ters düşmek yerine, onunla
meşveret etmek zorundadır.
Üstad, ilim adamı değildir.
Üstad, fetva makamı değildir.
Üstad, politikacı değildir.
Üstad, mürşid değildir.
Üstad, yasa koyucu değildir.

MUSTAFA ÖZER

48
Üstad, lider değildir.
Üstad, teşkilatçı değildir.
Bütün bunlara rağmen,bütün insani ilimlerden
hissesini almış, zamanının yorumcusudur O. Yeri, siyasi
kadroların ve aydın kadroların üzerindedir.
Üstad kavramından ne anlaşılması gerektiğini
belirtirken tabu olmadığını da bilmeliyiz. Üstadın Mutlak
Düşünce Ümranının kadrolarını yetiştirirken duymamız
gereken saygı, kutsallık izafe etmemek şartıyla, saygıların
en büyüğü olmalıdır.
Ümran devletsiz olmaz dedik. Devlet yöneticisiz,
yönetici halksız, halk aydınsız olmaz. İslam düşüncesinde
rızk tekeffül edilmiştir. En büyük sorun ekmek değil,
ümrandır. Devlet, ümransız olmaz.

MUSTAFA ÖZER

49

KRİZ

Karanlık bulutların arkasından gelen sert rüzgarlarla
kişi dostluk kurar ara sıra. Gözleri soğuktan pul pul olsa
da yine o acı rüzgara ıslıkla şarkısını okur ve onunla
dostluğunu sürdürür. Ya da Cenap Şehabettin’in Elhan-ı
Şitasını beyaz kar gecelerine sunarak ayazla dost olunur.
Sultanhamam ya da Mahmutpaşa yokuşlarında
kauçuk ayakkabıyla yürümek sıcak günlerde ayağın ölümü
demek olur. Yağışlı günlerde ise yürümek pek kolay
olmaz bu yokuşlarda. Çünkü dost olabileceğiniz kediler
bile buralara uğramaz. Kaygandır parke taşları yağışlı
günlerde. İşin kötüsü yollarda tıkanıktır. Yolları tıkayan
taksi, kamyon tümüyle bomboştur. Dost olacağınız araba
atları bile sevimsiz konumdadır korna sesleri arasında.
Yeni dilden tecim eskilerince ticaret dedikleri
nesnenin barometresi ya da sismografı bu yokuşların
yanlarına ya da arasına kurulmuştur. Hükümetin yan
geldiğini basın ve yayın araçlarından öğrenmeye gerek
yoktur. Bu yokuşların eğim derecesi siyasal sürecin
kesitini verdiğinden devlet çıkmazını gösterir.
Sultanhamam hanlarının hepsi bir çıkmaz ve çıkılmaz
sokak olduğunu vatandaş bilseydi ya da öğrenirse parke
taş olmayı yeğlerdi yaşamasına.
Cağaloğlunda yokuşlar vardır. Kağıtlar taşınır
biteviye. Kafa ile ilintili kağıtlar. Cağaloğlu yokuşlarında
anlaşılmaz. Sultanhamam yokuşlarında tuvalet kağıtları
boldur. Ceplerde tomar tomar taşınır. Kadınlar var saçları

MUSTAFA ÖZER

50

kesik etekleri eksik kadınlar Sultanhamam yokuşlarında.
Jarse kumaşlar partilerde ucuz satılırsa varsın satılsın.
Düşen kalkmayı bilmeli yokuşlarda. Partiye düşer krep
jarseler. Siyah saçlı mankenlerin plastik olduğuna
bakılmaz. Onlarda partide satılır ucuz ucuz. Devlet akar
Sultanha- mam yokuşlarında. Tecimenler ceplerini
doldurur. Belediyenin lağım arabalarından sızan kokular
sabahları yokuşlarda duyulan açlığı doyurmaya yetmez.
Çağ ilerler kuşkusuz. Bizim çağımız öncekilere göre
çok ileri denilebilir. Çünkü semerle yükü eskiden dört
ayaklı yaratıklara taşıtırlarmış. Bizim çağımız öncekilere
göre çok hem de pek çok ileridir denilebilir. Tecimenler
iki ayaklı yaptılar yük taşırları. Semerleri bir başka, önceki
semerler hiç benzemez. Bizim çağımız öncekilere göre
pek çok, hem de pek çok ileridir denilebilir. Semerler bile
ilerledi tecimenlerin girişimleriyle ve atılganlıklarıyla.
Mahmutpaşa yokuşundan gelen bir araba atıyla
Yeşildirek’ten inen bir araba atı Bahçekapının bir
çıkmazında karşılaşınca tanıdık çıkacak olmuşlar. Ellerini
birbirlerine uzatmışlar. O güne kadar hep elleriyle
yürüdüklerinden avuç ayalarına hiç bakmamışlar. Bu
karşılaşma avuçlarının içini görme olanağı verdiğinden
nallarına bakmışlar. Birisinin nalının çivisi düşmüş. Diğeri
de bu durumu görmüş ve avuç çizgisinin kapalı,
dolayısıyla onun bahtının kara oluşu yüzünden kendi
bahtını karartmak istememiş. Rasyonelce düşünülürse
tokalaşmamak gerekir diyerek elini tekrar rızık aramak
için yere indirmiş. Çivisi düşen at yalvarmışsa da diğeri
elini uzatmamış. Bu yokuşlarda çivi mi dayanır.

MUSTAFA ÖZER

51

Tecimen Mahmutpaşa Camiine ya da Gürün Hanın
dehlizlerine Cumaları Tanrı’ya mal satmaya gider. İş en
çok o gün olur kanısı dondurma gibi içini serinletir
tecimenin. Yine böyle bir Cuma günü tecimen camiye
gidiyorum sanısıyla boğaza gitmiş. Bir dostun dostluklar
da şikelerle yürür ama olsun anlatışı böyleydi.
Çemberlitaş’ta oturan bir dostunun kanı ki boya
katılmamış kırmızıymış tecimenin arabasına leke olmuş.
Hemen yakasını toplamış, önünü ilikletmiş, git
evinden tuvalet kağıdı getir ve aramı temizle diye tecimen
savunmanlığına sarılmış. Daha önce de olduğu gibi
mahramaları, yemenileri yatağına çarşaf yapmağa alışık
olan tecimen, çağının önünde olmak için dosttan yeni
başörtüler istemiş, bakire olmak koşuluyla.
İnsanların uğramadığı ve o güne kadar atların Kapalı
Çarşı’dan Sultanhamam’a doğru eğimli olarak bildiği
Mahmutpaşa yokuşu Eminönü tepesinden Beyazıt
deresine doğru kıvrılmaya başlamış. Atlar için durum aynı
yokuşu çıkışta denir. Çemberlitaş yine abidedir.
Tecimen sevilmez. Sevinir tecimen. Tanıdığını
arttırdıkça, yeni semerler satmak için sevinir. Tecimenin
yaşamı tecim kuramlıdır. Büyük ister, çok ister.
Doymamak için kalbini ameliyatla aldırmıştır. Çağımız,
yüreklerin sancısız alındığı ve satıldığı çağdır. Tecimen
atılgandır, girişimcidir. O yüzdendir ki önce o olmuştur
ameliyat. Yüreksiz olmak tecimenliğin ilk koşulu, ikinci
koşulu devletli olmaktır.

MUSTAFA ÖZER

52

Dost!. Kanı saf kırmızı dost!.. Tuvaletinde su
kullanan dost!.. Kağıt devrine girmeyen dost!..
Cağaloğlundan alınan kağıtları atlar yemez. Saf
selüloz olmadığından onlar müzelere taşınır. Tecimen saf
selüloz yer, devlet saf selülozdur.
Dost.. Lerzesiz sessiz yağan kar. Yürekleri hoplatan
denizel rüzgar…
Ve Allah… Susmak gerektir sonra, susmak…
Ezanlar başlayınca evren bir kulaktır, görevini tam
yapan bir kulak.
Şimdi dost… Şimdi… Kıbleye yönel Mahmutpaşa
yönüne değil çağın üstüne ve evrenin sürecine VEL ASR
Suresini oku ameliyat edilmemiş yüreğindeki aşkla.
Çünkü ilk EMİR…
ALLAH de ve sus.

MUSTAFA ÖZER

53
YARATILIŞIN GİZEMİ

Ademata yaratıldığında “Eşya ve olayları
değerlendirmek” için ruhuna kutsal söz konuyor. Kutsal
işlemenin evrene işlenmesi ödevini yükleniyor. Ve ilk
Ödevli Serendip dağında karaya ayak basıyordu.
Geldiği yere dönmek için verilen özü işleyerekten,
yaratılış sırrına eriyordu. Sihirli eli neye değse kendine
yardımcı kılınıyordu. Elini değmesi yeter… Elverir ki bu
dokunuşu, kendinden gelen bir öz sanmasın. Verilen ödevi
yapsın…
Ağaçken ev oluyordu çardaklar ve mobilyayı
kucaklıyordu adam oğlunun sihirli eliyle. Tanrı
öğretiyordu ölmek için yaşamasını.
Ademoğlu taze emeğiyle değer biçerken, eşyalara
patentini vuruyordu. “Zamanı tanrı yaşar” ölümsüz,
diyorsa Bilge Kağan; “Ölümlüdür canlılar hep” demesini
bildiğinden. Ve patentini vuruyor evrene öldüğünü
anlatmak için. Nasıl Tanrı Peygambere üflerken ruhunu,
mührünü vuruyorsa, öyle vuruyordu adem oğlu da ödevini
yapmak için. Kendisinin öleceğini bilmek için. İşliyordu
işlengisini eşyalara, vuruyordu yaratıcıdan aldığı özü.
Biçimlendirilen özünü olaylara da basıyordu. Mühür
gibi…

MUSTAFA ÖZER

54

“Zamanı tanrı yaşar” sözüne inanmayanlar çıktı.
Adem oğlu her şeyi kendisinin yarattığını sandı.
Sanmasıyla bir oldu dağ ova, umman oldu her yer…
Kendine kurtarıcıyı bileğinden umanlar, ummana nasıl
gömüldüler. Gönül erleri gemiyle gezideydi o an…
Tereyağından kıl çekilir gibi bir anda zaman durdu… Ve
olan oldu.
Nerde bunca insanlar. İlk insandan beri birikenler
hani Nuh kavmi… Lut kavmi… Ve daha niceleri…
Zamanı Tanrının yaşadığını örnek insanlar
muştuluyordu. Zaman tazeliyordu ve damarlardaki kanları
yeniliyorlardı. Her ilerideki menzil olgunluğa bir adım
daha yaklaşan menzildi… Adım adım zaman ilerledi…
Köşe başlarına elçiler kondu, “adam oğlu bilsin gittiği
yeri” diye…
Son konağa geliyordu zaman ve ondan ötesi, öncesi
gibi sonsuzluğa erecekti. Ve fakat yol tam çizilmiş ve
belirlenmişti. Ucu sonsuzda olmasına rağmen.
Kisra yıkılıyordu. Özü olmayan Kisra… Mührünü
vururken Büyük Elçi. Yıkıldı ki… ne yıkılış… Ruhlara öz
veren ateş kimini yakar kiminin yüzünü aydın kılar. O ateş
ki çöllere su olurken ateşe güvenenlerin ateşini
yanmamacasına söndürüyordu.
Boralar esiyordu putların boynunda… Yıkılıyordu
bir bir… Kabeye son şekli verilmek için, Hz. İbrahim’in
elleri uzanıyordu son güne…

MUSTAFA ÖZER

55

Yıkıldı tüm tanrıtanımazlar. Son köşe taşı kondu…
İnsanlar ölür… Her şey ölür… Mührü inanana
devrederekten Hz. Nuh gemiyle yükselir mührü kurtarmak
için ve devreder diğerlerine. Hz. Süleyman’a ulaşır.
Mührü Süleyman olur. Mührü Nübüvveti Ufuk
Peygambere devrederler. Ötelerin ötesinden mührü
şahadeti beklerler.
Başı, sonu ve evreni kuşatan Büyük Elçi bekler
inananı, Mührü şahadet sahibine teslim olununcaya kadar.
Varlığımızı varlığına borçlu bildiğimiz Yüce Varlık,
bir Tanrı mührü taşıyordu ki iki kürek kemiğinin
arasında… Hz. Adem’den kendisine kadar olan tüm
elçileri varlığıyla temsil ediyordu. Varlık şartı pırıl pırıl
ortaya konuyordu.
İnananların kalplerindeki mührü şahadet ise, yılkı
atları gibi kanı coşturuyor ve yaratılış sırrına erdiriyordu
kişileri.
O mühürle müjdeler adam oğullarına evrenin sırrını
ve yaratılış bilincini.

MUSTAFA ÖZER

56
OLUŞUM VE ORUÇ

Şu dünyamız ne gariptir. Zaman onu ne de tez
yaşlandırıyor. Zümrüt anka gibi başımızın üstünden geçen
şu uçaklar kafamızda neleri canlandırmıyor? Sürüsünü
otlatan bir çobandan gayri kimsenin olmadığı yaylaların
üstünden de geçiyor olmalı bu uçaklar. Çoban neler
düşünür o anda kim bilir?
Uygarlığımızın bu düzeyinde insanları ikiye ayrılmış
olaraktan görmemek mümkün değil. Bir öbeği zamandan
habersiz, Tanrının yarattıklarını doğrudan kullanarak
yaşıyor. Ama hayatın saliselerinin bilincinde üzüntü,
sevgi, kin, barış, kölelik, özgürlük ve iyilik kavramlarını
bilmiyorlar. Varsın bilmesinler deriz. Çünkü onlar
bilimsellik uğruna hayatlarını harcamıyorlar. Onlar hayatı
tadarak yaşıyorlar. Yüzleri aydın yürekleri aydın olarak.
Bilim bu düzey için çalışmaz mı?
Diğer öbek de zamandan habersizdir. Ne var ki tren
rayları gibi tek boyutlu ve lokomotife denk bir gürültü var
içlerinde. Gerçekte onlar yaşamıyorlar. Günleri takvim
yapraklarıyla ölçümlü, yolları kilometrelerle belirli. Ya
içlerinde kurulan bir zembereğin notasında çalışıyorlar ya
da otomobil gibi onları başkaları yönetiyor.

MUSTAFA ÖZER

57

Başkaları denince insanın adını andığımız
sanılmasın. Başkalar bir içgüdü olabilir ya da mekanik
güçler olabilir. Bir otomasyon kaydırağında deviniyorlar
kısası.
Ne kendi kendilerini ne olay ve eşyaları yönetme
yetenekleri vardır.
Bir öbek sürecin insanı, diğer öbekse zorlanan,
kırılan ve bozulan sürecin zavallısı.
Tarihin günümüze ulaştırdığı sürecin insanı, hayatın
ereğini, var olmanın gereğini ve ödevini çok iyi biliyorlar.
Ezanla açılan gözler sabahın ilk ışıklarıyla dolar. Tanrı,
düzeni onlar için yaratmış sanki. Sabahın çığı ellerini
yapış yapış evrene bağlar. Bir başka dilleri var onların.
Örneğin; kentliler yağmur derken, onlar rahmet derler.
Sağlıklarını ilaç şişelerine borçlu değildirler.
Zorlanan sürecin insanı böyle mi? Ne gezer. Onlar
asansörü buluş sayarlar. Oysa elli kata ayak mı dayanır.
Zehir içip doktora koşuyorlar ve doktoru kurtarıcı
biliyorlar. Zehiri içmeselerdi doktoru gereksinir miydi?
Buluşları belalarını, belaları buluşlarını ortaya çıkarıyor.
Ve bunun adına uygarlık diyorlar. Kökenleri muhtaçlık
olunca da bunalım kaçınılmaz olur elbette.
Bilim adamları harıl harıl çalışır, motorlar harıl harıl
çalışır da mutluluk gelmek bilmez. Çünkü mutluluk
tekniğe bağlı bir kavram değildir ki, o geliştikçe mutluluk
artsın.

MUSTAFA ÖZER

58

Mutluluk Tanrı düzeninin diğer adıdır. O’nu bilenler
tadar ancak. Düşünelim bir kez. Aç kalmak kimin hoşuna
gider, ya da kim tat alabilir açlıktan? Bu noktada
Müslüman’ı bir analım. Onlar Oruç tutarlar, duyarak,
severek. Akşam olurken yürekten sevinç oruçluya öyle bir
yücelme sağlar ki zamana sığmaz. Yaraya basılan tuz gibi
yücelir yüreklerden. Allah değerlendirir ancak bu yüceliği.
Müslüman acıdan bile zevk alan insandır. Tarih onu
getirmiştir ve onu görecektir.
Zorlanan zamanın insanı bunalımlarını belgeleyen
insandır. Sinema ihtiyaç mıdır, romana muhtaç mıdır kişi?
Onları sanatı bile bunalımlarının avuncasıdır. Filin
kuyruğuna bağlanan kurdele gibidir onları sanatı.
Çağdaşlaşma diye bağıran demokrat despotlar da
konumlarını belgelemek için bilime başvururlar.
Çağdaşlaşma ne demektir? Bizimle birlikte yaşayanlar ise,
eşeklerin ve kaplumbağaların tümü de çağdaştır. İşte
böyledir bunların tümü. Tuvalet taşında sayıklamalarını
bilim, horlamalarını sanat ve boşalımlarını özgürlük
sanırlar. Makyajın güzelliği aldatıcı ve geçicidir. Kalıcı
olan Tanrının bağışlarıdır. O düzeyi ancak aydınlar anlar
ve yaşarlar.
Zamanı kıranlar Tanrının bağışlarını düşünseler, hiç
bunalırlar mı? Lüks duygulara girerler mi hiç? Zira
bunalım bir lükstür yani fantezidir. Mümin lükse
aldanmayan kişiye denince bunalan insana da modern
insan demek gerekir. Modern kavramını insanlar üstüne
söyleyince, insanı eşya durumuna indirgemiş oluruz.
Çünkü eşyanın yeni kombinasyonlarla sunulması bir

MUSTAFA ÖZER

59

modernizasyonu gösterir. Bir yeniliktir, değişikliktir. Bu
açıktır ama, insanın modern oluşu nasıl olmaktadır? Bu
konum giysilere uygulanmadığına göre hangi değişen
düşünceye ad olmaktadır? Marksı okuyan, onun
Eflatundan çıkış yaptığını ve düşüncesinin temel yapısını
ona dayandırdığını görüyor. Şimdi Marks mı modern
Eflatun mu? Diğer bir değişle Marks mı çağdaş Eflatun
mu? Demek oluyor ki düşüncelerde de değişen şey yok.
Yinelemeler modernlik ve çağdaşlık oluyorsa papağanla
insan aynı sayılıyor. Zorlamalarla oluşumun
sağlanmayacağı bilinmeden mutlu düzen kurulamaz.
Büyük ve gerçek oluşum ancak Tanrı düzeninde
vardır. Öyle ki Orucun sevincini tatmayan gün ve ömür
yoktur. Otuz üç sene içerisinde doğan ve batan gün arasını
o kuşatır. Ve evrende her saniye ezanlarla diriliş başlar.
Büyük oluşum çizgisi kırılmadan, zorlanmadan kendini
sunar ve tamamlar. Kişinin görevi bu düzeyi anlamak ve
bilmektir.

MUSTAFA ÖZER

60
ÜMRANIN PORTALI

Toplumun varlığı, bireylerdeki ortak yanların çok
oluşuna bağlıdır. Tarih toprak örtüleri altında kalan ağaç
enkazlarını nasıl birleştirerek kömürleştiriyorsa ve bu
kömürün atomları bir birlik ve benzerlik gösteriyorsa
insanlarda süreç içinde öyle oluşarak toplum olurlar.
Uygarlıklar toplum fertlerinin ortak yanlarının
belgesi olarak nesilleri sürer. Ortak yanlar sürdükçe de
uygarlıklar yaşar. Bozulmalarla bozulur yeni boyutlara
ulaşır. Yeni düzey; iyiye olduğu kadar kötüye, doğruya
olduğu kadar yalana, inanca ve Allah’a olduğu kadar küfre
ve heykel köleliklerine yönelebilir. Kötülüğe yönelen ve
yıkıma ulaşan uygarlıklardaki iyilik ve doğruluk kırıntıları
kötülüğün savunma tutanağı olarak kullanılır. Bu yüzden
yalanın yanındaki doğru iman üstüne yapılan küfrün
cirosudur. Müslüman bunu bilmelidir.
Doğruluk; gerçekten koordinat sistemleri gibi
toplumu kuşatmışsa hem yatay ve hem dikey olarak
toplum kurtuluşun sembolü olan uygarlığını kurar. Bu
uygarlık kurulduktan sonra, üstüne varan küfür gemileri,
Aysbergin tabanını görmeyen gemicilerin elinde yok
olmaya bırakılır.

MUSTAFA ÖZER

61

Bu uygarlığın insanları, yılda iki kez ya da elli ikide
bir kez elele mutluluklarının ve şeytanı taşlamanın
bilincine varırlar. Varışları oluşlarıdır bugünlerde. Tanrı
kutlu kılmıştır o günleri ve diller ona Bayram demiştir.
Ağustos sıcağında içilen ayran gibi serinler kişinin
gönlü bayramlarda. Eller bir araya gelmiştir o gün.
O eller ki umuda, insanlığa ve Allah’a uzanan eller.
O eller ki sağlık veren eller.
O eller ki “asa” taşıyan eller. Kısaca o eller ki
Kur’anı tutan eller.
İşte o ellerin zamana uzanan elleri yani zamanın
elleri bayram olarak bir araya gelir. Kutlu günlere kutlu
geleceklere…
Ölmeden dirilmeye inananların uygarlığının girişi
bayramla başlar, bayramla taklaşır.
Kimlerin kırıldığı, savaşın sevgileştiği inanç
sisteminin bize getirdiği bayram; insanın “esfele safilin”
den güçlü yüreklere dönüştüğü, insan olduğu günün adıdır.
O güne uzatılan ellere ne mutlu, ne mutlu o günü
tadanlara. Ve yine ne mutlu Müslüman’ım diyebilene.

MUSTAFA ÖZER

62

ALIRLIK

Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen.
Şeyh GALİB
Doğanın kucağındaki ağacın yetiştirebileceği bir
meyve sınırı vardır. Çiçekleri çağlaya, çağladan meyveye
dönüştükten sonra dalların taşıyabileceği bir sınır var.
Olgunlaşan meyveler dalları yavaş yavaş yere eğer. Öyle
bir an gelir ki, hafifletilmeyen dallar kırılır. Bahçıvan
böylesi dalları meyvesine kurban etmemek için meyveleri
seyreltir ve ağacı kurtarır. Bitkiler dünyasından bir örnek
ve alırlık.
Metallerin bir çekme sağlamlığı vardır. Onlar
haddeden geçirilerek kıldan daha ince yapılabilir.
Yüzeysel ya da boyuna yapılan çekmelerin de bir sınırı
var. Belli bir noktadan sonra işleme devam edilirse
metalin özelliği kaybolur. Demirle toprak fark edilmez
hale gelir.
Yarışmalar düzenlenir boy boy. Şampiyonlar belli
sınırların şampiyonudur. Şampiyonanın sınırı konusuna
göre değişmekle birlikte şampiyonların alırlık sınırında
durur.

MUSTAFA ÖZER

63

Pavlov’un koşullandırılan köpeği de, alırlık
sorununa bir başka açıklık getiriyor. İnsanoğlu kendi
dışındaki canlı ve cansızlardaki alırlık alanını
yönetebiliyor. Elbette ki bu yönetimi fenomenin tabiatını
aşamaz. Fakat insanoğlu da yönetiliyor, koşullanabiliyor.
Tıpkı Pavlov’un köpeği gibi. Gerçi Pavlov köpekle
yasalaştırdığı konuyu insanlar için seçmişti. Ama insanın
iç ifrazları üstüne kurmuştu yasalarını. Türkiye’de faşizm
fobisi ile koşullanmış bir grup sağa sola duvar edebiyatı
yapmakta ve hatta basın aracılığıyla direnmektedir.
Faşizmin ne olduğunu ve ne olmadığını açıklasalar ya.
Milliyetçilere hücum ediyorlar, Müslümanlara hücum
ediyorlar, yöneticilere, patronlara, toprak sahiplerine,
halka, tüccara ve memura hücum ediyorlar. Futbol takımı
tutmaktan farkı olmayan bu hücum şekli hücum ettikleri
insan ve ideolojilerden bir tepki de görmemektedir.
Üstelik bunlar paraları nerden bulmaktadır!
Koşullanmadan söz açılmışken, İslam dünyasında
yazılan çizilenlere de bakabiliriz. Bu yörede yazdıklarını
anlamayan, konuştuklarını kendileri bile duymayan epey
kabarık bir gruba karşı gelebiliriz. Okuyucular bu durumu
doğal sayıyor olmalılar ki, bazı kitaplar birkaç basım
yapabilmektedir. Kalite sorununa değinince kaostaki
milletin neyi neye göre tartacağını bilmediğini göreceğiz.
Daha doğrusu, İslam düşüncesiyle oluşturamadıkları
toplumda şifreli edebiyat yapılmaktadır. Öyle okuyucu,
böyle yazar olunmaz. Ama alırlık sorunu karşımızdadır.
Alırlık alanı artırılamaz mı? Artırılır. Artırılmaması
için de bir neden de yok. Tanrıyı yarattığını iddia eden

MUSTAFA ÖZER

64

ahmaktan, tanrıyı inkar eden salağa kadar, her şey akıl
diye tepinenler nesnel kapasitelerinin içerisinde kalmaya
mahkumdur. Ancak Müslüman’ın alırlığı artırması olağan
gözükmektedir. Düşündüğünü bilmesi, bildiğini
söylemesi, söylediğini duyması ve duyduğunu çağdaş
araçlarla duyurması şartıyla. Değilse kendi kendine
alırlığın artması mümkün değildir.
Yunus açıklığı, derinliği ve Türkçesiyle.
Mevlana Hilmi, genişliği, toplayıcılığı.
Yavuz Sultan Selim Han içliliği ve yiğitliği.
Kıyamet kadar geçmiş ve gelecek örnek insanların
bile taklidini zor başaracağı Sünnet-i Seniye’ye uymak
insanın alırlık alanını artıracaktır. Alırlık sınırlarını
nesnelerin doğal yasaları olarak sayıp örneklemiştik. Oysa
en büyük sorun, alırlık sınırlarını atlattıktan sonra başlar,
KENDİNİ AŞMAK.
Kendini aşan, doğal yasalarını hiçe saymıştır.
Meğerki bu hiçe sayış yani, kendini aşmak yüce bir amaca
yönelmiş olsun.
Kendini aşma beş duyunun ayrı ayrı kendini
aşmasıdır. Eğer varsa altıncı duyunun emrine girmesi
gerekir. Kendini aşmanın bilincine böylece varılır. Bu
bilinçte fenomenin zıddı ya da tamamladığı fenomeni
aşması söz konusu değildir. Sorun kendini aşmaktır.

MUSTAFA ÖZER

65
TARİH TRAGEDYASI

Endüljanslarla iç güvencesini sağlayamayan batı
tipi, rönesansı agoraya çıkardı. Rönesans, Hz. Musa’nın
kavminden ayrılıp tur dağına gidip gelene kadar geçen
dönem gibi bir dönemde oluşmuştu. Endüljans ve
aforizmalar aort damarının önünde yakılmıştı. Bu
yüzdendir ki, inançları kendilerinden uzaklaşan batılılar
kendilerine kutsal bir işaret verilinceye kadar altın
buzağıya tapacaklardı. Üstelik buzağının yanına Mikel
Angelo’nun kalemiyle Hz. Musa’nın yontusu da
yapılacaktı. Rönesansla Ben-i İsrail ve Avrupalı müşterek
şeddeli küfürlerini belgelediler. Şeytan sacayağı trilogi, bir
ayağını Sodom Gomore’ye, bir ayağını Zeus’un
Olimpos’una ve üçüncü ayağını da diğer iki ayakaltında
yozlaşan yeni insan beynine kurdu.
Bundan böyle bütün yollar Roma’ya çıkmıyordu.
Avrupa coğrafyası, filozoflar labirentine döndü.
İngiltere’nin Paper White’ı, Fransa’nın Revolution 1789’u
filozoflar labirentine karşı verilen bir ihtardı. Fakat bu
karışıklıklar da labirentte bunalmaktan ileri geldiği için
ona çözek olmadı.
Kropotkin başkaldırdı. Camus başkaldırmanın
tarihini yazdı. Ne var ki, sacayağını kırmanın destanını
yazamadılar. İnsafsızlığı kıramayışları, insanlığı da

MUSTAFA ÖZER

66

kıyama itti. İnsan başkaldırdı. Makine baş kaldırdı. İnanç
başkaldırdı. Güven yitirildi. Onur yitirildi. Bozulan
ekmeklerinde kendileri yittiler. Bunaltıları buluşlarını,
buluşları yoksulluklarını belgeledi. Ve sonra düşüş, alçalış
başladı.
Nefsin sonsuz arzuları ve ruhun ihtirasları
bulandırmak için yönler buldu. Batı, şimdi İslam
dünyasına abanıyordu. Bu abanışları Sultan II.
Mahmud’un başına bir fes yerleştirip fotoğrafını
çekiyordu. Abdülmecid Han, piyanoya geçmiş belki de
Beethoven’dan eserler çalıyordu. Batı labirentine Devlet-i
Aliye’de eklenmişti. O gündür, bugündür Türkiye’de
batıya öykünen Rönesans alıklaşması hakim olmuştur.
İnanç, yani insanın kul olduğunun bilincine varması
ve onun aşkına ermesi İslam’ı anlamasına bağlıdır.
Nesneler arasında kurulan bağ bilgi dünyasına aittir. Bilgi
ontosu ise inanç erkiyle açıklanır. Bu yüzden inancı
maddede değil, İslam’a bağlanmakla buluruz. Türk
düşüncesi bugün iç onurunu yitirmişse öncelikle, batının
tabu tavrını bırakmalıdır. Ve inancını yaşamalıdır.
Ben gelmedim davi için
Benim işim sevi için
Gönüller dost evi için
Diyen Yunus Emre’nin davranışından yetesiye
yararlanmasını bilmelidir. Oysa, bugünlerde sık boğaz
edilen Türk düşüncesi batı düşüncesinin bir devamı gibi
gösterilip Yunus Emre de, Wagner’in güftelerini çıkaran
bir şair gibi sunulmaktadır. Gerçi “absürd” sanatı kuşatmış

MUSTAFA ÖZER

67

durumda. Ama saçmalarımıza tarihi tanık tutamayız. Ve
hele hele Yunus Emre’yi. 1950’lerden sonra Yunan
mitosunu Anadolu uygarlığı şeklinde yorumlayan bir grup,
kendi öz inançlarını bırakarak taşlar yüzüne çizilmiş
resimlerde tanrı arıyorlar.
Arayışlarını çanak çömlek parçalarına kadar
indiriyorlar. Elbette ki maksatları tanrı aramak değil.
İnançsızlık bunaltısıdır. Bu bunaltı, onları sürekli rahatsız
etmektedir.
Bir bölük var ki, Türk düşüncesi adına Tanrı
kavramını drakula, frankeştayn senaryoları halinde
Korkuya bürüyüp sundu. Korku boyutları agoraya
günahlarını çağırırken, gümrükten giren kapitülasyon
kurdelelerini Rönesans kapısında kesmek için sıraya girdi.
Ve sonra.
Batının son siyasal ürünü SSCB’yi sol yanına,
ABD’yi sağ yanına alan siyasal gruplaşmalar Türk
düşüncesini dilenciye döndürdü. Kimi kime göre
yargıladıkları bilinmeyen sosyal bilimciler meydanda at
sürüyor. Midelerinin kıyıcığına iliştirdikleri inançlarını “aç
kalınca var, doyunca Horasan’ın köpekleri” gibi azdırlar.
Onlar kötü. Kovulası düşünceler.
Ruhun daüssılası, kendine dönmek ve kendini
bilmektir.
Ruhun sesine kulak verelim.

MUSTAFA ÖZER

68

ELİF

MUSTAFA ÖZER

69

MUSTAFA ÖZER

70

TAŞ

I.
Toprak yüzeyinde kaç yüzyıldır yaşamaktan yosun
tutmuş gözleri. Bir gece iliklerine dek ıslandığını gördü.
Ağlamalı mıydı onu pek bilemiyordu, ama suyun
içerisinde ağladığının bile içten olmayacağı bir gerçekti.
İşte burasını az da olsa anlamıştı. Kendi kendine
“ağladığımda gözyaşlarım daha çok suyun altında
kalmama neden olacak. Ağlamasam bu kötü ve güçsüz
konumda içimi dindirecek ve derdime ortak olacak bir
duyum bulamayacağım. Ağlamak daha da çıkılmaz bir
olayı arzulamak oluyor. Ağlamamaksa nasıl olur?” diye
derin iç çekerek kaygılandı.
Kendini sağlamlığın yüreğine bıraktı. Zaman pişirdi,
katılaştırdı. Gerçi bir yanı yumuşak kalmadı değil. Genel
olarak sertleşmişti. Bu konumunu nice zaman sonra
anladı. Başından sular çekilmişti. Üstündeki nice toprak
örtüsünü ise rüzgarlar yağmurun yardımıyla sildi süpürdü.
Kendisi de böylece güneşe olan borcunu ödemek için
ellerini ona doğru uzattı ve yüceldikçe yüceldi.
Başını örten suları yücelerden gözetleyeli yıllar
olmasına rağmen arada bir ayakları kayıp yeniden suya
yuvarlandığı oluyordu. Savaşıyor, didiniyor sonunda

MUSTAFA ÖZER

71

kazanıyordu. Sorun buradaydı. Sonuçta bir şeyler yitirse
de, suya ödün verse de kazançlı çıkıyordu.
Bütün korkusunu toprak altına girmekle, suyun
içinde boğulmak oluşturuyordu. Gerçi güneşe bakmaktan
gözleri kamaşıyordu. Bunun yanında hem güneşin
hıncıyla, hem de suyun hıncıyla kendisi parçalanıyor ve
onlara küçük düşüyordu. Su için daha az üzülüyordu.
Çünkü su sürünmek için vardı. Sürünmemek için sağa sola
kötülük yapıyordu. Oysa alçakların çağrısı kanını
coşturuyor, çağrıya uyarak alçaklara koşuyordu. Ya
güneş… Küçük duman yapılarına gücü yetmezken
kendisini nasıl parçalıyordu. İşte bu duruma sıkılıyordu.
Hoş güneş yücelerin yaratığıydı. O yüceydi, yücelikti.
Yüceliğini ise yaptığı kötülük hiçe indiriyordu. Anlıyordu
ki, iyi olmak kötülük yapmaya engel değildir. Varlığın
özünde doğal olarak iyilik varken, yaşamak ya da var
olduğunu belgelemek için kötülük de yapılabiliyordu.
Güneşin önüne, yeni yeni öğrendiği dumansal
yapının gelmesini istiyordu. Ne var ki o gelince tepesine
diper düşmanı, su dökülüyordu. Bunu ise hiç
kaldırılmayacak kötülük olarak gördüğünden, yüce yaratık
güneşe boyun eğmeyi yeğ tutuyordu.
Evreni çözüyor gibiydi. Su, güneş, toprak ile bulutu
öğrenmiş, zıtlar arasında yakınlaşmaların olacağını
görmüştü. Hiçbir var olana karışmıyor, kendi yaşama
koşullarına eğilmek istiyordu. Çevresi hep ondan bir
şeyler almak istiyor. Kendisini kurtarmak isteyense yoktu.
Gerçi diğerlerinin buna yardımı oluyordu. Bu yardımlar

MUSTAFA ÖZER

72

daha çok kendi normal yaşama gereklerini yerine
getirmekten doğuyordu. Örneğin, geçenlerde güneşe kızan
rüzgar bulutları çekti, güneşin önünü kapattı. Bunu niçin
yaptığını sanıyoruz? Diğerlerine yardım olsun diye mi? Ne
gezer. Öyle olsaydı bulutu kullanıp hiç suçu yokken
güneşe karşı küçük düşürür müydü? Dersiniz. En doğal
yanıt olumlu yönde olmayacaktır. Öyleyse, düşünceler şu
noktada toplanıyor. Yalnız yaşanması, olanak dışı bir
durum. Birlikte yaşamaksa, güçlüye verilen ödünün
karşılığından ileriye geçemez. Bu gerçekler kendisini daha
da katılaştırdı. Gülmeyen yüzünü koyu renklerle daha da
korkunç duruma getirdi.
Günler, günleri su gibi alçaklara çekip götürürken,
yeni yeni kavramlar doğuyordu kafasında. Sesler duyuyor,
renkleri görüyordu. Ses… ne korkunç varlık… ya renk…
daha ne demeli, korkunç…
Suyu sevmemişti hiç. Oysa sesi tanıdıktan sonra
düşmanlığı az da olsa kırılmıştı. Doğa bir sesti artık. İçin
için kaynayan, yaşın yaşın ağlayan, gürül gürül yırtınan bir
kavramlar ekini. Patlamak için tüm açlığını yüreğindeki
açlıkla bekleyen varlığın önünde, dinamite varan fitil
sessizliğiyle doğayı yeniden kulaklarından geçiriyordu.
Her yön bir ses getiriyordu. Tanrı, tüm olanları sesiyle
yaratmıştı. Ses varlığın özüydü, cıvıl cıvıl akan ses, evet
ses var kılan. Evren sesti artık. Bu günden sonra su
kutsaldır. Var olmanın özüdür. Dostluğun ve aşkın
imgesidir. O ki, alçaklarda artık yaşayamaz. Yücelmek
onun da hakkıydı. O da yüceldi güneşte kutlanmak için.
Bulutlar onun burağı oldu. Durağı bundan böyle yüceler,

MUSTAFA ÖZER

73

yücelikler. Kötülük yerde işlenir, yerde kalır. Adına yeni
bir adım atılır. Yeni bir yorum besteyle yağmur olur su.
Güneş olmadan renk vardır. Onu görmesini bilmeli.
Güneş renkleri yapmadığına göre, güneş olmasa bile onlar
vardır. Yüceliğin ve yücelmenin yolu güneşin dostluğuna
bağlanan bir evrende renkler de ondan payını alacaklardı.
Bu yüzdendir ki, güneşle renk yan yana olmayı var
olmanın koşulu saymışlar. Renklerin olmadığı bir evrende
güneşe ne gerek var ki? Öyle ya renk yoksa güneş, güneş
olmadan da renk düşünülemez. Nasıl her varlığın bir sesi
varsa, o varlığın öbür yüzü de renktir. Evreni tablo
olmaktan kurtaran iki varlık koşulu; renk ve ses. Evren
sevgiye yücelme mevsimine girmek için bundan böyle can
atıyordu.
Mırıldanıyordu “şunca bin yıldır evreni korudum,
gözledim, gözetledim ne kaldı kendime?” “Evren güzel de
olsa, en güzel biçimlerle yaratılmışta olsa, gerçekler
önünde katılaştık kaldık”. “Rüzgar neşeli, bulut yüklü, su
şırıl şırıl, güneş ıpıl ıpıl ama biz?” Arkasından kendini
avutmak için “Mutluluk ve mutluları görmek kadar büyük
mutluluk var mıdır? Onlar ersin muratlarına, biz dönelim
kendimize”
II.
Bir gerek üzerine yaratılan her şey gibi “O” da işe
yaramanın, gereksinilen varlık olmanın tadını şimdilerde
tadıyordu. Limon tuzu yalayan dil olmuştu. Başkalarına
verdiği renkten varlığını anlayan bir sevgili olmuştu. O
hep aynı katılıkta, aynı yücelikte. O kimdi? Bir granit, bir

MUSTAFA ÖZER

74

mermer, bir kelek ya da kisti; genel adıyla kaya, yumuşak
adıyla taştı. Korunmak için oyulan, korunmak için atılan,
korunmak için tırmanılan bir gereksinmeydi. Taşa bu
anlamı veren başkalarıysa, hareket eden canlılardı. Aslan,
kartal, yılan ve insandı bunlar.
Önceleri tekliğinden yararlanıyordu insanlar. Hep
büyüklerini arıyorlardı oymak için. Kartallar da
büyüklerini arıyordu. Zaman kartallara zıt gelişti. Büyük
kayalar azalırken onlar çoğaldılar. Uyumsuzluk başladı.
Bu yüzden insanlar onları yere indirdi. Oysa onlar
yücelerde yürümek için yaratılmıştı. Onlar taşları büyük
dağlarda kaldı. İnsandan uzaklarda yapayalnız, yokluk
içinde yaşadılar.
İnsan yokluğu yenen yapısıyla, büyük taş aramayı
bıraktı, küçükleri büyük yapmaya yöneldi. Başarı insan
demektir. İnsan önledi taşın dağılmasını. Bunun için çok
şey borçludur taş insana.
Sesten, renkten daha kutsal sudan, güneşten daha
yücedir, taşa göre insan. Çünkü onu koruyan yalnız insan
oldu. Öyle ki, taş soyunun dağılması onun girişimiyle
önlendi. İnsan büyük özelliği, sevdiğinin yokluğuna
dayanamamasıdır. Taş yok olmasın diyedir ki, taş olmaya
bile inanır. Yeryüzüne bakınca çıplak gözle görülen de
budur. Taşlar artar, azalmaz. Taş toprak olsa da, topraktan
dirilen insan ana maddesinin yönünde varlığını yeniler.
Tarih bilimciler zamanı taşların biçimselliğine
ayarlanıp kaba taş devri, yontma taş devri, cilalı taş devri

MUSTAFA ÖZER

75

diye sıralarlar. Ara bölmelere bazı madenlerin adları
karışır ama genel çizgi taş ve ötesine uzanır.
Gömütleşen uygarlıklar bize bir şey bırakmadılar.
Ama tüm tümüne de yadsımak olmaz. Bizim kuşak
silkeledi onları. Gömütlerine yatırdı ki yorulmasın
zavallılar. Gerçi, birçok kaçık, gömütlerden adam arar
durur. Zevk zorunu olduğundan onu da yadsıyamayız
tümüyle. Gömütlerin, taş döneminin kapandığını onlara
duyururuz. Geçmişe yönelteceği saygı ve kuşkuları
geleceğe yöneltirse hem yarınlar mutlanır.
Taş kafa dönemi geçiyor. Birkaç maden kafa kalsa
da zaman onları da pas olur, yer bitirir. Ozan ölmeden
çevreye bakarsa;
Tarihtir hecelenir hece taşlarında
Günceli bilmezken gelecek nedir
Ne denir
Uranyum kurşun olursa
Dünya dönerse
Dönüşüm gene
Hece taşları yaşamak ister
Hece taşları ister oysa
İstemem taşlaşmayı
Ölümle olsa bile
Tarihtir hecelenir hece taşlarında
Ölüler gezini tarih sayfalarında
Papirüs aşk oynar
Papirüsler güveli

MUSTAFA ÖZER

76
Yıkıldı kuşak kuşak
Tarihe güveneli
Çağ başlıyor öldürme fiyatının yüksek olduğu çağ.
Evet, çağ “beton” kirişler üzre oturuyor. Beton, çağın
yenileşmesi, toz taş oluyor. Yeni çağ Beton çağı. Beton…
beto… bet…be…b…

MUSTAFA ÖZER

77
GÜNE BAŞLAMAK

Elimdeki sigaranın dumanı gözlerime o denli acı
vermişti ki, gözlüğümün bile varlığını unutup camına
elimi güçlüce bir bastırdım. Burun kemiğim acımıştı.
Başımı yana çektim kitabın üstünden. Elimdeki sigarayı
iyice bir ezdim. Dumanların da, bir ıslık çalarak, dans
edişlerini durdurdum.
Şimdi yapayalnızım, dumanları da kovdum. Ocağı
söndüreli hayli zaman olmuştu. Kaynayan demlik sesi de
gelmiyordu artık. Kendimle yapayalnız kalmanın içine
dalıyordum. Ama ciğerlerime çektiğim hava, içimde bir
acıyı depreştiriyor. Beni, yine yalnız bırakmıyor
düşüncelerim. Parmaklarımı aralayarak saçlarımı arkaya
çekmeye çalıştım. Ve, hareketlenen saçlarım sakladıkları
sıkıntıları odaya yaymaya başlamıştı çoktan.
Şu anda işe yaramayan bilimsel gözlüğümü
çıkarırken, ona bağlı düşüncelerimi kovmak geldi içimden.
Gözlüğümü indirip kitap üstüne bıraktım. Gözlerimin
doğal ıpıldamasını durdurmak için mi, yoksa destek
isteyen başımı tutmak için mi bilemiyorum; iki elimle
gözlerimi kapayıp, dirseklerime dayanarak başımı
kollarımın arasına bıraktım. Gözlerim yıldızlanıyor ve
yedi cüceler fink atıyordu. İçim kabarıyor, dudaklarım
pelteleşiyordu. Hiçbir şeyi bilebilecek konumda değilken,

MUSTAFA ÖZER

78

bir yoğun yaşantının şairini ve dizelerini nasıl
anımsayamazdım.
“Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.”
Zira üstadın dizeleri hep benimle kol kola yaşar.
Onu, yaşarken daha bir iyi duyuyor, gerçeğini daha çok
anlıyorum. Evet, yok tabiatta, o acı, o oluş, o yüceliş.
Ellerimle yoklayarak yaşadığım ortamdan, değerler içinde
kalacağım ortama sürüklendim. Şair duyarlılığını her
anışım, bu duyguyu doğal biçimde getirir.
Ellerim, görev görmeyen şu ellerim yok mu onu
duyduğu, kısacası bildiği an, hep kendine gereksiz
uğraşacak şey arar. Oysa dünyada yapacağı şey o kadar az,
o kadar az ki, bücürlüğünü örtmek için değmez, gereksiz
girişimleri. Olmuyor işte, demesi kolay bunun, ama o kısır
döngüyü kırmaya gücümüz yetmiyor.
Başımı yine desteksiz bıraktım ve sigaraya uzandım.
Çay içmek de geldi içimden. Karşı koyulmaz bir istek bu.
Başkalarında görsem çılgınlık derim. İsteğin gereksizliğini
biliyorum. Bilmek yetmiyor ki. Eskilerin sevki tabi
dedikleri yapı, cılız ağzını açmıştı bir kez. Onu
doyurmamak çıldırmanın eşiğine götürebilirdi insanı.
Çay kaynamaya başladı. Elimdeki sigaranın gözüm
acıdığından bu yana, kaçıncısıdır bilemiyorum. Bardağa
dökülen çay, çöle yağan yağmur sesini andırıyordu. Hoş,
çölü de görmedim ama demlikte su biterken altındaki

MUSTAFA ÖZER

79

ısının basıncıyla öyle garip sesler çıkardı ki, çölü anmadan
edemedim.
Çölle Müslüman arasında da bir ilgi var sanırım.
Üstü tipilerle savrulur, altında petrol yatakları. Ne kadar
garip. Bir bardak çayla, dine, boşalan içimde, şeytan
susmuştu şimdi.
Bir zaman başımı yana bıraktım. Dinlenme, düşünmeme
arasında kollarımı da bıraktım. Sigaraya uzanırken
toparlandım. Gözlüğü kitap üstünden kaldırırken bir kolu
açıldı ve satırın altına çizgi gibi uzanıverdi. Yorgun
gözümü sınav etmek için paralel kaydırmağa başladım
gözlüğü.
“İktisadi gücü büyük bir orduyu uzun süre silah
altında tutmaya yeterli olmayan Türkiye için, bu durum
karşısında tek çıkar yol dış yardımlar aramak oluyordu”
(Olaylarla Türk Dış Politikası “1919-1973” A.Ü. SBF
Ank. 1975 sh..225)
Yavaş yavaş okumaya çalışıyordum ama, ağzıma
tükürük birikmişti, kalktım. Musluğun önünde ağzımı
yıkayıp döndüm. Tövbe etmiş gibi sakinleşmiştim. Yine
oturup kalktığım yerden devam ettim.
“Bilindiği gibi, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı içinde
İngiltere’den askeri yardım almıştı. İngiltere savaş sona
erdikten sonra da Türkiye’ye yardıma devam etmiştir.
Aynı biçimde…”

MUSTAFA ÖZER

80

Okuyamaz olmuştum. Gözlüğü yine kitap üstünde
bıraktım. Saat beş olduğu halde uyuyamayacağımı
bildiğim için yatmaya razı olamadım. Pabuçları ayağıma
geçirdim ve kapının önüne çıktım.
Üstad’ın dizeleri geldi dilime o an;
“İn cin uykuda yalnız iki yoldaş uyanık
Biri benim biri de serseri kaldırımlar”
Sokak lambalarının bile tam aydınlatamadığı
sokağın sonu, lacivert gökyüzüne doğru uzanıyordu.
Bıraktım kendimi Arnavut kaldırımlarına. Ufku aydınlatan
bulutların boşluğundaki subh-i kazibin, güneşi
getiremeyeceğini bile bile. Bir sokaktan öbürüne geçtim.
Biraz üşümüş olacağım ki, sıcak yatağı özledim. Geri
dönüp evin kapısında yıldızlara doğru içimi boşaltıp,
kapıyı açtım.
Elektrik sobasını masanın altına yerleştirip
sandalyeye yığılıverdim. Kitabın üstündeki merceğin
küçülttüğü “SSCB”yi yana iterek başımı sayfaların üzerine
koydum.
Neden sonra, ismim çağrılır gibi davudi bir ses
odamı doldurdu.
Gözümün önünden anlamsız, kopuk kopuk Türk
filmi gibi, “yirmi dört saat” “zorunluluk”, “güne
başlamak” geçti.
Ve hepiniz güne başlamak zorundasınız. Ben de…

MUSTAFA ÖZER

81
ÜSTAD’I ANLAMAK

Şu güne dek Necip Fazıl’ı anlamak yolunda
doyurucu bir yazı okuyamadık. O’nu hep eserleriyle,
davranışlarıyla, sohbetleriyle tanımaya çalıştık. O’nu az da
olsa anladığımız yine kendisinin bize açılmasıyla
olmuştur. Bu en büyük ve yüce bir anlama yolu, ne var ki,
O’nun okuyucusu büyük kitleler olduğundan anlaşılması
yolunda yorumların en ulvisine susanmıştır. Ne yazık ki,
yazı dili suskun kalmış, bu konuda, Büyük sanatçıyı
toplumuna açmamışlar, handiyse yanlış takdim
etmişlerdir.
Gerçekten Necip Fazıl’ı anlamak kolay değildir.
Zorlu bir nefs muhasebesi gerektirir onu anlamak. Bu
demek değildir ki, Necip Fazıl anlaşılmaz. Asla böyle bir
yargı yürütülemez. Çünkü o, kendi milletinin duyarlığıyla
yazmış ve onu yazmıştır. O’nun anlaşılmasının güçlüğü,
çağın anlaşılmasının güçlüğü ile paralel yürüdüğü içindir
ki, büyük düşünür, tüm düşünürlerin kaderine özdeş bir
kaderle anlaşılmazlığa terk edilmiştir. Çağını tanıyan bir
ortaokul öğrencisi bile, Necip Fazıl’ı anlayacaktır. Ama
çağını tanımayan, entelektüel bile olsa Necip Fazıl
kapılarında elbette donacaktır.
Bu düzeyden şu yargıya geçerek açık açık
söyleyelim; Necip Fazıl 20. yüzyıl Türkiye’sinin sosyal
anlamının portalidir. Necip Fazıl’ı anlamak milli kültürün

MUSTAFA ÖZER

82

yargılanmasıdır, bir bakıma, Türkiye’nin dünyadaki yerini
alıştaki yorum,Üstad’ın soluğudur. Bu böyle bilinmeden
Necip Fazıl’ı anlamak olanağı yoktur. Gerek sosyalist ve
gerekse kapitalist kesim Necip Fazıl’ı anlamayacaktır.
Hatta susmaktan öte, onun var olduğunu inkara bile
kalkışacaktır. Yabancı kültürün çarmıhına gerilen
entelektüel de, anlamak istemeyecektir Üstad’ı. Bütün bu
kirliliğin yanında Müslümanların da Necip Fazıl’ı
anlaması güçleşmiştir.
Neden?
Necip Fazıl, güçlü bir irade bekliyor, hem kendini,
hem çağını, hem de evreni terleten sorulara cevap veren
bir iradeyi. Oysa dolmuştaki kapacağı taburenin
hesaplarıyla uğraşan sözde aydınlar, nasıl kendini
yargılasın ve nasıl evren kelimesine anlam verebilsin?
Evet, sorunun vuran yanı buradadır. Necip Fazıl’ı
anlayacak bir sosyalistin, sloganizmin çemberini yarması
gerekir. Kapitalistin ise beynine doldurduğu iktisadı
Allah’a adaması gerekir. Evet! Müslüman’ın anlaması için
kafasını kumdan çıkarması ölüm-hayat savaşımında yer
alması, bunun yanında esteti kavraması gerekir. Bu
gerekirlikler yerine getirilince Necip Fazıl’ın
anlaşılmasına ilk adım atılmıştır.
Bazılarına göre Üstad’ın hakkı yenilmekteymiş.
Bize göre, pek öyle olmuyor. Zira, İslam’ın tespih-takke
ve şeriatın yol kesmekten öte anlaşılmadığı bir dönemde
hakkı yenilen Üstad değil onun bizzat davasıdır. Ulvi
yönüyle “Ebrehe”lerin kendine yabansılaşması Üstad’ın
inkarını normal gösterecektir. Üstad’ın büyüklüğü

MUSTAFA ÖZER

83

buradadır. Her şeye ve herkese rağmen o, yüce davayı
slogancılıktan, yoz anlayıştan ayıklayıp öz
entelijansiyasını yoğurmaya hasretmiştir. Biz hakkı,
“ebrehe”lerden bekleyecek tıynette değiliz. Bunun içindir
ki, Üstad’ın hakkı yenmiyor. Aksine gün geçtikçe
problematiğin analizini kolaylaştıran gelişmeler
oluyor.Evet, o büyük insan, insandan habersiz izmlere
karşı insani, çağından habersiz dindara karşı çağını,
partizan despotluğuna ve kısırlığına karşı sanatı, gelecek
ve geçmişiyle yorumlaya yorumlaya ilerlemektedir.
İnsan teknik olanaklar içerisinde, bücürlüğünün
“provake” edilmesi onu, anlayış kısırlığına iterken, Üstad
kollarını makas açarak, Yunus nezaketiyle kalabalıkları,
dost ülkesine çağırmaktadır. Ve bir milletin sevgilisi
olarak, milletinin yanı başında yaşamanın tadından
bahsediyor. Bir bayram temizliğiyle davetiyesini sunuyor.
Telli pullu, anlı şanlı bir gelin;
Aynalar, gelin!
Bir güzel ki, en güzeli güzelin
Gönüller, gelin!
Sonsuz gerçek; habercisi ezelin;
Kitaplar, gelin!
Şarkı bizde, şeytan, yeter gazelin
Nağmeler, gelin!
Ey karanlık, gelmektedir ecelin
Işıklar, gelin!
Toplanın hep derlenin hep düzelin
Yığınlar, gelin!
En güzeli, en güzeli, güzelin;

MUSTAFA ÖZER

84
Habercisi, habercisi ezelin;
Tellerinde şafak söken bir gelin;
Anneler, babalar, çocuklar gelin!

ISINMA HAREKETİ

Yaz bitti. Ardından denizin maviliğini, yamaçların
yeşilliğini aldı götürdü. Artık Beykoz çay bahçelerinden
dalyanları ve adayı renge boğan ortancaları, erguvanları
seyre gidemiyoruz.
Kül rengi bulutlarla kapanık “bir gökyüzünün altına
kanı boğan” bir iplik gibi yağan yağmur bizi ev ve
dairenin dört duvarına sıkıştırdı.
Pastırma yazına aldanıp pardösülerini almayanların,
batı patentli domuz gribine tutulduklarını kah duyuyoruz,
kah görüyoruz. Ya da burunlarında kağıt mendil
parçalarını taşıyanların haline gülmelerimizi bırakıyoruz.
Hele kapüşonlarına kafalarını saklamış gençleri
gördükçe, bacaklarındaki dar kot pantolonun dizlerine
kadar ıslanışı insanın içi sızlıyor. Haylaz çocuklar yüksek
tabanlı ayakkabı giymelerine rağmen, paçalarını
ıslanmaktan korumayı unutuyorlar. Ya da moda oluşunu
biz duymadık. Her neyse kış geldi sayılır.
Evde bir o yana bir duvara gide gele hem kafamdaki
düşünceleri sıraya koymaya çalışıyorum, hem de ısınmış
oluyorum. Gaz sobasına kızmadan da edemiyorum hani.

MUSTAFA ÖZER

85

Bakkalda gaz yokmuş. En iyisi gide gele sobayı ısıtmak.
Arada sırada lisedeyken öğrendiğim 19 Mayıs
hareketlerinden bir kaçını uygulamaya çalışıyordum.
Üşümeyi gidermek için aklıma ne gelirse yapıyorum.
Birazda çaresizlik diyebilirsiniz.
Kışın gelmesine yakın eve kapandığım şu pazar
gününde, biten ayın dergilerini, biriken gazetelerin sanat
sayfalarını karıştırmak kadar zevkli şey yok. Hem gün
kazanıyor hem de günü rahatça atlatmaya çalışıyoruz.
Gazetenin birisinde gözüme ilişen haber bana işte bu
yazıyı yazma fırsatı verdi. Sanki bu haber olmasaydı
sizinle sohbet ortamını bulamayacak mıydık? Hayır…
Öyle şey olur mu? Ama sohbetimizin yönü inanın ki
değişik olacaktı. Haber basit bir deniz kazası. Rus
tankerinin Bulgar şilebine çarpmasıydı. Ne var bu haberde
diyeceksiniz. Bir deniz kazası. Bu günlerde en normal bir
şey. Teknik hatadır bence. Ya da… Evet ya da…
Anladınız sanırım. Rus tankeri Bulgar şilebine çattı.
Sabahın beşinde olmuş bu olay. Boğazın Karadenize
açılan bölgesinde.
Rus yönetimi bilinir ki teknik donatıma önem verir.
Gemiden çok gemiye benzeyen kaptanları da yetiştirir.
Öyle sanıyorum ki, o kaptanların beyin kıvrımlarında akıl
ve hayat yerine gemi ve gemiye ilişkin ne varsa onlar
oldu. O kaptanın boynu çımacılar gibi halat atan bir
devletin ilmek tuzağından öteye değildir.
O kaptan geminin motoru dursa, yüreğini, oraya
dinamo yapıp gemiyi yürütür. Bu düzey birey açısından

MUSTAFA ÖZER

86

kıvanç verir. Ama insanlık açısından bit vidadan değerli
sayılmayan kaptana hangi lakap verilir?
Peki, Bulgar kaptanları daha başka koşullarda mı
eğitiliyor? Hiç sanmam. Şu kadar olabilir ki, Bulgar gemi
donatımı son teknik araçları taşımayabilir. Ama kaptanı,
yine de çıma gibi boynunda asılı gemiyi kendinden
koruması gerekir.
Şunca teknik görkem içerisinde ve optik gelişmede
koca koca gemiler birbirlerini boğazda göremediler ve
birbirlerine bindirdiler. Evet, olay basit. Basit de neden
anlattık, değil mi ya?.. Durup dururken gazete haberini
yinelemek hem de sanat adına…
İki dost ulusun gemileri böyle birbirlerine nasıl
bindirmişler diye bir merakla bir yazı kaleme almış
olamaz mıydı? Pekala olur. Siz de gaz bulamayıp benim
gibi duvara sigara dumanı gibi püsküren soluğunuzu
üfleseydiniz, sanırım böyle birçok haber küpürlerini sanat
adına yazmağa kalkışırdınız. Ama ben sizin gibi
yapmazdım. Yapmadım da.
Biraz ısınma hareketinden sonra gazeteleri, dergileri
ve kısa kısa birikmiş yazıları okuduktan sonra masayı
temizledim. Teksir sayfası ve tükenmezi önüme koydum.
Ve karşı karşıyayız.
Kaç sanat dergimiz var? Kendinize bu soruyu
sorarken sağ elinizin parmaklarını aralayın bakalım. Sol
elin parmaklarına geçme gereği duydunuz mu? Hiç
sanmıyorum. Hep sorularla ilerliyoruz ama, unutmayınız
“ilmin anahtarı soru”dur. Yani gerçekle baş başa kalmanın

MUSTAFA ÖZER

87

veya eşya ve olayların gizemine ermenin. Hepsinden
vazgeçtik. Dergilerimizdeki bu yeni eleştirmenler biraz
daha temkinli olsunlar istiyor gönül. Gönlün isteği bir
yana, siyasal ortam bunu gerektiriyor. Allah’a küfredilen
bir ortamda, mukaddes değerlerin savunucuları kendi özel
böbrek ağrılarını ortaya koyarken, bize zıt olanların
gelişmelerinin nedeniz daha iyi anlaşılıyor. Yazık
ediyorlar. Bugün, yazarlığını ve davasını yıllardır
kamuoyuna duyurmuş, kabul ettirmiş, bu uğurda
zulümlere uğramış kişileri, encik-boncuk şeylerle
eleştirmek eleştirmeni büyütmez. O kendi kapılandığı
yerin kilit markasını vermiş olur. Biz dostlarımızı böyle
görmek istemeyiz. İsteriz ki, o gün gelsin, eteklerimizde
biriken taşları boşaltalım. Ama o gün gelinceye dek anons
kaynaklarımıza parazit yapmayalım. Dostu arkadan
vurmaktır bu. Ne milli değerlerimize sığar, ne de bir yazar
düşüncesine.
Bir Rus tankeri bir Bulgar şilebine bindirmişti. Bu
haberin yorumunda kalmıştık, neyse… Onlar bindirmişler
bordalarına, bir çıkalım güvertelerine.
Bilincimizi salt bilgiye değil bilincimizin politik
arenadaki yerine bir projektör gibi gezdirelim.
Bilinç kadar bilinç stratejisinin de önemli olduğunu
anlarız. Dostlarımızla cennete de bir bağlaşıklık kurmak
zorundayız. Bizden öncekilerin kirine bulanmadan. Ve
kirimizi sonrakilere bulaştırmadan.
Ve eleştirinin inanç çerçevesinde kalmasını
düşünerek, görevin ipsizliğe değil “tebliğ”e bağlı
olduğunu bilerek eleştirelim, eleştirelim…

MUSTAFA ÖZER

88

Biraz ısındık sanırım. Sıcak yüzlerinizde dolaşan
kelimelerin size esenlik verdiğini bilerek.

MUSTAFA ÖZER

89
YAZMANIN SIRRI

Gece vapurlarından biriyle boğazın öbür yakasına
geçerken Boğaz Köprüsü’ne dikilen gözler sırayla akan
farları görecektir. Bindiğiniz vapurun projektörü suların
akışına gömülüp giderken karşı kıyıları gözetleyin.
Ayçiçek tarlası görünümü, duygularımızı alt üst etmiyorsa
biraz kendinizi yenilemeniz gerekecektir.
İşçilerin döküm atölyelerinde, kaynayan demir
karşısında terlemesinden tutunda gürültüler içinde el-kol
sallamalarıyla anlaşmalarına değin iş dünyasına bakalım.
İnsan olarak olması gereken duyarlık ve varlığın dışındaki
bir yaşama zorunluluğunu görürüz. Kafalar dinlenmek için
ne yollar arar ve onlarla yorulur. Bunun yanında bir de
beklenilen ücrettir. Bundan ötesi, işe yetişmek için
uğuşturulan göz ve dipleri temizlenen tırnaklar vardır
Modacıların kuşlarıysa devlet dairelerini dolduran
memur bay ve bayanlardır. Küçük duyarlıklarıyla
yaşadıklarını kanıtlamaya kalkışırlar. Bunun yalan
olduğunu kendileri de bilir. Yalnız kalınca geçirdikleri
hafakanlar bunun en somut yanı. Bir de dairenin dışındaki
uğraşılarının yavan, yılgın ve yapay oluşu onları nasıl da
ele verir. Alkolik bilinciyle şişeye sığınsalar bu denli
şaklabanlıklar yapamazlar oysa.

MUSTAFA ÖZER

90

Memur bay ve bayanların çocuklarının kuruluşları
olan çocuk yuvaları ya da kreşler, çocuğun ana rahminden
sonra tutuklandığı binada başka yer değildir. O çocuklar
ne kardeş sevgisini bilirler ne de kelebek kovalayabilirler.
Yazık olan şu ki, bir gece yanlışlığıyla doğan bu yavrular,
ana-babalarının sanki günahlarını çekiyorlar.
Yurdun varlığı olan yollar terminallerden başlar. O
terminallerde neler başlar neler, gürültüler içinde firma
adları kent adlarına karışır gider. Gözyaşları, sarılmalar
hep terminallerde o anlar. Sevgililer birleşir sevgililer
ağlar. Kirli oturaklara isimler kazınır. Kazıklar yenir
büfelerinde.
Pis boyalarla yapılan çaylar kahvelerin ürünü. Hele
belediyenin zorunlu tutmasına rağmen deliksiz tuvaletlerle
“kıraathane”ler okuma odası olmak şöyle dursun okuma
düşmanı odaları onurunu bile taşıyamaz. Dışarıya atılmış
mermer taşlı masada bile renga-renk izler bulunur. Bir el
zar atmak için açılan tavladan zevkten gayrı her şey
çıkabilir.
Beyni pişiren güneş, şu pancar söken işçilerin
akıllarını alıyor. Ne tez aldanıyorlar bürokrat ve
burjuvalara. Birkaç çift lastik ayakkabı, iki bayramlık
pamuklu elbisenin dışında “taşın yumuşağı”ndan başka
isteği yoktur onların.
Drez ipler arasında parçalanan, yamuklaşan şu kadın
parmakları yok mu, kendilerine verilen doğal duyguları
nasıl körleştiriyor. Bunu kendileri seziyorlar ama “halimiz
yaman” diye dokuyorlar bu kilim ve halıları.

MUSTAFA ÖZER

91

Çürüyen elmalar içinde halleri gözle. Üreticinin ve
tüketicinin insan olarak görülmediği bu yerlerde en doğal
koku, kapısından girerken sizi kusacak duruma sokan
çürük kokusudur.
En küçük yalanı 61 ekran olan televizyon
objektifini, bu kez olaylarda görünüz. Zırvalamasına
büyütülen ölümlerle, ahmakçasına küçük görülen
sevgililerin yurdu, sanırsınız kan çemberi ve yarın denizler
üstümüze geliyor. Azcık düşünenler bizim oturduğumuz
yer denizlerden az olduğuna göre denizler buraya sığmaz.
En iyi biçimde yaratılan dünyada denizler de en iyi
biçimde yerleştirilmiştir. Kuşkular yersiz bu konuda.
Geniş soluk alırlar gelen deniz içinde en azından hamsi
alabilmek için.
Marmarise gidiniz, Meriçe ininiz, Cilo dağlarına
çıkınız ya da Kars yaylasında oturup süt içiniz. İçiniz
Çukurova kadar sıcak, yapınınız Konya kadar görkemli,
gönlünüz dadaş esenliği içinde Erciyes kadar ak bulutlar
içinde yüzer. Ellerinizde mumlar “çayda çıra”yı sevgi
bağına okur. Horon, hamsi çevikliğinde oynanırken tüm
Karadeniz’i coşturur. Dalgalarla Karadeniz bereket olur.
Kısaca hangi iklimi ararsanız bulursunuz bu yurtta. Bu
yurdun tarihçesi bir tuğrada nasıl tüm dünyayı tutar onu
anlamak gerekli.
Yürekleri sıra dağlar gibi yatan bu ülkenin insanını
anlamak anlatmak. Varlık soyluluğunu bulandırmadan
yaşamak yaşatmak yazmak sorunda bırakıyorsa biz

MUSTAFA ÖZER

92

yazacağız. Yazmalıyız bu ülkeyi, bu ülkenin insanlarını.
Yazmanın sırrı budur bence.

MUSTAFA ÖZER

93
SANATIN GETİRDİĞİ

Hepimiz güleriz.
Gülmek kuşkusuz evrenseldir. Ama “neye, niçin
güleriz” sorusuna yanıtlar evrensel olmaktan çok özeldir.
Bu ister ulusal olsun, ister bölgesel ve isterse kişiye baplı
bulunsun. Önü ve sonu sevimlidir ya gülmenin. İşte burası
evrenseldir.
Gülmeyi de zamanın fonksiyonu olarak görürsek,
kimi zaman gülene güleriz kimi zaman da ağlayana. Yine
bazı anlar gözümüzden bazen de kahkahalı gürültümüzden
neş’e fışkırır. Evrensele bir adım kala neş’eler değişir.
Gülmenin şiddeti, tınısı düşer, yükselir.
Düşmanı ve düşmanlıkları susturan gülme sanırım
en erdemlisi. Değilse kişiyi hor gören gülmeler, gülü
koparılmış çalıdan ileri geçmez.
Sanat yapıtları gülmenin belgeleri ve gülmeyi
öğrenmenin okullarıdır.
Acıları dindirmiyor ya da onlara yol bulmuyorsa ve
birlikte yaşamayı engelliyorsa, sanatçı, toplumunun ölüm
yılanıdır. Kendi yanlışını objektif sanıyor ve yozluğunu
sunuyorsa, sanatçı cellattan başkası olamaz.

MUSTAFA ÖZER

94

Gerçekleri bağlayıp yalanları köpekleştiriyor ve
insanlar üstüne salıyorsa ve üstelik salyalarında bir
keramet arıyorsa sanatçı, su depolarını zehirleyen birisidir.
Sanatın getirdiği, olumlu ve gülmeyi bilmenin
yaratılışıdır. Olumsuza da el atar ama onun yanlış
olduğunu da belleklere yerleştirerek. Bunu anlatmaksa çok
zordur.
Hepimiz güleriz, yersiz, zamansız ve nedensiz
olarak.
Sanatın sesine kulak verelim. Gülmeyi ve gereğini
anlayaraktan. İşte evrensel olan burasıdır.

MUSTAFA ÖZER

95

ELİF

I.
Malazgirt’te kılınan Cuma Namazı’yla temeli atılan
Anadolu İslam kültürü, İnkılab-ı Mutalsam (Tılsımlı
Devrim) halinde Anadolu coğrafyasını Bizans’ın kokuşan
bünyesinden temizledi ve yeni boyutlara ulaştırdı. Orta
Asya’dan gelen İslam filtresinden geçtikten sonra, anlam
kazanan Anadolu’nun yeni insanı, bu coğrafyayı
baştanbaşa ruhuyla donattı. Konar-göçerliği ümrana ulaştı.
Bundan böyle Ön Asya’nın penceresi, kapısı değil. Onun
bir özetidir. Bugün doğu kültürü diye adlandırılan İslam
ümranının Anadolu’da yeni bir yoruma o günden
ulaştığıdır.
Selçuk ümranı, İslam öncesi Hint, Pers, Çin ve diğer
uygarlıkları aşmıştı. Malazgirt Karaman, Malazgirt Sivas,
ışık yollarıyla Bizans’ı kuşatmakla kalmayıp, Malazgirt
merkezli gelen yeni ruhun yollarını açmıştı. Bu ruh, kısa
zamanda Anadolu’yu, bütün yolları Roma’ya çıkan
uygarlığı kıskandıracak yüceliğe erdi. Yani ümran,
dünyanın gözbebeği olmuştu. Endülüs biz yanda, Anadolu
diğer yanda Avrupa’yı sarsıyorlardı.
Kendisinden birkaç asır önceki İslam ülkesinin
tarumar oluşunu Ebülbeka, bilmiyor olabilir. Ve hatta,

MUSTAFA ÖZER

96

Abdülhak Hamid “Tarık”ı tiyatrolaştırırken, Endülüs’e
Ağıt’ı görmemezlikten gelebilir. Ama, Endülüs’e Ağıt
batıdaki İslam anıtının sisler girdabına kapılmasının
belgesidir. Ya da o anıtın yerine geçen sesler ağıtıdır.
Endülüs’ün, onun olduğu kadar düşüncesinin amansız
düşmanı olan Haçlı hınçlar yıllarca önce İslam’ın ilk
Kıble’si Kudüs’ün kurtarılması uğrunda Anadolu’daki
Müslüman mezarlarını bile kirletmeye kadar varmıştı.
Tarık Bin Ziyad, askerinin geri dönmemesi için gemilerini
yakmıştı. Bu trajik hali, Anadolu’ya gelen insanlar
ruhlarındaki dönüş yollarını yakmakla yaşamışlardı.
Zaman, Endülüs nakışlarında Müslümanları uyuşturdu. Ve
gevşetti. Bugün hiç yokmuş ya da olmamış gibi sadece
tarihte yer alan bir ad idi Endülüs. Ebülbeka, Endülüs’e
Ağıt’ta
“Ah! Yarımadada İslam’a göz değdi. Yağdı bela
yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslamın ne
namı var ne nişanı;
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştan beri yoktu.”
(Üç Kaside, Sezai Karakoç, İst. 1967) diyerek, o
uygarlığın sanki bugünkü halini söylüyordu. Gerçi o
günler olan olmuştu.
Anadolu’nun Türkmen’i, asabiyetini sürekli
yenileyebilme şansına sahip olduğu içindir ki, Anadolu
hiçbir zaman Endülüs’e benzemedi. Ve fakat 1839
HAYIRSIZ- LAR FERMANI ile Anadolu’ya değen göz,

MUSTAFA ÖZER

97

Endülüs’e Ağıt’ının sanat estetine karşılık politik kara
mürekkep ve yalan lekesine bürünmüş bir belgedir.
“Gök ekini biçmiş gibi”, muradına doymadan göçen
Endülüs ümranı ağıtını da, ümranın diriliği olarak
bırakmıştı. Oysa 1839’la gelen devrim, yayışan ve
kendisine yabancılaşan bir milletin kaderiydi. Bu
yüzdendir ki, Anadolu’nun ağıtında ümranın sanat ağıtı
yerine, siyasal inlemesi geçmiştir. Bakın kadere ki,
Anadolu’daki Selçuk Devletini de, Moğollar,beslenme
kaynaklarından yoksun kılacaktı. Tıpkı, Endülüs’e
uzanmayan İslam Devletlerinin eli gibi.
Mevlana, Yunus ve çevreleri, Anadolu
Selçuklularının veda ağıtlarını bestelerken, Devlet-i Ali
Osman’ın kuruluş mesnevilerini yazacaklardı. Ve
Mevlana,
“Geçti gün!” der, etmeyiz yersiz keder;
Var ol, ey sen tertemiz insan! Yeter.
(Mesnevi, A. Öztemiz Hacıtahiroğlu, İst. 1972) diye
seslenir.
Siyasal iktidarların ve devletlerinin yükselişi sürekli
değildir. Yükselir gün gelir durur, durulur, çöküş başlar.
Milletlerin çağları aşan sürekliliği, bünyesinde taşıdığı
dinamik unsurlar yoluyla, uygarlığını değişik yol ve
üsluplarla sürdürür. Uygarlık değiştikçe ve bu değişimler
insan ruhunu yenileştirdikçe ümran sürekli bir hale gelir.
Bu açıdan üzerinde yaşadığımız toprakların kültür
yapısına eğildiğimizde görürüz ki, insanı, kendine

MUSTAFA ÖZER

98

yabancılaştırmamış olmak şartıyla bir bütünlük halinde
günümüze ulaşır. Elbette ki, tarihi kesintiler vardır. Bunlar
değişim dönemlerinde milletin, yeni umutlarla
yüklenmesinden doğmaktadır. Ümranın temel öğesi,
insanın tabiatı inkar ederken takındığı tavırlar bütünüdür.
Bütünlükte sosyolojik imar dediğimiz temel
bulunmaktadır. İnsan sonsuzluk parametreleriyle çözüme
ulaşabileceğine göre, insana bağlı değerler ve bu değerler
sayesinde yeryüzünü değerlendirmesi de sonsuz
parametreleriyle çözüme kavuşturulur. Söz konusu olan
Anadolu coğrafyasında yaşayan insan, 1071 dönemi
öncesine bir sünger çekmiş, sonsuzluk denklemine öylece
girmiştir. Ve bu insan;
“Her dem yeni doğarız
Bizden kim usanası”
Dizeleriyle, Yunus’un dilinden açıklanacaktır.
Bunsan böyle 1071 öncesi Anadolu kaybolmuş, yeni bir
yarımada doğmuştu. Kimsenin usanmadığı ve kıyamete
dek içli bir şarkı halinde dudaktan dudağa aktarılacaktır.
Günümüz aydınının kendine yabancılaşması, sürüp
gelen kültürü yadsıması ümranın karşısındaki insanı
belirsiz hale düşürmüştür. Bu aydınların bağlandıkları batı
kültürünün içerisindeki yaşadıkları topluma tersliği
yüzündendir ki, büsbütün iç onurunun yitmesine neden
olmaktadır. Daha çok, şehircilik konularında tarih
fenomenleri yok edilmekle karşı karşıya bırakılmaktadır.
Serapa bir uygarlık modeli düşünülemeyeceğine göre,
kültür politikası mimari eserlerinin yeniden onarımı ile bu

MUSTAFA ÖZER

99

tarih fenomenlerinin ümranda aldığı yeri belirleyen
çalışmaların da yapılması gerekir. Çay ocaklarına
kiralanmak için medreseler onarmak ümran aldanışından
başka bir şey değildir. Türkiye uygarlığı derken, nelerin
anlaşılması gerektiği de, ancak bu verilerle açıklanabilir.
II.
Zıddını, düşmanını, yoksayanı ve inkarcıyı özgür
sayarak, öz ülküyü korumanın ne denli zor olduğunu
anlatmak kolay değil. Elinden bütün hakları alındıktan
sonra, değerler üstüne varmak mümkün olmayan bir
yaklaşımdır. Değerleri kurmak şöyle dursun, öğrenciliği
bile yapılamaz.
Nobel veya bir başka ülkenin vereceği onur
madalyası ve para için girmediği boya ve boy kalmayan
Türk sanatçısı ne zaman kendisiyle hesaplaşacaktır. Bu
yüce erdemi kendinde nasıl ve ne zaman bulacaktır. Bunu
tartışmak bile üzüyor insanı. Sanat evresinden devlet
fenomeni bugün çıkarılmış durumdadır. Sanatçıların
düştüğü trajikomik hali evreden çıkarılan unsura bağlamak
da mümkün. Fakat bu neden sanatçıyı bağışlatmaz. Dahası
bütün yapıtlar, şikâyetname özelliğinde. Hele hele
kendilerine sosyalist süsü veren bazı “fakir-i pür taksir”ler
Hitlervari yaptıkları propagandayı sanat sanmaktalar. Oysa
Fuzuli de şikâyetçidir. Ama şikâyet ettiği makam da, konu
da, kimseler de belirlidir. Açıkça gözüken bir gerçek de,
bir çok sanat eserinin yanında tek şikâyeti vardır. Ya
bugün… Sanat yapıtı diye topluma sunulan, şikâyetname
espiri seviyesinin bile çok altındadır. Fikri eser diye,

MUSTAFA ÖZER

100

Yahudilik, Masonluk, sosyalistlik…lik, lık…lük, luk…
ekleriyle türetilmiş cıcılı bıcılı eserler. Hele içeriği
yürekler acısı. Sözüm ona sağcı vitrini böyle. Solcu
vitrinindeyse, hayali ağalar, cıa’lar, elleri tomsonlu gerilla
posterleri…
“Avşar Kilimi’nden havalanan kavun dilimi, Bedri
Rahmi’ye resim orijinalliğinden öteye bir katkı yapmaz.
Anlattıkları, milletin dili değil, bir dilsizin dil resmidir.
Hem de negatif. Güldürü türünde, ün kazanmış bir yazarın
yakaladığı unsurlar, gerçekte Nasreddin Hoca derinliği,
Bekri Mustafa ağırlığı, İncili Çavuş kıvraklığından çok
uzak olmasına rağmen gülünebiliyor. Şurasını söyleyelim,
dini kültürün cahillerine verilen prim üzerine Türk humoru
ya da komedisi kurulamaz. Öyle sanıyorum ki, güldürü
sanatçısı, eserine değil kendi haline güldürmektedir
herkesi.
Mimari, Avrupa plan ozalitlerinden ve taşeronların
çaldığı çimentoların karşılığında yükselmektedir. Nidüğü
belirsiz yapı türü.
Şimdilerde en görkemli olanı, çokluğunun tam
tersine yokluğa gömülü şiir hakim. Klasiklerimiz gündeme
alınmakta yeniden.
Yeni yücelmeye payanda oldukları için sevinen
Yunus’lar, konuya girerken;
“Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü”

MUSTAFA ÖZER

101

Demişti. Kul olmanın ve onun sevincine ermenin
Emre’si;
“Aşktan elif okuyan kimseden sual olmaya”
Diyecekti. Bugün “Elif” diye başlamanın günü.

BÜYÜK KÜLTÜRLER

Anlaşabilmeyi, uzlaşabilmeyi genel yazım
deyimiyle, bir yere varmağı sağlamak için tarafların
anlayışlarına, hoşgörülerine sığınmaları gerekir. Çoğu
kimselerin vatan kurtaran aslan kesildiği günümüzde,
hoşgörü ve anlayış aslanlar tarafından unutulmuş olsa bile,
ümrana inananlarca unutulmadığı içindir ki, bir şeyler
düşünüp bir yere varabiliriz. Elbette varılacak nokta,
kültür diyalektiğinden geçecektir. Buna inandığımız
içindir ki yine sözü kültürden açıyoruz. Varacağımız nokta
üzerine kültür üyelerinin içlerinde “ gerçekten böyle mi”,
“böyle ise, şimdiye dek bu oluşu kaç kez duydum”, “yeni
söyleyiş mi, yeniden söyleyiş mi” soruları canlanacaktır.
Şayet yargılamasız ve kurcalamadan kabul söz konusu
olursa, yazarla okuyucu arasında bağlar pek güçlü
sayılmaz.

MUSTAFA ÖZER

102

Bir yere varmak için, öncelikle terimlere açıklık
kazandırmak zorundayız. Büyük oluş ve büyük kültürden
amaçlanan sonuçları ortak terimler içerisinde açıklığa
iletebiliriz. Zorunluluk bu anlamdadır.
Her millet, zamana göre değişen bir göz kusuruna
sahiptir. Kimi ulusal gözlükler, yakınsak merceğe
muhtaçtır, kimileri astigmat ve kimleri de ıraksak
mercekten yoksundur. Bugün yakını göremeyen, yarın
uzağı da göremeyebilir. Bir diğer deyişle, her ulusun
bakışları başka başkadır. Ulusların göz hastalıklarını
sözlükleri sayesinde giderebileceklerini öncelikle
söyleyelim. Bu kapalı yargılamayı araladığımızda, birçok
sorunla karşı karşıya geliriz. Milletin tanımında maddi
unsurlar ne kadar büyük bir yere sahipse, kültür
fenomenini geçmişten alıp, geleceğe ulaştıran dil gerçeği
de, ondan daha büyük bir yere sahiptir. Büyük devletlerin
derlenme, toparlanma ve ileri hamleleri dil bütünlüğünü
sağlamalarıyla mümkün olmuştur. Tarih bu gerçeği
yetesiye açıklamaktadır. Ülkesinde sözlük çalışmaları
fanatik olarak algılanan bir değer taşıyorsa, o ülke,
yozlaşmanın, yabancılaşmanın eşiğindedir. Zira sözler
arasında uçurum anlamlar çıkmaktadır. Sosyal bünyenin
kokuşması, anlaşma ve uzlaşmaların ortadan kaldırılan ya
da bozulan dil unsuruna bağlanması pek mümkündür.
Sözlük (Lügat) çalışmalarının ülkemizde nasıl
olduğuna bakıp, önemi üzerine ciddi sözler söyleyemeyiz.
Kamu kesimindeki sözlük çalışmaları, sözlük çalışması
olmaktan çok, 1923 devrimiyle başlayan değişimi kabul
ettirmeye yöneliktir. Ansiklopedik çalışmaları ise, ancak

MUSTAFA ÖZER

103

sözlük çalışmalarının arkasından ele alınabilecek bir konu
olduğu içindir ki, sağlıksız yapıya sahiptir. Şemseddin
Sami, Muallim Naci, Ahmet Vefik Paşa, Hüseyin Kazım
gibi ondokuzuncu yüzyıl sözlük hazırlayıcıları grameri
açık ve belirli olan bir dili sağlamlaştırmışlardı.
Cumhuriyet döneminde ise Ferid Develioğlu, Mustafa
Nihat Özön ve bazı kurullarca hazırlanmış bir takım
sözlükler vardır. Bu yeni sözlük çalışmaları, daha çok
ondokuzuncu yüzyıl sözlüklerinin yeni yazıya aktarılması
ve kısmen yeni dille açıklanmasıdır. Buna rağmen
yanardağın göğsüne çiçek takmak kabilinden ihtiyacı
karşılamaktadır. Dilbilgisi sahası ise Türkoloji sahasının
verimsiz çalışmalarıyla gündeme getirilmektedir. Ne lügat,
ne de dilbilgileri kelimelerin ontolojisine açıklık
kazandırmakta ve onun yüklendiği değerleri
açıklamamaktadır.
Halk Edebiyatının ve Divan Edebiyatının güçlülüğü,
kelimelerinin mitosuyla birlikte estete alınmasından
doğmaktadır. Geçiş dönemi diyebileceğimiz, Divan
Edebiyatının ve Halk Edebiyatının mitostan sıyrılarak
sanatçının dünyasına girmesi, ondokuzuncu yüzyılın ilk
yarısını geçtikten sonra başlar. Bu geçiş döneminde,
kelimeler dadaizmin pençesindedir. Ve edebiyat birikimi
banka kumbaralarına atılan kuruşlar gibi kaygusuz bir
oluşta olmaktadır.
Sözlüğün önemine değinmekliğimiz, kelimelere
açıklık getirmek ve bir yere varmak içindir. Ne var ki, bir
yere varmak için seçeceğimiz kelimeler bizi yarı yolda
bırakmaktadır.

MUSTAFA ÖZER

104

Yerellik, ülke sınırları içinde ortak değerler etrafında
toplanmakla sağlanır. İkinci aşamada bu ortak değerler
dünya uygarlığındaki yerini bulmaya yönelir. Bundan
böyle yöneliş yerli edebiyatın üniversal özelliğe
bürünmesidir. Sözlükler birinci aşamayı sağlayan en
önemli varlık olmaktadır. Ve yine ikinci aşamanın
protoplazmasını oluşturmaktadır. Büyük Kültürler bu
gerçeği anlamış sanatçılar aracığıyla kurulmuştur.
Ülkenin genişliği, demografik boyutların geniş ve
görkemli olmasının Büyük Kültür’e ermekle ilgisi yoktur.
Dere kıyısında kalmış henüz yapıda kullanılmamış taşlar
gibi ya da toprak katmanları altındaki madenler gibi
bizatihi kıymetli olmakla birlikte, henüz insan elinde
değerlendirilmediği için kıymetsiz kalması gibi. Kültürün
maddi unsurları kendi iç politikasıyla manevi değerleri
beslemiyor ve geliştirmiyorsa kültürün büyüklüğünden söz
açmak abestir. Madde, inkar edilemez. Lakin amaç da
olamaz. Milletin büyüklüğü, halihazır uygarlığını
hazırlayan tarihi ve aktaracağı ideal geleceğine bağlıdır.
Örneğin, Afrika ulusları kendi tarihini yazacak bilince
ulaşamadıkları içindir ki, büyük oluşumu
sağlayamamaktadırlar. Dahası, Afrika, ideal geleceği değil
halihazır durumunu öğrenmekle uğraşmaktadır. Ancak
Tarih dışı olan, havyandır! diyen Nietzsche, insanı tarihin
tozlarından da arındırıp kendine dönmesine vurgulamıştır
Kültür, tarihi bilincin kendisi olarak tarih olmasına
tarih fakat onu da aşarak millet olmanın özelliğidir.
Kültürün milletle yankılanması, kahramanlar tarafından
daha yüce düzeylere iletilebilir. Ama tarih, kahramanlar

MUSTAFA ÖZER

105

aracığıyla gelen yücelmeyi zaman içerisinde dehalık çapta
olan yanlarını köreltir. Kahramanlar da unutulur. Zaman
işlevi unutulan anıtlardan bir nakış dokur. Sanatçılar bu
nakışlar üzerine varırlar, onların zaman içerisinde solan
renklerini zayıflatan dirençlerini yeniden insana öğretirler.
Hastalıklı sosyal bünyenin gözlerine sağlık getirecek
mercekleri takarlar. Millet yeniden dirilmeye durur
böylece.
Tarihin günümüze Büyük Kültür çerçevesine oturtup
getirdiği oluşuma bakalım. Ve bu Büyük Kültürlerin
dünyayı imardaki bakış açılarını kısaca gözleyelim.
Bugün oluşan Afrika ve Amerika kıtası kültürlerini
bir yana bırakırsak, daha doğrusu, diğer iki kültür
içerisinde değerlendirilebileceği için, Büyük Kültürleri
doğu ve batı kültürleri olarak ikiye ayırabiliriz. Batı
kültürü, Latin uygarlığı içerisinde kilise inancıyla
anlaşılması gereken bir olgudur. Doğu kültürü ise, gerçek
dinlerin(İslam başta olmak üzere, Hıristiyanlık, Musevilik)
ve yerel (Budizm, Konfiçüyanizm) dinlerin mistiği ile
Asyatik uygarlığı anlamlandırır.
Batı kültüründe yer alan İngilizler, uygulayım
felsefesinin ilkelerini kullanırlarken, Fransızlar, nesnelerin
görünüm yanında durmayı tercih etmektedirler. İngilizler,
istismar felsefesini had safhaya vardırırlarken, Fransızlar,
izleyicilikten öteye geçememektedirler. Teori vizyonunda
kalan Almanlar, insan değerlerini sarsıcı olmayı daha çok
başarıyorlar. Batı kültürüyle doğu kültür arasında yer alan
Rus kültürü, yaşamak isteği ve şöhret sevdasını aşamaz.

MUSTAFA ÖZER

106

1917 devrimini böyle değerlendirebiliriz. Dünyada
saygınlaşmak ve bir parça ekmek bulmak. 1917 öncesi ve
sonra sosyalist nutuklar bu durumu yetesiye
açıklamaktadır. Slav milliyetçiliğinin yeni görünümü eski
şöhret sevdasını gizleyememiş, hatta onu, emperyalist
olmaya yöneltmiştir. İgor’un “Bir Devin Düşüşü”nde ya
da Pasternak’ın “Doktor Jivago”sundan veya
Soljenitzin’in “İvan Denisoviçin Hayatında Bir
Gün”ünden bu durumu daha bir açık anlıyoruz. Sosyalizm,
Rus insanı için avuntudan başka anlam taşımıyor.
Petro’nun deli vasiyetnamesini uygulamaya çalıştığını
görüyoruz. Devrim için devrim anlamsızlığı aldatmak için
devrim yozluğuna dönüşmüştür. Bu konu üzerinde
duruşum çağlar boyu bizimle komşu olmalarından ileri
gelmiştir. Üstelik sabır ve acıya katlanma yanıyla benzer
yanlarımız vardır.
Türk kültüründe göz kusurunun kaynağını psikoloji
alanında birey ölçüsünü aşamamak ve onun verileri olan
acı, sabır, öç ve kin pratik bir şekilde uygulama planına
çıkmaktadır. Bizim insanımız, bu yanıyla tabiatın bağrında
yaşayan, henüz sade insanlığı yitirmemiş bir özelliğe
sahiptir. Kültür protoplazmasını İslam’a bağlılığı
oluşturmaktadır. İhtişam ve büyük yaşamak ve büyük
ölüm bizim ulusumuzun kahramanlık çapına ulaştırdığı bir
insanlık gerçeğidir. Cahit Zarifoğlu’nun
“Artist milletizdir
Bizde defaten ölümdür”

MUSTAFA ÖZER

107

Diye sevecenleştirdiği düzey, milletimizin olaylara
bakışını daha iyi anlatır. Gerçi Türk kültürünün tanımını
hiç değilse bugün yapmak mümkün değildir. Çünkü öz
kültürün yadsındığı bir dönemde tanımlarımız ya tam batı,
ya da teorik bir Doğu sınırıyla kuşatılacaktır. Sunulacak
bu tanım bizi yanlışlığa götürür. Bazı ipuçları vardı. Onları
da andık.
Büyük Kültüre ermek için, Çanakkale Savaşından
Kurtuluş Cephelerine dek savaşmanın nedenselliğini
bilmek gerekir. Büyük Kültür büyük ölmeyi bilen
ulusların hakkıdır. Şüheda kanlarıyla çizilen bu vatanda,
büyük ölmenin sırrı sergilenmişti. Bize düşen bunu
anlamak.

MUSTAFA ÖZER

108
ONDOKUZUNCU YÜZYIL

“Hat-ı Freng gibi zülfü ebruvan geç ü meç
Ne anlanır rakam-ı mekri ne hisaba gelür”
Şeyh GALİP
Tarihi bölümlere ayırmak öteden beri yapılan bir
eylemdir. Ayırmanın gereği ise, bir bölümden diğerine
üretim, düşünce ve bunlara bağlı sanat ve işleyim
düzeylerinin kümülasyonu bile olsa değişmiş olmasıdır.
Bu yargıdan doğal olarak çıkan sonuç insanlık kendi
çağını yaşamalı olgusudur. Ne var ki, bu olgu az gelişmiş
ülkelerde ereğine ulaşamamaktadır. Aynı zamanda gereği
de bilinmemektedir.
Türkiye, ondokuzuncu yüzyılın düşünce baskısında
genel yapıyı açıklarken, yirminci yüzyılı yaşayan ülkelerin
hegemonyası altında varlığını göstermektedir. İslam
düşüncesinin yirminci yüzyılda bilinçli bir biçimde pratike
edilmesi için bu olgunun, daha doğrusu olgunsuzluğun
öncelikle bilinmesi, ardılı olan olgun düzeye çıkmanın
yolları araştırılmalıdır.
Bu yazımızda, Türkiye’nin yaşadığı ondokuzuncu
yüzyılın özelliklerine eğilmemiz gerekti. Çağların yıl
çizgisi kaygısına düşmeden genel olarak bir yaklaşım
yapacağız.

MUSTAFA ÖZER

109

Ondokuzuncu yüzyıla Fransa ihtilalinin getirdiği
düzeyde yaklaşım yapmak genel bir tutum olduğu için bu
yol izlenecektir.
FRANSA İHTİLALİ: 1789 devrimi sosyal
dinamiğin doruğunda hak ve değişimin, bir yandan
patlaması, diğer yandan giyotinli bekçisi olarak
özgürlüğün sembolü olmuştur. Ondokuzuncu yüzyılı
hazırlayan kültür dinamiği de bu dönemde, kalemin
yanında kılıcın ve barutun düşümdeşi olmaktan geri
kalmamıştır. Toplumlararası veya ulusal sosyal heyelanı
ondokuzuncu yüzyıla taşınan ihtilal, bu görünümüyle
sosyal bünyenin değişimini getirirken bıraktığı kötülüğü
bu açıdan gizlemesini bildi.
Gerçekten de sosyal gerçeklerin getirdiği birikim,
kendi dinamiği ile toplumları yenilemektedir. Savaş ve
devrimler ne denli horlansa da edilmeden olunamayan,
sevimli kedinin pençelerine benzerler. Gül ve diken gibi.
Birbirlerine yardımcı ve birbirlerinin varlık nedenidir
sosyal patlamalar.
Yücelen birikimler önünde kaçınılmaz sonuçtur.
1789 devrimi bu patlamalardan yalnızca biridir. Diğer
sosyal değişimlerden ayrılan yanıysa; üstünde en çok
durulan ve ivedilikle kurcalanan, açıklanan, ayrımlaştıran
bir değişimdir. Bilimsel yapıtlara konu olması, sokaktaki
insanın kaygılarını biçimlendirmesi şimdilik bir yana
bırakılarak ya da başka bir yazıya konu edilebileceği için,
sanat yapıtlarındaki yankısı ve yaygınlaştırılmasını
gözleyelim. Daha doğrusu devrimin nasıl idealize

MUSTAFA ÖZER

110

edildiğini ve toplumlara nasıl yansıtıldığı en iyi biçimde
sanat yapıtlarında izlenebileceğinden dolayı bu yolu
seçtik.
I- Milliyetçilik
Yirminci yüzyıla nasıl teknik çağ deniyorsa, ondo-
kuzuncu yüzyıla da milletler çağı denmesinde
düşünürlerin kanıları ortaktır. Ulus, ulusculuk, ırk
kavramları bu yüzyılda didik didik edilmiştir. Milli sınırlar
çizilip ülke vatandaşları ilahlaştırırken kozmopolit
kavramlar saldırılan konuların başında geliyor.
DOSTOYEVSKİ (1821-1881) : Yazar “…Avru-
pa’nın eksiklerini Rusya’nın tamamlayacağı konusundaki
görüşünüzü paylaşıyorum, tanrının yüklediği görev bile
bunun böyle olmasını gerektiriyor. Uzun süredir açıkça
biliyorum bunu.” (Dostoyevski, Andre Gide, Çev. B.O Sh.
33) diye Rus ırkına tanrısal bir misyon yüklüyor. Ve
ardından “…Rus düşüncesinin belki de, Avrupa’nın çeşitli
milliyetleri içinde böylesine bir direniş ve cesaretle
geliştirdiği bütün fikirlerin birleşimi olacağına” (a.g.y. Sh.
34) yargısını yürütür. Dostoyevski’nin gözünde insanın
evrensel yanından çok Rus ırkının gerek düşünsel ve
gerekse diğer yönlerden başat durumda olduğuna inanır.
Amacı, Rus düşüncesini yaymak ve evrensel kılmaktır.
Demek oluyor ki, Dostoyevski katıksız bir Rus ırkçısıdır.
Onun Türk düşmanlığı yalınkat Türk-Rus ilişkilerinden
doğmaktadır. Avrupalı uluslara da o kadar düşmandır.
Diğer uluslara karşı olmanın temelini kendi ulusuna
verdiği önemde aramak gerekir.

MUSTAFA ÖZER

111

L.TOLSTOY (1828-1910) : Ruhsal irdelemeler
açsısından Dostoyevski’nin romanları Rus toprakları
dışına slav sosyal psikolojisini nasıl taşımış ve tanıtmış
ise, Tolstoy’un romanları da slav inanç sistemini aynı
biçimde idealize etmiştir. Öyle ki Hıristiyanlığı Rus
toplumuna göre yorumlayarak Tolstoyanizm tarikatının
doğmasına neden olmuştur. Genel yargının temelinde
ırkçılığın yattığı gerçeği Tolstoy’un en belirgin özelliği
olarak görülür. Evrensele bir adım kala Rus ırkçılığı onun
diğer uluslara düşman olmasına neden olur. “Hacı
Murad”ı, “ Savaş ve Barış”ı hangi ruh durumunda
okuduğumuzu göz önüne aldığımızda bu yargı açıklık
kazanır.
STENDHAL(1783-1842) : Zaman bakımından daha
önce almamız gereken Stendhal, diğer yazarların daha
baskın olmasından dolayı geriye bırakıldı. Stendhal de
gözlediğimiz kadarıyla yenik düşen bir toplumun bireysel
davranışlarıdır. Fransız ulusu Waterloo Savaşıyla çöküşe
doğru giderken Stendhal İtalyayı manevi vatan olarak
seçer. Bundan sonrasını Parma Manastırı’nda izlemek
mümkün. Parma’nın Prensi deli, Parma’nın halkı ahmak
ve hatta Parma (İtalya) Fransızlar tarafından kurtarılmaya
muhtaç bir bölgedir. Fransız ulusu her zaman ve her
zaman dünyayı yalnız o kurtarır düşüncesi Fabrice Del
Dongo’nun tipiyle ortaya konur. Fabrice Del Dongo
doyduğu yeri vatan saymaz hiçbir zaman.
Burada bir parantez açarak Dostoyevski ile Sten-
dhal’in diğer uluslara karşı bakışlarındaki özdeşliği

MUSTAFA ÖZER

112

belirtmek gerekir. Dostoyevski Grajde’de bu tezi
savunmuştur.
Tüm yapıtları aynı yolla incelemek yolu açık
olmakla beraber, yazının çok uzaması nedeniyle, aynı
zamanda yinelemelerin artmasını önlemek için bu
yazarları ele almakla yetindik. Hem değil midir ki, bu
yazarlar ondoku- zuncu yüzyılın kültür kurucuları.
1789 devriminin Türkiye’deki yankısına gelince:
Avrupa uluslarından sosyal bünye olarak değişik olan
Devlet-i Ali bu dönemde zaten büyük bir değişimin
eşiğindeydi. Bizde batıyı almadığını sananlarca, ihtilalin
değiştirdiği gerçeği ele alınır. Oysa devlet öteden beri
büyük bir kabuk değiştiriyordu. II. Mahmud dönemi de kıl
çul devriminden sonra ayanlar saraya ortak çıkmıştı. O
güne kadar sultan yönetiminde olan devlet, bundan sonra
gizli bir aristokrasiye yöneldiğini açıkça ortaya
koymuştur. Bu yargıyı şöyle de söyleyebiliriz. Devlet-i
Ali’deki büyük değişimi, Avrupa’daki değişim daha da
hızlandırmıştır.
Büyük değişim çizgisini Avrupa ile entegre eden
ondokuzuncu yüzyıl Türk yazarları epeyce kabarıktır.
Bunların çoğu gazetecidir. Bazı yazarlar eski ihtişam
dönemlerini kaleme almakla yetinmiş, bazı yazarlar da salt
dini çizgide toplumun uyanmasını istemişlerdir. Devlet-i
Ali’deki ırkların çokluğu göz önüne alınınca, ırkçılık
önceleri abartılmadan, sonraları azınlıkların ırkçılık
yaptığı gerekçesiyle ideoloji olarak değerlendirilmiştir.
Ekonomi ele alınmadan yalınkat siyasal yargılarla

MUSTAFA ÖZER

113

davranılmış ve Turancılık ordunun desteği ile siyasal
arenaya çıkmıştır.
NAMIK KEMAL(1840-1888) : “Git vatan Kabe’de
siyaha bürün” diye yurtseverliği mistik bir kombinezonla
ele alırken, Vatan Yahut Silistre ile somut bağımsızlık
isteğini ortaya koymuştur. Bazıları, onlardan için
(maceraperest), bazıları, (Jön Türkler) diye tanıtmışlardır.
İyilik ve kötülükleriyle bir toplumun kültüründe yer alan
yazarları bir kalemde sınır dışı edemeyiz Namık Kemal’i,
hoyratlığı ile değil de, evrensel olan İslam’ı savunması ile
ele alırsak onların davranışlarına daha bilimsel açıklık
getirmiş oluruz. O güne değin, evrensel olan İslam, ulusal
yargılarla karşı karşıya getirilmemişti. Ulusal değerler bir
devlet sorunu olarak, ya da, askeri sorun olarak
görüldüğünden esas doktrinal yönde kaygılar doğmamıştı.
Oysa yeni doğan ve ırk pozisyonunu ayrılma yönünde
etkileyen ulusal değerler, devletin güçsüzlüğü karşısında
büsbütün azgınlaştırılmış ve yozlaştırılmıştır. Ordu, bu
duruma yabancı kalmayarak Türkçe konuşan halkın
yanında yer almıştır. Yazarlar da bu dayanılmaz baskı
karşısında evrenseli bırakıp, ulusal değerlere
sarılmışlardır.
Namık Kemal, yukarıdaki paragraflarda andığımız
yazarlardan, evrensel olan İslam’ı tutmasıyla ayrılır.
Renan’a yanıtı bunun en açık belgesidir. Bunun yanında
Namık Kemal, ulusal değerlere de açıklık kazandırmaya
çalışır. Bütün yazarlarımızda olduğu gibi, Namık Kemal
de sorunun temelini yalnız devlet sanır. Onun halkçılığı

MUSTAFA ÖZER

114

biraz daha su götürürü bir yargıdır. Genel olarak alt yapı
kurumlarına eğilmemesi bunun bir kanıtıdır.
TEVFİK FİKRET (1867-1915): Kendinden önceki
ajitatörler tarafından karıştırılan siyasal ortamı, sanki
eskiden beri varmış gibi görüp sanatının perspektifi yapan
Tevfik Fikret, ulusal değerleri savunmasına karşın, halkla
diyalogu olmayan bir şairdir. Romantik düşünce yapısıyla,
yabancı mitolojilerden yararlandığı için genel değerler
skalasında da önem kazanamamıştır. Fransız ihtilalinin
etkisiyle ulusal değerleri gören Fikret “Vatanım ruy-i
zemin, milletim nev’i beşer” yargısıyla kozmopolitliğe
yönelmiştir. Sevimsizliğinin bir yönünü de burası teşkil
eder. Çünkü çağ, milletler çağıdır.
Ahmet Cevdet Paşa, Ziya Paşa, Ahmet Mithat
Efendi gibi, Namık Kemal çizgisinde yürüyen ulusal
değerlerle evrensel değerleri barıştırmaya çalışan Türk
yazarları ise, ülke sınırlarını aşamamışlardır.
II- Bireycilik (Liberalizm)
1789 devriminden önce de, ekonomi alanında Adam
Smith (1723-1790) ve çömezlerinin görüşleri
yürürlükteydi. Ortaya koydukları sistemin özü, kişiye
özgedir. Yani kişi ön plandadır. Buradan başlayarak
ekonomik, sosyolojik ve siyasal açı olarak “homo
economicus” “homo poli- ticus” “homo sociales” ortaya
çıktı. Problematiğin çözümünde temel sorun, kavramların
bireyleştirimleştirilmesi öne alınmıştır. Devlete devredilen
siyasal haklar, o güne kadar kişiyi köle statüsüne
indirmiştir yargısıyla, kişi alabildiğine özgür ve kendinden

MUSTAFA ÖZER

115

girişimli duruma girmeli denmiştir. Böylece Jandarma
Devlet doğmuştur.
Siyasal bireycilik(liberalizm ardına sığınarak
ekonomik bireyciliğin kölesel konumunu gizleyen bu
yazarlar, bilmiyorlardı ki, yeni bir kapitalist feodal sınıfın
doğması önlenemeyecekti. Devletin yerini onlar alacaktı.
Yalınkat özgürlüklerin savunması topluma bir şey
kazandırmayacaktı.
Atölye üretimi kentlerde önemini yitirirken kırsal
kesimde de kapalı ekonomi piyasaya yöneliyordu bu
çağda. Artık “laisser faire” kuralı yürürlükten kalkmalıydı.
Oysa siyasal bireycilik düşünsel olarak bu görüşü
tutmuyordu. Bu yüzdendir ki siyasal bireyciliği savunanlar
bile ondokuzuncu yüzyıl ortalarına doğru görüşlerinden
epeyce ayrılarak, sosyal devlet anlayışına yaklaşmışlardır.
İhtilalin bireyciliği tutması ise, bireyciliğin zaferi
gibi göründü. Kısa zamanda diğer ulusların ülkelerine
doğru yayılmaya başladı. Bu düzeyi sanat eserlerinden
izleyelim.
E.ZOLA( 1840-1902)
Romancının, toplumun tüm katmanlarına inmesi,
doğaya yönelmesi, kendine yönelmesi, sanat anlayışına
bağlıdır. Zola ise, toplumdan ziyade bireye yönelmiştir.
Hem de onun en kötü yanlarına Paris, Zola’nın gözünde
sevgililerin tatmin sağladığı bir bölge. Devlet ise,
sevgilileri koruyan, toplumsal kuruluşlara önem vermeyen
jandarmadır. Tren kumpanyaları özel ellerdedir. Zola,

MUSTAFA ÖZER

116

şunu gözlemlemektedir ki, bireyci yapı, bu gidişle
“hayvanlaşan insan”ı doğuracaktır. Üstelik doğurmuştur
da. Kendisi bu düzeyi romanlaştırmıştır. Onun işçi
sorunlarına eğilmesinden çok bireyci yapıya eğildiğini, o
düzeye bireysel bir kritik getirdiğini görüyoruz. Bireyci
düzey sürüp gidecekse, Raboud kadar, Severine de yalnız
kalacaktır. Yalnız kaldığı bir yana, mutluluğu yaşamları
boyunca göremeyeceklerdir.
Dostoyevski’de bireyci yapıyı izlersek, Zola’dan pek
değişik olmadığını görürüz. Onun insanları da ezilmekten
ve budalalıktan kurtulamaz. Dostoyevski’deki bireylerin
çevresini, toplum değil, cinler sarar. Rus edebiyatında
toplumsal sorunların bol bol ele alınması, yargıların
bireysel olmasını engellemez. Çünkü ne yazar Vanya, ne
Alyaşo, ne de Vaıvara Petrovna, saraydaki yalnızlığından
kurtulur. Girişimleri hep bireyseldir. Çarlık devleti
Jandarmalığını hiçbir zaman unutmaz.
Tolstoy’un iç özgürlüğünü(salt özgürlük) aradığı ilk
bilinen gerçektir. Hal böyle olunca bireye önem vermedi
gerekir. Tolstoy’da bireyler, bizim deyimimizle “gemisini
kurtaran kaptan” konumundadır. Bu yargı “Ölümden
Sonra Dirilme”yi kuşattığı gibi, Savaş ve Barış’ı da
sarmıştır. Diriliş’in sevimli prensi, topraklarını sosyalist
olduğu için değil, halktan tümü tümüne sıyrılmak için
dağıtmaktadır. Emlakinin kendisine yüklediği
sorumluluğu atıp gerçek özgürlüğünü aramak ister. Oysa
özgürlük ne Sibirya’ya giden katarlara bağlı, ne de
sürdüğü saray hayatına. Tolstoy’da bu düzey, pek açık
değildir. Açık olan, Hıristiyan mistikliği ile sosyalist

MUSTAFA ÖZER

117

romantikliğin birbirine karışmış olduğudur. Pasif bir
anarşizm öğütlenir bireylere. Bir gerçeğe parmak basmak
gerekir burada. Tolstoy Budist bir yargıyla devinmektedir.
Öz olarak mülkiyeti reddetmezler. Siyasal bireyciliği
savunurlar.
Stendhal’in, Balzac’ın gözlemleri de siyasal
bireycilikle düşümdedir. Ekonomik bireyciliği ise, izlemek
olanağı vardır. Ama ekonomik bireyciliği bu çağın
sanatçılarının çoğu tutmazlar. Onun (ekonomik
bireyciliğin) kötülüklerini ortaya koyarlar.
Türkiye’de bugün olduğu gibi ondokuzuncu
yüzyılda da yabancı, diğer bir deyimle siyasal bireyci
kültür, başat durumdadır. Üst yapı kurumları bu açıdan ele
alınır. Kah hücum edilip, kah göklere çıkartılır. Bilinçsizce
eleştiri yapıldığı açıkça ortadadır. Sanat bu yüzdendir ki,
batı benzeşimlidir. Düzenin eleştirisinde gerçekler değil,
ütopyalar ön plana alınır. Onun için Türk romanları kötü
sonlarla varlığını sürdürür. Bunun yanında, süslü ve
toplum oyalayıcılıktan öteye geçmeyen yapıtlar da
görülür.
III- Meclisli Saray
Fransız devrimi, devlet yapılarını altüst ederken,
yeni bir siyasal örgütlenme biçimi getirmiştir. Yeni
biçimin adı “meclisli saray” ya da “meşruti monarşi”dir.
Krallar artık yönetime yalnız başlarına değil, danışma
kurullarıyla ya da aristokratik kurumların yardımıyla
katılır. Gerçi İngiltere’de çok öncelerden başlayan

MUSTAFA ÖZER

118

demokratik kurumlar yok değildir. Fransız devrimi bu
düzeyi tüm ülkelere yöneltmiştir.
Sanatçılar da kolları sıvayarak, yeni düzeyi
toplumlara aktarmaya çalışmıştır. İdealize edilen
konumda, prensler, krallar ya da başkanlar; ya zindandır,
ya da zindancıdır. Yine başkan ünlü bir komedyendir.
Ama esprilerine gülünen değil, salaklığına gülünendir. Bu
konuyu “Parma Prensi”nden “Ezilenlerin Prensi”ne değin
uzanan çizgide izleyebiliriz.
Tolstoy ise devleti bile reddeder. Tüm suçlu “Çar”
dır. Herkes kendisi devlet olmalıdır. Kişinin yaptığı
hukuk, kişiyi mutlu kılmaz. Mutluluk gönüldedir. Dosto-
yevski, Tolstoy’dan bu noktada ayrılır. Dostoyevski,
düzensizliği anlatır, ama Rus ırkının büyüklüğünün, iyi,
yeni ve doğru bir düzeni kuracağına inanır. Topraklardan,
malikânelerden, ailelerden ve devletten soyutlanan
insanlar, siyasal bireycilikle aynılaşır. Bireyin
yabancılaşma sorunu da, burada başlar.
Ondokuzuncu yüzyıl Türkiye’sinde, Fransız
devriminin getirdiği bu yapı, daha önce söylediğimiz gibi,
III. Selim’den öncesine dayanır. Gerçekleşmesi ise II.
Mah- mud döneminde görülür. Siyasal bireyciliğin, siyasal
arenada yer bulduğu somut olarak açıktır. Siyasal yazılar
da bu yündedir. Ama sanat eserleri pek bu yapıyı açığa
vurmaz.
IV- Özgürlük

MUSTAFA ÖZER

119

Fransız devrimi, şimdiye değin söylediklerimizi
somut örneklerle getirdi. Adını getirip de, kendisini
kimsenin tanımadığı özgürlük kavramı üzerinde durulan
bir konuydu. Hoş bugün de aynı düzeydedir. Şu kadar var
ki, özgürlükler bugün yüzeysel ve derinlemesine konu
edinilmektedir. Bu arada, siyasal, sosyal, psikolojik,
dinsel ve ekonomik alanda ayrı ayrı ele alınmaktadır.
1789 devrimi ile gelen özgürlük kavramı, devrimin
heyamolaları arasında savunucularının başını döndürmüş
ve salt siyasal anlamda anlaşılmasına yol açmıştır. Ondo-
kuzuncu yüzyılda da, özgürlük, anlamını onsekizinci
yüzyıldaki şekliyle korumuştur. Özellikle ondokuzuncu
yüzyılın ilk yarısında böyle anlaşılmıştır. Siyasal
bireycilik ve isteminin, günümüz sosyal devletine fon
oluşunu sanat eserlerinde gözlemek mümkündür.
Özgürlük anlayışı, daha sonraları pasif konumdan
çıkarak, anarşiye dönüşmekte gecikmemiştir. Öyle ki,
sağlanan özgürlükler özgürlüğü ortadan kaldırmaya
yönelmiştir.
Daha önce ele aldığımız yazarlarda, kahramanlarının
özgürlük prototipi olarak çizildiğini görüyoruz.
Özgürlüğün bireyin kendine doğru, ya da çevresine doğru
yönelmiş olması, sanatçının kısmen sanat anlayışına bağlı
kalmıştır. Özgürlükle bağımsızlık isteği, Rus yazarlarında
barıştırılmış ve bir ulusal kavram olarak sunulmaya
çalışılmıştır.
Tüm ulusların Fransız devrimi ile başlayan ulusal
kavgası, yine bu devrimle gelen evrensel değerlerle

MUSTAFA ÖZER

120

uyumlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu değerlerin başında
siyasal bireyciliğin önem verdiği kişi hakları gelmektedir.
İnsancılık (hümanizm), yumuşatılarak vatandaşlara
uygulanmıştır. Özgürlük de, aynı biçimde işlenmiştir.
Genel çizgileriyle sunduğumuz devrimin bu dizeyi,
Namık Kemal ve çömezleri aracılığı ile Osmanlı ülkesinde
işlenmiştir. Özgürlüğün ne yönde ve nasıl olması
gerektiği, düşüncelerde yankı bulmamıştır. “Gerçi esir-i
aşkın olduk kurtulduk esaretten” romantikliği ile
özgürlüğün nasıl anlaşıldığını ortaya koymuşlardır. Öyle
ki, bazen özgürlüğü devlet başkanına karşı gelmekle bir
saymışlar. Kendi halkının yanında yer alacağına
azınlıklarla çalışmışlardır.

MUSTAFA ÖZER

121
YİRMİNCİ YÜZYIL

Geride bıraktığımız yüzyıl kendisini unutturacak bir
değişime uğrayarak içerisinde bulunduğumuz yüzyıla
dönüştü. Şiir ve felsefenin öğesi olan zaman kavramını
bırakıp, tarihin öğesi üzerinde bu yazının sınırlarını
çizmek istiyoruz. Yirminci yüzyılı 1900’le başlamış bir
olguyla ele almak elbette okul tarihlerinde sınırına
girecektir. Bu yüzdendir ki, ondokuzuncu yüzyılın son
çeyreğine söyle bir göz atarak girmeliyiz.
Fransız ihtilali (1789) ve onu izleyen ondokuzuncu
yüzyılın son çeyreklik bölümünde, siyasal değişimin
ihtilal, inkılâp kadroları yetişmiş ve bu kadrolara karşı
iktidarların tepkileri ve önlemleri başlamıştır. Meşruti
monarşilerin kuruluşlarına ondokuzuncu yüzyıl
bölümünde belirtmiştik. Burada belirtmemiz gereken
durum; yeniliğin ancak yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde
tüm dünyayı sardığı gerçeğidir.
Siyasal değişimin en önemli yanlarından biri de
sömürünün (Emperialism) uluslar arası siyasal özelliğini
kazanmasıdır.
Yirminci yüzyıl ondokuzuncu yüzyıldan devraldığı
teknik olguyu geliştirdi. Öyle ki, kendinden önce oluşan
saygınlığı iki kez akan kanın dünyanın üçte birini

MUSTAFA ÖZER

122

(karaları) kırmızı kılmasıydı; Eisenhover’in ya da Hitlerin
kesif uçakları bu dönemde iki ayrı renk çekerler
yeryüzünden. Denizlerin maviliği ve karaların kırmızılığı.
Ormanlar bile yakıldı. İki kez toprağı kana dönüştüren
büyük savaşlar küçük ve bölgesel savaşlarla çağın
yarasının kapanmadığını kanıtlamıştır.
Gelişmişler ve azgelişmişler adı altında toplanan
eski ümranla yeni uygarlık sürekli boy ölçüşme yarışına
girmiştir. Elbette gelişmiş ülke diye namlanan ülkeler,
nalları yenilenmiş cins katırlar gibi, ihtiyar, dişi düşmüş
hasta aslanı (azgelişmişler) alt etmiş, hırpalamış ve yok
oluşun saçaklarında bırakmıştır.
Ondokuzuncu yüzyılın son yarısında eski ümranlar
yok oluşa ve sömürünün alanına girerken, yeni uygarlıklar
yirminci yüzyılın oluşumuna hazırlanmıştır. Bunu kabul
ettirmek için planlarını kurmuşlardır. Yeni teknik
hammadde ve petrol istiyordu, ürünler ise pazara muhtaçtı.
Her iki olgu çelişen bir mantığın çözümünü
gerektiriyordu. Batılı, bunu tez elden kavrayıp Asya,
Afrika ve Latin Amerika’ya çullandı. Avrupa ve A.B.D.
bu konuda hiç değilse ondokuzuncu yüzyılda karşı
durumda da değillerdi.
Ondokuzuncu yüzyılın son yarısı “izm”lerin,
özellikle de sosyalizmin tarihi olmuştur. İlk genel savaşta
Dünyanın en büyük uygarlıklarından biri Devlet-i Ali
Osman tarih sahnesinden kaldırılırken; yerine sosyalizmin
anıtı SSCB doğmuştur. Bu iki devlet ondokuzuncu
yüzyılın sınırında kendilerinin ne olacaklarını hecelenir

MUSTAFA ÖZER

123

hale getirmişlerdi. Ne Türkiye’de kurulan Cumhuriyet, ne
de, tarih sahnesinden silinen Rus Çarlığı dünya siyasi
tarihini ilgilendirmiştir. Bunu şöyle de söyleyebiliriz. Eski
Dünyanın güçler dengesi SSCB’yi modeline almış,
Devlet-i Aliye’yi bu modelden çıkarmıştır. Yeni kurulan
Türkiye Cumhuriyeti de modeli kabul etmekle yetinmiştir.
Bu savaşlardan ilki ABD’yi tarih sahnesinde güçlü
bir devlet olarak kabul etmiş, ikincisi ise, SSCB’nin ayrı
bir blok oluşunu ve güçleneceğini görmüştür. Güç
denemesinde Devlet-i Aliye, Almanya ve Japonya bir
varlık gösterememişlerdir.
Ondokuzuncu yüzyılı nasıl Fransız ihtilalinin
çerçevelediği siyasal değişimlerle değerlemek mümkün ve
olağan ise yirminci yüzyılda, birinci dünya savaşı ve onun
maketi halinde ikinci dünya savaşının izleri ve
değerleriyle değerlendirebiliriz. Ama yirminci yüzyıl
değerlerinin başında yer alması gereken gerçek “teknik”
olgudur.
Birinci Dünya Savaşı: Tekniğin bölgesel deneyleri
dünya çapında harekete geçirdiği, kendisini ve kendisine
en bilinçli hakim olanları zafere ulaştırımının zafernamesi
birinci dünya savaşıdır. Savaş öncesinde sınırlar tehlike
taşıyordu. Savaş tüm ülkeyi bütün ülkeleri uyardı.
Uyarması pahalıya mal olmuştur. Kazananla kaybeden
sadece ölümlerini saymakla yetinmiştir. Elbette ki bu
savaş ondokuzuncu yüzyıl kültüründe ele aldığımız
milliyetçilik olayının sonucudur. Ve yine Demokrasilerin
ilk başarılı demesidir. Meşruti Monarşiler de bu savaşta

MUSTAFA ÖZER

124

tarihe gömülüyorlardı. Öyle ki, Genel Savaşın dışında
kalan alanlar bile savaşı kazananların hıncı dışında
kalmamıştır. Zira ekonominin yönü değişmiştir. Üretim,
silahların gölgesinde ve kitle üretimine yöneliktir.
Geleneksel hayat, daha doğrusu kapalı aile açık ve yeni bir
düzeyin kapsamına girmiştir.
İkinci Dünya Savaşı: Birinci dünya savaşıyla
Avrupalılar doğuyu elde etmiş ve teknik oburluklarına
kaynak sağlamışlardır. İkinci plandaki Avrupalıları
(Almanlar, İtalyanlar) ve gelişmesini tamamlamış
Japonları doyurmayan, hatta kaynaksız bırakan bir
statükoyu sürdüren ilk genel savaşın galipleri,
bünyelerindeki Musevilere yurt bulma çabasıyla
sızlanıyorlardı. Fırsat çıkmışken Musolini ve Hitler
duruma el attılar. İlk galipler ikinci kez galipliklerini
onaylattılar. İşin tuhafı İkinci Dünya savaşından bütün
ülkeler kazançlı çıktı. Büyükler safralarını attılar, küçükler
toparlandılar. Bu savaş belki de sömürücü ulusların
sömürgelerinden ayrılışını belgelemişti.
Yirminci yüzyıl kültürünü insan problemlerinden
ziyade makine problemleri oluşturmaktadır. Makine ve
insan uyumlaşması çözümün konusunu teşkil etmektedir.
Bu hiç değilse tarım- sanayi üretimini birlikte yürüten
uluslar için gerçektir. Sanayi üretimi yapan uluslar için,
insanın iç dünyası ve problematiği çözüm beklemektedir.
Tarımla yani, modern araçların girmediği ve emek-basit
makine ile yapılan üretim tekniğinin hakim olduğu
uluslarda temel problem, modern araçlara sahip olma
isteği şeklinde açıklanabilir.

MUSTAFA ÖZER

125

Yeni Olgular
Yirminci yüzyıl bir yanda teknik gelişimlerin zaman
dilimi olurken diğer yanda siyasileşen madde ve olayların
sereni olmaktadır. Bir tablo ki, fonu en korkunç silahlarla
doldurulmuş, peysajın gökyüzü kısmı teknikle donatılmış
yıldızlarla, eylem halindeki insanı dağ başında ve
gürültünün çizdiği soyut bir kulak halinde dondurmuş
ve…ve… bomboş bir görünümü anonim bir ressam elinde
çizmiştir. Bu yüzyılda bir milletin yalnız başına uygarlık
yapma şansı sanki elinden alınmıştır.
Uzay tekniği, iletim tekniği, ulaştırma tekniği ve
otomasyon tekniğinin kıskıvrak insanı sardığı yirminci
yüzyıl kültürü, sanatta da, yankısını bulmuştur. Basın ve
yayın tekniğinin ilerlemesi de bu olguyu en kısa yoldan
yapmanın aracı olmuştur. Yirminci yüzyıl üretiminde
sıfatlar; büyük, çok geniş sözcükleriyle belirtilebilir.
Tekniğin doğurgan hali, iki sınıfı ortaya çıkardığı
ileri sürülür. İşçi-Patron. Sosyalistler salt bir insan
ayırımına girip çağı böyle yorumlamaktadır. S.Simon, C.
Foruier, R.Owen, L. Feuerbach, K.Marx ve F. Engels hep
bu açı üzerinden yürümüşlerdir. Geçi bu kişiler ondoku-
zuncu yüzyılda yer alırlar. Fakat yirminci yüzyılda
uygulama planına çıkabilmiştir.
Makine üretimi bir yanda ulusları emperyalist
davranmaya, öte yanda işçileri yoksulluğa itmiştir.
Makasın bir ağzında sömürü, diğer ağzında istismar
yazıyor. Makası tutan ulus kestikçe kesiyor, kestikçe
güçleniyor. Böyle davranan batı zengin olurken, doğu,

MUSTAFA ÖZER

126

yoksulluğa itilmişti. Lakin bu durum bir yerde duracaktır.
Bugünlerde kısmen eski hızını yitirdiği gözlenebilir.
Bir başka olgu da ikinci dünya savaşıyla başlamıştır
ki; ABD ve Batının sömürüde yeni rakip bulduğu
olgusudur. SSCB’dir bu olgu. “Güç dengesi” diye uluslar
arası hukuku açıklayan terim, ABD ve SSCB’nin güç
dengesini kendine araştırma konusu yapar. Dünyayı iki
kutuplu görmek ister bu iki oluş. Duruma da güç dengesi
derler. Bu yüzdendir ki, üçüncü payı isteyen ulusu kan
çemberinde görürüz.
Yirminci yüzyılı iki ana kültür öğesi altında
toplayabiliriz.
a) Fenomenlerin siyasal damga taşıması
b) Fenomenlerin teknik kıskaca girmesi
Fenomenlerin siyasal damga taşıması:
Eşya ve olayların siyasal sözlerle yankılanması
yirminci yüzyıldan önce de vardı. Yirminci yüzyılda
bütünüyle siyasal kutba alınmıştır fenomenler. Zira
Devletler, milliyetçilik aşamasını bitirmişler ve sınırlarını
sağlamlaştırmışlardır. Öğrenim tek tip ve yaygın hale
getirilmiştir. Devlet kurumları coğrafyasını fethetmiş
durumdadır. Yöneticilerin seçimle gelmesi de devleti daha
yaygın hale getirmiştir. Bu konuyu şu başlıklar halinde
inceleyebiliriz.
a) Demokrasi
b) Siyasal Parti,

MUSTAFA ÖZER

127
c) Bağımsızlık
d) Kalkınma
e) Yayılma
f) Sosyalleşme
g) Devrim

a)Demokrasi: Elbette ki, eski Yunan’daki demokrasi
anlayışı değildir. Ve hatta Hz. Peygamber’in getirdiği biat
la kurulan devlet sistemi değildir. Bugünkü demokrasi,
parlamento oluşması anlamı yanında buna bağlı siyasal
süreçtir. Siyasal süreci bünyesinde bulundurması sistem
olmasını sağlamaktadır. Bu teorik olarak böyledir. Ne var
ki; demokrasilerin “sandıktan çıkan krallar” tarafından ne
idüğü daha iyi açıklanmıştır. Gizli kalmış yozluğun ve güç
olma yollarının kapalı bir oy pusulasıyla
engellenmeyeceği de kısa zamanda anlaşılmıştır. Fakat,
bütün kötülükler de demokratik olmak için yapılır. Çok
gelişmişlerde, sosyal psikoloji, seçmen olmayı yeterli
bulmamakta, bu işi, bireycilikle ve bencillikle suçlamakta
fakat, şimdilik başka yolda bilinmemektedir. Hem
sendika, dernek, oda, baro, birlik ve federasyonlar halkın
serbest davranış ve istemlerini kendileriyle değiştirmiştir.
Türkiye’de 1923’le başlayan devrimleri konu edinen
sanatçılar, onun yorumlarıyla yetinmişlerdir. Y.K.
Karaosmanoğlu, Halide Edip, Fakir Baykurt somanda bu
yükü en çok üstlenenlerdir. Memleketçilik yapan,
ürünlerini vatan-milletle donatan M. E. Yurdakul, Z.
Gökalp, O. Ş. Gökyay, F. N. Çamlıbel, F. H. Dağlarca, A.
K. Tecer, A. İlhan devrimleri, memleket güzelliklerini

MUSTAFA ÖZER

128

kendilerine konu edinmişlerdir. Aslında, yirminci yüzyıl
kültürünü ele alırken Türkiye’yi konu edindiğimizde 1923
devrimi ve öncesi diye ayırmak daha doğru olacaktır. O
takdirde şu soruma cevap bulunamaz. Sosyal yapı
aşağıdan yukarıya mı, yukarından aşağıya mı değişir?
Eğer ki yukarıdan aşağı bir değişim söz konusu ise henüz
değişim olmadan sanat giremez. Sanat, siyasilerin mide
gurultusu olmadığı gibi diş ağrısı da değildir. Bu
gerçekten hareket edersek 1923 devrimi sonrası
sanatçılarının büyük bir bölüğünü yokluğa gömmek
gerekir. Gerçi kendileri hayattayken de görmüşlerdir
ölçülerini.
Ziya GÖKALP (1875-1924)
Türkiye’nin yirminci yüzyılda yetiştirdiği büyük
kafalardan biri de kuşkusuz Ziya Gökalp’tir. Yetiştiği
dönemde yetişenler gibi o da kıyama kalkmış hürriyet
heykelidir. 1924 anayasasında büyük katkıları olmuştur.
Sosyal düşüncelerini ırk unsuruyla telif eden şair ve
düşünür Gökalp’ın kavga içinde geçmiş bir de hayatı
vardır.
Devleti Aliyye’de o, davranış ve düşünceleri batı
esprisinde görülerek ve ırkçılık yapması suçuyla
sürgünlere gönderilmiştir. Bazıları bu yargıyı sevdikleri
için överler, oysa gerçek hiçte öyle değildir. Sanatı
üzerinde durmayı gereksiz buluyoruz. Zira sanatı basitin
basitidir. Ama bu basitlik 923 devrim sonrasına da
hakimdir. 1923-50 devrim sonrası sanatını belirgin
özellikleriyle tespit edelim.

MUSTAFA ÖZER

129

a) Öğretici
b) Propagandacı
c) Korkutucu
d) Uyumcu
e) Güdümlü
f) Estetsiz
g) Asosyal
h) Bireydışı
Özet halinde söylersek bir parça polisiye, bir parça
hayvan terbiyecisinin notları gibidir. Ama en çok tüzük,
yönetmelik ya da yasa havası taşır. Bu gerçek, uzak
doğudan Balkanlara ve 917 sonrası Rus edebiyatına da
hâkimdir.
Siyasi iktidar güdümünde onun, propagandasını, kâh
korku yoluyla, kâh korkutma yoluyla eserini vermektedir.
Çok partili dönemden sonra edebiyatçılar kısmen daha
rahat yazabilmişlerdir. Ne var ki, sanat eserlerinin
kahramanları ve sanat eserlerinin kendileri değişime
uymuşlardır. Bu dönemin dünya çapında yargılanmasını
ele alan sanatçılara eğilelim.
William Faulkner (1897-1962): 1949 Nobel ödülünü
alırken yaptığı konuşmada, kendinden ziyade çağına şu
cümleyle açıklamakta : “Kendi kendiyle çatışan insan
kalbi” The Sound and the fury (Ses ve öfke), değişen
aristokrasinin Benji’nin iç âlemiyle anlatışıdır. Benjamin,
ailenin bir günah mahsulü olarak çağın kurbanını
imgeleyen bir anıttır. Faulkner’in toplumsal gerçekleri
bilinç akımı tekniğiyle ozansılaştırması adeta sempatik

MUSTAFA ÖZER

130

gözüken makinenin insanı ezmesi halini canlandırır.
Alman filozofu O. Spengler, “Batının Çöküşü”nde bu
olayı düşünce temelinde oturtmuştur.
John Steinbeck (1902-1968): Yeni dünyanın bu
yazarı Faulkner kadar derin olmasa da, çağın gerçeğini
dile getirmesi bakımından önemlidir. The pastures of
heaven (Cennet Çayırları)’nda insanlar hep yolunu
şaşırmakta. Gerçi sevimlidir bu insanlar, ama akıllı değil.
Gerek Faulkner, gerekse Steinbeck’i birleştiren çizgi
mutlu bir dünya ararken ellerindeki imkanları yitirenlerin
dramıyla, yeni imkanlar içerisinde kendisini yitiren
insanın tragedyasını iş, piyasa şartları, tarım kesiminin
sorunları, sosyal siyasetçi gerçeğiyle tartışılır. Bitmeyen
Kavga, çıkar kaygılarının ideolojik boyutlarla nasıl
süslendiğini gösterir.
Jean-Paul Sartre (1905-1980): Varoluşçuluk
felsefesinin tanrıya inanmayanlar kesiminde yer
alan(burası pek açık değildir) Sartre eserleriyle düşünce
sisteminin yayıcılığını yapmaktadır. Temel öğesi
insanoğlunun tarih boyunca varoluş bilincine ermek için
çalıştığını tez olarak seçmesiydi. Bu tezin içlemini hürriyet
ve onun sorunları oluşturmaktadır. İnsanın toplumsallığını,
insanlığı bir bütün olarak ele almasıyla bütün sorunların
bireyi aşıp varoluşun sınırına girmesiyle açıklanabilir. O
bu yanıyla hem sosyalist sayılmakta, hem de sosyalizme
ters düşmektedir. Bunun tartışması yazımızın sınırlarını
aşacağı için konuya dokunmakla yetindik.

MUSTAFA ÖZER

131

Albert Camus (1913-1960) Başkaldıran insanın
edebiyatını sistemleştirmek Camus’ye kalmıştı. 1957
Nobel ödülünü almıştır. Camus’yü Sartre düşüncesine
ekleyebiliriz. L’Etranger (Yabancı), sürüp giden hayattan
daha altık bir hayatı yaşamak isteyen “yabancı”nın bir
hiçlik uğruna belki de yaşadığının farkına varmak için
adam öldürdüğünü görürüz. Camus aracığıyla alegorik
tavırlar halinde açıklanan Batı kültürü, yirminci yüzyılın
özelliklerini de ortaya koymaktadır. Özellikle
yabancılaşma sorunu Camus’nün sanatıyla kendine
barınak bulmuştu. Veba’da aynı kategorik içeriğe sahiptir.
Sanki kentte musallat olan veba tanrısal bir cezadır.
Faulkner, Steinbeck ve Camus’de ortak yanlar suçların
cezasız kalmayacağı ölçüsü ve hatta Kitab-ı Mukaddes’de
geçen cezalardan birisine müstahak olmalarıdır. Her üç
sanatçı da Kitab-ı Mukaddes hikâyelerini orijinal
boyutlara ulaştırmışlardır.
Nobel dizisi, çağımızın dünya çapındaki sanat
oluşumunu kısmen de olsa açıklamaktadır. Daha önce
değindiğimiz gibi, Nobel, ödülü veren zihniyetin
dünyasını ilgilendirdiği ölçüde ödüle layık görülmektedir.
Hele hele son zamanlarda uluslar arası barışı sağlayan
değil, ulusal anarşileri över hale düşmüştür. Son edebiyat
ödülü anladığımız kadarıyla kayırmaların ne denli
olduğunu göstermektedir.
Türkiye’deki Türk düşünce hayatının değişmesi
gerçeğiyle Türk düşüncesinin değişmez boyutlarını
sanatına alan yazarlar da vardır.

MUSTAFA ÖZER

132

Peyami Safa, bireysel değişimlerimizi konu edinen,
ama bu değişimi toplumsal boyutlara ulaştıran
romancımızdır. Yalnızız’ın Simerenya’sı Samim’in
kişiliğinde Türk toplumunun dünyadaki aldığı yeri
belirtmektedir. Samim, samimi de olsa dış dünya ile ürkek
ilgi kurmaktadır.
Yahya Kemal’de şiirini, Ahmet Hamdi’de romanını
bulan haşmetli tarih Abdülhak Hamid’le tiyatrolaşmıştı.
“Saatleri Ayarlama Enstitüsü” Türk humorunda ince bir
nezaketi ortaya koyar. Küçük dünyamızın akıl almaz
kahramanlara ulaşan büyük boyutlarını, bütün aczimize
rağmen onu örtmeye çalışmamızı Ahmet Hamdi’nin
romanlarında yetesiye görürüz. Abdülhak Hamid öyle
sanıyoruz ki tiyatro türünü seçmekle rahat nutuk atma
imkânlarına kavuşmuş, istediği gibi coşma serbestîsini
elde etmişti. Kemal Tahir’le gündeme getirilmek istenen
tarih kin ve gayzın rahatça boşanabileceğinin ifadesidir.
Daha doğrusu sosyal mücadeleler tarihine Türk dünyasını
ekleme çabalarıdır. Onun için kaba ve maddi planda. Onun
için Yunus Emre “Devlet Ana”da aylaktır. Onun için
“cavlaklar, hâkimdir romana. Ve hele Dadal “Yol
Ayrımı”nın unutulmaz kahramanı olarak eski Halk
Fırkası, yeni CHP’nin prototipini oluşturmaktadır.
Necip Fazıl Kısakürek, Türk düşüncesinin değişen
diyalektindeki olguyu bir yanda sanatıyla ortaya koyarken,
diğer yanda, Türk düşüncesinin değişmez boyutlarını
“İdeolocya Örgüsü”nde toplamıştır. Tiyatrolarında patetik
sorunlar tartışılır. “Bir Adam Yaratmak” İslam
düşüncesinde en ince konulardan biri sayılan “kader”

MUSTAFA ÖZER

133

konusunu sevimli bir açıklamaya kavuşturmaktadır. Reis
Bey, omuzlarına yüklenen cemiyet vebalini dünyadayken
ödemek isteyen bir hâkimin ruh halini ele alır. Necip
Fazıl’ın en büyük özelliği sanat ve siyasal değerlerin
birbirlerinden ayrılmayacağı olgusuna inanmasıdır.
“İdeolocya Örgüsü”nde Türkiye’nin sosyolojik karakteri
çizilirken, onun göz kusuru da belirtilmektedir. Bu kusur
İslam’ı anlayamamaktan doğmaktadır.
Yirminci yüzyıl Türkiye’si henüz ne batıyı
seçebilmiş, ne de İslam’ı. Bütün olgular bu çember
üzerindedir.

MUSTAFA ÖZER

134

AZGELİŞMİŞLİK KARŞISINDA ROMANCI

Çağdaş sosyal bünyenin, işleyim devriminden bu
yana çok değiştiğini gözleyebiliyoruz. Artık James Watt,
George Stevenson ya da Newton hikâyelerini yerini uzay
yolculuklarına bıraktı. Nasıl sosyal bünye bu büyük
gelişmenin karşısında. Ve yine insanın yapıtları ses
duvarını aşarken, düşünce yapısı durgun kapıları
zorlamadan nasıl durabilir. Durabiliyor işte. Daha doğrusu
durduruluyor.
Bu işi emekçiler yapsa ülke yıkılır giderdi şimdiye.
Sanatçılar yapıyor. Türkiye’de bütün azgelişmiş ülkelerde
olduğu gibi bu yozluğu sanatçılar sürdürüyor. İşin
garipliği de burada ya.
Selçuklu göç yorgunluğu başlayan Türk insanı,
uygarlığının Anadolu’da tamamlayarak Osmanlı oluyor.
Anadolu Viyana kapılarına dayanıyor bu yolla. Tarih
böyle akıyor. Gün oluyor Almanya kapılarına Türk kol
işçileri dayanıyor. Değişen tarih içinde değişen Türk
insanı. Değişmeyen yanıysa Türk insanı oluşu.

MUSTAFA ÖZER

135

Bir işçiyle bir yeniçerinin günümüz Avusturya’sında
birlikte çekilmiş fotoğrafını görsek apışırız. Bu fotoğrafı
hayal bile edemeyiz. Demek ki değişimi kabulleniyoruz.
Çağdaş Türk edebiyatında (roman, hikâye ve tiyatro)
ise öylesine biz yozluk sürdürülüyor ki, elinize aldığınız
birçok romanda ithal tipleri görebilirsiniz. Yani Türk
toplumunu göremiyorsunuz. V dahası sosyal sorunlar bile
dış kaynaklı.
Bunda devrimlerin etkisi olmuştur kuşkusuz. Ama
sanatçı suçunu bu kaynağa bağlayarak bağışlatamaz.
Çünkü toplumunu tanıyamamasına, kültürsüzlüğü de
eklenince rezaleti ayyuka çıkıyor.
Birkaç konu, birkaç anlatım tekniğinin dışında,
sözcük değişimlerinden başka yapılan sanat girişimi yok
gibidir. Toplum değişiyor da sanatçılar durağan. Üstelik
kaç ciltlik eserin kahramanı böbürlenişi.
Bu yazı aslında bu girişe dayanacak bir yazı değildi.
Ama sanatçıların toplumu değiştireceğine, topluma yön
vereceğine olan inancımız bu girişe zorladı bizi. Aslında
azgelişmişlik kavramı ve Türk sanatçılarının sorumluluğu
konusuna eğileceğiz.
Azgelişmişlik dinamik bir kavram olduğu içindir ki,
onu dondurmak yozluk olur. Uluslar, tarih içinde düşüş ve
yükseliş dönemleri yaşar. Ne var ki, bu dönemler hiçbir
zaman sistem olarak değerlendirilemezler. Kültür ve
bilgiden yoksun, toplumundan dışlanmışlara göreyse
“sistem”dir. Öyle görülür.

MUSTAFA ÖZER

136

ABD ve SSCB övgüleri, batıcılığın idealizesi
üstüne, diğer ülkelerle de ilgisi kesik bir dünya düşünüyor
Türk sanatçıları. Elbette ki yerli düşünce ürünleri vardır.
Kaç kişinin okuduğuna gelince, sonuç ağlamaklı eder
insanı.
Türkiye sanat arenasında azgelişmişlik açık ya da
kapalı olarak kabul edildikten sonra yapıtları ortaya
konuyor. Büyük çoğunluğu hep köyde tezek tüttürüp
duruyorlar. Çağdaş insanın sorunu yalnızca kömürü
kullanmakmış izlenimi verirler. Olaylar… hep olaylar ele
alınır. Abartılır, şişirilir, yinelenir, yazılır. Yoksulluğun
nedenini araştırsalar, kökenine inseler ya, ona da
zamanları yok hiçbirinin.
Sosyal bünye büyük değişim içinde. Klasik partilere
daha tantanalı, bol sloganlı partiler eklendi. İşin garibi,
siyasal partiler de romanlar da azgelişmişliğin yönetim
kadrosu olarak yer aldı.
Köyün ya da emekçinin bilinçlenme yolunu tıkayan
sözüm ona sosyal romanlar tarihe de yayıldı. Tarihsel
romanlar dizildi sıra sıra. Tarihsel romanın bu kolunda
azgelişmişlik tarihte arandı. Hemen bulundu. Vurun
Osmanlı’ya dendi ve öyle yapıldı. Buna da sanat dendi.
Buraya değin azgelişmişlik kavramının Türk
sanatçılarınca açıkça kabul edildiğini izledik. Küçük
mutluluklar elde etmek için tarihe yönelen bir grup Türk
sanatçıları daha var ki; onlar da zaferleri anlatarak tarihsel
roman yazdığını sanır. Azgelişmiş olduklarını örtülü
olarak kabul ettiklerinden tarihle övünüp yatarlar.

MUSTAFA ÖZER

137

Gerçeklerden kaçanların tam da sığınağı oluyor tarih.
Üstelik dar ve soğuk dehlizler içinde küf koklamaktan da
yılmıyorlar. Bu grubu küf madalyalarıyla ağırlamalı
aslında. Ne yazık ki, Türkiye’de sanatçı onurlandıracak
hiçbir kuruluş da yok gibi.
Yeri gelmişken belirtelim. Tarihi öyküleştirmek ayrı
bir iş, tarihsel roman bambaşka bir sanattır. Birincisini,
tarih okuyarak elde eder herkes. Üstünde tarihçi imzası
yeter. Sanatçı olması gerekmez. Ya ikincisi; Her halde
romanın en zor türü. Gerçi Türkiye’de bol bol yapılan
kolay bir iş. Bu kişilerin bezirgânlık duyarlığından öteye
sanatçılığı olduğu da sanılmasın. Düpedüz bezirgân
adamlar.
Çünkü tarihsel romanda bir ulusun geçmişten alınan
tüm yapısı, çağına taşınır ve geleceğe yöneltilir. Tüm
yapıyı geçmişte saptamak, sosyal gelişme ve toplum,
başkalaşım yasalarını bulmayı gerektirir. Başlı başına
kültür sorunudur. Öyle ki “Ecinniler”in “S. Trafimoviç”i
bile tarihi anlatır durur. Kolay bir yol değildir bu yol.
Kültür ister.
Tarihi öyküleştiren bezirgânların ise, çağlarını
anlatmaya ve anlamaya yetenekleri yok ki, tarihsel roman
yazabilsinler.
Sonuç olarak, azgelişmişlik karşısında Türk
romancısı önce Türk insanı olabilmeli. Toplumunun
tarihine ancak, toplumunun değerleriyle donandıktan sonra
eğilebilir. Azgelişmişliğin de sistem olmadığını

MUSTAFA ÖZER

138

öğrenmelidir. Ve yine bilmeliyiz ki, azgelişmişlik iktisatta
değil, kafalardadır.
Tarihsel roman örneğine, eksikliğini eleştirmenlere
bırakarak Mahur Beste’yi gösterebiliriz. Türk tarihi ele
alınır romanda. Sabri Hoca “Şark”ı, “Garb”ı gurbet gibi
eleştirir. Kültür sorunları Mahur Beste’de yer yer makale
gibi bölüm bölüm verilir. Ama “Devlet Ana”da ön yargılar
baskın. Yazar, hayalindeki sosyalizmi bulmaya çalışır.
Azgelişmişlik sürecinin kırılması gerçek tarih
romanının ardından gelecektir. Sanatçı toplumuna inandığı
kadar, onun, tarihine de öylece yelken açmalıdır.
Sanat eğer ki, zamanının azgelişmişlik sorunuyla
ilgilenmek istiyorsa ki zorunludur, köylünün verim
sorununa değerler problematiğini de almalıdır. Ve yine işi
yalnızca konut ve ücret sorunu görüp sanatı ucuz ve bol
yapmamayı yüklenmelidir.

MUSTAFA ÖZER

139
ELEŞTİRİ DEFTERİ

MUSTAFA ÖZER

140

MUSTAFA ÖZER

141
ELEŞTİRİ DEFTERİ

İnsanoğlu hayatı yaşanabilir kılmak için, varlıkları
gerek kavrama, gerek bilme ve gerekse tanıma yönünden
akıl süzgecinden ve algılarından damıtarak onlara bir
anlam verir. Eleştiririnin kaynağını teşkil eden olay ve
nesneleri tanıma cehdi, bir yerde eşya ve olayları
birbirinden ayrılmaya yaradığı gibi, insanoğlunun hem
içeriye, kendine doğru, hem dışarıya doğru, evrene ve
topluma bakışını belirler. Hayatı yaşanabilir kılan, eleştiri
süzgecinden geçerek yerlerini bulan varlıkların kaostan
kurtulup bilince ve inanca erişmesidir. Eleştiri, bu yönüyle
hayatın vazgeçilmez unsuru olmaktadır. Eleştiri süreci,
maddelerin düzen bulduğu sınırda durmaktadır. Gerçekten
sorabildiğimiz neden, niçin, kim, nasıl sorularının karşılığı
içimizde bir anlam buluyorsa hem eleştiri olmuştur, hem
de kalkmıştır. Bilincin dış alemi tanımada kullandığı
biricik öğe kıyastır. Elbette ki kıyas, eleştirinin düzene
ulaşmasında bilinci fazla yıpratmadan beş duyu ile
yaşanabilir hayatı getirecektir. Hazzın, hoşlanmanın,
sevinmenin ilkelliği, doğallığı ve saflığı kıyasla kurulan
dünyadadır.
Kıyasla geliştirilen eleştiri, bir yerde teslim oluşun,
kabulün yollarını aramak olduğu oysa, ezel ve ebed arasını
kuşatan ruhun bu bölgede durmayacağıdır. Ruh, aklın

MUSTAFA ÖZER

142

uzanamayacağı bölgeleri de anlamak isteyecektir. Yeni
durumda eleştiri, aklın kendisine yöneltilmiştir. Akıl
aczini, yetersizliğini kabul etmiştir. Ruhun üzerine atılan
kılıf aralanarak, “ben” çağrımlaşacaktır. “Ben”in çağrısı,
metafizik ürpertiyi getirirken, dış âlem, eleştiri
parametrelerini kullanamaz hale gelir. Meğerki ruh,
kendine yönelik çağrıdaki mutluluğu bulmuş olsun.
Meğerki bu mutluluğa kendini kabul ettirmiş olsun.
Kendine verilen nimetlerin lütfunu karşılamak için teslim
olsun. Soruların ve sorunların bittiği, ya da önemsizleştiği
görülecektir. Evrene akıl tarafından verilen yorumların
önemsizleştiği noktada, ruhun mutluluğu belirlenecektir.
Sanat eseri, kıyas safhasında taklit yemişlerini
devşirirken bu safhadaki eleştiri de ortaya konan ürünleri
konu edinecektir. Eleştiri sanat eserlerinin farklılıklarını
belirtmekle ve yine sanat eserlerinin biçimlerini tanıtmakla
yetinir. Gerek edebiyat, gerek musiki ve gerekse plastik
sanatlar tasnif edilerek orijinalitesi açıklığa kavuşturulur.
Etki ve izler tartışılır. Sanat eserlerinin yararı açısından
görevi ve ödevi hatta kısmen de olsa işlevi bilinç düzeyine
aktarılır. Sanatın ontolojik yargılaması absürt’ü (saçma) ve
Sokrat’ın açmaz diyalogunu aşamaz. Sanat eserine konu
olan nesne ve olaylarda eleştirilmeden bir nevi (teşbih)
şeklinde alındığı için onların da ontolojik yargılamaları bu
safhada yapılmaz.

MUSTAFA ÖZER

143
MADDE VE ELEŞTİRİ

Fiziksel yasalar içerisinde tanımı yapılabilen madde,
dış görünümü ile kimi zaman ihtiyaçları gideren, kimi
zaman da acz kaynağını teşkil eden “var”lar olarak
maddesel doyumları sağlarlar. Madde, salt bir “var” olarak
kabul edilmiştir. Bu kabuldür ki eleştiriyi
imkânsızlaştırmaktadır. İnsandaki, eşya ve olayları teshir
tutkusu denkleme katılınca madde ve eleştiri denkliğine
eleştiririnin lehine bir bozulma görülecektir. Bu eleştir
maddeyi bir anlama oturtacak, onu insan elinde yeniden
bir değerlendirmeye ulaştıracaktır.
Doğal olarak şu yargıya varılıyor ki, eleştirinin yön
bulmadığı madde, insandan uzakta kalacaktır. Hiç değilse
nesneleri kuşatamayan insanoğlunun madde karşısındaki
aczi belirlenmiş olacaktır. Bunun tümüyle böyle olmadığı
açık. Zirai insanoğlu parmaklarına indirdiği bilinci ile
nesneleri kendi dünyasına almıştır. Madde karşısında
gücünü yitiren, onun etkinlik alanına girerek, bilincini
maddeye teslim edecektir. Ama insanoğlu bunu böyle
yapar mı? Elbette yapamayacaktır. Çağımızın teknolojisi
bunu yetesiye açıklamaktadır. Bilinç, maddeye anlam
verecek, yorum getirecek, madde-ben, madde-zaman, ben-
zaman üçlü boyutu ekleyecek, varlığın ontolojisine
yönelecektir. Böylece bilinç madde tarafından bir
oluşumla değil, madde bilinçle dördüncü boyuta

MUSTAFA ÖZER

144

ulaşacaktır. Zira madde, zaman boyutundan mahrumdur.
Ancak maddeye zaman boyutu bilinç verecektir.

BİLİNÇ VE ELEŞTİRİ

Eleştiri, bilincin eseridir. Eleştiri madde karşısında
alınan bir tavırdır. Tavır, bilincin enstantlara oturtulmuş
bir özelliği olduğuna göre, maddenin bilinci oluşturması
muhaldir. Bilinci oluşturan güçler, ruhun coğrafyasında
yer alan manevi değerler tümüdür. Bu değerler tümünün
başında “ben”i oluşturan irade-i cüz’iye yer alır. Allah’ın
yeryüzünde kendine halife olarak yarattığı insan,
kendisinin hizmetine verilen nesneler arasındaki bağı
kendi “ben”ine sorduğu soruda bulacaktır. Ve bilinç,
tanrısal öz olarak maddeleri kullanmak için onların da
hakları bilecektir. Burada bilmek düşünce eylemidir.
Haklar ise maddenin kullanılma sınırlarıdır.
Bilinç, eleştiriyi yaparken, maddelerin doğal
yanlarına aykırı davranamaz. Lakin eleştiriye yüklenen
misyon maddelerin kullanılma sınırlarını bir sonrasına
doğru uzatmayı kendine iş edinecektir. Dolayısıyla eleştiri
bilinçlenmenin tümleci olmaktadır.

MUSTAFA ÖZER

145
DOĞALLIK VE YAPAYLIK

Doğalın nicelik ve nitelik sınırı insan bilincinin
ulaşabildiği çizgiden itibaren başlar. Bu çizgiden itibaren
doğalın sınırlarına girilir. Gerçekte ne doğalın ne yapayın
sınırları tam olarak çizilebilir. Ama bir bilinç akımı olarak
hüda-i nabit ile insansı buluş gözle görülebilir bir
boyutlarda izlenebilir. Yapayın sınırı, insan elinin değdiği
yerden başlar.
Eleştiriye konu olan sanat eserleri yapayın
kapsamındadır. Bu yüzdendir ki, eleştiri, insan öğelerine
bağlı olmayan tanrısal öğelere karıştırılamaz ve tanrısal
öğeler eleştirilemez. Genel kural olarak açıklandığında
eleştiri insansıdır.
Sevgi, saygı, nefret, dostluk, yakınlık ve hepsinin
üstünde aşk doğalın alanındadır. Bu öğeler bile başıboş
değillerdir. Bilince yön vererek eleştiriyi doğururlar.
Bilinç eleştiri yolu ile doğalla yapayı bağdaştırır. Doğalla
yapayın bağdaşması insanla maddenin bağdaşması gibidir.
Yapayın sınırını insan elinin değdiği yerden
başlatırken insan bilincinin çizdiği sınırı gözden
kaçırmamak gerekir. Yapaylık yaşanan hayatın maddi
temellerini bu yanda betimlerken, diğer yanda insanı
insanca yaşama koşullarını bulmaya zorlar. Her halde

MUSTAFA ÖZER

146

sanat, yapay alanda yer bulur. Sanatla zanaat birbirisiz
olamayan ama zanaatı sanatın maddeye uygulayımı ve
ihtiyaçlara karşılık vermesi olarak değerlendirebiliriz.
Sanat “Estet” kaygısıyla zanaatı aşarken, vizyonal yönden
tümüyle zanaatı yok sayar. Sanatın zanaatı yok sayması
zanaatı yeni boyutlar getiremeyeceği anlamında
yorumlanamaz.
Doğal olan insanın dışındadır. Dışındalık insanı
kuşatan değerler olabileceği gibi, insanın hizmetine
sunulmuş ve insanın kuşatabileceği sınırlarla çevrili
olabilir. Her iki yanıyla da insanı ilgilendirir. İnsanı
kuşatan yanıyla, bilinç onurlu düzeyde oluşurken, insanın
hükmü altında yer alınca bilincin uygulama alanı doğmuş
olur.
Doğal ve yapayın espri, eleştirinin kelimeleri ile
sınırlarını tespit eder. Sınırlar doğalın sınırından yapayın
anlayışına, kavrayışına, çağrısına ve çağrışımına, kısacası
özü ve yapısına doğrudur. Felsefe ve eleştiri burada
birleştiği gibi ayrı yapıları içerdiklerini de belgelerler.
Felsefe doğalın özünü anlamaya yönelip eleştirisini o
bölgede yoğunlaştırır. Oysa eleştiri sanatın yapay
olgusuna abanır.
İslam sanatında doğalın tasarrufu Allah’ındır.
İnsanın tasarrufuna bırakılan İrade-i cüz’iyyenin hakkı ise
yine Allah’ın tasarrufu altında olmakla beraber özgür
kılınmıştır. Yapayın insansı olmasını da bu yargıyla
anlamak gerekir.

MUSTAFA ÖZER

147

Doğallık ve yapaylık sözümüzü toparlayıp,
eleştiriyle diyalektikasını belirleyelim. İnsanla
başlamadığı gibi insanla da bitmeyen, insandan önce
olduğu gibi insandan sonra da olan, insanın oluşumunu ve
yaratılışını kapsayan doğal ile insanın yaptığı, yaşattığı ve
bulduğu sanatsal öğeler eleştiriye birisi kaynak, orijin
olarak değeri ise konu olarak yansır. Hem de yapayın
yaslantısının doğal olduğunu özellikle yansıtır.

MUSTAFA ÖZER

148
METAFİZİK BOYUTLAR

Sanat eğer insanı içeriyor ve insana yönelikse
mutlaka metafizik boyutları getiriyordur. Maddeyi bile bu
boyutların adesesinde sunuyordur. Öyle ki, madde sanat
içerisinde kendi öz boyutlarını yitirmiştir. Fizik ve kimya
ölçüleri içerisinde algılanan su örneği sanatta ( H2O ) olmayı
aştığı gibi, akışkan, donan, buharlaşan özelliklerini yitirir.
Türk şiirinden ya da dünya şiirinden ve hatta
resimlerinden binlerce örnek sayılabilir. Duyguları
kısırlaşmış bir materyalist bile sayabilir. Duyguları
kısırlaşmış bir materyalist bile sayabilir bu örnekleri. Hatta
suyun ekonomiye konu edinilmesi bile sanatsal adeseye
çarpmaz. Su, metafizik boyutlara ulaştırılır sanatçı
bilinciyle. Büyük şair Fuzuli’nin “Su Kasidesi”nde doğan
değişen su, Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü”nde bir
başka hayat bulmuştur.
Renk, biçim, eda, hacim gibi maddesel öğeler “can”
bulur metafizikte. Doğalın kendisi metafizik içlemli
olmakla beraber sanat aracılığıyla madde de metafizik
boyutlar kazanır.
Şiirde metafizik boyutlar yetesiye gözlenebildiği
halde heykelde kabalaşan, taşlaşan ve sanat anlamını
yitiren geometrik yapılanma görülmektedir. Şurası
muhakkaktır ki plastik sanatın soyutlamayla anıtlaşması

MUSTAFA ÖZER

149

heykel kapsamından çıkar. Soyutlanma “einfuhling”
sanatın metafizik boyutlara ulaşma çabasıdır. Sanatı bir
dereceye kadar soyutlama kabul edebiliriz. Bu kabul sanatı
maddeye metafizik boyutlar kazandıran davranışlar olarak
kabule götürür. Elbette ki sanatçı bizatihi soyut olan
kavramları, soyutlamayı üstlenemez. Ancak soyutlamayı,
maddesel ve sonlu kavramlar için sanat cehdi sayar
sanatçı.
Estet ve soyutlama, maddeyi dıştan ve içten
değiştiren bir çabadır. Bu değişim sanat diyalektikasında
oluştuğu içindir ki, insanoğlu yanan su karşısında
mantığından kuşkuya düşmez. Sanat eserini severek
karşılar. Metafizik boyutlardan yoksun bir sanat resim ise,
kötü bir fotoğraf olmaktan kendini kurtaramadığı gibi,
şiirse ayak ve gagası kesilince kuşa benzeyen leylek
olmaktan kendini kurtaramaz.
Metafizik boyutları sanat örneklemeleriyle
açıklamanız, anılan kavramın, aklı aşmasıyla tamamen iç
içedir. Ne var ki aklı aşar, oraya aklın sınırlarında kalan
kavramlarla varmak mümkün olmaz. Aslında metafizik
sorunlar ruhun ölümsüzlüğü, eskimezliği, sayılmazlığı,
amaç ve araç olmazlığı boyutlarını kendi ölçütü kabul
ettiğinden, bu sorunlara yaklaşım ancak ruhun
enstantlarına flaş patlatan sanat yapıtlarıyla olabilir.
Metafizik boyutların ilkini “Yaratılış” kavramında,
sonuncusunu da “Kıyamet” düşüncesinde bir ürpertiye
ulaşmış olarak görürüz. Yaratılıştan doğuma, ölümden
kıyamete dek uzanan bir çizgide varoluşun sırrını kurcalar

MUSTAFA ÖZER

150

durur sanatçı. İslam sanatında sonlu (sayılır, ölçülür,
bilinir)ile sonsuz (sayılmaz, sezilir, Peygamberler
aracığıyla belirlenir) yan yana kah sonlu içerisine
yerleştirilen sonsuz mayasıyla ölümsüze ulaşır (ölümden
sonra dirilme gibi), kah sonsuza adanan sonluyla(kurban
emri gibi) varlık aleminde değerleri yerleşir.
Bütün koşullarda metafizik boyutlar zaman
parametresiyle çalışır. Sanata sanatçı tarafından nesneler
ve olaylar içinde yakalanmış, tutulmuş zaman gözüyle
baksak yeridir. Zaman parametresi İslam sanatında bütün,
kesintisiz ve sürekli olan bir değere sahiptir. Bu yüzdendir
ki İslam sanatı evrensel sanat içerisinde en büyük payı
taşımaktadır.
Eleştiri ve metafizik boyutlar söz konusu olduğunda
eleştirmenin tek ölçüsü zaman olmaktadır. Dolayısıyla
sanatta ölümsüz yanları bulmak olacaktır. Ve hatta sanatın
evrensel gözesini bu kaynakta arayacaktır. Sanatın ses
oyunu, taş yığını ve gürültü olmadığını ancak bu ölçüyle
değerleyebilecektir.

MUSTAFA ÖZER

151
KAVS-I MUTALSAM

“Vaslum dileyen cevrümi çeksün der imiş yar
Bu vadesi güya ki değil cevrine dahil”
AVNİ

(Fatih Sultan Mehmet Han)

Zamanı çok gerilere kaydırsak bile değişmeyen
öğeleri var insanın. Zamanın ölümsüz nefesi, bu öğeleri
bağrında kuşattığı insana üflerde üfler. Takvimler parmak
sayılarını yenilerin parmaklarında sürdürse ve gözler yeni
filmlere teşne mekânlarını kuşatarak yeni gözbebekleri
aransa da, bu öğeler değişmiyor. Şiir değişmez öğelerin
içerisindeki insanı, değişen zamanın bağrında söz sahibi
yapan tek sanat gibi durmaktadır. Güldü mü
gözbebeklerinde menevşeler açan, ıstıraba düşünce; yaşını
henüz doldurmuş ve küçük kırmızı diliyle yaladığı havaya
heceler halinde masivanın sırrını açıklayan cennet sakası
çocukları, bilmem kaç kalibrelik toplarla hedef alan, şiir,
kimi zamanda ihtiyar ninelerin gözlüklerinin arkasında
“ben gençken” diye maddeye hakim olamadığı halde
devinir durur. Sevdi mi, hele bir sevdasına düştü mü, şiir,
geceleri Leyla, dağları Mecnun eyler ve çöl saçaklarından
sevda sancıları deve sabrıyla höykürür ha bire.

MUSTAFA ÖZER

152

Dirse Han kılıç öz pusadını çeker de çıkar karşımıza;
“beri gel başımın bahtı eminin tahtı”
Ve “umut gibi”kadın Dirse Han’a
“göz açıp da gördüğüm
gönül verip sevdiğim
a Dirse Han”
Gizemiyle şeydalaşır.
Edebiyatımızda diyalog (insan) asıl olduğu içindir ki
“dedim, dedi” tarzı oluşturacak denli fazlacadır. Bu konu
edebiyat tarihçilerini ilgilendirdiği için dikkat çekmekle
yetinip konumuza dönelim.
Dede Korkut Kitabı’nda alıntıyla girdik insanın
değişmez öğelerini açmaya. Yani Kavs-ı Mutalsam’ı
gören yöreye. Hayalen, vizyonal ya da kurgusal
deyimleriyle açıklanmış olsun, şiir sanatının tinsel
ışınlarının özüne (origine) ulaşmaya çalışacağız. Şiirin
insanı kavraması ve şairin şiir yücelmesi sağladığı, şiir
vatanından şehirler şerh ederek ilerleyeceğiz.
İnsanın değişmez olan öğelerini, ancak sanat
eserlerinde izlemek mümkün olduğunu bilerek ilk adımı
atıyoruz. Maksadımız (Logic) bilimsel insanı açmak değil,
o sınırı geçerek insan gerçeğini gözlediğimizi bilmek ve
bu bilmektir ki, Kavs-ı Mutalsam’ın içerisindeki insanı
aydınlatmaktır çabamız.

MUSTAFA ÖZER

153

Kavs-ı Mutalsam’ın parametrelerini ve parametrik
koefisyantlarını açıklamakla başlayacağımızı biliyoruz.
Dirse Han’ın hanımı der;
“kara başım kurban olsun oğul sana
ağız dilden birkaç kelime haber ver bana”
Ve oğlu der;
“beri gel ak sütünü emdiğim kadınım ana”
Bu söyleşiler uzar gider, lakin hayatın trajik ilmeği
oğlu, baba elinde, kurban olmaya iterken, evin hanımını
şaşkına çevirir. Şekvası kime? Rüzgâra söylese güneş
duyar, güneşe söylese rüzgâr alınır. Kadın şaşkın,
oğulcuğuna yansın bir yandan, sevgilisine yansın diğer
yandan. Dirse Han kötülük elinde zebun olduğunda “liman
gibi” kadın yine yaralanır. Traji komik bir hal; suçlamayı
kendine yöneltir, susar. Sırrını yavrusuna açar
“görüyor musun ay oğul neler oldu
sarp kayalar oynamadı yer oyuldu”
Oğul bu kez babasının karşısında; şu farkla ki,
birinci perdede Dirse Han (baba) yanıltarak oğlunu bilerek
öldürmeye yönelik, Kavs-ı Mutalsam’ı gerer. İkinci
perdede yine babası bu kez oğlunu tanımadan yiğitlik
kurallarınca düelloya davet eder. Ama acısını ünleyerek
yapar bu düelloyu. Babasını dinler oğul. Ve oğul olduğunu
bilerek, babasını kurtarmak isteğiyle dolu.

MUSTAFA ÖZER

154

Kavs-ı Mutalsam’ı güneş kursu gibi dudaklarına
tutup seslenir. Sonunda Dede Korkut gelir. Onun elinde de
bir Kavs-ı Mutalsam var. Gerçi esasta yalnız onun
elindedir mutalsam.
Der
“onlar da bu dünyaya geldi geçti
kervan gibi kondu göçtü
onları da ecel aldı yer gizledi
fani dünya yeni kaldı
gelimli gidimli dünya
ahir son ucu ölümlü dünya”
Kitab-ı Dede Korkut gerçekten ilk klasik
romanlarımız sayılsa yeridir. Gerçi Yahya Kemal’in
bizdeki roman yokluğuna bakıp da “Bizim romanlarımız
şarkılarımızdır” diyor ama, Kitab-ı dede Korkut bu sırra
biraz daha başka açıdan gerçeklik kazandırıyor. Bu
yargılamaya da edebiyat tarihçisinin dikkatini çekmekle
yetinmeliyiz. Zira uzun bir konu. Üstelik ne ki konumuzu
dağıtır, biz o konuyu sahibine bırakalım.
Kavs-ı Mutalsam nedir?
Hor görüldükçe azmanlaşan, vuruldukça kasları
yenilmezleşen Tepegöz’ün dünyasına yaklaşalım.
Beslediler büyütüle Tepegöz’ü insanlar, karşılığında
günlük iki insan ve beş yüz koyun haracını ödediler.
Tepegöz, Oğuzun etini yedi, kanını içti ve semizleşti.
Oğuz ulus olarak tarihten silinmenin saçağına vardı. Hem
kendi bilincine hem de uluslaşmanın tarih bilincine eren

MUSTAFA ÖZER

155

Basat varoluşu, Tepegöz’ün eceli bildi. “Karşı yatan kara
dağlar, coşkun akan kanlı dereler” gibi genişleyen sabrına
sarıldı Basat. “Kara pusat öz kılıcını” çekti Salhana
kayalarına dayandı. Tepegözü gözden ettir, tepesini
omzuna bir etti. Ulusunun korkusuna kestiği kurban,
onlara, yeni bir can getirdi. Bu can bir ozan getirdi. Dede
Korkut geldi.
soyluyu söyledi
soysuzu söyledi
Toplumsal tehlikeleri vardığında putlaştıran
Tepegöz, inanan ve aklıyla davranan insanın önünde
eriyecekti. Bu soyutlama da sosyal ve siyasal kamu
gücünü örnekleştiren Basat, “toplum canavarını kendi
içinde taşır” gerçeğini görüyor ve yine bu canavarın
“toplumun kendisine dönmesiyle yok edilebileceğine
inanıyor. Toplumu ölüme sürükleyen nice olayın iyiye,
doğruya güzele çevrilebilmesi insan bilincine sahip
mihverlerin oluşmasına bağlıdır.
Yargılamaları bir yana bırakarak Kavs-ı Mutalsama
dönelim. Sanatın Dede Korkut devletinde tehlikeyi böyle
anlattığını görüpte konusuna takılmak olmaz. Konusunu
ve göz ağrılarını geçelim. Tepegöz imajına toplum
betimine ve doğal yankıların sunuluşuna eğilelim.
Tepegöz kendi varlık şartına uygun olarak kendine has,
mekan ve davranışlar tümü içerisindedir. Orta oyunu
çizgillerini, minyatür resimleriyle izlediğimiz Tepegöz
coşkun destan karşısında, aczini ne denli gizlese de
ihtişamını küçültemez. Cinler âleminin tüm yardımları

MUSTAFA ÖZER

156

tepegözü desteklese bile insan gerçeği onun tek
korkusudur. Bu yüzdendir ki insan kendisinin kurdu olsa
bile başkalarının da kurdu olmaktan kurtulamaz.
Diyalektikada toplumun tohumu olan insan yine toplum
tarafından yücelmiş kılındığında tehlikeleri yok eden,
önleyen kahramanları müjdeleyecektir.
Nietzsche’nin felsefesine kaynak olacak yargılar
bütünü Dede Korkut Kitabının temel yorumunu
oluşturmaktadır. Bireysel ama kahraman yanıyla sürü ve
zamanı sürükleyen toplumsuz olamayan bir bireysellik.
Öyle ki bireyler adlarını bile kahramanlıklarına borçludur.
Deli Dumrul’un Güvercin’e yenilmesi ise; kalıbın
ruha, etin şehvete, hayatın zamana, zamanın ölümsüzlüğe
yenilmesidir. Deli Dumrul’un kurduğu köprü, toplumsal
hayat köprüsüdür. O köprüden herkes geçecektir. Geçen
beş akçe, geçmeyen on akçe ödeyerek geçecektir. O
köprüden geçen dünya malını dünyada bırakacak ama
çoğunu kullanarak, geçemeyen ise malının ve servetinin
tümünü kullanamadan geçecektir. Kavs- Mutalsam’a
böyle yansır Deli Dumrul. Daha önce söylediğimiz
Nietsche felsefesinin temel esprisini Deli Dumrul’un an-
babasından can ödüncü isterken görürüz. Ne var ki bu
espriyi aşk kırar. Deli Dumrul’un helallisi can bağışıyla
kahramanlık yapmak ister. Aşk tüm felsefeleri aşacaktır.
Ve bu aşkın maveradaki gölgesi Allah’ın tasarrufunda
olduğu içindir ki, hem ölümsüz hem de, kendine
bağışlanmış bir “eyyam” içindir.

MUSTAFA ÖZER

157

Nietsche küçülür küçülür bir Alman vatandaşının
boynunda boz tüy kadar nicesiz bir felsefeyle
savunduğunu anlar. Aşkın karşısında ne karşı yatan karlı
dağlar ne kanlı dereler dayanır. Zaman sükût eder.
Sükûtun felsefesini aklın kavraması ne mümkün. O
kavramaların ötesindedir.
Kavs-ı Mutalsam’ı örneklemelerle anlatmaya
çalışsak bile, gayretimiz sadece bu kavramı düşünmeye
yöneltmek şeklinde özet bulacaktır. Örneklerden taşan
gölgenin resminden yararlanmakta da bir sakınca
olmadığına göre özel bir genellemeye varalım. Kavs-ı
Mutalsam’ı açalım.
Kavs-ı Mutalsam sözlük karşılığında büyülü eğri
anlamına gelir. Eğer düzlem geometri varlıkları
kuşatamıyorsa ve eğer biz varlıkları düzlem geometrinin
kalıplarına uymağa zorlamıyorsak, Kavs-ı Mutalsam uzay
geometrisinin dizgin tanımaz çizgileriyle varlığı
kuşatacaktır. Kavs-ı Mutalsam’ın çizgileri bile kendine
özgedir. Özge bir anlayış biçimini de isteyecektir.
Birbirine çakışır gibi gördüğümüz nice çelişkiler bu
büyülü eğri altında yorum tarzı bulacaktır. Yorumdan öte
yaşamanın bir anlamı olacaktır. Büyülü eğrinin “kutsal
suç”la birlikte “gerçek yalan”ı da içerisinde barındıran bir
hayatı olduğunu, eğrileri doğru yerinden tutabilirsek
görürüz. Büyülü eğri diye ortaya koyduğumuz kavram
kendini aşarak zaman öğesini üstümüze yayar.
Kavs-ı Mutalsam’dır gökyüzü, yeryüzü ve zaman ve
bunlara göbek bağıyla bağlı insan. Kavs-ı Mutalsam’dır

MUSTAFA ÖZER

158

can, can içre canan ve söz açmak aşktan. Kavs-ı
Mutalsam’dır gece, yıldız ve ay ki kaşlarında çatılan
zaman, sevgilinin dudağında bir eğimdir. Dipdiri… büyülü
Kavs-ı Mutalsam. Umutların biçimi. Sanatçının içinde
yakamozlanan denizlerin devirdiği sandaldan suya
gömülüp mavi mavi üşüyen amansız bir akıldır kimi
zaman. Ustur Kavs-ı Mutalsam, ustura ağzına düşen
“Ben”de mafsal gölgelerini yalayan…
Kavs-ı Mutalsam’dır susan bez parçalarını nakışla
konuşturan ve Selçuk yapı girişlerinde taşı gergele
geren… Kelimeleri okyanuslarda yıkayıp, ormanlarda
büyüten ve kutsal “selva”larla doyuran ruhçu sanatın adı
Kavs-ı Mutalsamdır. Gökyüzü büyülü eğrisini gözbebeği
gibi yayıp insan, hayvan ve bitkiler üzerine bereketlerini
yağdırırken Kavs-ı Mutalsam’ı tohumun özüne
yerleştirecektir.

MUSTAFA ÖZER

159

ESTET

Duyarlığın aldanması eğer kaderin dışında olsaydı
estet anlamsız bir kavram olmaktan kendini kurtaramazdı.
Aldanan yalnız duyarlık mıdır sorusu bizi gerçekten
ürpertiyor. Nasıl ürpertmesin ki; aldanmaklığımız
yanılgıları görmemizi de ayrıca ve kaldırılmaz örtülerle
peçeliyor. Bu örtü yüzünden “gerçek”le kandırılıp
elimizden olanaklarımızın tümü de alınıyor. Orta yere
aldanmaklığımızı koyamayacağımıza, yanılgıları
yalanlayamayacağımıza göre, ne derdi ter döksek ruhsal
doyuma eremeyiz. Siyasal ve sosyal basıncın bir musiki
ritmi getireceği yerde uğultu ve gürültüyle beyin
hücrelerini satın alması bizi ve bize bağlı değerleri tecim
iyesi kılıyor. Kıyılarına varmaktan korkulan ruh ufkunu bu
yüzden küfür sülfür zehirlemesi kaplıyor. Bu aldanmaları
ve yanılgıları göreceğimiz beldeyi bize “her şeye rağmen”
sanat açacaktır. Sanat bu menteşeleri paslanmış kapıları ve
hırsız çevikliğiyle ve sessizce açacak imkânları “estet”
aracılığıyla getirecektir.
Estetin; iyesi olduğu, varlığı diğer varlıklara
yerindirmeyen unsurlardan biri olarak genel bir tanım
yapmak zorunda kaldığımızda, bunun bir takım
genellemelerin uğrayabileceği tehlikeyi içermesine göz
yummuş olacağız. Estet ve varlık sanki birbirisiz
düşünülemeyecek bir yargının kapsamında kalmaktadır.

MUSTAFA ÖZER

160

Varlık tanımımız, ister istemez bizi estetin (natural) önüne
sürükleyecektir. Mücerret (soyut) varlıklar, müşahhas
(somut) varlıklar diye öncelikle iki kola ayrılan varlıkları
genel kuralları içerisinde ve “estetik”in dayanağı

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top