Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 0 | 0 | |
EURO | 0 | 0 | |
DÜŞÜŞTEN SONRA III
MUSTAFA ÖZER
KAYSERİ-2016
2
*Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları:24
*Birinci Basım; Ekim-2016 Kayseri
*Kapak ; Mustafa Cabat
*İç Düzen ; Galip Boztoprak
*Dizgi-Baskı; Ekspress Baskı- Kayseri
3
DÜŞÜŞTEN SONRA III
MUSTAFA ÖZER
4
5
İçindekiler
NASIRA BASAN ENVER 7
YAZICI 10
GARİPLER 12
HERŞEY ÇOCUKTA BÜYÜR 14
SUÇLU 19
CİNS CEMİL 29
EVA 33
ÖZGÜRLÜK VE ZARURET 44
DÖL BEREKETİ I 46
DÖL BEREKETİ II 48
KIRAATHANE 50
KIYIDA 56
BENİM SEVİNCİM ONUN KORKUSU OLDU 58
MEMDUH KAMİL 64
UYUMAYAN UYDU: AY 69
BENCİLLİĞİN SANATA ETTİKLERİ 72
ÇOCUKLAR SUYA GİRERLERKEN 74
DİKKAT ZULASI 77
DURMAK İSTEĞİ TAŞARSA BİR 78
BU GECE 88
KUTSAL YİTİK 92
KURUM VE ADAM 97
BİR YAZ GÜNÜ 112
YAZILI KASE 124
6
DÜNÜN BUGÜNÜ VEYA AREFE 128
ZAMANLAMA 135
SAVCININ MARİFETİ 137
ÜYE OLMAYAN GİREMEZ 141
HER GİZLİNİN GÖRENİ VARDIR 148
ŞEYTAN ŞİRKETİ 153
7
NASIRA BASAN ENVER
Ortadoğu coğrafi olmaktan çok tarihle ilgili bir hafıza deposu
gibidir. Coğrafi olarak ele alınırsa da dünyanın kültür yapısını
değiştirecek (keyman)ların ürediği bölge olarak ele alınabilir. Diğer
yandan medeniyetin anlamlanarak şehirlerin ve cemiyetlerin üretildiği
okul olarak değerlendirilebilir. Ortadoğu kelime olarak ele
alınamayacak bir yapının hala süreç olma anlamını sürdürmektedir.
Yüzlerce dinin, binlerce mezhebin şekil aldığı bu bölge dünyayı
yönetimine alan üç büyük dinin de yüzlerce mezhebiyle de kaynağı
olmayı hiçbir coğrafyaya bırakmıyor. Dolayısıyla sabırlı bir inadın,
muhteşem bir sefaletin varlığı yüksek bir yokluğun tezatlar dünyası.
Tezatlar dünyası olmayı da hiçbir zümre veya sınıf veya topluluğa
bırakmıyor. Hep kendi “özel cemaaat” lerini üretiyor. Ortadoğu’yu
Mısır-Eti-Sümerlerden bu yana 5000 yıllık biliyoruz. Bu beşbin yıl
“bilmek” eyleminin de tarihsel coğrafyasıdır. Sıfırın bulunduğundan
beri rakamlar dünyası hep ortadoğunun özel istatistiklerine hasredilir…
Açlık sınırını aşan Batılı insan, ilk açılımında yurtdışı olarak
ortadoğuya yönelir. Ahlaki hiçbir temeli oturtmadan ortadoğuya gelen
bu turistler vardıkları ülkenin ziyaretçisi olduğu halde misafir gibi değil
de işgallerini meşrulaştırma mangaları gibi davranış içerisinde olurlar.
Yerli insanın taşkınlığına mütehammil olmayan yönetim ise turistlerini
taklitle onlara verilen hizmetlerdeki kusurları bulmaya çalışır. Bu
gönüllü hizmetçilik ülkenin turistik değerlerinin de yağmalanmasının
meşrulaştırılmasını intaç eder.
Enver Sedat bu yükümlülüğü Mısır’da yapıyor da İran’daki
yönetim kısır mı kalıyor? Ürdün, Yemen,Tunus veya Pakistan farklı mı?
Asla değildir. Topyekun İslam Bloku coğrafyasına, tarihine, dinine,
kültürüne yabancılaşıyor. Sonuçta yönetenle yönetilen savaşı patlıyor.
Halkın haklı talepleri bile yabancılar elinde “kıyam” a dönüştürülüyor.
Çarpıklıkların kurumlaştığı, kurumların cumhuriyete dönüştüğü
Ortadoğu ve D. Kitsikis’in tabiriyle orta bölgenin ondokuzuncu
yüzyılda başlayan yönetim kadrolarının büyük çoğunluğu kendi halkını
değiştirme arzularını (devrimcilik) adına mahvetti. Batının sömürme
takvimine de bu uygun düştü. Yirminci yüzyıl kadroları ise psikolojik
8
bozulmaları bile devrim diye siyasal arenaya saldı. C.Nasır’ın eline
abdest suyu döken yani ibrikçilik yapan SSCB Liderlerinden N.
Kuruşçev’in Müslüman liderleri avlama yöntemi çok basitti. Nasır
böylece Mısır’ı satarak halkını yönetti. Nasır bunun karşılığında Sina
yarımadasını İsrail’e kaptırmıştı. Bunun verdiği ahlak düşüklüğünü
Enver Sedat Sina Yarımadasını alarak Cemal Abdülnasır’ın yerine
oturmuştu.
Edip gitti biri geldi tüy dikti diğeri!
Yemende Ali Abdullah Salih aynı yolda, İran’da Humeyni,
Irak’ta Saddam Hüseyin veya Suriye’de Hafız Esad ya da oğul Esad
hangisi halkına huzur verdi ki? Oysa cahillikleri satılmışlıklarına,
ezilmişlikleri devletlerine ihanetlerine perde oldu hep. Ne ilim ve
üniversite ne yasal düzen ve adliye ve de düşman ve ordu veya korku ve
güvenlik insanına hizmet olarak tanımlanamamış ve
kurumlaşamamıştır.
Haseneyn Heykel’in Mısırlı iki ardılı (Nasır ve Sedatı )
biyografi olarak yazması tam bir ironik tutumdur. C.Abdülnasır’ı
sempatik göstererek Batıya pazarlaması ne batıya ne SSCB ye ve ne de
mısıra yaramıştır. 21. Y. Yıl bir gözünde Nasır’ı diğer gözünde SSCB yi
kaybetmiştir. Sokaktaki insana göre her gün değişen gündem Haseneyn
Heykel’i de silmişti. Mısır’ın sahte kahramanları sadece Mısır halkının
gününü değil Kahire Müzesinde sergilenen tarihini de talan etmişlerdi.
Arapları temsil mevkiine gelmek isteyen Mısır bir yanda İslam
düşmanlarıyla işbirliği içerisine girip kendi şahıslarına güvenlik temin
ederken, milli değerlerini değersizleştirerek, eriterek, çürüterek hem
kendilerini hem de kendi dostlarına onların zararsızlığını temin
ediyorlardı. Batıda açtıkları hesaplarda biriktirdikleri paralarla
ortadoğudaki diğer devletlerinde paralel hizmet vermelerini temin
ediyorlardı. Ortadoğunun gerek arkeolojik gerekse sosyolojik bütün
değerlerinin Batıda sergilenmesi aynı zamana denk gelmesi tesadüf
müdür? İstatistiklerin hiçbir ihtimal hesaplarında görülmeyen bu soygun
ve talanın organizatörlerinin hepsinin asker olması sadece bir tesadüf
müdür? Acaba Firavunların aranacak hale gelmesinde bu soysuz ve
alçakların hiç veballeri yok mudur? Tahkiye etmeye çalıştığımız
9
hamarat iki hırsızın bu coğrafyanın karanlık yüzü ve şeytani gülüşüyle
temsil etmesi ne acıdır. Ortadoğunun her yerinde yaygın olan bu
hastalığın sonu gelmesi dileğiyle İstanbuliye rahmet dilemekten başka
yol kalmıyor.
10
YAZICI
Yazıcı burnu üzerinde durduramadığı gözlüğünü gözlerine
kulaklık gibi oturturken yazmasına devam ediyor ve karşısındakine
“Bayım ismini anladık.” Tatlıya üşüşen sinekleri kovalar gibi terli
alnından sinekleri kovaladı. Partal dudaklarını kıpırdatarak “Mehmet’ti
ismi” dedi.
Karşısındaki telaşlı telaşlı alacaklının önünden kaçar gibi,
- Mustafa babasının adı. Esma’yı da söyleyeyim mi? Alık alık.
Anasının adıydı Esma da. Söylemeyi beceremediğinden utanmıştı…
Kekeleyerek el kol hareketleriyle künyesini yazdırmıştı.
- Efendim babası köyde harman kaldırıyor. Annesi de sizlere
ömür öldü. Pek kimsesi yok sayılır. Ölse bile ağlayacak kimsesi yok…
diye arzıhal eyleyecekti ki yazıcı esneyerek;
- Ben anlamam. Arkasını getirmeden gerisinde duran kravatlı
ince kaytan bıyıklı beye,
- Evet efendim bir emriniz…
- Hayır yok… dedi
Yazıcı hem laubaliliğinden hem yarı uykulu yakalanmasından
utanmıştı. Nasıl yağmurlu bir havada birikmiş sulara bata çıka geceleyin
yanında hanımıyla eve gelen bir baba. Kucağında uyuyan çocuğun
ağırlığı ve kum çuvalı gibi her yana yığılmasından bir o kadarda ıslak
elbiselerinin verdiği sıkıntıdan bir an evvel kurtulmak için kapıyı acele
açmak ister de elini cebine atıp, ilk çıkardığı anahtarı kapı deliğine
uydurur. Kapının anahtarı olmayıp büfenin anahtarı olduğunu bilmeden
şöyle bir çevirdiğinde garip bir ses gelir. Anahtarı bütün hıncıyla
karanlıkta karşısına alır. Ezmemek veya ısırmamak için hanımına
baktığında bir his duyar. İşte yazıcı da anahtar gibi garip bir ses
çıkarmış ve iş yaptığı halde bir anlık dalgınlığından dolayı üzerine
lüzum olmayan bir iş yapmıştı… doktoru… Hem de baş doktoru istihza
ile süzdükten sonra Almanya’ya gidip dönmüş kravatlı bir hasta sahibi
zannettiği için sırf alay olsun diye,
11
- Evet efendim bir emriniz demişti. Doktor da payını vermeyi başka
zamana bırakıp sinirli sinirli cam önünde duran hasta sahibini alarak
odasına doğru uzaklaşmıştı.
Eter kokusundan başka hiçbir şey duyuları kaplamamıştı ve
bütün duyuların nasibini eter veriyordu. Ölüye giden ağlar, düğüne
gelen oynar. Hastaneye gelenin de burnuna eter çöreği takılır.
Doktorun arkasından kurbanlık koyun gibi giren hasta sahibini
karşılayan eter kokusu oldu. Bembeyaz oda içerisinde terlik pıtırtısından
ve masa camına konan doktor aletlerinin madeni sesinden başka ses
yoktu.
Ara sıra yoldan geçen kamyonların, odayı sallayan
gümbürtüsüne doktorun,
- Allah belanızı versin. Beyin törpüleri sesi karışıyordu.
12
GARİPLER
Çamur sıvalı, dışarıdan ışık huzmelerinin yedi kandilli Süreyya
gibi gözüktüğü delik-deşik, çatlaklarla dolu, eğri-büğrü direklerine ve
yer yer dökülmüş sıvalarına pelte, pelte duman siyahlığı çökmüş bir
oda. Hani köylülerin “Tandırlık”, “Mıtlak” veya “Aşgana” diye
isimlendirdiği, yemeğin piştiği, yendiği, mevsimlik kiler olarak
kullanılan ana yapının bir bölümü.
Ev babadan miras kalmıştır. Ama badanası, dedesinin
dedesinden kalmadır. Tavan aralarında fareler cirit oynar. Tavandan,
sallar altı senedir sarkar. Sıvası bir çavlandan suyun döküldüğü gibi,
yemeğin içine, insanın başına akar da akar. Ufacık pencere, onun da
camları dışarıyı göstermez. Bu oda ışığını kapıdan alarak aydınlanır.
Yaz aylarında buğdaylar köşelere yığılır. Turşu küpleri, ufak
çömlekler, geniş çukur çanaklar, Rumlardan kalma alçıyla tamir
görmüş, süslü püslü tabaklar. Bakırdan lenger tabak, ibrik, güğüm ne
varsa üst üste bir köşede benzer eşyalar yığılı. Güz gelinceye dek
düzeltilmez. Güz gelince de her şey yerine konur. Arpa buğday ambarın
içine; soğan, sarımsak, muşmula, kavun direklerdeki çivilerine; elma,
armut, karpuz ambarın üzerine; ayva, ceviz, erik gibi kokulu veya kuru
yemişler sandığa yerleştirilir. Çömleklere bulgurları, tarhanaları,
çökelekleri, yoğurtları, yağları, velhasıl bütün kış boyu yenecek salçalar
ve turşular küplere konmuş son zamanlarda bidon denen plastik küplere
salamura yiyecekler konmaktadır, kavanoz veya hususi çömleklere
tatlıları konur, sıra sıra dizilir. Kışa hazırlanılmıştır.
Duvarlara toprak dökülmesin diye hasırları çekilmiş. Duvarları
takip eden zemine alta eskileri üzerine daha yenileri atılan kilim ve
keçeler serilmiş, tandırın yan başlarına ise yatağa benzer içi çaput
kırpığı dolu minderler serilir. Zeminin ortasında içinde yanabilecek
tabiattan toplanmış nesneler yanan tandır var, yere gömülü üzerinde
koca bir sal kapak konulmuş melefenin tandırla temasını kesmek için
tandırın üzerine iskemle oturtulur. Üzerine de koskocaman bir yorgan
atılır Melefe denen bu yorgan büyüktür, neredeyse odanın zemini
13
büyüklüğünde. Yünden yapılır. Oldukça da ağırdır. Melefe ağır ve
büyük ama gece gündüz altında en az hane halkını barındırır.
Kar diz boyuna çıkmış. Kış olanca hıncıyla bir avuç insanın
üzerine un eler gibi kar elemekte. Her kes tandırlarını yakmış içine
çekilmiş. Komşuların birbiriyle ilişkisi kesilmiş gibidir.
Köy odasında birkaç genç veya orta yaşlı adamlar oturmuş,
sohbet ediyorlar. Radyodaki haber, türkü-şarkı ne çalarsa dinlenir. Ne
yapsınlar ki, akşama kadar sürekli sohbet olmaz ya. Gerçi en yalın,
doğal ve gerçek yaşanmış fıkralar, hikayeler, hatıralar buradadır. Bazen
tatsızlıklar da olmaz değil. Köy odası çaresizliğini konuşmakla atan bu
bir avuç insanın günlük meşgalesi de oluyordu. Para sözcüğünün hiç
geçmediği mevsim ve oturma da burada yaşanıyor olmalıydı.
Evde ise bir çıra etrafına bir düzine kadın dizilmiş, çorap
örüyorlar, maniler söyleyip, hikayeler anlatıyorlar. Çocuklar melefenin
altında vıcık vıcık terlerken tepişmekten geri durmuyorlar. Arada yaşlı
ninenin “durun bebeler, kapıda hommucu var. Sizi torbasına kor
kaçırır.” Sözü çocukları teskin eder. Ama çok sürmez, yine başlar. Yine
ninenin “Akıl devlet nerdesin. Gel şunları götür” sözü üzerine, biri
arkasına dönerek, “hööö” diye korkutucu ses çıkarması seslerini kestirir.
Bu sefer çocuklar uykunun denizine dalarlar. Dağılacakları zaman,
ortaya bir sini üzerinde ceviz, kuru üzüm, kuru erik gelir biraz sonra
geceniz iyi olsun anam, yarın akşam da bize buyurun sözüyle kapıya
çıkılır. Çocuklar sırtlarında mışıl mışıl uyurken yolcularına ev sahibinin
“iyilere karşı gelin, arkanızı unutmayın. Gene buyurun” diyen faslı
çınlar.
14
HERŞEY ÇOCUKTA BÜYÜR
Çocuklar büyür. Bazı insanlar da çocukluğuyla büyür. Ömür
sürdükçe çocukluğunu besler büyütür. Sebebi ve neticesi aşkla
yoğrulmuş olan çocukluk, dünyaya gelmenin ilk iyilik maketi, ilk
doğruluk mabedi, ilk güzellik savaşı olarak, geleceğin bütün özlerinin
öğrenildiği hem başlangıç hem de olgunluk mevsimidir. Yaşayan bütün
insanlar onun için çocukluğunun özlemini taşırlar.
Büyüklüğünü putlaştıranlar, hiçbir zaman büyümezler,
büyüyemezler. Büyüklüklerini sabit hale getirirler. Zaman içinde
yürümek için “riya” rimelini gözlerine çekerek güneşe bakabilirler.
Hatta başkalarını taklit ederler. Kendileri olamazlar.
Ara sıra yakınları ölünce veya bir yakınından ayrıldıklarında
ki; alışkanlıklarından uzak kalınca yeni alışkanlık yapacak bir şey
buluncaya dek bir “bocalama” yaşarlar. Bu evrede hüzünlenirler,
kendilerini yargılarlar. Çözümsüz bir sorunsal üreterek duvara toslarsa
intiharı denerler. Yok yakınındaki ve çevresindeki “çıkar alanı” onu
sahte çözümlere iterek eski kaidesine tahrip edilmiş veya çatlakları
onarılmış heykel olarak oturturlar.
Ardıbeslek veya ardılı beslemek uğruna canlının özünden
ayrıldığının ilk resmi bu evrede fotoğraflanabilir. Bu evreden sonraki
faz da “nne yerse yesin” durum değişmez denebilir.
Çünkü çocukla büyüyen ölmüştür.
Ayşe Serpil de o gün ölmüştü ve fakat o öldüğünü çok sonra
gördü. Çünkü sevdikleri, sevebildikleri yaşıyordu. Onlardaki “büyüyen
çocuk” büyüyordu, yaşıyordu. O bunu gördüğünde öldüğünü anladı.
Ayşe Serpil’de aşkın telaşlı yollarında yürümüş,
çözümsüzlüklerini yaşamış, sorunlarını gözyaşıyla yumuşatmış ve
kendini aştığı zamanlar olmuştu.
Hep “it dalaşı”yla biten fikir farkları yüzünden küser, yorgun
düşerdi Ayşe Serpil. Onun tartışmalarını bilerek kışkırtırdım.
“Sen üst yapı kurumsallığındasın” derdim. Kel alaka derdi ve
sosyolojik ezberlerini sayar dökerdi. Kızgınlığı yüzüne vurur, alı al
moru mor kapıları ve kapakları çarparak sakinleşirdi.
15
Hep damarına basar inatlığını ortaya dökerdim. Küser, ağlar,
geri döner, gelir yanıma oturur. Gözlerinin içi gülerdi. Ona özündeki
çocuğu anlatırdım, çok duygulanır bu kez de oburluk kanalına geçer
veya moduna girerdi. Ezberlerini fikir zanneder, onlardan mahrum
kalırsa insan olamayacağını düşünüyor olmalı ki, bir kadının kadınlık
savunusunu feminizme kadar vardırırdı. Ciddiyetle söylediklerini
dinlerdim. “Lakin” demeye başlayınca hareketlenir. Önce onayladığımı
belirtmemi isterdi. Bense uzlaşabildiğimiz kadarı tartışırken belirir diye
tartışmayı sürdürmesini isterdim. Diğer yandan onun ezbere kullandığı
propaganda kokan cümleciklerini felsefe salacağına yatırarak o
cümlelerin kendisine ait olmadığını, ölü olduğunu, devamı ve şartları
olduğunu bir bir göstermeye çalışırdım. O yine mızıkçılık ederek
“bakkaldan alınan” şeyler gibi olmayanı ayıklamaya zamanın
olmadığını, bu işi kurulacak kurumların yapacağını söyleyerek kendini
vareste kılardı. Hep böyle sonuçsuz diyaloglar, sonlu kızgınlıklarla
kapanıp sürerdi.
Sevgiyi ezberden temin edilmiş bilgilerinden arkasına
saklayarak var edecek veya arz edecekse “alıcısı” veya “karşılayanı”
olamayabilirdi. Ayşe Serpil’e kaç kez bunu doğrudan ve/ya ihsas
ettirerek aktarmaya çalıştımsa da kendisinin zannettiği o fikrin
alışkanlıklarına kapılıyordu. Bu tavrı giderek onu sokağın “kemik
kıran” zorluğuna alıştırıyordu.
Ayşe Serpil’le nasıl tanıştığımı anlatayım istersen. Çok
ilginçtir.
960’lı yılların sonlarıydı. İstanbul’u çok iyi bildiğim
söylenemez ama gideceğim semtin otobüs numaralarını öğrenerek
yönlenirdim. Kurtuluş’un başlarında Ergenekon caddesinden girer
girmez bir apartman katında oturan bir tanıdığımı ziyarete gitmiştim.
Dönüşte Taksim’i öğrenmek için yaya gelmeyi istedim. Ergenekon’dan
Pangaltı’na çıktım. Yeni sinemanın yanından film afişlerini seyrederek
geçip Harbiye’ye geldim. Müzenin karşısındaki caddedeyim. Karnım
acıkmıştı. Hazır yiyecek simit benzeri bir şey alarak açlığı atlatmak
istiyordum. Önümde giden kız durdu, bana yol verir gibi yaptı, aynı
16
hizadaydık, gülerek ismimi söyledi ve elini uzattı. Ben de elimi uzatıp
tokalaştım. Gözlerine baktım, ne istiyorsun diyordum aslında.
- Hasan Sarı tanıştırmıştı!.. Hatırladın mı? Dedi.
- Adınızı da lütfedin bari.
- Ayşe… Ayşe Serpil.
- Ayşe sevindim. Karnım çok aç gel bir şeyler
atıştıralım, şekerim düşmeden…
Böylece Harbiye’deki muhallebiciye Hamburger yemeye
daldık.
Hasan Sarı fakülte kaleminde çalışan bir hemşerimdi. Nasıl
nerde, niçin tanıştırdı bilmiyor veya hatırlayamadım. Kafamın içinde de
bulamadım. Ama önemli değildi. Hasan Sarı güvenilir biriydi, bu bana
yetiyordu.
967’lerdeki bir anımı anlatayım. Kendini yok eden bir kadının
hayatı da denebilir. Ben o tarihlerde İstanbul’un henüz Taksim’e nerden
çıkıldığın bilmeyecek kadar tanıdığım döneminde tanımıştım onu.
Cumhuriyet caddesi üzerindeki bir muhallebiciden bir şeyler atıştırıp
çıkacaktım. İçerisinin küçüklüğünden, birkaç kişilik kalabalık, ana baba
günü havası veriyor dükkana, iki kişinin ancak sığabileceği
buzdolabının kenarındaki mermere yaslandım. O raf gibi duran mermer
masa rolü oynayacaktı. –geçmiş gün pek anımsamıyorum- bir şeyler
ısmarladım. Ayşe benden önce yaslanmıştı oraya, ben de yaslandım.
Kızcağız arada bir ağzını tutuyordu. Rengi doğal yüz rengi değildi.
Yardım etmek istedim. İstemeye kalmadı midesindekileri üstüme
boşaltıverdi. Hemen tezgâhtaki görevliye “el” ettim yanda içi talaş dolu
kovayı kapıp yerdeki görüntünün üzerini örtmeye çalıştım. Bu arada
yandaki küçük masa boşalmış, Ayşe o masadaki sandalyeye ilişmişti.
Dışarı aralık ayının yağmurlu soğuğunu taşıyordu. Ayşe’yi kolundan
tutup dışarı çıkardım. Ayşe hem özür diliyor, hem de kolumu sıkı sıkı
tutuyordu.
Lalelideki yurtta kalıyordu, yurduna kadar götürüp bıraktım.
Yukarda adını yazdığıma bakıp da adını orada öğrendiğim yoktu hani.
Haftalar sonra bir gün Hasıraltı öğrenci kahvesinde oturuyordum. Geldi.
17
Tanıyamadım. Olayı anlattı. Yanımdaki arkadaşıma da anlatıyordu.
Oturmak bu kafelerde “buyur”a bağımlı değildi. Oturdular. Uzun uzun
içten gelen gülüşmelerle beraber kendilerini tanıttılar. Sonra ahbap
olduk v.s. v.s. bunlar önemli değildi. Ayşe çok hareketli ve sıcaktı bu
duygularını açamadığını gösteriyordu. Gösteri uzayıca sıkıldım,
soğukluğumu anladı. Anlayınca izin isteyip ayrıldılar Ayşe’yle bugün
itibariyle başlayan arkadaşlık, kesik kesik uzadı. Önceleri insan sever
olmadığım yargısında idi. Çünkü insan gibilere lanet edercesine onlarla
konuşmazdım.
Sevmediğim zaman konuşmazdım. Bu yüzden de “insan
konuşan hayvandır” sözünü “insan sevdiğini ve sevdiğine konuşan
hayvandır” diye değiştirmiştik. Ona riyakar olmamayı çok anlattım.
Riyakarlık iki kişiliktir. Tek kişilik riyakarlığın henüz
yaratılmadığını ve riyakarlığın “çıkar amaçlı” spontan olduğunu
anlatmaya çalıştım. Riyakarlık sevdiğinin gözü değdiği her yerde
kırıldığını anlattım, anlattım… anlattım..
Ne o kendinin olmayan fikirlerden vazgeçti ne de o fikrin
riyakarlığından, buna rağmen ben onu hep kendime yakın tuttum.
Korudum. Kolladım.
Çok “atılım”lı bir sohbette,
“Sen benim abim olduğun için” demişti.
“eminsin değil mi?” dedim.
“gibi” dedi.
“o halde yollarımız ayrılıyor” dedim.
“o asla” dedi.
“ben “gibi” olmam dedim”
“tamam abi dedi”.
Sonsuza dek anlaştık, hatta bir şarkı bile bulmuştu Ayşe Serpil,
bir dizesi de
“aşık gibi sevmezsen
Kardeş gibi sev beni” diye. Burada gibiler var ama, bu gibiler
sıfat derecesinin oranını verdiği için susmuştum. “ yaptığı
şaklabanlıkların riyakarlık olduğunu” söylemiştim. “Nasıl” diyordu hep.
Susacaksın. Seyredeceksin dedim ona hep. Zamanla çok yönlü, derin ve
18
yoğun bir kadın oluyordu. Benden hiçbir cinsel yakınlık görmeyince
(oysa her şeyi tartışırdık) bir ara gözükmez oldu. Evet Ayşe’nin
diğerlerinden farkı yoktu. Çünkü bana iyiliğimin karşılığını en güçsüz
yanından duygusallığından ödeyerek rahatlamak istiyordu. Ben bundan
kaçtım elbette. Sonra bir otelde çalıştığını söylediler. Ben hiç sormadım.
Sonra yine geldi. Öylesine olgunlaşmıştı ki, konuşması, davranışı,
cemiyete bakışı, insan gibiydi. Bir insan yaratmanın boyutlarını görmek
beni öylesine sarstı ki üç gün çıkamadım. Ayşe’nin de yüzünü görmek
istemedim. O güne dek maddi ve manevi çok acılar çekmeme rağmen
böylesine yalnızlığa ve tükenişime ağlamamıştım. Estetik ve etik
anlayışımdaki yeni ufuklar daha da acı yüklü bir yöreden beslenmeye
başlamıştı. Sanatın kaynağını bulmuştum.
Bir gün çıkageldi evime yanında bir erkekle. Beni abisi olarak
tanıttı. Çocuk buna kapılmış. Ayşe ise ona ablalık veya analık
duygusuyla davranıyordu. Fazla oturmadı, çocuk izin istedi kalktı.
Meğerse Ayşe’nin gözüne girmek veya riyakarlığın kılıfı olarak
kahramanlığı seçip polisle çatışmış. Çok geçmeden Ayşe de doyumu
öğrenci olaylarına dadanmakta buldu. Sabah gazetesine şöyle bir göz
attım. Ayşe Serpil’in tutuklandığı, çatışmada ölen çocuk da bana
tanıştırdığı çocuktu. Çok üzüldüm. Ayşe’yi buldum, bir abi ne
yapacaksa yaptım, yapıyorum, yapacağım. Ayşe Serpil hep aynı,
Sağmalcılar Cezaevi ziyaretimde “Aşk iki kişi arasındaki oyuncak
değilmiş anladım abi… Anladım ki ikisinin de arakesitte erimeleriymiş,
çok geç oldu… Anladım… Çıkınca yanındayım” dedi. “Elbette dedim”
Borcunu ödememenin verdiği katılığı, onun ölümü, yumuşatamayacaktı.
Lakin Ayşe’ler bunu anlayacak ve uygulayacak denli güçlü ve direngen
olamıyorlar. Çünkü olgunlaşmada her şey gibi aile içi terbiye ile başlar.
Sonradan edinilmiş olgunluk sera sebzeciliğine benzer. Çocukluğa ait
kökleri bulamazsa özümleyemez olgunluğun ağırlığını, yoğunluğunu.
Ayşe kötüden nefreti öğrendi ama iyiye dost olup merhaba
diyemedi. İşte bir anı böyleydi.
19
SUÇLU
Münevver hanımla tezkeremi aldığım günün akşamı
tanışmıştım. Anılarımı yazmak ya da belleğimde bekletebilmek
yeteneğim oldukça yetersiz olduğu için, kaba hatlarıyla tanışma gününü
anlatayım. Normal askerlik hizmetimiz iki ay kısaltılarak erken terhis
edeceklerdi. Elimizin biri telefonda, kulağımızın biri fısıltıda…
“Piyango” tamiminin daha ne zaman yayınlanacağını bekliyoruz.
Yedeksubay arkadaşlar bu kısaltma süresine piyango adını takmışlardı.
Kısa ve üst rütbelilere karşı aramızda bu argo şifresi olarak
kullanılıyordu.
- Piyangodan ne haber var?
- Piyango vurmadı mı yoksa?
- Piyango kesin…benim paşa (emir subayı) geçende beni
çağırdı, “yerine birini bul” dedi. Bu demektir ki, bize bu piyango
vuracak. Adım gibi biliyorum.
- Askerin işine şeytan bile akıl erdiremez. Belli mi olur. Son
gün açıklanır belki…
- Öyle şey olur mu birader.. (evli olan)… sizin gibi değiliz ki…
çocuklar var… ev bulmak gerekli… ceza mı veriyorlar yoksa bize..
Nice heyecanlı günler böylesi dedikodularla geçerken, evli
arkadaşın korktuğu başına gelmişti. Temmuz 25 te erken terhis
kararnamesi imzalanmış ve aynı gün yayınlanmıştı. Resmi habere göre
30 Temmuzda tezkere alacaktık.
Tamimin daire ve birliklere iletilmesi Temmuz 29’u bulmuştu,
ertesi gün terhis olacaktık. Birkaç kişi arasında anlaşmışlar “bu gece
toplanalım” demişler. O gün bana haber veremedikleri için de toplantıyı
ertelemişler. 1 Ağustosta Tarzan Tahir’in Cebeci’deki evinde toplanıp
felekten bir gece çalacaktık.
Aslında hiçbir toplantı ortamı olmamasına rağmen, askerliğin
alıştırdığı “kabadayılık”la sözleştik. Tezkereyi aldıktan sonra zaten ben
oraya gidecektim. Çünkü terhisle birlikte orduevinin otelinde kalmam
imkansız oluyordu. Aylıkları almadığımız için oteli de göze
alamıyorduk.
20
Ben 30 Temmuz akşamı Tarzan Tahir’in evine gittim. Tarzan
Tahir’in asıl adı Tahir Tarza idi. Yedek subay okulunda tanıştık. O gün
bugün herkes ona Tarzan Tahir der. En sevdiği şey uyku ve kadındır.
Kadın ve uyku arasında bir tercih yaptırılsa rüyadaki kadını seçebilir.
Tahir adı gibi temiz, umursamaz Dost birisi…
- Ne biçim adamsın, dediklerinde; en çok ,
- Çağdışı ve kafadan bacaklılar sınıfından demeyi severdi.
Konuşmamayı söze, oyunu boş durmamaya tercih ederdi. Birbirimizi
satranç oyununda iyi tanıdık. Kesin ve haklı bir zafer kazanamadığımız
için aramızdaki gizli kazanma ve ustalık kanıtlama hevesi
arkadaşlığımızı daha pekiştirdi, altı ayda atmış yıllık dost olmuştuk.
Tahir’in kapı zilini çaldığımda dış kapı açıldı ve ben askeri
ceketin düğmelerini çöze çöze merdivenleri tırmandım. İkinci katta
kravatı gevşetip şapkayı elime aldım. Tahir üçüncü katta ve yalnız
oturuyordu. Tahir’in kapı yarım aralıktı. Aralıktan bir uzun saç
uzandı… Ben işi pişkinliğe vurdum.
- Tahir bey…
- Gelin içeri…
Emre uymak gibi bir ruhla eşikten kaybolan gölgenin ardınca salona
geçtim.
- Hoş geldiniz asteğmenim… Münevver
- Sağ olun, var olun… beni bağışlayın öylesine boş bulundum
ki… Kılığım…
- Hava çok sıcak.. Tahir büfeye indi… Siz rahatınıza bakın…
ben mutfakta akşam sofrası için hazırlıklar yapıyorum.
- Özrü yinelememe gerek yok umarım. Sen de “bizdik”sin.
Gülümsedi ve mutfağa kaydı…
Şapkayı, ceketi ve kravatı çıkardım. Gömleğin kollarını sıvayıp
yakayı üç düğme açtım. Ve kanepeye uzandım. Biraz şekerlemişim.
Gözümü açtığımda yanı başımda duran koltukta Münevver oturmuş çay
içiyordu. Derhal toparlandım. İçimde geniş bir huzur olduğu halde
yabancılık duygusu, bu huzuru daraltıyordu. Cinsi latif farkı demek
daha doğru..
- Çay alır mısın? Dedi.
21
- Lütfederseniz dedim.
Münevver mutfağa giderken banyoya koştum… Çorapları
çıkarıp ayaklarımı diz kapaklarına kadar, başımı da yıkadıktan sonra
havluya sarıp salona döndüm. Bütün bu eylemleri asker çabukluğuyla
sanki alarma uyarcasına yapıyordum. Kanepenin bir başına o diğer
yanına ben oturarak çaylaşmaya daldık. Gözaltından birbirimizi
kolluyor gibi halimiz vardı… O kaçamak yapıp gergin havayı dağıttı.
- Nerde kaldı bu adam.
- Her toplantı da aynı hal. Boş ver kızım düşünme onu… Evin
yolunu yitirecek değil ya…
Ben yine kendi dünyama kapandım. Ailemi, geleceğimi,
davamı ve yönsüz hallerimi ayrımlaştırıyorum.
- Askerlik de bitti dedi Münevver “Hı, hı..” diye nefese
benzeyen cevapla yetindim, ha bire düşünüyordum.. yarın ne
yapmalıyım diye… Cebimde iki bin liraya yakın para var, ne yapılır
bununla, İstanbul’a dönsem… hani ev…hani eşya… Yurtlarda
öğrenciler bile kalamıyor… pansiyon ücretleri yüksek, oteller ateş
pahası… Bu bozuk çemberden aklımca çıkacak bir yer arıyordum. Ha
denince iş bulacak halimiz de yok… En az bir iki ay boş gezeceğiz…
Ben “imajyonel ceylan ayaklar”ını beynimde koşturup duruyorum.
- Akşam neşeli geçecek dedi. “Hı..hı..” dedim. Gözlerimi
mıhladığım karşı apartmanın balkonundaki çiçeklerden ayırmadım.
- Bir sıkıntımız var… “Hı…. hı…”
- Ne biçim adamsın be.
Bu sırada ayakkabılık olarak kullanılan antreden Tahir’in sesi:
- Çağdışı ve kafadanbacaklılar sınıfından.
Sessizce içeri sızmış kerata… Yanıma geldiğinde arkam ona dönüktü.
Omuzlarımı tuttu, kafasını kafama vurarak,
- Hoş bulduk üstad…
Kolumu arkaya gererek kulaklarını tutmuştum.
- Bitti… Tahir… bu da bitti o olanca gücüyle bağırıyordu.
- Ya huuu… Bu da geçeeeeerrr.
Dayanamadı Münevver, dudakları kıvrıldı… burun delikleri
açıldı… başını iki eli arasına alarak sessizce ağlıyordu…
22
Tahir’le balkona çıktık…
- Münevver’le tanıştınız mı?
- Bir iki saat oldu… Yorgunum… yılların yorgunu… Tahir…
boş ver tanışmayı… Akşama… öyle sarhoş olmalıyız ki… yıldızların
sesini duymalıyız.
- Peder para göndermiş… on kafa… üçü kaydı… kalanı
paylaşırız. Bu ay buradasın… Gelecek aya kadar. İstanbul’daki bizim
viranhaneyi donatırız… Tamam?..
- ……..?
- Dayı senatör amcanın kart dö viziti işleri ayarlarsa… birinci
beş yıllık plan tamam …mı
Münevver aramaya geldi… Güzelliğine pek uyanmamışım.
Uzun uzun kirpikler alınmamış kaşlar, “kudretten sürmeli” kahverengi
gözleri…
- Üstad hatırlar mısın bilmem… Hava Kuvvetlerinde bir takım
araştırmalarla bir astsubayın görev sürelerini toplamıştım. Ailesine
emekli maaşı bağlanacaktı…
- Evet…
- İşte o astsubayın kızıdır Münevver.
- Sahi mi? Olmuştu o iş sanırım.
- Evet… Say…
- Sayemde değil… Tahir izledi… çoğunu… peki Tahir sen
Münevver’i nerden tanıdın?
- O uzun hikâye.
- Yolculuk esnasında dedi Münevver. Çankırı’dan babamın işi
için Ankara’ya geliyordum, Tahir’in traşından asker olduğunu
anlamıştım. Çay molasında, hiç değilse birkaç adres sormak umuduyla
yanına vardım.
- Asker misiniz beyefendi der demez,
- Ne ilgilendirir sizi demez mi Tahir.
- Hadi canım sen de… öyle demem.
- Sen yakıştırıyorsun diye Tahir atıldı.
- Tahir sus da anlatsın dedim.
- Başka ne oldu Tahir…
23
- Özür diledim kabalığımdan…
- Evet özür diledi ve cerkeşten Ankara’ya kadar beraber
geldik… sordum söyledi. Bu işi benim yapmam mümkün değildi.
Ancak bir ordu mensubu izlerse iş olabilirdi. Benim çocuksu
tutkularıma göre bu iş olacak olsaydı. Neyse işi üstüne aldı Tahir…
Büyük yükü de size yıkmış.
- “Üstad öyle birisidir ki en küçük rütbeden en yüksek
kademeye kadar nüfuz etmesini biliyor” demişti, sizden için.
- Geçen günlerde iş tamamlandı. Birikmiş paralar dahil epeyce
bir meblağ alabildim. Ben tek kızıydım. Anneme Ankara’ya gelmesini
önerdim. Ahret kardeşlerinden ayrılmak istemedi… paraları da
istemedi… Maaştan biraz pay sahipliğinin yeterli olacağını söyledi. Ben
de Ankara’ya yarleşeyim istiyorum… zor… Korunak şimdilik
Tahir…sustu gerisi benim hikayeden daha beterdi ya da, öyle olacağa
benziyordu.
Akşama sivilliğe ilk adımlarını atan üç arkadaş, yanlarında dört
kız arkadaşları olduğu halde geldiler. Masa hazırlanmıştı. Uzunçalar
pikaba sürüldü… ışıkların çoğu söndürülerek havaya bir loşluk
verilmişti… Biz çok alışkın olduğumuz bu havayı kadehlerin gerisinden
seyretmeye başlamıştık. Münevver hep yabancı şaşkın izliyordu. Eli
kadehe bile varmıyordu. Tahir yanına sonra gelen kızlardan birini
almıştı.
- Üstad Münevver’i idare et diye yarı şaka yarı fısıltı
kulağına söylemişti.
Ben sarhoş oldukça ağırlaşmıştım değil şarkı söylemek
bağırmak, çağırmak, içi içe geçmiş binlerce boruya üfleniyor da sözleri
içime gömülüyordu. Sofrada Münevver’i kaldırıp içeri götürdüm. Bir
örtü vererek somyaya yatmasını istedim. O gözlerini yere dikmiş hep
susuyor. Yanı başına oturdum. Birkaç sigara içtim. Sonra salona
döndüm.
Ard arda aldığım sek kadehlerden sonra derhal resmi kılığa
bürünerek sokağa fırladım. Evet… Münevver’i böylesi koşullar altında
tanıdım ve size de anlattım işte.
*
24
**
Valiliğe verdiğim iş dilekçesi ile bir devlet dairesinde memur
adayı olarak göreve başladım. Sessizliğimde büyüdüm durdum. Yıllar
yılları kovaladı. Hiçbir partiye üye olmadığım gibi, sınıf bilincini açığa
vurarak herhangi bir mevki elde etme gayretine de düşmedim.
Çalıştığım dairede belki yirminin üzerinde Müdür ve on katı kadar da
memur geldi ve gitti. Ben dairenin demirbaşı ve dairede işi olan
vatandaşların sevgili memuru olmuştum. Taşındığım evin sahipleri ile
de aramızdan su sızmazdı. Hani varlığımla yokluğum pek sezilmiyordu.
Yeni memurların yetişmesi yeni müdürlerin taltifi görenleri dairedeki
sanki ek değil asıl görevimi oluşturuyordu. Şehri ne tanıyordum ve ne
de tanımak istiyordum. Birkaç amatör olarak klasik musiki aşinası
dostum ile lisenin matematik öğretmeninden öteye pek öyle aydın
çevresi içerisinde de değildim.
Sürekli yayımlanan sanat dergilerinin bazılarına abone
olmuştum. Bunun yanında yıllık izinlerimde üniversite çevresine girerek
o yıl yayımlanan ekonomik, sosyolojik, felsefi ve antropolojik eserleri
topluyor bunları bir yıl boyunca okuyordum. Bir ara devrimlere merak
saldım, bu yüzden de yirmi dört saatlik emniyetçe gözaltına alınmış
oldum. Münevveri tanıdığımdan bu yana en sivri çıkışım o oldu sanırım.
Sonra suçsuz bulunarak serbest bırakıldım. Bir ara adım “sosyaliste”
çıktı. Sosyalist birkaç kişi bu olaydan yararlanarak beni ortamlarına
çekmeye çalıştılarsa da, benim o işlerle ilgisiz olduğuma karar vererek
yakamı bıraktılar. Yakamı bıraktılar diyorum çünkü, çıkardıkları bölge
gazetesinde yazı yazmamı bile istiyorlardı. Bense yazı konusunda
becerim olmadığını, zira, yazarlığın estetik katmanlaşmadan sonra
oluşacağına kesinlikle inanıyordum. Oysa onlar böylesi kuruntuların
burjuvalarca uydurulan kavramlar dizisinden bir olduğunu ileri
sürüyorlar, yazarlık yapabileceğimi kanıtlıyorlardı. Üç-beş ay
takıldıktan sonra bıraktılar.
Az kaldı unutuyordum. Serüvenlerim arasında, insan olarak
“yüce varlık” olmanın incelemeleri için bütün dinsel eserleri toplamaya
başladım. Bundan bir dostuma söz açtım. O beni “Nurculara” götürdü.
Tekke dedikleri parlak pembe boyalı iki katlı bir evde, bekar olarak
25
yaşayan, zayıf, gözleri süzgün, parlak ve geniş alınlı, temiz tıraşlı beş
kişiyle tanıştırdı. Oraya birkaç hafta toplam sekiz-dokuz kere gittim.
İman ve yücelmeyi kendilerince yorumluyorlar ve bu yorumlarına
ruhlarının imzasını atacak denli inanarak bu görevi üsleniyorlar.
Yanlarında kendimi hep bir yabancılık içerisinde buldum. Sanki
suçluydum. Evet, suçlu olmaklığım eski günlerin bendeki başkalaşımı
değil de, yeni, hiç tanımadığım bir suçluluk hissi veriyordu. Bu tavır
onlara soru sormamı da engellemişti. Yanlarındaki duyduğum güvene
güven denemez ama, cemiyet yasalarının değilse bile, devlet yasalarına
karşı gelmenin verdiği bir hazzın da hakkını taşıyor olmalıydı.
Tahir bunlar yeni bir din kurmuşlar. Kur’an’la getirdiği
buyruklarından ve Fahr-i Kainat’ın duyurduklarından mülhem
bambaşka Said Nursi’nin sistemleştirdiği Fethullah Gülen v.b. doktrinal
siyasal olarak yapılaştırdığı bir din ve anlayışı. Cenneti yok,
cehennemleri dünyada, tekkeyi yozlaştırarak medreseleşmiş bir
misyonerlik faaliyeti. İslamsız bir din. Bana göre bunlar sahte ya da
sapık bile olamaz. Menfiliğin korkutuculuğu bile bunlarda pislikle
bulamaçlaştırılmış içinde Allah olmayan bir anlayıştır. Evlenmiyorlar.
Esatiri belki temsil edebilirler.
Ev sahibim Gürcü idi. Rusya’dan göç etmişti. Anılarını anlatıp
dururdu. O da öldü… Hanımı benim eve taşındı. Evin alt katını da
kiraya verdik. İhtiyar kadın yemeğimi yapıyor, çamaşırımı yıkıyor.
Ana-oğul olup, geçinip gidiyoruz. İhtiyarın vasiyetnamesini hazırlamak
için girişimlerine de engel oldum kaç kez. Buna rağmen sekiz yıllık bu
koca bekarı evlat edinmek istediğini ve malını mülkünü bu adama
bırakacağını söylüyordu. Evime pek konuk bile gelmiyordu. Kitap
rafları epey kabarmıştı.
Yürekten istediğim ihtiyarın ölmemesi. İyice hasbileşmiştim.
Marazi hal alıyordu bazı tavırlarım. Yaklaşık onbeş yirmi konu
araştırmasını bitirmiş, daktilosunu yapmış yayıma hazırlamıştım. Bu
arada Osmanlıca ve İngilizce birkaç eseri eklerle okuyucuya sunulacak
hale getirmiştim. Bölge farkları üzerine derlemelerim de, bunlara ek
olarak sayabilirim. Bütün çalışmalarıma son rötuşlarını yapmak
26
hazırlıkları içerisinde kabuğuna çekilen ben, işte öyle bir gün geldi ki, o
şehri de, orada bırakıp gitmek zorunda kaldım.
İhtiyara benimle gelirse götürebileceğimi söyledim. Kabul etti.
İstifamı postayla gönderip birkaç gün evden dışarı çıkmadım.
Tarzan Tahir bir gün satranç oynarken derin derin düşünüp;
“Üstad… sende öyle bir hal var ki insanın güven kaynağı
olman kaçınılmaz oluyor.
“Ne gibi? Diye sordum.
O “acıma duyguların insanları uçuruma yuvarlıyor baksana;
sendeki satranç oyunu bile hiç kayıp verilmeden savaş sürmeli taktiği.
Ne vuruyorsun. Ne vuruluyorsun. Ne zafere ne mağlubiyete taraftarsın.
Hayatın da böyle senin.
“elimde değil” dediğimi, hatırlıyorum.
Evet, Tahir haklıydı kendince. Fazla hassasiyetim yüzünden
bunca acılara katlanmak zorunda kalıyordum. Yakın şehre geçtim.
Komşu il kasabadan biraz büyükçeydi. Ev buldum orada. Şehrin
müftüsü hemşerim ve aileden kız alması dolayısıyla uzaktan akrabamdı.
Evi aslında o buldu. Müftülükteki kâtipliğe aday oldum. Formalite
yerine getirildikten sonra da muhasebe memuru kadrosunun boş olduğu
anlaşıldığından oraya adaylığım kesinleşti. Daireden alacağım
“muvafakat”le komşu kentte yeni göreve başlayacaktım. Bütün sorun
daireden bu “uygunluk belgesi”ni almamda düğümleniyordu.
Oraya gidemezdim.
Çünkü Münevver hanımın müdür olarak atanması yapılmıştı.
Henüz göreve başlamamasına rağmen artık istifamı da verdiğime göre
oraya dönmeyecektim. “Uygunluk belgesini almaktan vazgeçip ihtiyarın
evini komşulara kiraya vermeleri için emanet edip, taşındım. Yeni
göreve başladım. Yeni işe alışıyorum ve yeni bir çevre ediniyorum.
İkinci ayın başındayım “Hoca efendi” mutemet görevini de üstüme
yıktı. Bankaya gidip dairenin aylık maaşlarını alacağım. Bankaya
vardım, para çekme yazısını gerekli imzalardan geçirdim. Paraları
çantaya doldurdum. Tam çıkacağım, arkamdan gelen sesi tanımama
rağmen duymazlığa vurarak devam etmek istedim. Tahir Tarza yetişti.
Birbirimizin yüzüne bakmadan kucaklaştık. Elimden çantayı aldı.
27
“Tehlikeli madde var içinde” dedim.
Yol gösterdi Tahir. Bankanın müdürü olmuş, iki yıldır da bu
kentteymiş. Hey gidi günler hey… Tarzan Tahir memur olacak..
milyonları tepecek ve memur olacak, olmuş bile.
“Hey büyük Allah’ım… şükür ki kavuşturdun beni üstadıma”
diyor. Gözümü yüzümü öpüyor. Göz süngerimdeki yaşları içime
sıktıkça sıktım. Karın diyaframının iki yanındaki kaslar öylesine
kasılıyordu ki, kendimi bırakıverdim. Kolonyalarla kendime geldiğimde
Tahir elimi şakaklarımı ovuyordu. Yüzüne bile bakmadan ayağa
kalktım.
“Tahir… Müftülükteki memuriyete başladım. İki ay oluyor. Bu
kentte olduğumu çevreden yalnızca sen biliyorsun. Kimse bilmesin.
Akşam evdeyim. Müftülüğün karşısındaki apartmanın son katı.. Hoşça
kal” dedim. Çantamı verdi… İçimde yağmurun arkasından çiçekli bir
bayırı şenlendiren güneş gibi bir duygu yeni huzuru tattırmıştı. Hafif
hafiftim. Maaşları dağıttım. Bankadan mı eksik aldım, memurlara mı
fazla ödedim, bilemiyorum, bir ikiyüz lira açıkla sorunu çözümlemiş
olduk. İkindi ezanı okununca camiye gittik. Namazdan sonra Hoca
Efendiden izin alarak eve gittim. Yeni eşyalar alınacakmış. Bir şeyler de
almak için yine çarşıya çıktım. Alış verişi kısa yanından yapıp eve
döndüm. Tahir benden önce gelmişti. Tekrar kucaklaştık.
İhtiyar yanımızda kaldı. Hoş beşten sonra esas konuya girmeyi
ne o ve ne de ben, becerebiliyorduk.
“Ankara ve o gün…” dedi Tahir. “o uğursuz gün…” Üstad beni
bağışladın mı? Sen benim için Şems-i Tebriz’sin. Geçemem senden…
Senin yerini çok aradım. Ben unutkan yancıyım aslanım.
- Geç bunları… Evlendin mi?
- Son gün gibiyim.
- Ben namaza başladım… Yenildim görüyorsun ya. Ne zafer ne
mağlubiyet değilmiş. Yenilgi kaçınılmaz bir kader. İçimdeki bir
santimetre küplük hacmin hesabını en ahmak adama bile anlatabilirim.
Yenilerek zafer kazandım. Ruhum o dayanılmaz acıları tada tada
yüceldi. Tenim o acılarla öldü. Ne yalan, ne de gerçek içimde heyecan
28
uyandırıyor. Arzu insanların hakkıymış, onu da insanlara bıraktım.
Çevrem üzülmesin diye bazı işleri yapıyorum.
- Buldun mu?
- Her şeyi yitirdim, bulmanı akıl ve becerisiyle birlikte her
şeyi… Ama O beni buldu… O’nu yitiremedim. Bütün inkar ve
direnmelerime rağmen… Bütün kaslarımı inkar için bilemişken… Diyar
diyar kaçmama rağmen O, her yerin üzerinde çarpan yürekmiş… Geç
artık… geç ama… Yeniden her şeyi deneyeceğim… Sosyal antropoloji
incelemeleriyle meşgulüm. Din, örf ve iklimler içerisinde uygarlıkları
tasnif ediyorum.
- Bulacak mısın Üstadım?
- Dudak bükmeye bile değer bulmuyorum cevabı. Tam
bulmuşken O’nu Münevver’de… nasıl yitirdim… nasıl… nasıl… Şimdi
o kızcağız sosyal bir ahmak oldu. Bense kafir bir dindar. Ya sizler…
ya… şeytan evliyası… Nasıl bulunur O. Aşkı yitiren, bulma şansını aşkı
yitirmeden önce yok eder. Arkasından inkar şansını da yitirir. Benim
gibi. Kitap sayfaları arasında “laf” var ancak. Kitaplarda da yok O.
Ertesi sabah ne o ne de, ben daireye gittik. Sabah namazından
sonra yattık. Uzun uzun ruh analizlerini gereksiz buluyorum. Hatta
lüzumsuz gevezelikleri atlayarak konuyu özetliyorum.
Bir gün becerebilir de Münevver’in destanını yazarsam, o gün
benim günüm olacak. Mezarda bir ölü gibi değil de mezarın üzerindeki
çiçekler gibi olacağım.
29
CİNS CEMİL
Geniş ve yüksek tavanlı bu oda çağdaşlarının öncülüğünü
yapan bir mimarın elinden çıktığı her halinden bellidir. Hem klasik, hem
modern kısaca modern klasik denebilecek bir yapı. Yeni mekanik
parçalar hem pencere hem de kapı ve dolaplarda kullanılmış. Oda, düz
kireç yerine kartonpiyer altına üç ayrı renkte, üç ayrı çizgi çekilerek
tavanı duvarlarda sınır çizmiş gibi. Havalandırma, küçük ama
mevsimsel suhuletler göz önüne alınarak konmuş ahşap pencerelere
eklemlenmiş vasistaslarla sağlanmak istenmiş. Eskinin, dar uzun
koridorlarına açılan, mekteplerde çok uygulanan kapı tipi, her şeyiyle
iyi seçilmiş bir görünüm içerisinde.
Alttan çıkan geniş merdivenler kara bir alana çıkıyor. Kapılar
nerdeyse eşit uzaklıkla konuşlanmış durumda. Pencere önlerine
yerleştirilmiş deve tabanları mekanı daha rahat gösteriyor. Çıkış
merdiveninin tam karşısına odacı masasını koymuşlar.
Odacının solundaki odada Müdür, sağındaki odada Şef, karşı
odalarda memurların bulunduğu kapılar görünüyor. Kapı üzerlerindeki
zillerin çağrısına odacı bakıyor. Ya çay söylenmesi, ya dosyaların üsten
alta taşınması işlerinde kullanılıyor. Odacı Olcay’ın adını koyan babası
komutanının adını çok sevmiş ve oğluna koymuş. Lakin tahsil imkanı
bulamayınca, Olcay da odacı olabilmiş, Olcay halinden memnun.
Evlenmiş, eşi de muti, mutlu. Akşamları ilk günlerdeki gibi yorgun
düşmüyor artık. Zamanı ve makamların haklarına riayet ederek herkese
sempatik görünüyordu.
O gün, öğle olmadan Fehmiye Hanım diye bir vatandaş gelmiş,
doğrudan müdürü sormuştu. Olcay alışkın bu durumlara, sorup
soruşturmadan, izinler alınmadan müdürle görüşmek olur mu?
- Ne istersin anacığım?
- Müdürünü… Arzuhalim vardı.
- Nerde?
- Geçende verdik.
- Adın, soyadın, nereden geldin, ne istiyorsun, bana anlat ki
kime gideceğini ayarlayalım.
30
- Git ulan karşımdan, yıkıl teres herif.
- Öyle deme anacığım, bana polislik iş çıkarma, başın
altında kalır sonra, büyük laf etme, kadın kadın söyle.
Dinliyorum.
- Delice kooperatifinden alacaklıyım. Amma gerisini müdür
biliyor.
- Gidip sorayım. Bekle hele.
- Tamam ulan tamam. Odacı Olcay kapıyı vurarak Oktay
beyin gel sesini bekler. Sonra içeri girer. Durumu arz
edemez. Kapıda bir kadın sizi bekliyor. Gel demişsiniz o
da gelmiş. Çokta ısrarcı.
Oktay Bey “al içeri o zaman” dedi. Fehmiye hanımı kapıyı
aralayarak işaretle “gel” etti. İçeri alırken kendisi çıktı. Oktay Bey
donup kalmıştı. Beklediği bir kadın değildi. Hatırladı, bir ay önce bu
kadına da söz vermiş, o çıkıp gidince de unutmuştu. İki kadın
düşüncesinin arasındaki umut ve basıncı tartmaya çalışır gibi susmuş,
gözlerini Fehmiye hanımın üzerine dikmişti. Manitasını beklerken
Fehmiye hanımı karşısında bulmak hiç hoş değildi, ama karısını
görmekte vardı. Gülümsedi,
- He müdürüm. Gel dedin, geldik işte.
- Senin işin öğleden sonra hal olur. Şimdi git öğlen
ezanından sonra gelirsin veya ikindi ezanıyla da
gelebilirsin oldu mu? Adın ne idi, diye sordu Fehmiye
hanıma, o da söyledi. Önüne bir şeyler yazar gibi yaptı
“Tamam” dedi.
- Fehmiye hanım anladın mı dedi Oktay Bey…
Fehmiye hanım, köyden kalkmış kocasını hastaneye bırakmış
ve Maliye dedikleri bu “Vergi Dairesi”ne gelmişti. Fehmiye Hanım,
şimdi sora sora hastaneyi bulacak “efendisini” görecek sonra onunla
tekrar ve tabii ki kısmetse maliyeye gelecekti.
Müdür Oktay telefonda tanıştığı “manita”yı bekliyordu.
Fehmiye Hanımı onun için tez elden başından kovmuştu. Nihayetinde
onbiri biraz geçe Menekşe Hanım çıka geldi. Oktay Beyin adını söyler
söylemez Olcay onu yönlendirdi. Fehmiye Hanıma yapılan inceliklerin
31
hiçbiri ona gösterilmemişti. Bu Menekşe Hanımdı… Mini eteğini Olcay
görünce ne söylendiğine bakmıyordu.
- Oktay diyerek kapıyı tıklattı. Açtı ve daldı. Oktay Beyle
yüz yüze gelince ikisi de şaşırdı. Çünkü Oktay Bey adını
nüfusta değiştirmişti mezun olunca. Onun için de bir çok
arkadaşı izini kaybetti.
Bu arada evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Ama cinselliği,
hovardalığı azalacağına artmıştı. Hem imkanları da çoğalmış
görünüyordu. Dairedeki herkes biliyordu. Onu n için en iyi müdür
Oktay beydi. Hanımların şantaj için, suçlama için kullanacakları
fotoğraflar elden ele bütün daireyi asmış diğer devlet dairelerini bile
geziyordu. Hatta bölge merkez karakol komiseri şehirdeki yeni karnesiz
kadınları Oktay beyden soralım diye latife yapıyordu.
- Vay cins Cemil diye Menekşe gürledi, kollarını açtı,
kollarını açıp gelen Oktay Beyi kucakladı. Öptü, öptü.
Oktay Bey Menekşe hanımı biraz kendinden uzaklaştırarak
ellerini bırakmadan,
- Çakır Mübeccel kız ne güzel olmuşsun imanıma. Gel
yaklaş. Bir daha kucaklaştı iki arkadaş, daha doğrusu iki
sevgili…
“Kahveler söylendi, baklavalar getirildi. Öğleyin şehir
kulübünden yer ayrıldı. İki dirhem bir çekirdek iki zampara caddeye
daldılar.
Bugün Oktay Bey veya Cins Cemil eklenebilirse Menekşe
Hanım esas ismiyle Çakır Mübeccel şanslı günlerinde olmamalıydılar.
Oktay’ı oğlu rahatsızlanmış hastaneye götürüyordu hanımı, daireye
uğrayıp beyefendi Müdür Oktay beye haber verip para da alacaktı.
Lakin olan oldu. Hanımı göreceğini görmüştü. Şehrin büyük
ailelerinden birinin kızıydı. Ailesini karşısına alarak Oktay’la
evlenmişti. Ailesi araştırmalarında bütün hayatının cinsellik dolu
olduğunu ona anlatmışlardı, o her şeye rağmen kulaklarını tıkamıştı.
Ama bu yapılan snopluk affedilemezdi. Beyinin yani Oktay beyin
yanındaki kadın Menekşe Hanım, hanımefendinin okul hayatını
32
söndüren sürtük Mubeç denen mendebur ve cinselliğini her kertede
kullanmaktan çekinmeyen biriydi.
Oğlunu arabadan indirmeden mahkemeye yöneldi. Avukat
tanıdığı çoktu. Dilekçeyi yazdılar ve müdürü takibe ve belge tedarikine
çıkmışlardı. Cins Cemil’in ve Sürtük Mubeç’in yıllar sonra yeni bir
buluşma sağlarken gerek Fehmiye Hanımın ve gerekse kendi eşinin
çifte bedavasını alıyordu.
33
EVA
Kaç zamandır tanışmak dilediğim halde ancak yeni tanıştım.
Bu yeni tanıdığım eski yakınımız, Serkiz’in hanımıydı. Serkiz kendi
sayabildiği dört göbek öncesinden beridir papazlıkla görevliydi.
Görevliydi diyorum çünkü, sanını, çevresi ona bir hak olarak görüyordu.
O ise papazlığı süregelen aile görevi kabul edip, elinden geldiğince
papazlıktan sıyrılıyordu.
Eva, tuvalet masasının önünde durmuş, aplikten yüzünü
aydınlatan ışığın altında, sarışın buklelerini düzenliyordu. Serkizle içeri
girdim. Bizi aynadan görmenin yakışıksız olacağını düşünmüş olacak ki
ayakları altındaki halıyı oyarcasına ökçeleri üstüne bize döndü.
Serkiz’in
- Eva! Sesi gittikçe mırıltıya dönen konuşmasının içerisinde tek
anımsayabileceğim sözdü.
Eva sesi öyle acı yüklüydü, öyle acılıydı kulaklarımda ses
olarak kaldı yalnız. Öyle bir ses ki anılarım canlansa hep “Eva!”
olabiliyordu.
Serkiz’in sesi de önemli değildi. Eva’nın çocuk dudakları
saflığında, gelen sesi, bir gülüşle yansıtması, o sese renk vermişti. Ben
bunu unutamadım. Yıllar geçti aradan. Her şeyimi yitirdiğim şu anda,
“Eva!” sesi bana bütün dünyayı altüst edecek enerjiyi sağlıyordu. Bu
sabah, henüz yatağı açmamışken “Eva!” geldi gözlerimin önüne. Onun
hikayesini yazacağım dedim.
Çektiğim tüm acıları unutturan Eva’yi böylece unutulmaz
kılmaya giriştim. İçimi kemiren korkuyu belirtmeden de edemem. Eva
ne yazılmak için ne de okunmak için yaşadı. O yaşardı. Yaşamak
O’ydu. Yaşayışı Serkiz’i, Gülkız’ı ve üç kaçak oğlunu tümüyle kuşattığı
gibi onların üstüne çıkmıştı.
Eva’yı son olarak 1918 yılı kışında görmüştüm. Eva üstüne
tüm anılarımı canlı olarak bilirim. Gökyüzü gibiydi. Benden çok uzak
olsa da ayçalığını ve yıldızlığını bugün bile değiştiremem. Gökyüzü o,
benim dışımda kurulmuş evren örnekliği içerisinde.
*
34
**
Bir akşam Arnavut Mocan geldi. Benek benek olan yüzünü
ellerime sürerken aracı olmamı istiyordu. Bozuk bir dilde, kargaburnunu
tutarak “n’olur yardım et” “ocağına düştüm” tümcelerini holün ortasına
bıraktı. Holdeki sessizliği kapıya yönelerek bozdum. Mocan arkamdan
geliyordu. Eva’nın konağına yöneldik. Gecenin içerisine burgu gibi
girdik. Gelişi güzel kesilmiş tahtalardan yapma çit boyunca hiç ama hiç
konuşmadan ilerledik. Kasabanın esneyen havasını, kümeslerinde
gaklayan kazlarla gerginliği keskinleştiren köpek havlamalarından
başka, bozan ses de yoktu. Yolun kıyısındaki çayırlara sürtülen ayak
seslerimizi duymamak için ortadan gidiyorduk.
Küçük küçük yonulardan örülmüş avlu duvarının önünde
durduk. Mocan boz tüylerle kaplı kulaklarını kamera gibi sese yöneltti.
Bu arada ben kapı tokmağını elime geçirmiştim. Ünledim birkaç kez.
Demir dökümden kapı, ağırlığına orantılı zorlukla açıldı.
Kapıyı kimin açtığını seçemedim. Elinde bir şamdan vardı. Yüzünden
uzakta tutuyordu şamdanı. Üşüyen bir ışık, ancak kapıyı açanın
elbisesinden ve elbisenin ön kısmını beline kadar örten önlükten
yansıyordu. Önce ev işçisi diye düşündüm. Mocan sesi uyardı beni.
“Eva hanım!” dediğini duydum. “Biz geldik” diye de ardından ekledi.
Eva hanımın adını yüzünü görmeden duydum. Bu izlenim
yüzünden olacak, bundan böyle “Eve hanım” yalnızca ses olarak
kalacaktı bende. Şamdanın geriye doğru sarkan ışığı “yön bu yan” der
gibi hem yürüyor hem de önderlik ediyordu. Işığın yol gösterdiği yoktu
aslında. Ama bizi götürmesini biliyordu.
Avludaki ağaçlar arasından geçtik. Birkaç basamakla, yonu
sallarla kaplı evin önüne çıktık. İçerden sızan ışıklar burayı az daha çok
aydınlatmıştı. Kuyu ağzını görebildim. Kenarlar büyük çiçek
saksılarıyla çevriliydi. Demek bulunduğumuz yer mahzenin üstüydü.
Eva Hanım kapı kolunu çevirdi. İçeri doğru açılan kapıdan önce kendisi
girdi. Kapıyı içerden tuttu. Girin diyordu konuşmadan. İçeri geçtik.
Mocan önden girdi. Arkamdan kapı kapanırken Eva Hanım yine öne
geçti. Ayağındaki terlikten, pullar rengârenk ışıkları kırıyordu. Ne
zaman çıkardığını göremediğim iş önlüğünün altındaki, yerleri süpüren
35
kara kadife giysisini dizlerinden toplayıp yukarı kata çıkan basamaklara
vardı. Sağ elini eteğinden çekip trabzanı izlemeye başladı.
Olduğum yerde duruyordum kapının hemen yanında. Şamdanın
konduğu taşın hemen yanı başındayım. Eva Hanımın içeri girince,
elinden bıraktığı şamdandan Eva Hanımın kişiliğini çözmeye
çalışıyordum. Mumun ışığı salondaki hava akımının yönüne göre alçalıp
yükseliyordu. Kapının üstündeki küçük oval pencere bu işi sağlıyor
olmalıydı.
Salonun yer bölümü zevkli yonu sallardan döşenmişti. Her yan
ekmek kokuyordu. Taşlık bile. Duvarların beyazlığı bile ürkütüyordu
beni. Mocan burnunu çekip durdu öyle. Sıkıntı basıyordu yavaş yavaş.
Ama ürküntüm sıkıntımı yeniyordu. Mocan geziniyordu.
Kunduralarından çıkan ses dalgaları mum ışıklarının da yardımıyla
salon duvarlarını bir öne bir arkaya götürüyordu. Uzun boyunu mumun
önüne getirdiğinde, Mocan da salon da yitiyordu. Mocan’a baktım.
Kaşlarının çatıldığını gördüğümde, gözlerini boşalttı, başını çok tiz
perdeden salladı sağa sola. “Ne yaptım” ya da “Ne istiyorsun” diyordu
konuşmadan.
Duvarlardaki apliklerin tümünde mum vardı ama giriş
duvardakiler yanıyordu. Tavandan salınan avizeninse üç mumu
yanıyordu. Ekmek kokusuna yavaş yavaş şarap kokusu da eklendi. İsa
salondaydı sanki içim ürperdi. İsa bizi vaftize mi gelmişti? Yalnızlık,
karanlık, serinlik ve tanım dışı bu salonu gittikçe korkunçlaştırdı. Eva
Hanım yukarı çıkarken çıkardığı sesleri dondurup gitmişti.
Yukarıdan değişik tınıda ayak sesleri gelmeye başladı. Az
sonra basamaklarda Eva Hanım arkasından açık alınlı, iri kıyım, kara,
yakasız, uzun bir gecelik içinde Serkiz ve Gülkız gözüktü. Serkiz’le
Gülkızı daha sonra anlatırım. Onları Eva Hanımdan önce, yolda, aile
toplantılarında ve bazı yerlerde görmüştüm. Konuyu dağıtmamak için
Eva Hanım’a dönüyorum.
Gülkız hiç sesini çıkartmadan kara ipekten kloş giysisini
toplayıp yan kapıyı araladı. Serkiz bizi buyur etti bu bölmeye.
Eva Hanım yanıma geldi ve yeniden buyur etti kapıya. Serkiz
efendinin “Eva!” sesine dönmeden durdu mum söndüreceğini aradığını
36
titreyen sesiyle yineledi. Eva Hanım üst kata çıkan basamağın yanındaki
pencerenin önüne vardı. Sağa sola el attıktan sonra döndü elindeki süslü
sopayı Serrkiz’e uzattı. Benim beklediğimi görünce önce şaşkın şaşkın
süzdü. Önüme düşüp kapıyı açtı. İçeri girdim. Tek mumun aydınlattığı
dar koridorda ucuna dek yürüdük. Yeni bir kapı aralandı. Koridor
tümüyle aydınlandı. Ayağımdaki mestin lastiği arada bir sürçmese
kendimi insanların dışındaki bir dünyada sanırdım. Eva’nın
topuklarından da melekûti bir ses dökülüyordu. Ama o ses gürültü
değildi. Bu yüzden duymuyordum hiçbir şeyi. Biz ışıklı kapıdan
girerken koridorun kapısı yeniden aralandı ve Serkiz’in karanlığı
yürüdü.
İçerde Gülkız, Eva Hanım ve Mocan’dan oluşan absürd bir
karo vardı. Kişinin kundurası, giysisi gibi dış görünüşünü temsil olarak
kullanması yabancılaşma ya da kişilik bölünmesi diyebiliriz. Bu
absürtlük gözle görülür bir şeydi. İnsanın kendinden olmamasına karşın
onlarsız olunamayışı bizi saran giysilerimize inat kişiliğimize eklenti bu
yabancılaşma da benim için atlatılması gereken hastalık gibiydi.
Karşımda seyri doyumsuz giysiler fener alayı geçidiydi. İçindekileri
temsil etmiyordu. İşte bu doğal yasa çerçevesinde yeni tanışıklarla
bağım kuruldu. Sevip sevmediğimi söylemek şimdilik olmaz.
Her oluşum belirli kurallar içerisinde yaratılmış. Oluşumun
gelişme çizgisini izlemek anlam kazanır bu yüzden. Giriş kapısından bu
odaya dek düzen içerisinde olan bu sessiz yapıyı Eva
sembolleştiriyordu. Düzen içerisinde sunuluyor her şey. Davranışlarıyla
her şeyi anlatan Eva’nın karşısında Macon ivediyle burnunu kaşıyor,
bense fesimle oynuyordum. Biliyordum ki burada kalabalık ettiğim için
sıkılıyordum. Elimde değildi. Onsekiz yaşın verdiği –şimdi o
duygulardan çok uzak olduğumdan, tam anımsayamam- duyarlıkla emir
eri gibi parmaklarım sığmıyordu bir yere. Gözlerimle setremi süzerek
ayağımdaki lastiğin kara parlaklığında mum ışığına bakıyordum.
Gerçekte kadınlar ayrı dünyadır. Onları ne anlatmaya ne de
anlamaya kısa zamanlar yetmez. Aralarında bulunduğum annem, kız
kardeşlerim, hala ve teyzelerimle kan ya da yasal yakınlarım olan
kadınları alışkanlığın verdiği ilişkiler içerisinde tanıdım. Onlara karşı
37
erkek olduğumu hiç düşünmedim. Kadınla içiçe sayılan bir toplumda,
nasıl ayrılığa düşülür hala şaşarım. Öyle sanıyorum ki, mutfakta tabak,
tencere, kaşık birbirinden habersiz ve ilgisiz olarak var ve mutfak
birliğini oluşturuyor. Biz de cansızlar kuralıyla birlik oluyorduk. Bu
birliği işin garibi yine biz erkekler koruyorduk ve fakat kadınlar
kuruyordu.
Babam, İranlı Firdevsî’nin Şehnamesini okurken açıklama
yapardı. Yine böyle sözlü sazlı toplantıda Firdevsî’den Farsça iki dize
okudu açıkladı. Sesini benzeterek söyleyemem ama horoz gibi başını
öne uzattığını hiç unutmam. Babam toplum bilimci özentiliği içerisinde
sözcükleri tek tek ele alıyor, çerçevesini belirliyordu. Kitaptan yerini
buldu. Gözlüklerini yanına koydu. Sanırım büyüteçli olanını yakaladı
burnunun üstüne konduruverdi. “Avret” dedi “yani hatun” “Hz.
Havvadan beri erkeğin yüz karasıdır. Erkeği aldatır”. Kendisi
aldandığını kabul edemediğinden “Kanacak erkekleri” diye ekledi.
Toplantıda kimse aptallığı üstlenmedi. Babam coşarak sürdürdü okuma
ve konuşmasını. “Bir erkek avratla daim oturmamalı” “aklı zail olur”
“zinhar artık o erkek eksüktür. Hatundur” “böyle der vesselam”. Bu tür
toplantılarda bolca bulunurdum. Babamın “Nur-ı dîdesi” “Yek evladı”
olmaklığım isteklerimin yadsınamayacağının belgesidir.
Gerçeğine bakılırsa evde başka çocukları da vardı. Ben onları
ablam oldukları için severdim. Ama kadın oldukları için değil. Babam
öleli epey olduğu halde ondan kalan, bu duygulardı. Rahmetli bir kerpiç
bina ile birkaç fincan ve nargile bırakmıştı. Hiç birisi de kullanılır şeyler
değildi. Bu kısımları geçelim. Kadın üstüne bildiğim eve ilişkindi.
Eva’nın evine yukarıda açıkladığım duygular içerisinde değil
de, görevini bilen, komşuluk haklarına saygılı, evimdeki altı kadının
erkeği olarak vardığım, açık aşikardı. Hem de gece vakti. Hiç kimsenin
sevmediği Mocan’a takılıp gitmek hiç de bağışlanır olmamalıydı.
Dahasını kendime bile söyleyemem. Şu kadarını ekleyebilirim; dini ve
dilindeki farklılık onların korku ve endişesinin kaynağı değildi. Beni
götüren Mocan’ıysa benden başlayarak hiç kimse sevmez. Yaşamak için
değiştirdiği kişilik gömleğinden ötürü ne görevi verirsek yapardı.. Oysa
Mocan Kosova’nı saygın ailelerinden birisi. Göçten sonra yitirmediği
38
tek yanı yaşamak için alçalmak, diğer insanları üst saymaktı. Aslında
tüm insanların en aşağı düştüğü yerde kazandığı bir kişilikti bu. Hele bir
yerinden oynasın insan. Bu kötü kişilik yapısı ortaya öyle çıkar ki,
aynadaki hayali bile kendinden utanır.. Mocan da diğer insanlar gibi,
yani benim gibi.
Eva’nın yanında ortak yanlarımız öyle arttı ki kendimi kurtarıcı
olarak Mocan’ı seçtim. Hoş bu eylem içimde esen yönsüz bir öfkeydi.
Eva’nın odasına karşı bıyıklarımı ısırıp duruyordum.
Eva’nın kendi evindeki durumu bile bir garipti. Evdeki hava
Eva’sız olunamayacağını fısıldıyordu. Lakin Eva açık bulduğu ilk
pencereden gökyüzüne uçacak gibiydi. Kendi gök kubbesinde evrene
can veren güneş, kışın nasıl ısıtmaz ise Eva da üşür gibiydi. Böyle de
olsa kadife kanepeye gölgelerin güneşi çağırması gibi bize oturun
diyordu. Gülkız kanepenin gerisinde ayakta konuşmadan dikiliyordu.
Eva hanım “oturun” diyordu “neden oturmuyorsunuz”. Geçtim, ileriye,
kapının karşısına, kanepeye, Gülkızı arkamda bırakarak oturdum. Eva
sol koltuğa otururken Mocan kapının yanına halıya diz çöktü. Serkiz
içeri girdi bu arada. Mocan’a darılmıştı. “Koltuğa geç” dedi Serkiz.
Mocan gülümsemesini ense kökünü sıvazlayarak sürdürdü. “Sağolun”
demek için Serkiz’in elini öpmek için uzanacaktı nerdeyse.
Mocan çok kötü tütün kokuyordu. Evinin arkasına ektiği
tütünleri babasından gördüğü tarzda terbiye ederek, kıyıyor ve ne tür
kağıt bulursa sarıp içiyordu. Kosova’da bu sarma işlerini, tömbeki
hazırlamalarını hizmetçilerine bırakırmış. Sigara, kahve, nargile ve
benzeri keyiflenme zamanlarını özel davetlere saklar, cihannümada
taçlandırırmış. Bu imkanları Sırplara bırakıp yollara düşmüşler üç ayda
Türkiye’ye vasıl olmuşlar. Bu bilgileri dam kiremitlerini aktarırken
anlatmıştı.
Mocan ev işlerinde çok beceriklidir. Ev işleri derken inşaat,
dülgerlik, yol yapımı gibi konular elinden gelirdi. Değişik kerpiç
kalıpları vardı. Arsayı göster gerisini düşünme, düşündeki evi kondurur
oraya.
Serkiz’in birkaç yıldır işleri bozulmuş, evi satmağa karar
vermişti. Mocan almak isterse diye onunla görüşmüşler. O dahi bana
39
aktardı. Eşyaları dahil olarak satacaklardı. Birkaç valizlik ikonları
Gülkız’ın çeyizi ile Serkiz’in el aletlerinin dışında her şeyi terk
ediyorlardı. Avrupa’ya veya Amerika’ya en azından Fransa’ya gitmeyi
umuyorlardı. Benim içim sıkıldı. Eva’yı böyle çaresiz gördükçe, kadim
komşumuza içim yanıyordu. Serkiz ise başka bir şey konuşmak
istediğinin sancısını yaşıyor, bir türlü esas konuya girmiyor veya
giremiyordu.
Mocan Serkiz’i de kendine benzetmişti. Belki kendine bir mürit
bulmanın veya öğrenci bulmanın tatmini Mocan’ı rahatlatıyordu.
Serkiz’in stresten yaşaran gözleri Mocan’ın ümidi gibiydi.
- Nuh Mehmet Bey size söylemekte zorlanıyorum, diye
girdi söze, elbette Ermeni diyalekti içinde.
- Çok kötü bir şey mi dedim. Söyleyemiyorsunuz.
- Hayır… hayır, dedi içini çekerek.
Ben ayağa kalkarak, Serkiz’i odadan çıkardım. Taşlık denen tek mumla
aydınlanan loş ve seri,n alanda elini tuttum,
- Komşum ne söyleyeceksen yalnızken söyle. Belki
hanıefendinin yanında, belki kızının yanında, belki
Mocan’ın yanında konuşman uygun değilse burada söyle
de… Hem rahatla… hem de hal çaresi neyse… bakalım.
- Gülkızı nasıl götürürüm. Onu burada emniyette görerek…
- En iyisi evlendirmen her halde… der demez sözü
ağzımdan kaptığı gibi;
- N’olur kurbanım buna bir çare ol.
- Yarın sabaha kadar bana izin ver… başka bir şey var mı?
Mocan’la meseleniz nedir?
- Ona yirmi altın borcum var. Evi almak istiyor. Evin değeri
en az 5000 altın eder, dedi Serkiz.
- Doğru onbin de eder. Mocan’ın borcunu vereyim öde,
sonra seninle hesaplaşırız tamam mı? Mocan’a bir şey
söyleme pirelendirme keratayı, dedim.
Serkiz boynuma sarıldı. Bir baba gibi. Kilisedeki görevi
nedeniyle bu manzaraları çok yaşadığı belli oluyordu. Ben şaşkındım.
On altın neyse onu verirdim. Ama Gülkızı ne yapardım. Mocan’ı,
40
Gülkız’ı, Eva’yı görmeden Serkiz’in çakmağının yardımıyla yan kapıya
geldik. Ben eve yalnız döndüm. Kafam, gönlüm ve omuzlarım doluydu.
Çok içlendim. Çözümsüz, çaresiz ve çok budala bir durumdaydım.
Mocan ertesi sabah erkenden damladı eve. Kendisini yalnız
bıraktığımdan, Serkiz’den parasını nasıl alacağını ağıtlarla anlattı.
- “Mocan dedim, senin paranı ben ödeyeceğim, Serkiz’i
sıkboğaz etme… Üç evladından ayrılmış. Nicedir hiçbir
bilgi uçar yok… Senin başından geçmiş bir kovulma-
yolculuk hadisesi, dahasını sen düşün. Senin paran on
altının bende. “Olamaz” diye öyle bir atıldı ki Mocan,
kavga edecek sandım.
- Noldu Mocan… Verdiğin daha mı fazla…
- Yok da… da’yı öyle bir uzattı ki uzlaşmaya hazırdı…
Mocan’a kul hakkını, faizi uzun uzun anlattım. Haramın evlad-ı ayaline
zarar getireceğini, alacağının alınmasının hak olduğuna ikna ettim.
Mocan’ın daha ileri gitmesine izin vermemiş oldum. Bu kısmı küçük ve
çözülebilirdi benim için. Aile sorununu nasıl çözecektim,
bilemiyordum. Merzuka anayı ikna edersem olaya nasıl bakılacağı
ortaya çıkardı. Merzuka ana Kayseri’den bir aya dönecek olduğu için en
iyisi Kayseri’ye gidip baş başa görüşmekti diye düşündüm.
Serkiz’le ertesi günü Mocan’ın başından aldığım için
müteşekkirdi. köyden iri kazadan küçük bir köyde de kimsenin ağzında
bakla ıslanmıyor. Gizli gizli herkes Mocan’ın ağzıyla konuşmaya
başlamıştı. Beni görünce susuyorlar. Onlardan uzaklaşınca bir gözleri
bende kalıyor, ağızları duada sanki… Hepsi de yardımımı gördükleri
için karşı mı çıkmıyordu. Lakin bu gizlilik hayra alamet değildi.
Ben Kayseri’ye fırsat bulmuş gitmiş ve Merzuka Ana’mı ikna
etmiştim. Merzuka ana önce amcamın hanımı olmuş, amcam Yemen
seferinde şehit olduğu için –Merzuka anama göre- babama sığınmış,
zamanla Firdevs ananın yerine evin hanımı olmuştu. Babamın vefatıyla
da bütün ailenin “anası” olmuştu. Amcamdan altı kız, bizim dört kardeş,
üç de halam on üç kişinin “anası olmuştu”. Halalarım mızıklanırdı ama
Merzuka ana örflüydü. Karizması vardı. Egemen oydu ailede, herkes
susardı o konuşunca. Kolayına da sertleşmezdi. Savaş yılları, savaşın
41
önemi yok, kayıplara da katlanılır belki. Sonu gelmiyor, göçmenler…
Yardım toplamaları içerdeki “anasır” derdi… Ah bu Frenk… Ah bu,
İngiliz gavuru… Dert çok… gittikçe de büyüyor. Merzuka ana, tek
erkek olarak ben ve on iki baş kadını korumak ve karınlarını doyurmak
kolay mı? Ona hak veriyordu herkes. Dikkatliydik de ayrıca. Benim
Gülkızla evlenme işimi anlattım. Hemen olmaz demedi… Benim
çiyliğim yoktu. Ama hanenin nüfusu artacaktı… tamam da demedi…
Dönünce onu bir yola koyacaktık.
- Serkiz’i de getirseydin, Gülkız’ı da. Hele Eva’yı be oğlum.
Eva’yı severim, elimizde büyüdü sayılır. Kahr olasıca
babası hem kendini hem Serkiz’i yaktı ya… Sen onları
buraya al gel… Konuşalım dedi sonra… Merzuka ana
ihtiyarlamıştı, bazı sözlerini unutuyor, bazen
söyleyeceğini. Ben yine de gelecek hafta arabayı bir
temizleyeyim de onları getirebilirsem “bakayım” dedim.
Günler tez geçiyor. Cepheler çöküyor. Acılar büyük. Afrika
elden çıktı. Avrupa da aynı akıbete varmak üzere.
*
***
Serkiz ile Eva’yı Merzuka ana içeri sofaya aldı. Gülkız’la ben
konuşmaya çalışıyorum. “Sizinkiler zorda “Gülkız” babana yardımcı
olalım dedim. Başını salladı. Aylardır akan gözyaşları kızcağızın
gözlerine zarar vermesinden korktum. Koyukahve gözleri ne kadar
güzeldi sahiden gül gibiydi (Rozanna).. ah roza.. ah… Ne zor
kadermiş… Rozanna’yı tanıdıktan sonra insan olarak herkesin bir kaderi
olduğuna ikna oldum. Biz hep ona siyaseten Gülkız diyorduk. Eva’dan
ziyade Serkiz’e ve tarafına benzerdi. Siyah saçları, yapılı endamı, güzel,
uzun parmakları hep Serkiz’e benzerdi. Hele esmerliği ve burnu tıpkı
babası.
Serkiz önce çıktı… Nuh Mehmet efendi oğlum deyince
anladım ki “mutabakat” sağlanmıştı. Onlar Kayseri’de kalacaklar.
Serkiz yola çıkıyordu. Serkiz’e beş yüz altın verilecek ve Avrupa’ya
veya olmazsa Beyrut’a geçecek yer-yurt hazırladıktan sonra..
42
Dönecekti… karar böyle… Gülkız ve Eva Kayseri’ye Merzuka ananın
buradaki evine yerleşecek ve onun korumasında olacaktı.
- Nuh Mehmet diye seslendi Merzuka ana, duymazdan
geldim. Gülkız nerde seninki diye yüksek sesle bağırdı.
- Ne var Ana dedim.
- Gel dedi yumuşak sesle. Serkiz’in ve Eva’nın mallarını el
senetleriyle aldığını, muhtara tasdik ettirdiğini, işleri
benim üzerime yaptığını bildirdi… Senetleri gösterdi.
- Tamam anan… Eva ve Gülkız, dedim. “Gülkız’a”
izinname çıkartmamı söyledi. Düğün yok oğlum… Nikah
işini önümüzdeki hafta aileyi Kayseri’de toplar bir yemek
yeriz.. “Bunları ne Germir’e, ne de Talas’a götürme sakın”
diye Eva Gülkız için sıkı tenbihat aldık. Onlar sadece
odalarına kapanmış ağlıyorlardı anne-kız.
Nihayet Gülkız’ın yüzü güldü. Onlara yeni çarşaf almıştım.
Çarşı Pazar gezdik. Ablalarım, halalarım çarşının altını üstüne
getirdiler. “Şu garibanları” güldürelim diye uğraşıyordu herkes.
Ah Mocan ah… On altın için ne dedikodular yapıyor,
Serkiz’den onbin altın alacağı olduğunu iftira ediyordu. İçim yandı önce
onu bastım, hallettim. Hiç konuşamaz hale getirdim.
Olayları Eva anaya anlattım. Nasıl sevindi. Gözleri güldü.
Eva’nın adı Hava oldu, Gülkız’ın adı güzeldi zaten, Merzuka ananın
üstüne kayıtları yapıldı. Tehlike geçmişti. Sadece Serkiz ne zaman ve
nasıl dönecek merak konusu. Ben Germir’deki konağı ara ara kontrol
ediyor, Hava ana ve Gülkız’ın istediklerini getiriyordum. Özlemlerini
anlıyordum ama, siyaseten karar verilmişti. Depit’e maruz kalma
tehlikesi vardı. Varta atlatılmış değil, Kaza’nın nüksetme ihtimali vardı.
Bir yıl geçti. Serkiz’den ne bir haber, ne bir name var… Hava
anne kızının bebesiyle oyalanıyor. Firdevs’in Müslümanlık derslerini
ihmal etmiyordu. Onlar birlikte namaz kılıyor oruç tutuyorlar. Öyle sofu
oldu ki Hava ana haftanın üç günü sürekli oruç tutup Serkiz’e dua
ediyor. Yarabbim bu ne sadakat, ne yaman çelişkiler. İnsan nasıl da
savruluyor.
43
Yıllar yılları kovaladı, Kayseri’nin yerlisi oldum. Hava ana,
Merzuka ana, üç halam hepsi şimdi rahmeti rahmana kavuştu. Benim
çocular ele avuca geldi. Devlet çöktü, Cumhuriyet kuruldu. Barış oldu.
Savaşlar bitti diyorlar. Gülkız hasta hiç iyi değil. Okuma-yazmam var
diye “Muallim” oldum.
Hala Serkiz’den haber yok.
Gülkız’ın ölümünün sene-i devriyesi, benim tayinim çıktı,
Malatya’ya. Çocuklarla okulun müştemilatında kalıyorum.
Tepehan garipler mezarlığına gitmiştim son ziyaret için…
dualar edip ayrıldım çocuklarla.
Büyük oğlum annesinin mezarını ziyaret için gitmiş ve fakat
mezarlık başka yere taşınmış. Orası evlerle donatılmış. Şimdi Gülkız’ın
mezarı da yok. Rabbim ona rahmet et… hep dua ediyorum. Şimdi
O’nun makbesi her yerde…
44
ÖZGÜRLÜK VE ZARURET
Özgürlük ve zarureti düşünmek tarihin ana çizgilerini bulmak
mümkündür. Özgürlük arz ve talebi muhayyel bir sonsuzluk
koordinatında çizerken zaruret, bu koordinatın boyutlarını fizik
yasasının içerisine alır.
Siyasal ve sosyal olarak belki özgürlüğe sınır yok gibi görülür
ise de, gövdenin iskelet yapısı pek de öyle sonsuz özgürlük tablosu
sunamaz. Düşünce tarihini de belirleyen maddenin sınırlarını anlayan
aklın içerisinde aramak gerekir. Aklı her şeyi var eden-yok eden bir
varlık olarak elbette göremeyiz. Şu kadarını göz ardı edemeyiz. Temyiz
kudreti olmayan insanın tarihi de yoktur. Bu durumu şöyle de söylemek
mümkündür; hayvanat ve botanik bahçeleriyle çocuk parklarını ayıran
cemiyet çerçevesi akıl ile gövde arasındaki çizgiyi de belirler.
Sanat bir zaruret olmayabilir. Lakin zaruret sanatın sınırlarını
çizmekte en mahir etkendir. Kelimenin, rengin, sesin ve ritmin sınırı
var. Oysa sanat özgürlüğü ifade için en etkin çabadır. Aklın, zekanın,
becerinin, belleğin özgürlük uğruna seferberliğidir sanat.
Materyalist felsefede sanatın oturduğu söbek özgürlükten
ziyade zaruret merkezidir. Şunu da biliyoruz ki idealist felsefe diye
sunulan şablon büyük imkanlarını maddi olandan almakta, dolayısıyla
batı felsefesi bütün şubeleriyle maddi kaynaklı gözükmektedir.
İslam’ın düşünme ve bakış açısı felsefeden ziyade ve
imkanlarıyla hayatın kendisidir. Sanatın kaynağını aşka bağlayan bu
yeni yola batı şimdilik pek iltifat etmiyor. Cılız ve küçük bazı çıkışlar
batının yavaş yavaş sancılarının kaynağını görmemize yetiyor. Belki
yeni olgular onlarda da bazı perspektifleri değiştirecek ve çözümsüz
gözüken felsefi problematiğe çözüm olacaktır. Bizdeki göz kusuru
yanlışlığını gördüğümüz kesime cehennemlik diye bakmamızdan
kaynaklanıyor. Şanlı bir medeniyetin üyesi olmaklığımızın tabii sonucu
olan bu davranışımız basit önerilerle gündeme alındığı için olacak
‘inatlaşma’ doğurmaktan başka işe yaramıyor. Kafiri küfründe sebata
çağırmak oluyor bu davranış. “Şu çağda” sözüyle başlayan
romanesklerin tutumu ise ciddiye alınacak bir sorun doğurmamakla
birlikte beyin telefine razı olamamaktan kaynaklanan bir rahatsızlığı
45
getiriyor. Hatta bazen bu beyinsiz davranışlar devletin resmi ideolojisi
olunca, halkı rahatsız edici bir boyuta ulaştığı da vakidir.
Belli bir tanım getirerek aşk’ı “yaşama sevinci”, ya da
“sevincini bulmak” ve/ya hayatı sevmek gibi yeni bir terimle tanımaya
çalışmak –akademisyenlerin zorunlu arayışı olsa bile- ukalalığa denk bir
boş arayıştır. Yemeğin lezzetini tayin eden damak zevki milyarı aşan
insan adedincedir. Ortalamalarla insan zevki seçimi ise zevksizliğin orta
yere konduğudur.
46
DÖL BEREKETİ I
Sanat akımları 1789 devriminden sonra yeni boyutlar
kazanarak üzerinden kirliliği atmağa az gayret sarf etmedi. Bu aslında
tarihi gelişime karşı boş bir cabaydı. Zira batı, yörüngesine oturmak
için, yeni bir başkalaşımın eşiğindeydi. Kafka’nın eserleri gibi, belirsiz
bir coğrafya halinde ve adeta, Kafka’nın Değişim’indeki Samsa’ya eş
bir tavırdaydı, Avrupa’nın insanı.
Bu insan (Avrupa) ne Balzac’ın romantik realizmiyle ne
Zola’nın realistik romantizmiyle anlatılabildi. Öyle ki Balzac kişilerini
devletten soyutlarken ne denli haklıysa Zola da devletini insandan
soyutluyordu. Parma’nın (Parma Manastırı) zavallı papazı da vatansız
kalmaktan kurtulamıyordu. Bunlar hep realizm adına oluyordu.
Realizmin tanımını tam veremiyoruz. Hayatı aksettirmek
diyorlar, hem de olduğu gibi, güzel, çirkin, ahlaklı, ahlaksız, dindar,
dinsiz her nasılsa öyle… Sanata verilecek anlama ve amaca göre
realizmin temelleri elbette değişecektir. Değişmeyen yanı, realizmi
ortaya çıkaran “gazetecilik” mesleğinin boyutları belirleyecektir. Gel
gör ki, gazetecilik kısa zamanda hükümetlerin kamuoyu oluşturmak
yönünde, düşünen kafası olacaktır. Hal böyle olunca; realizm, yalanın
“doğru” sözüyle ve propagandist, öğretici, eğitici, korkutucu, sindirici,
oyalayıcı velhasıl hükümetlerin veya siyasal düzenin, düzeyini izler
durumda olacaktır. Elbette ki siyasal bilincin uyanık, düzenli insanına
sahip, devletini güçlü kılması düzeyi realizmde tek boyutlu bir notanın
uğultusu gibi yansımayacaktır. Ama “nasıl bir realizm?” diyen soruların
doğmasını da önleyemeyecektir.
Genel kabul gördükçe, en mahrem doğrular gizli doğru ve gizli
gerçek olarak kalacak, kamuoyu önündeki her karar her hüküm gerçek
olacak, işlenecek ve uygulanacak olanı meşgul edecektir. Bu realizme
de demokratik realizm diyebileceğiz her halde. Karar ve hükümler
siyasal olarak temsil kabiliyetine kavuşmuş ve agorada Tv ve
radyolarda kendini eğlendirebiliyorsa ve hatta son dönemde sosyal
medya olarak ün salan, arapbaharı projesinde iktidar bile değiştiren
gerçeklik ayrıca ele alınmayı hak kazandı. Bu gerçeklik bir başka
47
gerçeklik ama sosyal gerçekliğin siyasal ifadesi demek daha doğru
olabilir. Avrupa şaşkın; kendi ülkesine yayılan terörü dahi anlayamaz
hale gelmiş durumda.
E. Zola’nın “Döl Bereketi”ndeki emperyalist, sömürgeci, faşist
ve modernite adına kurduğu hayal ne kadar realizm ise; terörden
kaçarken bile Afrika’da terörü katliamla taçlandırması yine aynı
Avrupa’nın parmak izlerini taşımaktadır.
İslâm bloğunu bir buçuk asırdır darmadağın edip kan gölüne
çeviren Avrupa, hangi realizm adına hareket edip, onun sanatını
yapıyorsa, bugün hasta yatağına yatarken başına geleceklerin
travmasıyla yanlışını sürdürmeye çalışmaktadır.
Sömürgelerin, bağımsızlaşması ve bütün batının engellerine
rağmen, teknolojik gelişmişlik çizgisini yakalaması, batının
karabasanları olarak görüyoruz ki absürt sanatın da temsil mevkiine
ulaşmıştır.
Yeni yeni Marksizmin bile nasıl emperyalistleştiğini anlıyor ve
K. Marks’ın bilimsel dediği ve ileri sürdüğü yapının, batı
sahtekârlığının şahikası olduğunu en çok sosyalist zokayı yutanlar
yaşadı gördü ve ondan kaçmaktadır. Bu da gösteriyor ki batının
yaşamak adına ihdas ettiği şey A. Hitler’in propaganda gücüyle deklere
edilmiş denenmiş sahtekarlıklardır.
“Asya tipi üretim tarzı” diye bir ekonomik model yalanı ortaya
atarak Asya’nın sömürülebileceği fikri ortaya atılmış ve fakat bu fikir
bile temelini Hegel’den almıştır. 17 yy dan itibaren batının bütün
girişimleri 15 yy dan itibaren soyduğu Amerika kıtasıyla zenginleşmesi
ve onun yarattığı sarhoşlukla ve gelirle Asya’nın, Afrika’nın
sömürgeleştirilmesi sağlanmıştır. Olan biten bu.
Bütün gerçek bu.
Batının dünü bugünü bu.
48
DÖL BEREKETİ II
Erdem ve yördem sahibi olmak ve bu özelliklere her dem sahip
olmak gereği insanlığa bir zorunluluktur. Öyle bir zorunluluk ki, erdem
ruhsallaştırılmış, bünyevileştirilmiş ve davranış kalıplarına dökülmüş
olmak, vicdanen gözyaşının, hüznün, neşenin, sevincin, tören, bayram,
kutlama ve birlikteliklerin özünde olmak. Diğer yandan yördem en son
icadın, teknolojinin, aklın, becerinin, kullanımın örneği hali de yiğidin
bileğinde altın saat gibi.
Erdem olanca ihtişamıyla sanat ve aksiyonu oluşturan ahlaki
temeli, yördem ise bu ahlakın insanları bir arada medeniyete götüren
somut çıkarların maddede yer alışıdır. Bunlara süreklilik, zaman bilinci,
ecel, diriliş hakkının kazandırılması olan her dem sahip olmaksa
altyapının olmazsa olmazlarındandır. Fütüvvet ehli eline, beline, diline
sahip olmak derlerdi. Erdemin ortaçağ ve yeni çağlarda özeti böyleydi,
el eylemin sembolü, dil söylemin. Elbette dışsal olarak böyledir.
Öğrenmeden, bilmeden, düşünmeden söylemek olmayacağı gibi,
bilince, “yapmak”ta “el”deki gelişigüzel bir takı değildir. Bel ise
devamlılığın, sürekliliğin, sevincin, neşenin, kaynağı olarak neslin ve
nefsin korunması anlamındadır. Bel cinsellik ile başlayan bir sürecin
adıdır. Kadim tarzdaki bakış salt insana birey penceresinden bir
yöneliştir.
Erdemi her millet kendi medeniyeti içerisinden türetir ve döl
bereketiyle, aile saadetiyle gelecek nesillere aktarır.
Yördem elbette ki erdemin korunması çabasıdır. Usül olmasına
usüldür ve fakat yördemin genel ideolojik çatısı da erdemin
içerisindedir.
İslâm milletinin ya da Ümmet-i Muhammedin erdem
kurucularından biri Ebu Hamid Muhammed el Tusi Hüccetül İslâm
İmam Gazali’dir. Bütün ömrü kuşatan her evre ince ince işlenmiş,
Kur’an, sünnet, icma ve fıkıh içerisinde sosyal kurallara bağlanmıştır.
Yördem bu çerçeve içinde günlük hayatı planlamaktır.
Batının usül olarak vereceği çok şey yoktur. Zira o
emperyalizmine denk düşen, onun sürdürülmesi paralelinde usüller ileri
sürmüş ve onları medeniyet diye dayatmıştır. Asıl gerçekçilik
49
Avrupa’dan yapılan her türlü ithal malı usül ve erdemlerden kurtulmak
ve yerine milli yapının içerisinde yaşayabileceği güvenli ortamı
sağlamaktır.
50
KIRAATHANE
Adıyla başlayan bu sosyal yapı ne yazık ki okuma salonu
olmaktan çoktan çıkmıştır. Çok çeşitleri vardır. Hepsinin ortak yanları
yok mu? elbette vardır.
Sigara içilmemesi bir milat olmuştur. Sigara içmeden öncesi ve
sonrası diye ikiye ayrılabilir. Öncesinin ortak yanı kirli hava ve
gürültüdür.
Sonrasının ortak yanı ise sigara içmek için açık havalı mekan,
oturup çay içmek için, oyun için ayrı mekan olarak kıraathane kendi
içinde bölündü, tek isim iki ayrı mekan kahve çeşitleri çoğaldı.
Pastaneden köy kahvesine dek tipler de türedi. İçerisinde maç
seyredileninden, film izlenenine kadar görselliği olan kıraathanelerden
her türlü tatlı ve yemek kahvaltı yapılan türüne dek başka bir tipi var.
Yine camilerin meşrutası haline geleninden lokal adı altında üyelerine
açık mekan tipleri de var. Diğer yandan uzun yol otobüslerinin mola
yerlerinde olan özel yerlerden işyerlerinin, özellikle hastanelerin
bekleme yerlerinde kurulan kafe adıyla icra-i sanat eyleyenleri de
vardır. Yol kenarı, park içi tiplerinden açık hava kır kafeleri de
mevcuttur. Bunların müdavimleri de çok değişik tiplerdir. Sektör olarak
bakarsak hedef kitle sath-ı vatanda umum vatandaş bunlara konuk
olabilir.
Biz sigara içilen dönemden ve bir köy kahvesine konuk
olacağız. Kulak misafiri olduğumuz bu kıraathane okumakla alakası
olmayan bir tembel yeridir.
Kahve ağzı diyebileceğimiz kısmen argo, kısmen küfür, kısmen
de anlamsız lakapların kullanıldığı mekandır.
Kadın veya cins-i latiflere kesinlikle kapalı bir alandır. Her yeri
camlı da olsa insan boyunu aşacak şekilde perdeli veya içerinin
görünmeyeceği tarzda boyanmıştır. Zemin betondur. Sandalyeler demir
ayaklı, oturma kısımları plastik kaplı minderlidir. Masalar bile hem
kare, hem de demirdir. Başköşede çay demleme bölümü cam çerçeveli
oyun bölümünden ayrılmıştır. İçerinin sigara ve iğrenç kahvehane
kokusu özeldir. On dakika oturan herkes çıkınca elbiselerini
değiştirmelidir. Kendisi de kesinlikle banyodan geçmelidir. Bu kadar pis
51
bir yerde günde 15-20 saat oturanlar vardır. Tek yiyecekleri simit-
sandviç benzeri birkaç basit hamur işi yiyecek.
Kulağımız Durdu’da
Genellikle Davud’un yaptığı hakaretlerle bozulan kahvenin
ocakçısı Durdu bozar sessizliğini, atılır ileri ve yüksek sesle öfkesini
dışlar, Davut buna alışıktır, vız gelir ona. Durdu’nun “vızıklamaları”.
- Ulan Davut musun ne namussuzsun sen, karşıma gel,
yerinde dırıldanma. Tavık götü gibi dırıl dırıl. Ne çekiyok
elinden. Beni deli mi edeceksin be adam.
Camın önündeki masada Davut oyuna dalmış, durduğu tınmaz
halde, yanındaki arkadaşları usulca dürterek derler
- Kalk be Davut… Dayak yersen ye… Nolur… üç fazla, üç
eksik…
- Delikanlılığı yerde bırakma. Haydi Davut… Gün bugün.
- Bıyıkları burardın ya her gün. Gene bur. Yakışır durduyu
durdur. Kışkırtmalar… Yüksek dozlu. Lakin Davut pişkin kolayına
kızmaz.
Lakin hiçbir şey yapmaya olamayan Davut durduyu kimin
kışkırttığını merak eder. Çünkü her şey dilinde, kaba kuvvet hele
Durdu’ya asla. Sonunda yerine oturur ve konkene devam etmek ister.
Diğerleri, kavgayı kızıştıramadıklarını anlayınca, ocağa benzin dökerler.
- Kılıbık seni. Kötü kahveci çırağı sana neler saydı. Niye bişey
demedin. Hı söylesene.
- İnsan olursa da ölürse de . Hemide oyun oynuyor ne diye
baksene.
- Oğlum sen ne işe yararsın. Boy dersen kavakta da var. Amma
meyve vermez. Gelin gız gibi niye sırıtıyorsun bre,
Kahvedekilerin aşağı yukarı hepsi Durdu’yu haklı bulurlar.
Hurra çekişini de beğenirler.
- Gördün mü? Erkek dediğin Durdu’dan olur.
- Bir de, işte öyle adamı eşekten düşmüşe döndürürler. Davut
ağa… ne ağa… adama bak… müsvedde. Dam bu du… Davut gelin gibi
sor ut…
52
Saat epey ilerler ve Davut dört çay ister, gelir ve içerler. Davut
kendi dışındaki bu kışkırtmalardan insanlığı öğrenmeğe hatta ders
almağa başlamıştır. Artık arkadaşlarının para karşılığındaki
mersiyelerine ve çaysız kaldıklarında söylenen sözlere aldırış dahi
etmiyordu. Bir bardak çay için kah Durdu’nun, kah Davut’un tarafını
tutarak “şenlik” üretiyorlardı. Oyun sadece kağıtlarla, zarla olmaz ya…
Kahvelerde bu tür sahte kavgalar hep vardır. Ağız dalaşı gibi zevkli de
olabilir.
Günler günleri kovalar Osman’ı görür. Hemen ileri atılır.
Koşar… Koşar… Koşar bir türlü yetişemez eline. Onu görüp
görmediğini kontrol eder. Gündüz rüya olur mu hiç. İşte karşısında
duruyor. Osman, gülümsüyor. Geri geri kaçarak, elini uzatır. Nafile
yine. Koşar yetişmek içi. Koşar… koşar. Çatlama derecesine gelir.
Kendisine ilk insanlık dersini sunan kekemeye yetişmek için koşar. Hala
koşar. Davut masa başında uyumuştu “dur lan oğlum… dur” diye diye
uyanır. Durdu baş ucunda “Uyan ağam uyan Üsküdar’a güneş doğdu”
diye bir bardak su getirmiştir. Davut ayağa kalkar, suyu alır tepesine
diker. “Sağ ol aslanım, sağ ol Durdu”.
Kaytan bıyıklarıyla, ceket vari bir gocuğun yakalarını
kaldırmış, ayakkabının ökçesine basmış, kakülü gözünü örtecek
derecede ve favorileri kulak memesi hizasına kadar inmiş bir zamane
delikanlısı olan Davut bugün efkarlı Durdu’ya takılmaz. Osman’ın
adını da anmaz.rüyayı içine geldiği, görüldüğü yerde bırakır.
Davut daha fazla oturmaz. Uykusunu da masa başında almıştır.
Bir derin “La havle” çeker kapıya yönelir, eliyle veda eder, evinin
yolunu tutar.
Davut sabahın köründe “kıraathane”de nevalesi yanında,
Durdu’dan çay ister, kahvaltı yapar. Masa arkadaşlarını beklerken başını
kollarına, kollarını masaya koyarak gözlerini kapatır.
Kekeme Osman bütün ihtişamıyla yine rüyasında, yine Davut
üzgün, kırgın uyanır. Yine bir “la havle” ve “besmele” ekler. “Ne oluyor
birader, Osman da bize taşındı yahu” der de onu kimse anlamaz.
53
Çok geçmez masaya bir-iki derken bir konken oynayacak kadar
adam birikir. Davut uyanır tvalete gider. Döner dört kişi oyuna
başlarlar.
Ali-Davut ve Kemal-Hasan dörtlüsü şeklinde oyun başlar.
- Bana bir çay abi.
- Bana soğukluk vir. Çay, kılıbıklara yarar
- Ağız torba değil ki... Bana kahve yap Durdu.
- Benimki çay olmasın da kahve olsun.
- Benimki de.
- Benim hiçbir şey içesim yok. Zula patlamadı. Durdu hepsini
sesinden tanır. İsteklerini yapar, masayı donatır.
Kahvecinin lütufkar ve isteksiz sesi;
- Buyurun beyler, alın, alın, işim var da.
- Acelen ne? Be kör öküz getirdiğini döktün. Ulan senin
kahveden başka işin mi var.
- Ne ulan bu? Kahve değil de abuzer suyu mu ne?
- Yok Kızılırmak suyu.
- Yok benim suyum.
Durdu elindeki askıyı hızla zemine koyar. Betonla metal
arasındaki çarpışma gürültüye dönüşünce herkes sesin yönünde kulak
kabartır. Lakin yine de masa da kafa…
- Durdu askı kana mı çarptı?
- Yok yok Durdu’ya piyango çarptı.
- Hadi lan… Durdu’ya.
Durdu yine sinirlenmiş, bağırıyordu alabildiğine…
*
**
- Dırdırı kesin ulan… Beni dinleyin. Sessiz olun…
- Bir dineğri üçlüsü benden. Daha gür bir sesle,
- Bir maça gızı da benden. Diye atıldı Davut.
Öte köşedeki masadan konkeni açanın muzaffer sesi duyulur.
- “Şu sana çalışır, şu sana, şu da yire açtım”.
- İyi… dur bakayım… Ne ulan bu… vay… bazuka kılıfı
vay…
54
- Ne var ki,
- Görmüyor musun lan.
- Neyi görmüyor muyum.
- Nesi var mı, baksene cokeyi takmışsın.
- Tabiyi takarım.
- Nasıl takarsın sen. Bu destede iki tane coker olur. Biri
Şaban’da biri de İrecepte.
- Öylemi lan… Dimek hile yapıp açmak ha…
- Azgına s…….. oğlu seni. birde tutup hile yapar.
Önündeki masayı tutan patron Hasan’ın sesi gürledi. Her
zamanki mutad sözleri ve küfürleri savurmaya başladı. Önüne döndü
Carakla mhabbete devam etti.
- Ulan bok oğlu boklar. Ne gürültü, avrat hamamını geçti.
Aç lan Carak, arka küçük pencereyi.
- Tamam abi açtım belle…
- Sağol Carak. Ulan Carak be… Seni kafam sarmaya
başladı. Sana deli, meli diyorlar. Günahını alıyor
pezevenkler. Zaten insan rahat yaşamak istiyorsa biraz
kaçık olacak senin anlayacağın. Dünyaya pek gönül
vermeyecek. Biz hep bu dünyaya tapıyoruz da ondan
başımız dertten sırtımız bitten elimiz borçtan kurtulmuyor.
Bak şu hınzırlara kazanayım derken dabağın delisine 7000
lirayı kaptırdılar gitti. Tüm karnımız haramla doldu da
ondan be… Allah irazı olmuyor… Biz de böyle sürünüp
duruyoz.
- Aga be vazgeç gevezelikten de rahat bir ekmek ye. Haniya
hakiki ağalar gibi.
- Ulan ben esah aga değilmiyim ki,
Yutkunarak ve biraz da kızarıp pişmanlıkla,
- Haniya… Yok aga onu demek istemedim yani… şey...
- Ne ulan deli bok ney. Gene benim kafamı bozdun.
- Yani herkes sana çay ver demez. Sen onlara “çay ver”
dersin. Birde bana ısmarlarsın.
55
- Ah, ulan… Carak… Ah. Hep kendini düşünüyorsun amma
doğru.
- Doğru mu bu dediğin, yani insan bırakamaz mı tuttuğu işi,
nasıl oluyor bu ağa.
- Doğru… Carak, bu söylediklerim doğru… Biz burda
gayrim insan sarrafı kesildik. Mesela sen hep beni
koltuklarsın, ben de sana bir çay veririm. Değil mi? Sana
bi iş versem günlüğüne de 20 gayma… sonra bi de gözel
azzık versem gene de o işi yapmazsın. Doğru değil mi?
- Nasıl biliyorsun sen bunları Hasan abi.
- Dedim ya biz insan sarrafı olduk.
- Eee … Anlat bakam… Acık daha hele sohbetin tatlı oluyor
senin
- Ne anlatayım gayrı Carak. Bu iş böyle geldi böyle gider.
Gaderr… gader… boynumuz ince Allah’ın yanında. Ellam
kendi bilir. Demişler ki,
Mevlam görelim neyler
Neylerse gözel eyler…
Günler günlere benzer… Hasan’ın “gader” dediği, birbirinin
benzeri günler, hergün gelir ve gider “kıraathanelerde” mutad olan
budur.
Ne Hasan başlatır. Ne de Davut ve ne de Durdu durudurur.
56
KIYIDA
Çizgilerini yitirdiğiniz nesne ve olaylar elbette ki sonsuzlaşır.
Geçende deniz kıyısına indim. Denize baktıkça karar verme çizgileri de
kayboldu. Oysa insanları kendi içimde yargılamaktan yorulduğum için
deniz kıyısına inmiştim. Meğer insanları kendilerinden soyutlayıp
yargılamışım. Ahmet’i herhangi bir davranışından yargılasam kesinlikle
yorulmayacağımı şimdi anlıyorum. Bense mutlak değerleme çizgisinde
yargılıyorum. Yüz çizgilerini hiç önemsemeden. Sonsuzluğu yargılamak
pek aklın işi değilmiş. Gerçi sanat bu olguyu üslenmenin
sorumluluğudur. Sanat yargısını süreklileştirip, günlük hayatı anlamak
istediğimizde tam bir kaosa giriyoruz. Hayat ve eser arasındaki
bocalamanın gizi de burada yatıyor. Sanatçının dış dünyaya karşı
aldırmazlığı ve bu hayatın günlük sürüp giden yanıyla sanatçıyı sefil
bırakması da bu gözlükten daha rahat anlaşılabiliyor. Sanatçının
pejmürdeliğinde başka nedenler de vardır elbette.
Yürümek ve durmak aklın işidir.
Aşk ile sonsuzluğa açılmaksa akıl üstüdür.
İşte deniz kıyısındayım şu koskoca eğriyi doğru anlatmak
gerekirse bütün doğru düzeyleri denize orantılamak gerektiğini de
söyleyebiliriz. Bunca ressam, bunca şairin seni anlamasını istedin. Seni
altın orantı bildiler, kıyına geldiler. Oysa birçoğu senin yüzünü bile
görmeden seni anlattı. Bütün anlatışlar doğru olmasa bile haklıydı.
Kumsallara hep denizin protezi olarak baktım. Minicik kum
tanelerinden oluşan dişlerinle karayı yedin… yedin… Toprağın engin
dudağına bıraktığın giz, kollar halinde seni de sardı. Onca övgüyü ve
belgeyi yaşama hakkı olarak aldın, yine de doymadın. Koynunda eriyen
binlerce can simidinin ‘imdat’ çığlıklarından olacak, bir gerginliktir
sarmalamış seni; ya da yüzünde gezinen ayın ayaklarını taşımak zor
geliyor sana. Veya güneşin Zülfikar gibi yüreğine girmesi bunaltıyor
can evini. Belki daha başka nedenler de var seni üzen böylesine
ürperten. Kızdırdıkça kızdıran hatta kudurtan neden belki de karada
işlenen cinayetlere senin ortak edilişin. Bilemiyorum belki de sen
haklısın kızmakla. Leb-i derya diye burnunun dibine yığdıkları ev
görünümlü moloz yığınları yüzünden karaya uzanamayışın. Ve hele
57
kanalizasyon adıyla gözünün önünde duran boruların çirkefliği seni
gerdikçe geriyor olabilir. Bunlar yetmezmiş gibi ‘deniz ürünleri’ diye
senin o güzel müzeni yağmalamaları yok mu? Belki de ‘Derdim çoktur
hangisine yanayım’ diye türkü söylüyorsundur körfezde dalgın dalgın
salınırken.
Bütün bunlara rağmen senin güzelliğini saymakla kim tüketir?
Ne Homeros, ne Montale, ne Halikarnas Balıkçısı, ne Sferis, ne Ahmet
Muhip ve ne Necip Fazıl ve de ne S. Karakoç sayıp tüketir. Hele yiğitlik
gösterilerin, inanılması zor. –zira seninle flört etmek akrep sevdasını
seçmektir- bir düzeyde. Hayrettin Paşa, Turgut Reis, Seyyid Ali
Reislerin kadrini bildiğin için olacak, gözyaşların hiç dinmeyecek.
Şu kıyı sonsuzluğun somutu denizin ufku olduğu ve benim bu
durumu görmeme rağmen çizgi olayını canlandırıyor. Çizgilerini
yitirmediğimiz sürece bir olayı yorulmadan algılayabiliyoruz. Elbette ki
algılamak, yargılamak anlamınadır. Güzelliğin böylesi kaosa çekmez
sanatçıyı.
Deniz ve çizgi bir ögedir varoluştan.
Deniz senden ve benden bir sayfadır. Var olduğumuzu
anladığımız sürece.
Ve bu yüzden coğrafya denize müze olmamış, denizi ölümlüler
arasına alamamıştır.
Kıyılar denizin yorumuna güzellik besteleri olmuştur.
58
BENİM SEVİNCİM ONUN KORKUSU OLDU
Mart ayının ilk günleriydi. Parmaklarımla izne ayrılacağım
günleri sayıyordum. İşi oluruna bırakmış izlemeyi kesmiştim. İşimiz
neticede kırtasiyecilikti. Aradaki hafta tatilini çıkarttığımda üç gün
sonra iznim başlıyordu. Suna Hanımı neden sonra gördüm.
- “Muammer Bey. Hasta mısınız?” Utanmıştı benim
suskunluğuma. Ellerini önünde kavuşturdu. Başını önüne eğerek,
- “Özür dilerim, rahatsız ettim galiba.” Önümde bıraktığı
evrakı imzalayıp, arkama yaslandım. Gözüne baktım bir süre. Elimle
işaret ettim dosyasını almasına.
- “Tamam. Suna Hanım.” Zihnimi yokladım. Masada duran
takvimden birkaç sayfa çevirdim.
- “Varlığımızla yokluğumuz arasında pek fark yok ama yine de
ben söylemeliyim. Martın onunda izne ayrılıyorum. Yeni atananları
idare edersiniz. Hükümetle sürtüşmeyelim. Dün gördünüz az kaldı
hepiniz işinizden oluyordunuz. Anlatabildim sanırım ne demek
istediğimi. Suna Hanım bu konuyu izne ayrılmadan sizinle
konuşmalıyım. Ben gidince yerime siz bakacaksınız. Mutlaka
konuşmalıyız. Değil mi? istemez misiniz? Emredersiniz. Elbette
istememek ne demek efendim. Siz layık gördükten sonra.”
- Evet evet mutlaka yerime siz vekalet edecekseniz. Mutlaka
konuşmalıyız.
Derken Suna hanım heyecanını bastırmaya çalışarak, genzini
kontrol etti kapıya yöneliyor gibiydi.
Yüzünü bana döndü. Yeniden masamın önüne geldi. Sevinçli
bir yüzü vardı. Sevincini arkadaşlarıyla paylaşmak istediği açıktı. Ama
bilmediği bazı işler vardı. Sarı saçlarını arkaya topladı. Yılların
görevlisi olarak serbest davranmak elbette hakkıydı. O da öyle
davranıyordu. Ben de bu davranışlarını hoş görüyordum. Hem Suna
Hanım pek makyaj yapmıyordu. Doğaldı…
- “Şöyle oturuver bakalım önce. Sana da buyur demem
gerekmez sanırım.” Dedim.
- “Rica ederim. Teşekkürler.” Dedi Suna Hanım.
59
- “Saat kaç oldu acaba?” Mesainin bitimini bekliyordum. Saati
bilmediğimden değil, hemen bitmesini istediğimden sordum. Suna
Hanıma saat sormak aklımın ucundan geçmez. Kolumda yepyeni çalarlı,
takvimli saat var. Saatimi Suna Hanıma göstermek isteği bilinçaltını
zorlamış olabilir. Çok ani oldu saat sormam. Mesai bitsin isteği ya da
saatimi göstermek isteğimden olsun, saat sormuştum. Odada ben ve
Suna Hanımdan başkası olmadığına göre, sorumu Suna Hanım
cevaplayacaktı.
- Muammer Bey eğer saatim doğruysa üçü gösteriyor.
Rahatlığını göstermek istediği açıktı.
- Dakik çalışan bir memurun saati mutlaka doğruyu gösterir.
Değil mi efendim. Suna Hanım hafif turuncuya çalan yanaklarını,
gözlerine doğru çeker gibi oldu. Dizlerine etekliğini yaydı.
- Ben işlerime dikkat ederim efendim. Bir hata mı… diyordu ki
benim hatamı düzeltme isteğim sözünü kesmişti. İstenmeden de olsa.
Sözünü ağzından almak zorunda kaldım. Oldukça rahatsız olmuştu
söylerken.
- Hayır hayır yanlış anladınız Suna Hanım, size işlerinizi dakik
yapıp yapmadığınızı sormadım. Genel olarak söyledim. Size mahsus
değildir sözüm.
- Ama efendim ben işlerimi dakik görürüm. Saatim doğru
çalışmayabilir.
- Öyle şey olur mu? Saatiniz yanlış olursa ne gelişlerinizde ne
de işi izlemekte özen gösterebilirsiniz. Doğru çalışan saat sahibinin
aynasıdır.
- Rica ederim Muammer Bey. Ben mesaiye hiç geç kalmadım.
- Olabilir ama ben sizi hedef almıyorum ki. Hem bugün…
Suna Hanım öne doğru eğilerek, mutlaka kendisinin konuşması
gerekiyormuş gibi sözümü tamamlatmadan ekledi. Bugün geç kalışım
tamamıyla tesadüf. Emin olabilirsiniz efendim.
Suna Hanım kendisini savunmaya geçmişti, oysa benim onunla
uğraşacak kadar kafam sakin değildi. Bak Suna Hanım. Ben demek
istedim ki… Yani… Ben genel olarak konuştum. Şu anda beni sizin
işleriniz değil On Mart ilgilendiriyor. Sonra konuşurum dedim sana.
60
Mesela yarın olabilir. Saat ikide.. tamam mı? Saatini de mutlaka bir
saatçiye gösteriver. Şayet geri kalıyorsa.
Yıllardır aynı dairede, aynı birimde, aynı yemekhane de, aynı
lojmanlarda, aynı servislerde, aynı tatil yerinde karşı karşıyayız.
Konuşulmasa bile hepimiz birbirimizi iyi biliriz. En azından
alışkanlıklarımıza katlanır saygını en alt kademesi de olsa en
beğenmediğimiz “davranış olsa da –şahsımıza yönelmemişse-
görmezden geliriz. Erdemlerimize övgüler dizmesek de eleştirilerimizi
gizleriz. Yani bir nevi aşiret hali, geniş akraba kitlesi gibiyiz. Onun için
“Suna Hanımı” şefliğine toz konduramayız. Orta yaşlı bir bekar
hanımefendi olarak kaprislerini de şefliğinin kanatları altında
korumasını kıskanmayız. Hatta benim hoşuma bile gider. Romantizmi
insanı medenileşme yolunda yumuşatıyor, sevimli hale getiriyor. İşini
kaybetme korkusu prestijine dokunuyor olmalı ki çok dakik, çok rakik
“her dem taze” derler ya öyle bir ruhi hal içinde. Bu bizim aramızda yarı
“takılma” şaka konusu oluyordu. Kocaman ailenin içerisinde bunların
olması doğaldır. Suna Hanım dairedeki bazı arkadaşların ve emeklisine
yakın olanların da çocuklarının hamisi gibi çarşı-pazar önderliğini
yapardı. Harbi kızdı. Kızmadıkça dikkatliydi. Dikkatli olduğu sürece de
sevimliydi.
Suna Hanım kendi kendine konuşuyordu. “Benim saatim
doğru. Bu saat doğru be… eski saatim olsa neyse…
“Müdür beye vekâlet ederim. Saati de bir saatçiye göstereyim.
Neyse… Lahavle… “Başka ne dedi Müdür bey” dedi zihnine… Hem
yarın ikide çağırdı… Tamam… Kızım kendini topla… adam sana
vekâlet veriyor… be ne demek… Müdür yardımcılığına doğru giden
yoldasın… Hayal kurma kızım… Hayal kurma… deli olma… Akıllı
ol… Ne yapayım ben… ne yapayım… Daha saat üç, yarın ikiye kadar
yirmi üç saat var daha” diye odasını adımlıyordu.
“Allah Allah!.. sanki kadına bir şey söyledik… Benim
sevincim var. Yarın izne ayrılıp… Yarın Cuma… daha sonra hafta sonu,
pazartesi bir viziteyle üç gün rapor alır arayı kapatırım. Ayın onunda
maaşı alırım, beş gün mahpusum. Hele bunları geç… evdeki hesap
61
çarşıya uyar mı… Ayla’yı arasam mı? Gelse de bu beş gün gavur
olmasa mı?
Ayla mı, Zübeyde mi? Kararsızım… Bu makam hiçbir yerin
daimi, hiçbir düşüncenin değişmez sahibinin yokluğunu öğretmişti. O
nedenle kararsızdım. Her konuda bir atımlık “barutum” vardı.
Düşünmeli ve ona göre kullanmalıydım.
Bu hayaller ve kabuslar arasında mesai bitti. Suna Hanım
benim çıktığımı görmeden çıkmazdı. Personel de hakeza öyleydi. Onun
için bizler mümkün mertebe önce mesainin bitiminin de göstererek
çıkar sonra çoğunlukla rahat rahat dosyaları incelemek ve imzalamak
için geri dönerdik. Mesai saatlerinde personelin özlük işleri ve gelen
misafirleri ağırlamaktan fırsat olmazdı. Resmi ziyaret ve teftişler de ayrı
bir sürpriz olurdu.
Ogün erke çıktım gerçekten. Cadde boyu yürüdüm.
Cumhuriyet caddesine kadar uzandım. Gelişi güzel vitrinlere ve dış
mekan kafelerine baka baka geçtim. Taksime gelmiştim. Gümüşsuyuna
yöneldim. Teknik Üniversitesinin önünde hareketler vardı. Polis
konsoloslukların önünü sarmıştı. Geri Taksime döndüm. Meydandaki
toplu taşıma araçlarından Kocamustafapaşa hattına binip Sami beyin
evine gitmeye karar verdim. Sami bey aynı kurumun başka biriminde
müdür arkadaşımızdı. İktidar partisinin adamı derlerdi hep. O da bunu
ne reddederdi ne de onaylardı. Ama Ankara’da bazı yakınları vardı.
Gerek bakanlıklar ve gerekse TBMM de…
Herkes ondan yardım istediği halde, iktidarın adamı olmaklığı
bir kusur bir eksiklik ve hatta suçlama unsuru olarak kullanılırdı. Çelişki
ve çıkar ilişkileri, akıl ve alışkanlıklar gibi zorlu konulardan birine
benziyor. Yalnız yaşıyor Sami bey. Ailesi ölmüş ve Sami beyin eşine
saygısının sonsuzluğu yüzünden yaşı yüz yıl sürecek gibiydi. Sami beyi
severdim. O da bana hep “beni yalnız bırakma” diye yalvarırdı adeta.
Onun için zaman zaman uğrar, bir kahve içimi muhabbet ederdik. Bazen
konu siyasete gelir, bazen mesleki ve hatta felsefi konulara dalardık.
Sami bey bilgi ve bilgelik konusunu çok sever o tür kitaplar masasından
eksik olmazdı.
62
Sami beyin evine vardığımda aklıma geldi. Sami beyi bugün
görmemiştim. Mesaiye gelip-gelmediği konusunda bilgi sahibi
değildim. Hiç kimse de bu konuda bir şey söylemedi. Zili çaldım…
çaldım… çaldım, açan yoktu… Kararsızlaştım. Zihnimi yokladım. Ne
yapmalıydım. Gün batmak ve karanlık çökmek üzere. Bakırköy’üne
geçeceksem diye düşündüm. Paşadaki büyük çınarlı camiler vardı.
Bahar olsa şenlikli olurdu.
Şu anda yerler biraz ıslak, geceler soğuk, sırtımızda kışlıklar
sıkıntı veriyordu. Kış insanı hantallaştırıyordu. Biraz bekledim. Sokakta
tur atmak olmazdı. Mahallerinin delikanlılarını harekete geçirirdi. Ben
ne yapacağımı düşünürken ilk kattan pencere açılmış olmalı ki,
Beyefendi… Beyefendi seslerine kulak verdim. Pencereler
demirliydi, ses de arkasından geliyordu. Titrek, peltek, yorgun bir
ihtiyar sesi.
Baktım… Gördüm ve “evet amca” dedim. Sami’yi arıyorsun
her halde… Kuşluk vakti… Onbir gibi cankurtaran geldi. Samatya’ya
götürdüler, kalp krizi imiş.
Sağ ol amca sağol. Allah uzun ömür versin dedim ve Samatya
yakındı, yürüyerek gidebilirdim. Öyle de yaptım.
Daireden herkesin haberi olmuş… Bana da haber vermeye
çekinmişler, yakını diye… Hastanede konuşuyorduk. Yoğun
bakımdaymış… Ameliyatı zormuş. Ancak yurt dışında, Amerika’da ve
İngiltere’de olabilir diyorlar. Sıkıldım, hemşire yakınım vardı. Sami
Beyin atamasına yardımcı olduğu. Onu buldum, gerekli bilgileri aldım.
Benim gezi programım yatmıştı. Ayla’ya da Zübeyde’ye de iyi haber
vermemiştim. Sevincimiz de içimizde kalmıştı. Bugün de yarın da
hastaneyi boş bırakamayız. Ne yapılacak onları bir bir soruşturmalı,
değerlendirmeli ve uygulamalı idim. Kendimi yeni sürecin devamına
bıraktım. Cumartesi günü Ankara’dan kayınbiraderi geldi. Hala enişte
saygınlığı gören Sami Bey’e kayınbiraderi Hasan Bey sahip çıktı. “Ne
gerekiyorsa” dedi… gerekenleri tıp diliyle hemşire hanım anlattı.
Pazartesi günü vilayetten izinler çıkartılır ve uçakla Salı ya da
çarşambaya Londra’ya uçarız dedi Hasan Bey…
63
Hasan bey gencecik bir milletvekiliydi, ablasının tek hatırası
olarak Sami Bey’i görüyordu. Bana sordu gelebileceksen… pasaportum
yok dedim. Onun çıkması en kısa süre onbeş gün dedim… Üzüldü…
Hemşire hanım benim iznimi alırsanız dedi her şeyim hazır… İnşallah
Muammer beyi aratmam dedi… Öyle de oldu. Mübeccel hemşire,
milletvekili Hasan Bey ve hasta Sami bey olarak Cuma günü Londra’ya
uçabildiler. Onbeş gün sonra da “yarım adam” oldum diyen Sami beyin
şakalarını duyabildik. Üç aylık raporu ve ardından emekliliğini istemesi
bizleri çok üzdü.
Suna Hanıma gelince, saatini saatçiye götürüp baktırdı. Hiçbir
şeyi yokmuş. Kendisi de çok iyi… Vekalet etmemişti. Ama
“Muammmer Bey” söyleyişine beyi kaldırarak öyle bir tatlılık getirmişti
ki, Ayla’yı da Ankara’ya hapsetmişti.
Vekaleti verememiştim ama vasiyetimi almıştı. Öğle
yemeklerinde başlayan yakınlığımız, akşam yemekleri de sürmüş, 12
Mart’ın tehditleriyle evliliğe kadar uzamıştı.
64
MEMDUH KAMİL
Ayazlı bir gece ardından gelen sabah güneşi, karlarda o derece
bir akis yapıyor ki elmas kırıntıları üzerinde parlar gibi renk renk ayrılıp
göz kamaştırıyordu. Her taraf bembeyaz, pamuk tarlaları, alabildiğine
uzanıyor. Dağ taş, dere tepe gözün en fazla nereyi görebildiği ve bir o
kadarda meçhullere doğru bembeyaz pamuk tarlası… Memduh
Kamil’in evi alçıdan damlı gibi gömülmüş kar tarlasının içine…
Bembeyaz gözüküyor. Uzaktan bakıldığı zaman görebilmek için kurt
gözlü olmak lazım. Benim Memduh Kamil ile ilgili her şeyi
bilmekliğim nedeniyle anlatıyorum. Değilse ben de baktığımda
göremiyorum. Şimdi diğer bildiklerimi de hikaye edeyim.
Memduh Kamil köyün dışındaki evde hasta yatıyor. Ne gelen
bir ziyaretçi ne de bir ses. Bir mezar ne kadar sessiz olursa ancak
Memduh Kamil’in evi kadar sessiz olabilir. Seyrek saçı uzamış, sakalı
ve bıyığı ile karışmış. Gözleri çıra çıra yanarken hem hayata kavuşmak
ister bir hali, hem de “cennette mekanını” görmenin mutluluğu durumu
vardı… Bostanlara dikilen korkuluk misali bacakları deynekleşmiş,
kolları asma dalı gibi çonalamış, yağda yüzen bir çift zeytin tanesi gibi
gözleri, öcü taş çıkartıyormuşçasına kuşku odağına gömülen iki kömüre
ne çok benziyor. Sararmış safur gibi başını zor taşıyan boyun ayçiçeği
kalpağı kulpuna dönmüştü. Bir aydır yapayalnız memleketinden,
yavrularından uzak hasta yatıyor… Kimin haberi var ki… Ettiği
duaların mırıltısı Allah ve kendisi baş başa kalmıştı.
Kar her tarafı örtmüş, yiyecek kaygusuna düşen, tavşanlar,
kurtlar, tilkiler ne kadar dışarıda kalan canlı varsa hepsi de karın
doyurma peşinde… Akşam olunca çıkıyor, gündüz yuvasına çekiliyor
veya bir çalı dibine siniyor… Karda sadece tavşan ve benzerlerinin
izleri var, izler kimi yerde övendire gibi dümdüz gitmiş, kimi yerde
ağnamış, sıklaşmış, kimi yerde atlaya atlaya gitmiş… Gittiği yeden
gelmiş, daire çizmiş, izlerin arkasında başka izlerin geldiği anlaşılıyor.
Biri düşmanını atlatmak için sıçramış, hoplamış ne var ki atlatamadığı
ilerdeki birkaç kemik ve kan lekesinden belli… Hayat mücadelesi ne
kadar zor… hayat sürprizlerle dolu, herkes kazanma şansına sahip
olamıyor.
65
İleriden geriden tüfek sesleri geliyor… Avlanmak için çıkmış
üç beş çakırkeyif avcı… Alabildiğine tüfek sıkıyor. Sessizlik diyarı kum
çöllerine dönmüş kar ovasında, tüfek sesleri o kadar gürleşiyor ki…
Yankılanıp, yankılanıp ova üzerine çatı kuruyor. Adeta ölü başında
duyulan sessizliğe, ölünün konuşması dehşeti gibi… Hayvancıkları
sindiriyor… ve sessizliğin bilançosunu yapıp yekûn hattını çekiyordu…
Avcıların gülüşmesi bile çok, çok uzaklardan duyuluyordu; Memduh
Kamil’in hanımı ve çocuklarının sesini, sessiz ovadaki hasta evinde
duyduğu gibi. Sessizlikteki bu ses, çok sürmez çığlığa dönüşür…
Sancılanmış tilki çığlığına denk bu sesler kaplıyordu şimdi kar ovasını.
Avcıların arkadaşlarından birinin üzerine dağ gibi çığ devrilmiş ve
beyaz ateşin içinde her canlının başına gelecek olan sebep ona da kar
yığınını reva görmüştü… Tüfek tepmesinden ölümü beklenirken kar
altında bir kış boyunca mezarlanmak… Bir doktorun hastasına eş bir
hastalıktan ölmesi ne kadar muhal geliyorsa, bir avcının da kar altında
kalması o kadar muhal olabilir… Ama bu hal bile hayatın sürpriz
kabilinden incelikleri taşıyor.
Karların içine gömülmüş, pencere kepenkleri indirilmiş, kara
taştan birkaç göz odadan ibaret köy evinin önünde, tüfekleri omzuna
asılmış, hüzünlü ve hayata ters ters bakıp, dişlerini sıkan avcılar. Evin
önünde hiç insan izine benzer bir iz yok… Duvarları da karla
badanalanmış… Avcılar… evin etrafını gezip, içeriyi gözeliyecek bir
delik aradılar ama bulamadılar. Tekrar, yamalık üzerine yamamalık
vurulmuş bir dilenci libasına dönmüş, kapımsı yerin önü gelerek,
- Tövbe estağfirullah tövbe… Ne bu yahu… Dünya ters
döndü de bütün insanlar öldü mü diye iri yapılı, Osmanlı
olan avcı sinirli sinirli bir iki dolaşıp, kapıyı zorlamaya
başladı. Bir diğeri de belinden çatal, uzun saplı avcı
keserini çıkarıp, kapı sövesini zorlamaya hazırlanıyordu…
Yarım yamalak okumasıyla, birkaç eser karıştırdığı
konuşmasından ve davranışından belli olan avcı:
- Kardeşim bu eve kimse uğramamış galiba… Önü örümcek
ağı tutmuş mağara gibi burası… iz bile yok… köye inelim yardımı
66
ordan alırız belki… dedi. İnce kaytan bıyıklı, esmer, uzun boylu olan
avcı da, adeta kehanetine güveniyor gibi,
- Yazın bu evin önünde pancar gibi kıpkırmızı, dolgun, 35-40
lık bir adam çalışıyordu. Söylediğine göre yalnızmış… Bir kan davası
yüzünden başını almış gelmiş… Şunun bunun tarlasında çalışıp
geçiniyormuş… “Kısmet olursa karımı çoluğumu çocuğumu getiririm”
diyordu. Hem sen, önü ağla örülmüş mağara gibi, kim olur diyorsun…
Peygamberimiz Hz. Muhammed ile Ebubekir’i bilmiyor musun?
Osmanlı olan avcı sinirli sinirli,
- Eeeh… Ne bu sizin haliniz yahu sanki ölen arkadaşımız
değilmiş gibi siz de münakaşa edip duruyorsunuz…
Açacaz işte… Kim olursa olsun içerde isterse boş olsun…
Nasıl olsa bir kürek tezek olur. Biz de donmayalım…
Can kaygusuna düştükleri bütün davranışlarından belli olan
avcılar, içeridekinden habersiz konuşup duruyor ve habire kapıyı
zorluyorlardı.
Memduh Kamil zorla başına getirdiği un çuvalı ve
benzerlerinin arasında doğrulup… konuşmaya çalışıyor,
konuşamıyordu. Nerdeyse konuşmaya, konuşmaya konuşmayı unutur
hale gelmişti… Tıpkı büyücü cadılar gibi şakak kemikleri fırlamış,
damarlar iplik gibi deri dışına çıkmışçasına kalp atışlarını
düğümlüyordu…
Sökülmesi kefek taşı kaldırmak kadar kolay olan kapı, ardına
dayanmış, avcılar içeri girmiş kendilerini tipiden korumuşlardı. Bu
arada tavşancığın biri de kapıdan içeri kendini dar atabilmişti.
Kurtulmak için atlamıştı ama daha büyük düşmanlarının eline
düşmüştü. Avcılardan birisi kaplan çevikliğiyle kapıya atlayıp dikilmiş,
diğerleri de tavşancığı köşeye kıstırmışlardı. Tavşan postu pahalıya
satmaya çalışıyor, can vardı… İstemiyordu insanoğlunu… Hür
yaşamak, hoplayıp, zıplamak, koşmak, seğirtmek istiyordu… Atladı
avcıların yüzüne, yoldu, ısırdı, tırmaladı. Avcıların gözleri küçülmüş,
burun delikleri yelkenlerini açmış sandal vari açılmış ağızları torik
balığının ağzına benzer şekilde ileri doğru dudakları açıkça uzamış,
bıyıkları oynuyordu. Yüzlerinden kanla karışık ter akıyordu… sanki
67
Çanakkale’de düşmana karşı güçlü batarya savaşı vermişçesine
terlemişler ve yaralanıp kanları sızıyordu… Veya bir düğün basıp da
oyuncu zenneyi dağa çıkarıp, bu eve sığınmışlardı. Kadını teslime
zorluyorlardı… Kah tekmesini yiyip, kah kasığa gelen tekmeyle çılgına
dönmüş, baykuş pençesinden beter tırnaklarını derilerinde bulmuşlar,
ağzına rastlayan parmaklar dişler arasında otuz ikiye pay edilmişti.
Avcılar gerilemişlerdi ki tavşancağız birden kapıya hücum edip,
dışarıya, kaleye çekilen futbol topu gibi atlamış, kaçıyordu… Dışarıdan
kurtulmak için içeriye girmişti… Şimdi de dışarı düşmansızmış gibi
atladı dışarıya… Lakin avcı tüfeği doğrultup nişan aldı… biri gidip
getirdi zavallıyı… Can kaygusundayken cana kıymak avcıların
kanunuydu… elindeyken tasarruf edemediği emtiayı elinden çıkınca
yok etmesini bilmekte usta olmak insanlık kanunu gibi.
İçeride son demlerini yaşayan Memduh Kamil son gücünü
toplamıştı. Kalkmaya çalıştı, nafile… Bir aydır tutulduğu hastalık
günden güne artmış, güvelenmiş tahta misali gün gün çökmeye
başlamıştı… Köşede duran altı delik, yanı yırtık çamurlu kardaş
lastiğini bir aydır hiç mi hiç tırnakları uzamış ayağına geçirmemişti…
Hele son üç gündür yerinden de kıpırdayamıyordu. Ağzına, üstüne, baş
ucundaki una varıncaya kadar her şeyin içine, salları sarkan damdan
toprak ve su akıyordu… Ev değil mezardı… Şapurtular mezarın
iştihasının tükenmediğini sismograf gibi çizerken, Memduh Kamil de
ona karşılık o derece yaşamak istiyordu… Mutlaka o şapurtular galip
gelecekti… Bunu Memduh Kamil de biliyordu ama böylesine
dayanamıyordu. Sıladan uzak, gurbette mezarlıksız kefensiz… çeke
çeke … namazı kılınmadan ölmek ona çok ağır geliyordu…
Düşündükçe azraile yıldırım teli çekmişçesine daha çok dehşete
kapılıyordu.
Dışarıdaki tüfek sesleri, insan konuşmaları… Memduh Kamil’e
o kadar güzel geliyordu ki kendini cennette huriler arasında sandı. sesler
eve dolunca ve fakat küfürler başlayınca her şeyin bittiğini… bu
dünyadan oranın hissedilemeyeceğini, görülemeyeceğine inandı…
İnandı ama inancı yıkıldı… Ruhu boşaldı… Ve öyle bir içten, kendini
68
toplayarak… konuştuğu… Kendi konuşmadı, içindeki teyp bandı,
tiyatrodaki kuliste verilen ses gibi konuşturuldu…
Gözlerini tavana dikti… Ellerini açtı, inci gibi iki sıra dizili
ağzı kapalı… Dilini damağına yapıştırdı. Ve… Ve… İçten bir kelime-i
şahadet getirdi…
Bir rüzgar evi dolaştı ev titredi adeta. Avcılar zelzeleye
tutulduk zannıyla bir yerlere tutunmaya çalıştılar… Sarhoş gibi ayakları
yer tutmuyordu.
Memduh Kamil’in oda kapısı sarsıntıdan mukavva gibi
dürülmüştü… Avcılar buradan… İçeri baktılar… Baktılar. Ve fakat
gördükleri manzara dehşet… Kitap gibi kapalı ağzı, elleri açık,
bembeyaz, kupkuru bir kelle dünyanın ne olduğunu onlara
haykırıyordu…
Omuzlarda, korktuğu başına gelen cenaze… Ağıtsız…
Muhtarın kefeniyle caminin tabutuyla… Yıkanmış… Namazı
kıldırılmaya ve son duası yapılmak ve esas konağına konmak üzere
yolda.
Köylülerin birbirine bakarak… “Veliymiş… Allahın has
kuluymu… Şunca zamandır çekmiş de hiç sır vermemiş… Kim
olduğunu da bilmiyor… “Belkim de göğden indi…” demeleri ve bir
yıllık konuşma meselesi olan Memduh Kamil’in evi de ziyaretgâh
olmuştu… Çile çeken isteğine vasıl olurmuş. Olurmuş ama tek şartla…
Sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe dair.
69
UYUMAYAN UYDU: AY
Öyle sanıyorum ki, ay, bize dair olan kültürün ve hele hele
“zaman bilincinin” yapı taşlarından biri. İç dünyamızın da ayrılmaz bir
parçasıdır. Diğer yandan, bir “var” olarak her ne kadar dünyaya bağımlı,
onun uydusu ise de, bir başka açıdan içimiz, hiçliğimiz ve
ibadetlerimizle “bizim dünyamızın” da uydusu diyebiliriz. O dünyanın
uydusu olsa da biz onun uydusu olmaya hazırlanıyoruz her gün.
Onun aydınlığındaki evreler, onu canlandırmamıza yetiyor. O
gökyüzünün cinsi latifi olarak karanlık gökyüzünün kraliçesidir.
Yıldızlar nedimeleri.
Bugün ben, hiçliği aydınlatan mehtabın ardında, terk edilmiş
bir beldeye gezi tertipledim. Ben, onun aydınlığından cesaretlenerek bu
daracık yollarıyla her an yıkılası harabeleri gezdim. Ben yürüdüm, o
yürüdü, ben durdum, o durdu. Yanından geçerken bulutlar onun
saklambacı oldu. Bazen da hızla geçen bulutları duruyor varsayıp, ayın,
koşarak bulutlardan kaçtığını düşündüm. Ay benim hep düşünme
mekanım olmuştur. O uyumaz, o uyutmaz. O uyumayan ve uyumayanın
uydusu. Kimsesizlerin, kimsesizliklerin ellerini tutan, düşüncelerini
aydınlatandır.
Bazen salını salını gelir, durur sessizliği üretir, daha sonra
nesnelere bir kedi, bir hırsız gibi sürünerek geçer, sessizliği ustası, hatta
en iyi ustası odur. Hele hiçliği aydınlatırken Osmanlı’nın yok edilen
yurduna dönmüş gibidir. Sessizlik ve yokluk, karanlık ve hiçlik her
gece, ayın işletmesinde yeniden senaryolaşır. En küçük, en hafif,
“atomlardaki şenlik” onun tam da sığınacağı ve oradaki sesi gecenin
karanlığından geçirerek yıldızlara armağan edeceği basit bir iştir.
Küçüğünü imal eden büyüğünü neden yapmasın ki… Elbette gökyüzü
onun tahtı, her gece alemlere sefer eyler, zamana yürür, yürür de
hükümranlığı karanlıkları bürür. En büyük savaşların geceyle üstünü
örtse bile gece lambası gibi o acıların başını bekler.
sonra yollara düşer
sana bana gider
ona ve zamana gelir
70
ve zamanla her yere giden yolları
aya gider aydan gelir
yollar ki sübhan’a
yollar ki şükre
kükreyerek, titreyerek
fikrederek gider durur
durur durur da
durulur ışınları
meltemin içinden geçen yollar
lodosa toslayan bulvar
atom bombasını da kim hatırlar
yolsuzlukları unutur mu
nasıl unutur gece hırsızını
sevgilinin ayı kıskanan hırsını
unutabilir mi
o yol ki, aşka giden, refaha bambaşka giden o yol nerde? Ay uyumasa
da, bulutlara uymasa da iyi kötü ayrılsa ışığında, iyiler kötüler ayrılsa ve
hatta yolları kuş bakışı belirginleştirse de, herkes yoluna gitse. Yoluna
yoluna… gitse herkes. Düşünür de çırpına çırpına gitse rüzgar gibi
takıla takıla gitse…
Unutkanlığın ortadan kalktığı ömür cumhuriyetinin ülkesi
denizler, dereler, barajlar gibidir. Zira mehtap yakamozlara yüklenir…
yüklenir… yüklenir… Zerreler büyüklenir, irilikler iliklerine dek titrer
küçülür korkudan… Zevkte zerreler büyük, korkudan büyüğü olmadığı
için korkunun önünde her şey itibarsızlaşır, küçülür ve küçüktür.
Onun için güzeli gözleyen sanat, zevkinizi tedavi ederek
terbiyeyi asaletinize yakıştırır, ben’i de aya merbut kılar.
Oysa soğuk ve karanlık, hissin donduğu o zamanlar, gümüş
renginin nasıl korku yaydığını gören yok mu yoksa?
Sessizliğin çığlık çığlık çoğaldığı, ölüm sonrası mezarlıklarda
serin serviler, mahcup yeni gelinler gibi fısıltıyla ne konuşur acaba?
Yollara düşenler sonuçta nereye varır? Hangi yolda düşer, hangi yolda
kalır? Ve onları kim anlar kim kaldırır? Ve hele o “serseri kaldırımları”
71
kim anlar. Kim neyin ne kadar farkında, kim neyi yakalayıp nenin
terkinde?
Hepimiz ay aptalı olup çıktık. Her harabe, bir gün, bir
medeniyet gelir ve onarılır. O harebe ya bir müze ya bir mektep veya
bize dair ay’ın şen-şenlik bir gönül alır.
Kötü yollar tedavi edilir elbet.
Amma kötü kullar tövbe etmedikçe terbiye iyilerin sakisi olur
oturur.
Mehtaplı gecelerde hep seni andım diye diye sabahı sabah
ettik.
Ay kaçıp gitmişti.
72
BENCİLLİĞİN SANATA ETTİKLERİ
Ben sanatta ancak hayatı, kişiliği kabul ederim
E. Zola
“Ben” ve “bana göre” sözlerinin ardındaki bencillik, insana
yeni ek öge ise ve bu eklenti, genelde insanın iyileşmesi, güzelleşmesi
yönünde adım ise, sanatçının çok haklı olarak kullanacağı küçük
sözlüğüdür. Gel gör ki bazı “deli dumrul”lar var ki laf olsun diye, “ben”
veya “bana göre” ile başlar cümlesine. Hak edilmemiş “ben”lik nasıl
mutsuzluktan, yoksulluktan kullanılıyorsa hak edilmiş “ben”lik
mutluluğu ve büyük coşkunun gözesini aydınlatır. Merhum Necip Fazıl
siyasi bir fonksiyonun kurucusu bir yazarımıza -kişiliğine yönelik
olmayan- sert ve kırıcı bir yazı yazmıştı. Yazarımızın tilmizleri fazla
içerleyip –kraldan çok kralcılık düsturuyla- Necip Fazıl’a ileri-geri
sözler sarf ederler ve üstelik dergilerinde Necip Fazıl’ın özel hayatından
örneklerle ona saldırırlar. Bir arkadaşımız yapıyı üstada getirdi ve
tilmizlerin gayretlerinden söz açtı. Üstadın sert bir dille cevap vermesini
istediği gözlerinden belli oluyordu arkadaşın. Üstad arkadaşı çok
severdi. Onun bu isteğini yapmayacağı ve gerekçesini bir tek cümleyle
anlatıp geçti.
- Amiplere kurşun sıkılmaz evladım.
Rahmetlinin hançeresini paralarcasına çıkardığı o cümlenin
ölçüsü yine kulaklarımda. Büyük ölçü pırıl pırıldı. Necip Fazıl’a bencil
diyenlere bu örneği kerelerce anlattım, yazma fırsatı şimdiye kısmetmiş.
Hz. Ali(R.A.)nin savaşta, karşı taraftan birini yere yatırıp tam
kılıcı çekecekken yüzüne tükürmesi nedeniyle serbest bıraktığında,
hasmının şaşkınlığı.
Ne dini anlamda, ne sosyal, ne siyasi, ne felsefi anlamda
“kendine güven” uydurulmuş en ahmakça ve –sözüm ona ahlak adına
yapılan- en ahlaksızca bir terimdir. Bu boş ve kof sözcük “ben”lik
oluşumunu kapitalist çarkın merkezine oturtan somundur. Toplumsal
gerçekler ve adalet varlığı, dinamik evrede bu somunu laçkalaştırır.
Laçkalaşan kişiliklerin her halde davranışları yalnız kendilerinde
kalmaz.
73
Son zamanlarda, çerçevesinin metali ve yapısı belirsiz bazıları
“ben Müslümanken” diye başlıyorlar ve bıraktıkları Müslümanları
hırpalama hakkını sırf onların arasında biraz kaldıkları için kendilerinde
buluyorlar. “Ben” sözüne ekli isim veya sıfat sanattan ve sanatçıdan
çıkarı bir söz değil. Olayları acılarıyla, esenlikleriyle yaşayıp
kişiliklerine kendileri sahip olsalardı “Ben” derken; şu gerçek, şu doğru,
şu güzel diye biriyle başlandığı görülürdü. Dün sosyalistmiş bugün
müslümanmış yarın liberal… bu adam Timur’un satranç tahtasında
piyon olur herhalde. Sanatla ilgisi ise kişiliği ve hayatına ters oranla
gelişiyor olmalı; el kitapları yazdığına bakılırsa.
Kapitalizm de şaşırdı ön Asya’da. Ama kapitalizmin sanata
ettikleri apaçık ortada.
74
ÇOCUKLAR SUYA GİRERLERKEN
Gökyüzü çok katı, donmuş madde gibi. Somut, sevimsiz,
korkutucu gökyüzü derken gök başka yüzü başka imiş gibi. Yüzünde
her türlü haşinlik, hainlik ve kötülük gizliymiş de birazdan bunları
duyguya salacakmış gibi. Meşum bir yüz, önünde ben durmuşum ve
budalaca bir korku kovalamacasının içine girmişim gibi. Bu yüzle çok
karşı karşıya kaldım. Lakin böylesine korkmuş olmamıştım. Gök ise bu
bilinen tablo, mavi derinlikler, koşan bulutlarla insana esenlik veren
tablo…
Gökteki güzellik, gecesinde başka, gündüzünde başka güzeldir.
Oysa o yüz, o gazap yüzü… korku dolu, ürküntü püskürtüyor, yanardağ
olmuştu sanki.
Gökyüzü bugün kapalı… dışına koku saçıyor, güleni yok
ediyor, sevinci kursağında bırakıyor. Göz ufkunda bakabildiğin her
yerde görüş mesafesi yok ki, bir şey gözükmüyor, karanlık desem
karanlık değil, boşluk desem değil… bütün değiller burada… tanımı
zor… bir gökyüzü. Bir boşalsa… şakır… şakır yıldırımlarını bıraksa,
şimşeklerini savursa kendisi bir rahatlasa da, bizim üstümüzdeki
korkuyu geri çekse. Henüz uzak gibi gözüküyor. Görülmeyen nesneler
gibi.
Pencere camları önceleri kızaran gökyüzünü yansıtırken
kararmaya yöneldi. Külrengi sardı tüm ufukları: yavaştan koyulaşan
külrengi fırtına koptu. Ağaçların saçlarına, doladı parmaklarına. Sürüdü
onları yere. Boş naylon poşetlere döndü ağaçlar. Yolundu saçları.
Yerlere bulandı. Fırtına doymuyordu bir türlü. Kabardıkça acıkan ve
azgınlaşan kayganlığını apartmanlara çarpıyordu ha bire. Camlar
bombeleşiyor ve macun bozuklarından içeri kül rengi doluyordu. Oda
külrengine hazırlanıyordu. Pencere önünde duran masa dönüştü önce
külrengine. Sonra kalem, sonra bembeyaz yazı kağıtları. Rafta duran
kitaplar kararmış okunmuyordu sırtları. Oda koyulaşıyor ve külrengine
giriyordu. Yandı oda. Külleri sardı içini. Öylece oturdum gökyüzüne
karşı pencere yanına.
Köpekler kaçamıyordu sokağı dolduran selden. Sırılsıklam
olmuşlardı. Burunları kara, kulakları kesik köpeklerin. Ayak tırnakları
75
açığa çıkmış, kuyrukları düşmüştü. Dört ayağını yerden kesti. Kara
burnunu yukarı dikti. Tüylerini savunmaya yönlendirdi. Silkindi.
Kulakları şakır şakır çarpıştılar. Kuyruğunu kıvırmaya başladı. Dilini
çıkardı dışarı. Yaladı göğsünü. Ağız kenarlarını ve dilini uzattı kara
burnuna. Silkindi. Külrengi ortamın içine.
Ördekler yoktu karşıki su birikintisinde. Yalnız karşı evin
bahçesindeki sonbahar sebzeleri yeşil yeşildi. Evin önündeki taksinin
camına haylazlar “beni yıka” diye yazmışlardı. Karşı evin camı pırıl
pırıl, ben baksam görünürüm. Ama onlar bakmazlar ki. Beni de
göremeyeceklerdir. Ah zavallı resmim, yine bana beni getirdi. Madem
bakmayacaksam neden pencereler büyük büyük yapılardır.
Bahçesi yeşil, çatısı kırmızı ev. İşte. Karşımda. Bir çocuk
iniyor. Koşarak. Sırtına, belli ki annesinin hırkasını geçirmiş. Koştu.
Ellerini hırkanın eteklerine uzattı. Yukarı topladı. Bacaklarını içinde
saklayan çizmeleri soktu suya. Bir an durdu, hırkayı topladı, annesini
üzmemek için. Yürüdü zorla, su birikintisinin ortasına doğru. Ayaklarını
sürüyordu suda. Sonra olduğu yerde kala-kaldı, olanak dışı olmuştu
yürümek. Çamur gittikçe daha güçleniyor, koyulaşıyor, kendine arzuyla
ayakları çekiyor, haylazın gittikçe gücü kesiliyor, korkuyor ve
yenikleşiyordu.
Dudağı büzüldü ileri doğru uzandı kurtulmayı öpmek için.
Ulaşamadı. Burnunu çekti, alt dudağını ikiye katladı. Elleri kaç kez suya
düştü. Hırkanın ıslaklığını bile gizlemek istemiyordu. Parmaklarını
avucunun içerisine aldı. Başparmağını diğer dört parmağının üstüne
kapattı. Gözlerini gizlemek istedi. Onları göstermemek için ovuşturuyor
bir yandan da dudak katlamasını yeniliyordu.
Su öylesine yükseliyordu ki suuya yolun kıyısındaki elektrik
direkleri dolmuş gibiydi. Ya ağaçlar. Fırtınaya kaptırmaktan
kurtardıkları yapraklarını bile getirmişti. Tüm suya daldı, karşı evler.
Gök alçaldı, alçaldı, bulutlar bütün ağırlığıyla suya düştüler.
Gök tüm maviliğiyle suyu sardı. Sudaki yansıyan resimde evler
gökyüzünün üstene çıkmışlardı. Ağaçlar da çıkmıştı evlerin üstüne.
Bayırın başındaki dereotu yalnız değildi.
76
Çocuk, evler arasında kalmıştı ağacın üstünde. Gökyüzü
sarmıştı. Bulutlar bulandırdı çocuğun yüzünü. Küçük kırmızı dudağı
katlanırken, fıtına, evin damındaki kiremitleri uçuruyordu. Ve çocuk
maviliğin içinde kaldı. Yüzdü orda öylece. Gökyüzüne gömüldü. Bunca
sıkıntı bu kurbanın meşum ölüm töreniydi sanki.
Gök gülüyordu, altında, güven içinde çocuklar oynuyordu.
Kuruluyordu yolları. Pantolon ve etekleri ıslanıyordu. Pamuk çatmasını
bilmiyorlardı. Ama bir grup dört kişi, öbür grup üç kişiydi. Olanlar
olmamıştı. Her gün dünya yeniden kuruluyordu.
77
DİKKAT ZULASI
Yemekhanede kokular birbirini sindirmeye çalışırken Alemdar
Kurt burun kıvırarak tabldot’un mermer tezgâhına yaklaştı. Resmi veya
kamu yemeğin nasıl olduğunu araştırır gibi şöyle uzun uzun süzdü.
Neden sonra tabaklarını aldı ve boş bir masaya yaklaştı. Masada daha
önce kalkanların kırıntıları vardı. Aldırmadı ve tabaklarını yerleştirdi.
Masaya yeni oturanların “afiyet olsun” dediklerini, “iş olsun” diye
teşekkürle karşıladı.
Yeni iş yeni bir davranış getirir. Alemdar Kurt bu davranış
baskısının iç ezgisini duyuyordu. Onun diğerlerinden başkalığı elbette
vardı. Ama bu başkalık kişiliğinin özelliğinden doğuyordu. Tüm
nesnelere ozan yaklaşımıyla varıyor, bu yüzdendir ki olay titizi olmuştu.
Bir hastalıktı dikkat zorunluluğu. Belki anlamsız ama Alemdar Kurt
baskısını, boğazındaki kravatın kendisini boğabileceğine kadar
duyabilirdi. Korkunç bir hastalık. Gerçekten başkaları anlamsız bulacağı
için daha doğrusu kendisinin melankoli ya da şizofreni en azından
sürmenaj sayılacağını düşünerek insanlardan kaçıyordu.
Masada dolu duran bardağı aldı eline ve birkaç yudumda
tepesine dikti. Mümkün mertebe uzak duruyordu. Birden irkildi.
“ya suyu diğer bardak artıklarından doldurmuşlarsa” üstelik
bunu masadaki diğerleri biliyorsan diye bir düşünce içini sardı. “Neden
içtim” diye bağırmak istedi. Boğuluyor gibiydi. Suyu çok içmezdim.
“Neden içtim.” Diye diye kendini için için yiyerek yemekhaneden aşağı
indi. Şefine ilk günde ilk hasta vizite izni istiyordu.
78
DURMAK İSTEĞİ TAŞARSA BİR
Televizyon antenlerine takılmada geçen bulut kümesi çeşitli
şekiller kazanarak, gökyüzünün hareketliliğini ispatlıyordu. Rüzgar
esiyor, rüzgar bulutların “eşkalini” bozarken, benim “efkarımı”
dağıtıyordu. Lodosu tutup alkışlamak istedim. Yakama sarıldı. Pır pır
attı-durdu yakamı. Ceketimin önü düğmeli olmasına rağmen gömleğimi
doldurmak istiyordu rüzgar. Bu lodos dostum olmuş
Çöz düğmelerini çöz
Ey gökyüzü yüzümde çöz gözlerini
Kravüze yakama asıldı lodos, gökyüzüne bakmamı fısıldadı.
Baktım.
“Ben varım” dedi. Çocuk dışarı çıkmaya korkuyordu. Annesi
“Ben varım dedi ardında. Çocuk komşulara oynamaya gitti. Boşluktan
korktuysa da, eve geç vakitler dönebildi. Annesi de çok geç kalmamak
şartıyla, pek geciktiğine üzülmediği gibi, aldırış ta etmezdi geceleri
içinde üşüten duvarlar ardında. Lodos esti. Bayırı iniyordum. Lodos
bayırda daha belirginleşti. Lodoslu bayırı unutmam artık. Zira
gökyüzüne orada baktım. Yakamı ilk kez ben tutmak zorunda kaldım.
Kendi yakama, kendime rağmen asıldım. Durum muhasebesinin
gereğini en çok o gün duydum, Lodoslu bayırı inerken.
İnsanlar geçiyor önümden. Onların geçişlerinin bilincinde
değilim. Slüetleri yolumu yalpalattığı için olacak onların farkına
varıyorum. Buna rağmen geçiyorlar. Ben onların slüetlerinin de olsa
varlıklarının farkındayım. Onlar bütün organlarını benim üstüme dikmiş
geliyorlar da, beni görmeden geçiyorlar. Görüyorlar. Korkuyorlar. Bu
yargıyı daha önceki zamanı göz önüne aldığım için biliyorum. Değilse,
insan yalnızca geçiyor, insanlar yalnız geçiyor. Beni göre göre. Gençler
geçmiyorlar. Hele hele dalga geçmiyorlar. Gençler, som yürekleriyle
kirli bir dünyayı yükleniyorlar. Hiç de zorunlu olmadan. Bütün isyan
kurumları kendilerinden yana olmasına rağmen, kurtuluşu seçmiyorlar.
Seçmedikleri bir yana, etmedikleri isyanların kurbanı oluyorlar.
Olacaklar da. Ama kurtuluş kurallarını başkaları koyup da,
“KADERİNİZ” demeseler. Belki az da olsa dünya yaşanabilir. hele
genç yüreklerde.
79
kaderimse
kaderim benim
sen bana kader verdiğini sanan yoz duyguların bilgesi insanoğlu
sen önce bil kendini
sonra kaderini otur yaşa
karışma kaderime kaderimse benim
benim kaderim
Hala da anlamış değilim. Kadınların tırnaklarındaki renk
cümbüşünü gökyüzüne bakacak iken gördüm. Onun, açık göğsünü
gördüm. Düşmemek için epey emek harcıyordu. Düşmemek için, ağırlık
merkezini kaydırdığı kalçalarında vücudunu bir o yana bir bu yana
atmak zorunda kalıyordu. Gençlikten daha çabuk gidiyordu ihtiyarlar.
Öyle yapmak zorundalar. Tıpır tıpır bastonun peşinde, uzakları bilmek
için gitmeğe kalan ömür yetmez.
Hayatın öğrettiği ilk şey, hiç farkına varmadığımız
saçmalıkları, en bol olarak işlemek, işlediğimiz bu saçmalıkları, yalnız
ve yalnız kendimiz yaptığımız için kutsal, ya da en azından doğru
gözüyle bakmak kuralıdır. Gökyüzüne baktığımdan beri iyice biliyorum
ki, hayat, çelişkilerin kapılarında ağlamak ya da gülmekten ibarettir.
Ben gülmeyi unutalı hayli zaman oldu. Ağladığımı da kimse
görmemiştir. Çelişkisiz yaşadığım ise apaçık yalandır. Gerçekte kendi
çelişkimi hem ortaya koymak hem de bunu düzeltmek gibi bir aptallığa
düşmem. Düşmem ama isteyerek düşmem demek istemiyorum.
İsteyerek bu yola sapabilirim. Nitekim lodoslu bayırı inerken böylesi bir
hesaplaşmanın içerisindeydim. Rüzgarlı bayırı ineli hayli zaman
olmasına rağmen hala kendimle takışmam sürüyor.
bana yazık değil mi
değil mi ki kuralı ben koydum
kovdum dünyanızdan ben’i
ey insanoğlu
yalnız ölüme ağlayacaksan, hastalığına üzüleceksen
ve güçsüz düşünce seveceksen
ey yüce millet yaşa varol bakalım
en güzel unutmalarda umutlar besleyeceksen
80
kurşun kalem yazmalarına gelmeyesin
İhtiyarlar geçiyorlar. Bol biyikli, dar paça pantolonlarını rüzgar
önden katlıyor. Yelken direği gibi bacaklarının çevresinde pantolonları
şişiyordu. İhtiyarlar rüzgarlık giymeyi suç sayarlar kendilerine.
Gençlerin yiğitliği ihtiyarların kendini mahrum bıraktığı duygulardan,
hem de onların gelirleriyle yaşamalarıdır. Anoraklı gençler yürüyorlar.
Hayattan hiç bekledikleri yok gibi. Yavaş yavaş yoğurda dönüşen süt
beyazlığında, renklerini korkularına bırakıyorlar. Gençler yelken gibi
değil, yelken açmış kayıklar gibi gidiyorlar. Tüm insanların nereye
gittiklerini biliyorum. Başka yere de gidemezler. Ama gençler başka,
onların nereye gideceği, hangi kayalıklara bindirdiği, belirsiz deniz
fenerlerinden yararlanacağı bilinmez. Onların geçişleri bir yat yarışını
andırır. Sırtlarında, çeşitli Avrupa üniversite, firma, “famaus”larının
adları ve amblemleri var. Ortaokul çağındaki gençler daha çok ayak
topu kulüplerinin adlarını taşıyan slip veya anorak giyiyorlardı. Onları,
onlardan ayıran özelliklerin başında, acıkmış duygularını hapsettiğini
açıklayan dar giysileriydi. “Ben bu kadarım” diyen bir açık
yüreklilikteydi hepsi. Tevazu diyor eskiler bu hale. Her ne derlerse
desinler, gençler bu halleriyle daha bir meçhul kurtuluşun içerisinde
taşlaşıyordu. Bu haliyle onları anlatabilmem için, kazı-bilimci inceliği
göstermem gereklidir. Kalsiyum bileşikleri arasına düşüp taşlaşan tarihi
bir kelebeği kurtarmak için bu incelik gerekli.
Rüzgarlı bayırın genel bir bayır olduğunu düşünerek benim
indiğim bayıra, rüzgarlı bayır yerine LODOSLU BAYIR dedim.
Lodoslu bayırı inerken, gözüm, damları ve çatıları süsleyen antenlere
takıldı. Bulutlar uçuşuyorlardı. Ben iskeleye doğru yürüyordum.
Yürüyüşüm, bitkilerin “Jeotrapisma” veya “ Fototrapisma”sına
benziyordu. Lodos içimde esmeye başlamıştı. Bunu en güzel belgeleyen
de ayaklarım oluyordu. Bir bastığı yere bir kere daha basmak gafletinde
bulunuyordu.
Lodoslu bayırı indi
Lodos bayırı indi
Lodos bir çıkmaktı içimden maverasına insanın
81
ey insanoğlu yokluğun sergelerinde kimler tütün dizer neler güneşe
karşı
lodos ve lodoslu bayır kirpiklerimde dindi
içimdeki iblis doymadı “ben” demeye
Benim büyük metropolitten kente taşradan geldiğimi anlamak
istemeyen bir dostuma geçen gün, ne yazık ki rastlayabildim. Bunu
neden anlattığım kuşkusunu kendi kendime cevaplayabildim ancak.
Agorada “nutuk” söylemeyi sevmeyen mizaca sahip olan anlar benim
ne demek istediğimi dedim. Yürüdü geçti.
yazık… yazık… yazıklar olsun size
neden
halinize acıdım da
ne…
Otomobiller yol vermek istemez elbette. Elbette istemez.
Sahibi henüz kendine sahip olan bir araç bulabilmiştir. Otomobili olan
kişi bugün iki kişi sayılır. Bugün dedim. Ne dediğimi iyi biliyor
olmalıyım. Yarın herkes otomobil sahibi olunca yine herkes bir kişi
olacaktır. Bugün herkesin yok. Bu durumda sürülecek bir araca sahip
olmak için kendini süründüren ve bunun yanında kendini otomobil
arkasında sürükleten nicelerini tanıdım. Hepsi de iki kişi olmak
sevdasına düşmüştü. Otomobiller yol vermek istemiyorlardı. Buna
rağmen yolun ortasındaki trafik çizgisine yakın yerde durdum. Sağ ve
soldan geliş-gidiş bantları vardı. Orta çizgiden hızlanan çabuklaşan
zamana yenilmek istemeyenler giderdi. Oysa ben tüm hızlanan zamanın
göbeğine otağımı kurmuştum. İçimden,
Hadi…
Geçiniz… bıraktık
Yapın… dilediğinizi… Bırakılmışlardı. Lakin hak etmedikleri mevki ile
taltif görünce durdular. Kendilerine bir insan tarafından yapılan
hakarete kornalarıyla cevap vermiş olmalılar ki… yol boyu çeşitli tını
ve şiddetle notalarla dolu. Ben yolun ortasından ayrıldım.
Gidecek yerim yoktu. Evden çıkmıştım. Basamakları çıkarken
üst katta oturanların yeni model sokak takunyalarının çıkardığı sesi
düşündüm. Gece olsun gündüz olsun değişen yok. Hep aynı ayak
82
sesleri. Ya buzdolabının motor sesi ya çamaşır makinesinin gürültüsü
uykularımı bölüp evimde rahat yüzü göremeyecektim. Her sokağı ana
cadde açıklığında olduğundan otomobilin girmediği sokaklardan
birisinden de ev kiralayamadım. Bu yüzden tekerlek saymak kaderi
kaderimizin özünde en büyük çelişkidir.
Yerimden kımıldamadım. İskele az ilerdeydi. Vapura yetişmek
için koşan koşanaydı. Takma gözlü insanlar gibi bana bakan oto
farlarına ben de baktım. Pencereden başını uzatan sürücüler
bağırıyorlardı. Bağırdı. Bağırdı. Otomobil kornalarını kendilerine
yardımcı yaptılar. Bağırdılar. Bağırdılar… “Bağırın bakalım sesinizi
duyacak mısınız” bile demek, içinden geçmedi. Bağırtılar cadde
boyunca, asfalttan daha kara olarak havayı sardı. İnsanlar
koşuşuyorlardı bana doğru. Yıldız basılmış, Abdülhamid Han Alatini’de
kızağa alınmıştı. Koştu insanlar, koltuklarıma girdiler. Elleri üstünde
tuttular beni. Yolun karşı kıyısına geçirdiler. “Sabık” devlet başkanları
vatandaş olurken eski halleri yüzünden başına gelen yeni duruma
demokrasi adını takarak, nasıl kendilerini avuturlarsa, ben de öyle bir
yere savruldum ki, sanmam ki hiçbir kimse bu denli yükseklikten
düşmüş olsun.
Üzüm taneleri korukluğuna bakıp yeşil kalacağına,
kararıyordu. İnsanlar iskeleye yürüyordu. Ayaklarıma uydum. Turnike
zillerini dinlemek hoşuma gitti açıkçası. Yine insanlar bağırıyordu.
Yürü
Durmasana
Geç
Noluyoruz
Ben durunca turnike zili de kesildi. Canım sıkıldı. Diğer turnikelerin zil
seslerini dinlemeye bıraktım ruhumu. İlahi dinler gibi daldım turnike
seslerine. Turnike görevlisi,
Dur
Geçemezsin
Yolu tıkamayınız
Lütfen
83
Bağırıyordu. Kimisi kuyrukta kimisi yandan, bağırıyorlardı. Sonra
bağırma sesleri tek boyuta indirgendi.
Deli mi?..
Deli…
Hasta mı?..
Hasta.
Ne?..
İtlik… düpe düz itlik…
Gençlikmiş… biz de…
Ne günlere kaldık…
Her kafadan bir demokrasi konuştu agoraya. Cümleler gittikçe daha da
yumuşuyordu. Ve gittikçe daha da uzun “Nutuklara” dönüşüyordu.
Görevli beni eliyle itti. Salona geçmiştim. Yerimden yine ayrılmadım.
Yüzümde sinek gibi gezinen bakışların farkındaydım. Fazla yanıma da
yaklaşmıyorlardı. Geriden bakışıyorlardı. Konuşmasalar da ne demek
istediklerini gayet açık anlıyordum. Ben onların tüm dediklerini
duyuyordum. Lakin onlar, ne benim duyduğumu duyuyorlar, ne de
kendilerini. Onlar kendini duymak gibi bir çelişkiye düşerler mi hiç?
El üstünde tutulmak, ne için olursa olsun iyi oluyor. Ruhum
dinleniyor. Zira onlar benim ayaklarım altında hak ettikleri yeri bulmuş
oluyorlardı. Ben onları daha yüce ve düzeyimde görmek de istemem.
Ruhum böyle istiyor. Hem onlar kendilerini yetesiye benden üst
düzeyde görüyorlar. Bu onlara sağladığım en büyük bağış değil mi?
Beni elbette elleri üstüne kaldıracaklar. Bu ancak onların yapısına
uygun bir davranıştır. Ben onlar için aylarca, yıllarca güncel olan bir
olay verdim. Daha doğrusu sergiledim. Bunun karşılığı beni
yüceltmeleri olacaktır. Ben önemli kişiliğe sahip oluşumu ortaya
koydum.
Lodoslu bayırı inerken onları düşünüyordum. Bu büyük
kahramanlığı yine de size borçluyum.
Yalan,
Ben önemli bir kişiliğim. Tek başına psikopatlık olmaz ya.
Neyse.
Beni siz yaşatamazsınız. Kim bilir onu bile bilemezsiniz?
84
Sağ olun, yine de sağ olun, benim için türküler yaktınız.
Bunları size söylüyorum. Ama beni muhatap edinmeyeceğinizi
biliyorum. Kendimi sınav odasında biri olarak bulundurduğunuz için ve
ayrıca sınava başlamama neden olduğunuz için söylüyorum.
İskelenin dışında taşralılar vardı. Bir iki küçük çuval ve
heybeden ibaret yüklerini yana koymuşlar bekleşiyorlardı. Sağı solu
gözlüyorlardı. Salona baktıklarında göz göze geldik.
Salona gelişim benim isteğimle değildi. Karşı sahile geçmek
istediğimi sanmam. İstek diye ne bir dağ ne bir ova uzanıyordu içimde.
Kimden neyi istemek. Bu soruların hiç birine karşılık bulamıyordum
içimde. Bulamıyorum demek biraz yalan olur. Hiç aramadım ki. Hiçbir
isteğin kurbanı olmadığım için boylu boyunca dilediğim batağa
sürüklemek özgürlüğü kazana biliyorum. Ve yaradılışın karanlık
dehlizlerinde yapraklara can veren korkuysa ya da güneş ışığıysa
katilliğe sebep olan ben onların tümünü topladım içime. Artık ne
sevincin rezili ne neşenin düşkünü ne de korkunun kurbanıyım. Sizi
yargılamak istemem.
Salon bir sağa bir sola sallandı. Ben turnike kulübesine
yaslıydım. Depreme benzetemem zira deprem görmedim hiç. Ama
iskele cızırtıları sizin suratlarınızı buruşturuyor dişlerinizi ağzınıza
döküyordu. Benim hala deli olmadığıma inanmıyorsunuz. Ona sevindim
işte. Zira aptallığınızı belgeliyorsunuz. Gerçekte deli değilim elbette.
“Kim” dedi.
“Bilmem” dedi.
“Ne” dedi.
“Bilmem” dedi.
Evren iki bilek arasına kurulmuş merserize bir atkı gibi
çözülürken size hiçbir şey hatırlatmıyor. Siz bu duruma karşılık üç
elinizle dudaklarınızı, gözlerinizi ve kulaklarınızı örtüyorsunuz, gerçek
yok olsun diye, veya yaşasın yalan diye.
Süet ayakkabılar içerisinde ayaklarımı ökçeden parmaklara
doğru kaldırdım. Gerinmek isteği aldı içimi. Taşralılar turnikeden
geçtiler. Konuşmuyorlardı. Yanlış bir iskeleye girmenin korkusu vardı
içlerinde. Yaşlıca ve tıraşsız olanın yüz hartasında beliren “Bir ibret”
85
gördüm. Esmerliği vardı. Turnike görevlisi yere düşen para gibi
döndürdü başını. Madeni sesini altın dişleri arasından bıraktı. Durdum
görevlinin sesine değil ama? Önceden de duruyordum. Turnike görevlisi
el falına bakar gibi herkesin elini kontrol ediyordu. Bir görevliye bu
kadar yakın bulunduğumu hiç hatırlamam. İki gözü vardı benim gibi.
Muhakkak ki benden çok el görmüştü. Kıskanmadım onu zira
kıskanmak da bir istektir.
“Hey…” dedi.
“Hey…” dedi iskele salonuna.
“Hey” dediler.
Ben duydum. Onlar beni duymadılar. Onlar kendilerini dahi
duymadılar.
Elini uzattı biri. Tuzlu parmağını küçük dilime dokundu. Az
kaldı kusacaktım. Lodoslu bayırı inen birisine böyle davranılmamalıydı.
Onun da içi sizlerin kötülükleriyle dolu olabilir. Ne olduğunuzu görmek
istiyorsanız tüm parmaklarınızı beni konuşturmak için uzatın.
Dayanacağınızı hiç sanmadığım için parmaklarınızı ceplerinizde
hapsetmenizi dilerim. Dağ kültüründen kopan bir kaya gibi bir ses geldi.
Ekşiliğiyle genzini tuttu. Burun direğim sızladı. Soluk alıp verdiğimi
duydum o anda. Taşralı pencere önünden geçer gibi önümden geçer gibi
geçti. Ve yaklaştı bana.
“Selamün aleyküm” dedi.
“Kardeşim” dedi.
“Nerelisin” dedi.
Yüzüne baktım. Yüzünde korkular gelip gidiyordu. Sonra
gülümsedim.
“İnsan” dedim.
“İnsan” dedim.
“İnsan” dedim.
Taşralı güldü.
“Biz” dedi.
“Biz” dede, “biz”.
Demir kapıları açılmıştı salonun. Sürüklendi insanlar. Bizi de
sürüklediler. İçimde bilimsel bir sözcük türedi.
86
“Spontane” dedim.
“Ceteris paribus” dedim.
İteklendim. Önümde iskele kitap satıcılarının, sattıkları
kitaplardaki kapak kompozisyonları önümde sürükleniyorlardı. Birinin
yüzünü okumak istedim. Dudaklarını ısırdı. Gözüne baktım, yumup açtı
gözlerini. Göz kırptım demediğimi özellikle bilmeni isterim. Saçları
kırkılmış taşralılar hemen arkadan yürüyorlardı. Biri heybesinde diğeri
bıyıklarında. Kot pantolonlu kızlara bakıyorlardı. Gencecik göğüslerden
inmiyordu gözleri. Roblarından dışarı fırlayan vücut çizgilerini elleriyle
düzeltmek istiyorlardı. Bıyıklarından inmiyordu bu yüzden elleri.
Çoraplarındaki kuş nakışlarını uçuran taşralılar “bize yardım etsene”
diyorlardı sanki. Basamakları çıkıyordum. Aşağıdan da gidebilirdik.
Belki kaderim. Belki değil mutlaka kaderimdir yükselmek, yani yukarı
kata çıkmak isteyen insanların arasına düşmek. Nereye kaçsam onların
arasına düşüyorum. Kader bizim kaderimizdir. Benden önce vardır.
Beni sürdürecek yine odur.
Ayaklarımın altında oynayan şu küçücük köprüden vapura
gitmek zorunda mıyım? Vapura gelmek nerden çıktı? Kim getirdi beni
buraya? Kim? Sizler… Sizler beni getirdiniz buraya. Hem beynime
girdiniz hem omuzlarınıza aldınız. Neden? Sizin koyduğunuz kurallara
uymak zorunda mıydım ben. Benim koyduğum bir kuralı
hatırlamıyorum. Ben beni yaratamadım ki yasaları ben yapmış olayım.
Sizin kurallarınız ne? Birbirlerinizin gölgesine basa basa ilerlemeyi
kural mı sayıyorsunuz? Vapura verilen köprüde ellerimi iki yan
paravanasına, salınan vapur ve salınmayan yer yüzü arasında durdum.
Geri dönemezdim. Arkam yokluktu ilerleyemezdim, siz amacınıza
ulaşmıştınız. Bu ise varlığın inkarı değil miydi? En olmaz yerde uyanan
eşkıya duygularım sizi yakalıyorsa ve eziyet ediyorsa size, bunda benim
suçum yok. Bana ettiğiniz zulümlerin ve beni yadsımanıza bir kredi
olarak kabul edin bunu. Küçük tahta köprüde durdum.
“Aynı çocuk…” dedi.
“…yeter be…” dedi.
“Kim” dedi.
“Bilmem” dedi.
87
“Ne” dedi.
“Bilmem” dedi.
Sonra çımacı seslendi, ter kokan elleriyle lastik ayakkabılarını
sürüyüp.
“Kardeş. Lütfen” ve geçip oturdum vapurdaki bir koltuğa.
Taşralı sordu:
“Neden?” “Ne yapmak istiyorsun?” Diğer taşralı:
“Boş ver…”
“Takma birader. Aldırma hele.”
“Yalan dünya zaten.”
Önce söze başlayan taşralı yeniden bıyıklarını yalayıp;
“Sevda bu.” “Ne zamandan beri hemşehrim?”
“Günlerin ömür olması pösteki saymaktan zor. Ama yine de
günler geçiyor.
88
BU GECE
Her hareketin bir hikayesi vardır, dinleyeni bulursa.
Hikayecilerin de hikayelerinin olmadığını niçin söyleyelim ki. Onların
da bizler için yazdıklarının dışında, yazamadıkları hikayeleri olduğu
gibi, yazdıklarını içine sakladıkları ne hikayeleri vardır. Allah bilir.
(Bu gece, yeni yetme denecek derecede sayılır mı bilemem
amma, çok genç hikayeciler odadaki sedirleri paylaşarak kendilerinin
“eğlence” konusu olacaklarını kendilerine “hak olarak” görüyorlardı.)
Bu gece “yeni yetme öykücüler” toplanmıştı. İstanbul’un
Bakırköy’ünde ve Zeytinlik mahallesinin bir apartman dairesinde…
Önce Çehov’dan söz açtı biri. O ay oynanan Vişne
Bahçesi’nden yola çıkarak… Bir yandan da Anadolu’da yaşayanlara
“farkındalık” yaratıyordu. Yaratıyordu yaratmasına ve fakat nefsini
kendi reklamında kullanınca onlar da başka maharetlerini “gündem”e
alıyorlardı. İçlerinden bir diğeri bağlama çalmayı yeni yeni söküyordu.
O nedenle usta işi türkülerden dem vurarak başka bir mecrayı nefsine
perde yapıyordu.
Sekiz kişilerdi onbeş-yirmi murabbalık salonda. Sigaranın
faydalarını anlatmak daha kolay daha kısa sürede söylenebileceği için
onu mu anlatmalı acaba? Veya “sigaranın tek faydası var o da,
zararıdır” diye duvara mı yazmalı acaba? Bu sigara konusunu ve hele de
zararının konusunu açmamızın sebebi bu “yeni yetme öykücüler” öyle
bir sigara içiyorlar ki, ben diyeyim, ilk lokomotif gibi, siz deyin,
polislerle eylemciler arasında kalan taksim meydanı. Öylesine dumanlı,
bir oda ve bereketli bir duman eylemcileri ve sevenleri.
Eskiler derlermiş ki “hayrumulur mu bu uğursuz gecenin
sabahından”. Gerçi bu salonda tek uğursuz şey duman… İkincisi de
“yeni yetme öykücüler”. Hayırlı gece ve sabah masum gibi ama.
Maupassant’tan, Edgar Allan Poe’dan, Tolstoy’dan, Binbir
Gece Masalları’ndan sözler açılırken sanırsınız o yazardan sunumlar
yapılacak… Ne gezer… Yazarının hayatına dair hikayeler ele alınıyor.
Derken yerli hikaye yazarlarını ele aldılar. Necip Fazıl’ı beğenmediler,
Sezai Karakoç’u geçtiler, İsmail Kıllıoğlu’na çok girmediler. Fakir
89
Baykurt’a takıldılar, Attila İlhan’ın “fakiri pür taksir” sözünü ileri
sürdüler. Selim İleri’den umutlar aldılar, Ömer Seyfettin’i
kaldıramadılar, Müftüoğlu’nu çapsız diye küçümsediler. Haldun Taner’i
hepsi de sevdi nasıl olduysa. Herkesi kalıplara koyup kapılara
bağladılar.
Uzun hikayeciler, kısa hikayeciler, epik hikayeciler, masal
hikayecileri, hayvan hikayecileri v.s. aldı başını gidiyor. Ankara’da
dergi çıkaran gruptan ikisi soyur ve kahramansız hikayenin, hele hele
şiirsel olanı Türkiye’yi değiştirip dönüştüreceği iddiasını ileri sürdüler.
Sonunda hepsi sustu. Sabah oluyordu. İçlerinden biri namaz kılacağını
söyledi. Kıblenin yönünü sordu. Abdest almağa gitti.
Bu arada Adalet Ağaoğlu, Fürüzan ve Leyla Erbil idam
mangasının önündeydi. Tartışmalarının fiil olarak doğruluğundan başka
doğru yanları yoktu. Saçmalıyorlardı iyiden iyiye.
Sanat mahfilinden notlar yazıyorlardı fildişi kulelerinden.
Kendilerinden öteye geçmeyen sesleriyle agorada bağırdıklarını
zannediyorlardı.
Bereket ki bu salonda olanları sadece onlar görüyordu. Sekiz
kişilik bir saçma sapan rüya.
*
**
Sabaha kadar siyasetten söz açtılar. Siyaseti bilmiyor,
tanımıyorlardı, sosyolojiden açtılar, sosyolojiyi bilmediklerini anlamak
için cahil olmak yeterlidir. Hastalıklardan konuştular. Tıbbî yanlışlarını
içtikleri sigara izmaritlerinde aramaya ne hacet. Kısaca bu “yeni yetme
öykücüler” sabahleyin yayınlayacakları “manifesto” üstünde de
anlaşamadılar.
Daldan dala koşan kuşlar gibi sürekli ağız ve konu değiştirerek
ilerliyorlardı.
Şairler şiirlerini okumayı pek beceremezler. Güzel şiir
okuyanlar var. Birisi atılıp, ölünün ağzına vişne koymalı, diye bir mısra
okuyup dizenin şairini belleğinden bulmaya çalışırken bir diğeri; vişne
değil kiraz diye yanıt verir. Konsantrasyondan kurtularak ıslık çalmaya
başlayan bir başkası hazretin dergisini sorup durur. Yine devlet
90
topografyası açılarak kıskançlıklar ortaya konmaya başlanır. Zavallı
masa yaylanmaya koyulmuştur.
Azizim yazarlık büyük sorumluluk ister. Yazar her yazdığını
doğru sanır, tıpkı bir anne psikozundadır. Yazar dediğin kişi, kuruntuyu
atmalı objektif olmalı. Hemen arkasına da sözü kesilmesin isteğiyle bir
iki şaklabanlık eklendiği bilinmelidir. Objektif olunur mu diye öbürü
yeni keşfetmiş gibi sertçe söyler. Kızgınlık ve sertlik eksikliği kaldırmaz
tersine olur işler. Hem bilgisizlikleri örtülmüş olmaz, hem de nutuk
atma sırası kendisine kalmaz. Zira bilim anlayışları ve olaylara bakışları
sevgi ya da tepki göstermekten öteye geçmeyenler bu tutumlarından
zarar da görürler.. Telefon rehberi gözüyle baktıkları araştırma ve
incelemelere bir göz atsalar eksikliklerini görecekler.
“Objektif denen meret bile yönetilir. Kişi tarafsız olamaz ya da
taraf tutmak zorunluluğundadır. Objektiflik ne demek ben anlamıyorum.
Bunu kim anlar onu da anlamıyorum” diyorlar ya. Kulağını herkese
tıkayanlar onlar, kendi düşüncelerine takılıp ruhunu bilinmeyen bir ele
teslim ediyorlar.
“Osmanlı devleti bir başka devlet canım. Tarih bir büyük
devleti görmüş olmakla övünmelidir. Tarihçiler de onu araştırmakla
büyüklüklerini ortaya koyduğu gibi kıymetleri de ancak o zaman ortaya
çıkar. Onun gibi devlet bir daha gelmez azizim. Anlıyor musun bizim
davanın yüceliğini. Zor konumları gündeme getirmek için geceleri
rüyalarım bile karmakarışık. Ne zor şeymiş ulvi hastalık. Düşünürüm
ara sıra şöyle. Objektif olmaktan dem vuruyor bazıları” diye içinden
geçirmişti. “Eksikleri yok mu? Var” elbette. “Dedem yok mu? Var”
cümlesiyle aynı. Öleli yıllar olan “dede” ile kimsenin yetinmemesi ne
denli normalse, yıkılmış bir devlet için de durum aynı kardeşim” diyen
bir diğeri, herkesin saldırısına uğruyordu. Aynı gecenin içine masonları
da sokmuşlar ve tartışıyorlardı.
“Mason herif canım başka ne beklenir ki. İnsan sevmek, insana
saygı duymak gerekirmiş sevsinler seni. Hangi insana, kızını
Amerikalıya veren babaya mı, babasına fırça çeken oğula mı birader?
Bu mason takımı da manyak ki artık deme gitsin birader. Bir diğeri
ittihatçı kafasıyla ve de masanın üzerine ağzında adları geçen kişileri
91
yatırır başlar boğazını sıkmağa. Sanki dokuz canlı canavar ölmez oda.
Sultan Genç Osman’ın hayasını sıkan dilsizler gibi boğazını sıkmağa
devam eder. Dernekçilikten yetişmiş güngörmüş genç yazar
sürdürdükçe sürdürür konuşmasını. Şafağın önünde adam kesmek
hoşuna gitmiş olacak ki kesmeye devam etti. Bir sessizlik oldu bu arada
radyoyu açmışlardı. Kurtuluş marşını batı enstrümanlarından hem
dinlediler hem de çaylarını içtiler. Yavaş yavaş gün doğmaya
başlıyordu. Dışarıdan karnı doymayan köpek sesleri gelmeye başlamıştı.
Konuşmalar sürüyordu. Şu Yahudiler için harcanan lüzumsuz konuşma
saatlerini iş saatine çevirsek neler olmaz. Değil Yahudi, tüm dünyadaki
açlar doyar. Tamam mı? Sanki karşılık veren var da diyalogu
sürdürmeye çalışıyordu.
Fareler ve insanlar iyi ama başka türlü söylenemez mi bu
kitabın adı? Söylenir. İnsanlar’ı önce yazarsın, arkasına sıçanlar eklersin
olur biter. O kolay iş. Basım işini siz bana bırakın. Yazı işlerini halledin
basım çok kolay. Genç matbaacı genç yazarlara umut verdi. Karşılıklı
Allah razı olsunlar söylendi. Anlaşılıyordu ki güneş doğmuştu. İşleyen
motor gürültülerinden bu anlaşılıyordu.
İş yerinde uykusuz kıvranan zavallı masaya başını dayayıp
vücuduna destek bulunca yığılıverdi. Şefin uyarması her gün olduğu
için ninni biçimini almıştı. Masaya iki kolunu bitişik koydu. Üzerine
başını koydu. Masa bir o yana bir bu yana salındı. Ama yine de dayandı
zavallı. Şair hep hayret edermiş nasıl dayandığına. Ne desin ancak bir
dize söyleyebilmiş.
“masa da masaymış ha”
92
KUTSAL YİTİK
Yakında başlayacak olan sınavları kazanma şansımı, herkes
gibi, ben de, çalışmaya bağlamak isterim, bu açık ve doğru gerçeğe
ulaşmam içinse çalışma şansımı hazırlamam gerekiyor. Çalışma şansını
kazanmak, (bu zamanda veya ömrün bu evresinde çalışma şansı diye ele
alışıma şaşmamalısınız. Zira fizik yoksulluk her alanda elimizi
kolumuzu bağladığı gibi düşünsel açıdan da çaresiz durumdayız. Onun
için şans kelimesini bilerek kullanıyorum.) sürdürmek ve bu şans
içerisinde çalışma zevkine varmak, benim için çok gerekli ve fakat
önemi aileme ait olmalı, aileme olan sorumluluğum açısından alelade
önemler dizisinden ve fakat dönülmez ve amaç özelliğini koruyan bir
sonuç doğuruyor. Bu tavrı anlayabilmek için benim içerisinde olmak
istediğim standart ile, ailemin içerisinde bulunduğu standartları
düşünmem gerekiyor. Bu açıdan bakılınca çektiğim ve katlandığım çile
ve yoklukları bile unutmam çalışma şansımı artıracağa benzer. Sınavları
kazanmalıyım, hem de kesinlikle kazanmalıyım ki; ailem benim
varlığımdan kıvanç duysun ve “şükür”lerini yerine getirsinler, aynı
zamanda ben, içerisine çıkacağım cemiyetin donanımını elde edip
geçerli, beğenilen maddi ve manevi mutluluğumla, atomun
çekirdeğindeki nötron gibi sessizce yerimi alabileyim, aldığım yeri
kendime hak olarak görebileyim. Sınavları bu yüzden kazanmalıyım.
Nice zamandır, erkenden (elektrik ışınlarının saatlerce masadan
gözüme yansımasıyla yorgun düştüğüm için) yatıyorum. Nevres
kılıfının beyazlığına sakalları uzamış çenemi, bir hasta gibi, bırakarak
uykuyu bekliyorum. Ziya’nın “hele şükür, meleklerin attığı şu uyku
denizinde yüzmek için sesleri unutuyorum” dediğini, belleğimden
çıkarıp, gözlerimle karşımda bekleşen karanlığın duvarlarına hem
yazıyor, hem de yazılanları okuyorum.
İçimdeki horoza uyuma zamanının geldiğini bildiren biyolojik
saat, kaslarımı açıyor, eklem yerlerine bir gevşekliğin sıcaklığını
yayıyordu. Mutfaktan gelen ve içerisine girip tadına bakamadığı
yiyecekleri, dıştan kese kağıtlarını buruşturur gibi, kara bacaklarının
gezmesiyle açlığını anlatan hamam böceklerinin sesi, karanlığı daha da
93
artırıyordu. Ziya gelmemişti henüz. Benim sınavları kazanmam
gerekiyordu ve ben bunu düşünüyorum.
Ve uyuyorum.
Mavi denize damla damla dökülen mürekkep neyse bütün
oylumlarıma öylesine uyku en sessiz selamıyla yaslanıyordu. Şu farkla
ki denizin suyu bile bir katılık, yani, konkre hal ifade etmesine karşın,
içimde yansıyan aydınlık, bir aynadan dönen görüntü gibi bütün
katılıkları yok sayış içerisindedir. Öyle ki ruhsal bütünlüğümün her bir
boyutu, uykunun acılarını su katılığı çerçevesinde tanımakta ve o
acıları, an be an buharlaştırarak emmektedir. Uykumun varlığını
bilirken onu, ruhsal monatların toz içerisinde yuvarlanan su damlası gibi
kirleniş ağırlığıyla bilmekteyim. Renk ve sesleri kapatan
düğümlenmeler, o su damlasını, eme eme bünyesel hale getirdiği için,
yatağa gövdemi daha baskın hissediyorum, öyle bir an geliyor ki,
ağırlığını duymadığım gövdemi, rüyanın şiddetleriyle tartabiliyorum.
Kaç kereler düşte uyuduğumu gördüm, aslında uyuduğumu gördüğüm
an, uyanıklığım olmasına rağmen, gövdemin ağırlığını duymadığımdan
düş demek zorunda kalıyorum. Aşk da böyledir ya. Tijen’in ellerini
ellerimde unuttuğu zamanlar “uçuyorum!..” dediği gibi.
Kendini kazanmak için Konevî nasıl uyanık olmak zorunda ise,
ben uyumak zorundayım onun kadar: Konevî’nin minarenin alemine
yakın yerde sırığa yerleştirdiği makara sistemine oturttuğu sepet,
makarayı döndüren ipin elinde oluşu ve boşluğun ölümle özdeş yanı ona
kendini tanıma onurunu tattırabilirdi, ya da sevgilisini oval pencereden
gözlemek için gözlerine giren uykuyu, parmağını kesip yaraya tuz basan
aşıklığıyla kovan tavır, uykusuzlukla kaybedilen bir aklın gayretleri gibi
gelir bana.
“Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar” sınavları kazanmak
zorunluluğuyla üşümek gibi bir dizeyle kendilerine gelebilirler. Benim
gibi ya da.
Ziya her geceki gibi kahvehaneden üstüne sinen sigara
kokularıyla geldi. Işığı yakmadan hamam böcekleri gibi sesler çıkararak
odasında dolaştı bir süre… Bunları hep duyuyordum. Gövdemin ağırlığı
94
erimişti. Unutkanlığın bile ağırlığı yoktu, karanlığın ağırlığını bile
duymadığıma göre uyuyordum.
Tek dalgalı lokal radyodan gece için müzik sızıyordu. Biraz da,
duvardaki çivi yaralarında çekiç izlerinin resmi izlenebiliyordu. Egzotik
olarak görülse de, içime ait çizgileri tam anlatmam mümkün değil.
Küçükken bağ kulübelerine (aleçik dediğimiz) sığınışımızı
hatırlarım. Şu anda kemiklerimde domur domur duyduğum, madeni
eklemler gibi cama çarpan yağmur damlalarını hatırlarım. Yağmur, ben
de, bir gurbetçinin sılasına gönderdiği paralara benzer yokluk, açlık ve
boynu büküklük uyandırır. Karanlık gökyüzünün, kıllar aralanarak
seçilen memeden korku sağar gibi boşalması var ya, işte o korku bende
hala sürer. Ölünün üstüne, mezarın tavanından düşen kurtçuklar gibi
pıtır pıtır düşen bir sesi hatırlatır.
“Acaba ben, hiç öldüm mü ki olanları biliyorum. Bilirim.
Çünkü… uyumak var… uykuyu tadan ölümü bilmesi gerekir. Bir de,
sevgilinin adına soluk alıp vermek var ya, onu beceren de ölümü bilir.
Tijen bana ölümü yendirdi. Uyku da yendirdi. Öyleyse ben öldüm ve
ölüleri bilirim. Bilirim ki kefenden başını çıkarıp yastığa yaslar gibi taş
duvara yaslanıp düşünen adam heykeline model olanların etli kemikli
öyküleri var. Bilirim ki hasretini alamadan hapsedilen kemiklerin çıtır-
çıtır ses çıkartması doğaldır. Ve şunu da eklemeliyim ki, avucunda
tuttuğu yüreğini radyo dinler gibi dinleyen ölüler çoktur.
“Göze gözükmez ölüler”. Diyorlar. Oysa âşıka sor bakalım.
Geceler kaç saattir. Kaybını yüreğinde taşıyanların sevgilileri göz
önünde olmasa da gözün içinde ta içindedir.
Gecenin karanlığını bile duymadığıma göre her yağmur
damlasının içerisine sığınmış ve beni kendilerine çağıran şu ölü seslerini
duymamalı mıyım… ama duyuyorum.
Bilmem şu feleğin bende nesi var
Her vardığım yerde yar ister benden
Sanki benim mor sümbüllü bağım var
Zemheri ayında gül ister benden
95
Serçe parmağın tırnağını maviye resmedecek kadar olsun
seyredemediğimiz gökyüzünün zaman, zaman yönlendirdiği yağmur
damlaları ve o yağmur damlaları nedeniyle duvarlarda oluşan Rönesans
fresklerini ressamlığımıza katmak isteğimiz yoktu hani. Tatmadığımız
bu sanat zevklerini kıskandıran biçimsiz resimler ve süpürgelik
tahtalarının arasında beslenme şansı bulan, kapkara, parlak, saydam,
soğuk yüzlü akrepler, arasından çıkmak istediğimiz agora, bu bodrum
katının sıkıntıları olarak kalacak diye katlanıyorduk.
Sınavları kazanmam gerekiyor. Her şey, manevi dünyamızı
yönlendiren basınç bile o sınava bağlı… Kulluğumuz ve kutsallığımız
sınava bağlanmıştı.
O meş’um gece… o, uykuya meleklerin kollarını trabzan gibi
kullanıp zıpladığımız gecelerin geldiği uğursuz gece.. Ve damla damla
ızgara demirlerinin madensel sesini cama yaslayan yağmurlu gece…
Karagümrük’ten vatan caddesine doğru inen, bütün korku
birikiminin kabarttığı kirli sel suları, önüne katıp kovaladığı konserve
kutuları, kundura tekleri, leş kemikleri ve çal-çaputlarla kanalizasyon
ızgaralarını tıkayarak gecenin göğsündeki elime doğru bütün savletiyle
ve namussuzluğuyla ve çirkefliğiyle ve…ve naralar atarak boşanıyordu.
Camlar kırıldı… su geldi..
ayaklarım ağırlık buldu
ayaklarım ıslandı
Ziya’yı mezardan çağırır gibi ünledim.
Gecenin karanlığına iki haricî gibi, ellerinde titremeler dolu
sessizce atıldık. Sarnıca dolan suyun sesleri geliyordu… aklıma aklım
bile gelmiyordu… ağlıyorsa yerimize gökyüzü… ve kapı bir
komşularımızın (bizi komşu saymazlardı) evlerini su basamıyordu ya,
bizden haberleri olmamaları doğru orantılı olarak doğallaştırıyordu.
Yıldız bile yok ısınacağımız. Gerçi üşümekte kendinde olmaya bağlıdır.
Ve bütün ümidini bende odaklandıran ailemin bana mirası,
altın suyuyla yazılmış soy kütüğüm ve önündeki “amme cüzü”nün
şemseli sayfaları… bir anda bütün dünya gözümden silindi.
Basamaklara koştum. Hamaili avucumda görmek dileğiyle… Su
göbeğime erdi. Ziya’nın kolları çekip çıkarmış gövdemi…
96
Her yönde yazılı, her çivide asılı, her rafta sırada o kutsal yitik
duruyordu. Sayfaları yağmurun kirli ayak sularıyla şişkinleşmiş
kartonlar kadar kalın olmalı şimdi o hamail, o kutsal yitik…
Ve annemin yüzüne
Ve babamın yüzüne
Ve kendi yüzüme
Ve gökyüzüne bakamıyorum
Belediye arozözünün yardımıyla evin sularını temizlemek için
bir ay bekledi Ziya… Ben her şeyi unuttum. Şunu gördüm ki ileri bir
zamanda maddesel rahatlamanın elde edilmesi için maddenin azabını
çekmek, mezarlardakileri diriltmek için tarih ilmi yapmak kadar
abesmiş. İnstiktlerimin maddede yansımasını hiç mi hiç istemiyorum
artık. Onlar kendi özellikleri içerisinde ve yeni bir boyut eklemeye
gerek duymadan kullanılmalı imiş.
yüreğimde o yitik hiç yitmeyecek,
gözümde o karşımda, aklımda o,
göz göz oldu yüreğim yokluğundan,
sözüm de o, ağıt gibi, içimin ezgisi,
bilmem kimi “gördüm dese” diye arıyorum,
aslına döndüğünü aklım biliyor
kimi zaman ölüyorum sanki.
97
KURUM VE ADAM
Birinci Bölüm
Gökyüzü yeni silinmiş bir cam gibi güneşi üstümüze
yansıtıyordu. İkindi ezanı Marmara’nın maviliğinde henüz dinmişti.
Deniz durgun hava soğuk, geriden gelen vapurlar çok iyi seçiliyor,
yeşillikler arasında sırtını Sultan Ahmet camiinin minarelerine dayamış,
Topkapı’nın narin bacaları arkasındaki mavi fonun gölgesini
bırakıyordu. Kadıköy parkında yerlerin çamur olmasına rağmen halk
güneşin son ışıklarından yararlanıyor, karşıları seyrediyorlardı. İskele
yolunun güzelliğini oto parkının sırasıyla dizilmiş taksileriyle, dolmuş
durağının sıraya girmiş yolcuları tamamlıyordu.
Sonbahar Kadıköy’ü bütün bütün kuşatmıştı. Günlerdir yağmur
yağmış sert lodoslar esmişti. Bu havalar yolcu vapurlarını etkilediği
içindir ki halk korkulu günler geçirmiştir. Yağmurlar sonbaharın yerlere
yaydığı yaprakları da ortadan kaldırmıştı. Şiddetli rüzgar ve yağmurun
yarınında gelen bu güzel hava halkı sahile davet etmişe benziyordu.
Belediye işçilerinin budadığı ağaçlar yere çakılmış,
Kadıköy’ün güzelliğini bozan kazıklar gibi gözüküyordu. Hafif lodos
çıkmıştı, dalgalar kıyıda epeyce ilerliyor, havanın bozduğunu gören halk
akşamın geldiğini de bahane ederek yavaş yavaş evlere çekiliyorlardı.
Vapurun bu saatte sık seferleri olmasa Kadıköy meydanları tümüyle
köpeklere ve kedilere bırakılmış olacaktı. Gökyüzü pırıl pırıl yeryüzüne
çok yakın, vapurdumanı gibi geçen bulutları lodos uzaklara taşıyordu.
Bir saatten fazla zamandır oturduğum kahveden kalkıp sahile doğru
yöneldim. Sahil boyunca kapıları kapalı taksilerin içlerindeki aşık
çiftlerinden başka kimsecikler yoktu. Mühürdar dönüşüne kadar
yürüdüm, ceketimin yakasını sağa sola deviren lodosa karşı
düşünmeden batan bir güneş gibi bir süre kıyı setine oturarak
Yedikule’ye doğru İstanbul’u seyre daldım. Haliç’in üstünde kurşuni bir
sis tabakası var, sanki Eminönü’ne doğru yürüyordum. Beyazıt, Fatih
sırtlarının gerisine çekilen güneş, Haliç ve çevresine akşamı getirmişti.
Topkapı’yı doyasıya seyretmek, ufuk menevşe rengine dönmüştü.
98
Marmara’yı kaplayan gökyüzü, Kadıköy’ün üstüne doğru açılan rengini
yaymıştı, üşüdüm. Geri Kadıköy’üne döndüm. Postaneye uğradım.
Telefonların başında kimsecikler yoktu. Şehirlerarasından
Selmin’e bir telefon yazdırdım. Kumbaralı telefonun başına gittim.
Adres defterinden Bengi beyin evinin telefon numarasını boşuna arayıp
durdum. Neden sonra gözüme ilişen rehber imdadıma yetişmişti.
Telefonu Bengi beyin hanımı Nazan açmıştı. Epeyce sitemden sonra
benim konuşmama fırsat vermişti. Telefonu açtığında sesimi
tanıyamamış, soğuk bir eda ile;
“Kimi aradınız” dedi.
“Bengi beyi” dedim.
“Hay Allah… nasıl da tanıyamadım. Müfettiş bey nasıl olur.
Üç aydır merhabayı kestiniz. Nerelerdesiniz.
“Nazan Hanım ben iyiyim. İş, yolculuklar, yorgunluk beni
bağışlayın, küçük bey ne âlemde.
“Biz de iyiyiz! Yanımda… o da… telefonu ona veriyorum…
“Nasılsın meyhabacı… bisikleti eskittin mi bakalım… kim
çıkardı tekerini… tamam ben o babanı hapsettiririm…
hapsettirmeyeyim mi?.. iyi… sana artık iki tekerliklisini almak
gerekli… Bengi çocuğun elinden alma o telefonu.
“Boş ver onları… Nerelerdesin bir haftadır… Ne daireye
uğradığın var… ne kulübe… madem öyle eve uğrasaydın ya…
telefonun telleri mi koptu… Halanla karşılaştım geçen…
“Bengi… gözüm beni dinle… Bu kadar zulüm etme..
“Vay anam vay… cennet kuşuna zulmediyormuşuz… Sen mi
ediyorsun biz mi?...
“Bengi ne olursun sözümü kesme de dinle… Şehirlerarasına
telefon yazdırdım… Şimdi beni oradan çağırırlar… Dönüşte seni
rahatsız ederim…
“Ben mi anlatamıyorum sen mi anlamıyorsun… sen beni
dinlemiyorsun ki. Halan var ya…
“Bengi halasını boş ver… Ne olursun beni dinle… Yarın
Ankara’ya gidiyorum…
99
“Bunu da nerden çıkardı… Hey cennet kuşu… Ben adıyla
sanıyla… İşinde, gidişiyle Bengi paşayım… Senin Bengi Paşan… Senin
gözünü aç da… Önündeki Picassovari yorumladığın tabloyu, Osman
Hamdi’nin tablosuna benzet de anlat… Ankara’da işin ne cennet kuşu…
Konuştuğun her kelimenin her harfinde bir istifham var…
“Adını söyletmekten başka konuşma fırsatı vermeyecek misin
başka muradına erdin… beni memur çağırıyor… Ankara ile
konuştuktan sonra ben seni.. yeniden ararım… iyi akşamlar… iyi
akşamlar…
İdam sehpasına giden bir tutukluya astronomi dersi vermekten
daha kötü bir tavırla Bengi Bey kafamı karıştırmıştı. İçimden ah Bengi
seni nerden aradım. Diye kendi kendime kahrediyordum. Memurun
gösterdiği kabine girdim. Kulağım yaklaştırdığım ahizede, derinden
derine uğultular geliyordu. İçimi tercüme eden bu uğultular, mevsimi de
heceliyordu. Selmin’in sesi madeni sesleri susturmuştu. Alo kelimesine
bir anlam veremeyen, Selmin’le ben hello sözcüğünü parola olarak
seçmiştik.
Helo dedi Selmin, ben de aynısıyla karşılık verdim. Mikrofon
ve kulaklığın kurduğu dünya diğer varlıkları önemsiz hale getirmişti.
Selmin sanki yanımdaydı. Dünyalar benimdi gerçi tüm söyleyeceklerimi
unutmuştum. İçinde kaçmak isteği doğdu. Aklıma ne gelirse sıkı sıkıya
tuttuğum ahizeye boşaltıyordum.
“Üşüyorum… Yarın yanındayım… asfalt çiçeği… Şimdi nasıl
yanındaysam yarın gözbebeklerine bakıyor olacağım… Birkaç kuruş
tasarrufun olmalı ben sıfırı tükettim… yarın yanında olmak… sevindin
mi…
Kelimeleri ağlayarak konuşuyor olmalıydı. Anlamıyordum,
bazı kelimeleri. Kışlık kazağımı hazırladığını söyledi. Konya’dan
kendisine ve bana kışlık panduf aldığını söylüyordu.
“Konya’ya ne zaman gittin…” dedim. Daire arkadaşlarına
getirttiğini söyledi.
“Beni ihtiyarlattın be kışlıkların adını saymaktan… Halin
nicedir anlat bakalım.
100
“Latifeyi bir saat önce İstanbul’a uğurladım… sabah yedide
İstanbul’da olur… elinden tut kızcağızın, sevgilim… İstanbul’u da al
gel yarından erken bir zaman varsa o zaman içerisinde bekliyorum
seni… gözümü yol ettin benim… seni beklemek gibi bir kaderin
mutluluğu yeter bana… Latife’den geniş haber alırsın… onbeş gün
iznim var… şark cephesi hep aynı… değişen ne olabilir ki geldiğinde
görürsün inceden inceye… Hem şunu bil ki gelişlerin değiştirir her
şeyi…
Sermin’in yaşının verdiği olgunlukla kadınlığının verdiği
içtenlik konuşmasında yer yer ağıtlarla kesilerek benim dalgınlığımda
sönüp gitmişti. Daha geniş haberi almak için Latife’nin gelmesini
beklemekten başka çare yok. Latife’yi görmek isteğim de kuşkulu.
Doktora çıktıktan sonra Ankara yolunu tutacağıma göre Latife’nin işi de
Bengi Beyin üzerine yıkmalı. Abdullah Bey de anlayışlıdır.
Düşüncelerimin dört bir yanını araştırdım. Selmin’e söylemekte
unuttuğum bir şey var mıydı? Geleceğimi biliyor olduktan sonra hiçbir
şey unutmadım demektir. Telefonun başından ayrılmamak dileğini
bişdirerek uzaklaştım. Gişeye borcumu ödedikten sonra iç hat
telefonlarının başına geldim. Bengi Beyi bu kez aramak kaçınılmazdı.
“İyi akşamlar yenge… iyi akşamlar müfettiş bey… Biz
hazırlandık senin eve akşam konuğu olmaya karar verdik… yengeni
göreceksin… yeni elbisemin nasıl olduğunu sen söyleyeceksin…
bilinsin ki senin estetik anlayışına güvenim sonsuzdur…
“Elbette yengeciğim elbette… gelin buyurun beklerim… Bengi
Beyi verebilir misin…
“Evet cennet kuşu yengenin dediği gibi… Birazdan senin
evdeyiz… Şimdi eve gidip bizi beklemekten başka çaren yok… Kayın
validemlerin bölgeden geçecek olursam baldızı da getirebilirim… Allah
aşkına bizi pijama ile karşılama sakın yanımızda daha kimlerin geleceği
belli olmaz kendine çeki düzen ver… benzine gelen zammı arabayı tam
doldurmakla ucuzlatmış oluyoruz… Hemen cimri deme canım… cennet
kuşu bunlar hesap meselesi…
“Bengi… ne yapıyorsun… Nereden çıkardın bu gece ziyaretini
bana acıman yok mu hiç.
101
“Felsefeyi bırak şimdi birazdan ordayız…
“Hoş geldiniz… haydi iyi akşamlar…
İç güdüme uyarak eve döndüm. Halamı arayamadım. Kafamı
sadece Sermin meşgul ediyordu. Önümdeki ışık izi sanki Sermin’in
gölgesiydi. Ardınca izledim.
Apartmanın kapısını açmak isteği ile cebimde anahtar ararken,
Nilgün hanım antredeki kapı otomatiğine basarak kapıyı açmıştı. Birkaç
dakika ayak üstü hal hatır sorup daireme girecektim. Makyajdan uzak
ilk kez yüzünü görüyordum. Epey yaşlı gözüktü. Antrenin yüzünü
sarartan küçük lambada simasına ayrı bir ürkeklik ekliyordu.
- İyi akşamlar Nilgün hanım.
- İyi akşamlar müfettiş bey.
- Nasılsınız… İnşaallah annen tavsiyelerimi tutmuştur…
Aspirini de azaltmıştır..
- Ben çok iyiyim… ama annem hep aynı… İhtiyarlar öğüt
tutmazlar ki, dizlerini tutup duruyor… hangi arkadaşından duyduysa
dertlerine bir de tansiyon ekledi… geçenlerde tansiyonunu ölçtürmek
için doktor getirttim… bir şeyciği yok… bu kez de doktorların
arkasından atmaya başladı… “Rahmetli hayatta olsaydı, benim için
profesörler çağırtırdı. Siz benim hastalığıma inanmıyorsunuz” diyor,
dahası durmadan ağlıyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Ben kadın halimle
ne yapabilirim.
Nilgün Hanıma konuklarımın geleceğini bildirerek mazur
görmesini diledim. Nilgün Hanım sözünü bitirmiyordu bir türlü,
annesini de alıp bu akşam bize gelebileceklerini söyledim. Saçını
kulaklarının arkasına taramıştı. Kulaklarındaki küçük küpeler ona şen,
şatır, haspa, hoppa kadın görünümü veriyordu. Konuşurken bütün
organları ile birlikte konuşuyordu. Hizmetçisini izne gönderdiğini
söyledi. Evin yerleştirilme ve düzenlenmesini yeminler vererek üstlendi.
Karşı koymama rağmen kırılmasına gönlüm razı olmadı. Anahtarı
kendisine verdim. Bakkaldan da bir şeyler alacağımı bildirerek dışarı
çıktım. Allah’ım başıma gelenler neydi. Neden bu insanlar bana
zulmediyor. Hayatta kimseye kızmamak suç mu sanki suç olmalı ki
şikâyetlerimi ilettiğim içimdeki dünya bana azap gibi cezayı reva
102
görüyor. Zaman zaman “Müfettiş biraz gerçekçi ol” emrini kendime
vermeme rağmen içimde şeytan gülmeye başlıyordu. Gerçek dediğin
rakamlara dayalı bir dünya ise yıllardır uğraşıyorsun. Ne gerçeği…
Örneğin halamı arayabilirim. Şu karşıdan gelen adama tokat atabilirim.
Beni karakola götüren polislere kartımı göstererek hakaret ettiğim ya da
dövdüğüm adamı suçlu duruma düşürebilirim. Hatta şekerlemelerine
pastalarına belediyenin belirlediği ölçülerin dışına çıktığı için
pastanelerini kapattırabilirim. Hiçbir çıkarlarına dokunmadığım için
beni rahatsız etmeyen tanıdığım ve tanımadığım, herkesi rahatsız
edebilirim. Bütün bunların gerçekle ilgisi ne? Bu düşünceler içerisinde
pastaneden alacaklarımı almış evin yolunu tutmuştum.
Nilgün Hanım getirdiği elektrikli süpürge ile salonu toz
etmeden temizlemiş, mutfakta bir işler görüyordu. Radyoyu açmış, bir
yandan şarkı dinliyor, bir yandan radyoya eşlik ediyordu. Salonda
çıkardığım ayak seslerine sustu. Nilgün Hanımın açtığı pencerelerden
salona dolan soğuk hava bütün mobilyaları canlandırmıştı. Çırpınan tül
perdenin sesini yatak odasından dinlemek mümkündü. Eşyalarıma
dokunan kadın eli, eşyaları bana yabancılaştırırdı. Derimde soğuk
kurbağa gibi gezen o acı hissi duyardım. Bunları unutmalıyım. Nilgün
Hanım mutfaktan “Müfettiş bey hiç değilse haftada bir gün izin ver de
bizim çocuk şu evi sana yaraşır bir hale getirsin. Çatal tabak ne varsa
yerlerde dolaşıyor”. Ne diyebilirdim ki, laubalilik bana yaraşmaz olur
desem… hay Allah kahretsin herkesin ağzı torba değil ki büzesin.
Nilgün iftiraların paravanası olur sonra. Oysa ne kadar iyi yürekli. Yine
de teşekkür etmeliyim. “Değer mi benim için yaptıkların” desem
tevazuumun bu derecesinin hiç kimsede görmediğini söyleyecek.
Yoruldunuz desem “o ne demek” diyecek. Belirli söyleyeceklerime,
belirli karşılıkları almak için, neden zahmete girelim. Kelimelere
zulmettiğimiz yetmiyor mu? Ben bu düşünceler içerisinde sağa sola
atılmış ayakkabıları yerleştirip pencereleri kapamağa salona gitmiştim.
Nilgün Hanım altına tabak tutarak sünger bir lif ile salona gelmişti.
Elimdeki paketleri koltuğun üzerine koymuştum. Başı ile onları işaret
ederek çizgi gibi dudaklarını öne doğru uzattı. Tam bir ev hanımı hali
vardı. Kollarını sıvamış, saçını bir türbanla toplamıştı. Küçük
103
gözbebekleri, zeytinyağına düşmüş bir çift zeytin gibi yan yan bana
bakıyordu. Suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi omuzlarımı kaldırmış
tavana bakıyordum. Elindeki sünger lifi sehpaya bırakarak paketleri
mutfağa götürdü. Gittiği yerde de bir şeyler söyleyip gidiyordu. Bir
şarkının melodilerini mırıldanıyordu. Pencereyi kapattım. Pencere
camında kravatımın gevşemiş olduğunu gördüm. Pijamalarımı giymek
isteğime, Bengi’nin tembihi sildi. Ayakkabılarımı çıkarıp, elime aldım.
Çoraplarımla hole çıkıp elimdekileri ayakkabılığa bıraktıktan sonra az
yıpranmış bir terliği ayaklarıma geçirdim. Elimi atınca her yerde
bulabileceğim yarım kalmış kitaplar Nilgün Hanımın korkusundan
nereye taşınmışlarsa gözükmüyorlardı. Kanepeye oturup önümdeki
sehpanın ızgarasından bir dergi aldım, zaman geçirmek için. Şöyle bir
içindekilere bir göz attım. Banka parası… Şirketlerde sermaye tezyidi…
gibi birbirinden sıkıcı konular. İçerisindeki resimlere bakmak istedim…
Trendler … Çizelgeler… Tablolar… anladım ki hiçbir şey okuyacak
halde değilim. Dergini araka kapağına tükenmez kalem ile Selmin
karikatürümü çizmiş. Dudak büken bir hal, saçımı gözlüklerimi
kapayacak şekilde darmadağınık çizmiş. Her şeye hayret eden sol
yanağımın altındaki derin çizgi, ağzımdaki piponun dumanı gibi
gözüküyordu. Piponun içinden bir ok çıkararak sevgilim yakar mısın
lütfen, yazmış. Şimdi ne yapıyor acaba. Elimdeki dergiyi sehpanın
üzerine bıraktım.
Salona dönem Nilgün karnımın aç olup olmadığını sordu.
Hiçbir şey yiyemeyeceğimi söyledim. O süngerle masanın üzerini
siliyordu. Yatak odasına geçtim. İçimden inşallah burayı görmemiştir
dedim. Evin en feci yeri burasıydı. Köşede duran portatif masanın üzeri,
kirli temiz ne varsa giysilerle doluydu. Sağdan soldan topladığım
askılara gelişi güzel askılara gardolaba taktım. Çarşaf kabili şeyleri
yatağın altına atmıştım. Buradaki eşyalar da benden korkup sağa sola
kaçmıştı. Yatağın yanı başında duran küçük kitaplığın üzerinde,
sigaraları toplayıp salona taşıdım. Sessiz sessiz ikimiz de çalışıyorduk.
Salon, mutfak, hol, yatak odası hariç eve benzemişti. Konukların gelme
saati yaklaşıyordu. Benim ocağa demliği yerleştirmem için izin
çıkmadığı gibi yatak odasının düzeltilme izni isteniyordu. O bir türlü
104
inanmadı. Suç derecesine varan merhametim, buyur ne yaparsan yap
demekten başka çare bırakmadı. Yatak odasına girince öyle sanıyorum
ki küçük dilini yutacak olmuştur. O kadar kirli çamaşırın nereye
gittiğine hayret etmiştir. Buna rağmen bu sadece benim sanımdır. Oysa
Nilgün Hanım gardolabı çoktan boşaltmaya başlamıştı. Kravatları bir
yana, takımları bir yana, kirli ve temiz çamaşırları masanın üzerine
koymuş askılarına güzelce yerleştiriyordu. Ben de kapı sövesine
yaslanıp seyrediyordum. Dolgun hatları hapsedilmiş, kadın becerisini şu
anda olanca çıplaklığı ile ortaya koyuyordu. Üzerindeki büyük gül
desenleri ile ipek hissini uyandıran geniş etamin elbise bu gerçeği baş
döndürücü bir hızla odanın dört biryanından haykırıyordu. Daha fazla
dayanamadan, salondaki koltukların birine kendimi zor attım. Gözümün
önünden bir şerit gibi çevrem, mevkiim, kaderim geçti. Hep zulüm,
zulüm, zulüm.
Başımı vişneçürüğü koltuğun arkasına yaslayarak gözlerimi
karşımdaki tobloya bıraktım. Eski İstanbul gravürü. Tablonun alt
köşesinde lale devrinin şuh kadını. Yaşı otuz, otuzbeş olmalı. İnce
yaşmakların gerisindeki sol kaşı hafifçe kalkık, sadâbadın mutripler
köşesinden, nağmeleri dinliyor. Bizimle alay ediyor sanki eğlenmesini
bilmediğimiz için. Elindeki şemsiyeyi, bize vuracakmış gibi uzatmış.
Radyoda Vagnerden çeşitlemeler dinlediğimizi anons eden bir ses, saat
dokuzu geçiyordu radyonun başına gittim. Bir başka istasyon arayıp,
Nilgün Hanıma seslendim. Şarkı mı istersin, enstrüman beste mi?
Arzuları sorulan her kadın gibi şımaran bir eda ile “şarkı olsun” demişti.
Radyoyu şarkı istasyonuna getirerek sesini açtım. Yatak odasının
penceresini açmış olmalı ki salona soğuk hava dolmuştu. Birazdan
kapanan pencere sesi, gıcırdayan kapılar ve Nilgün Hanımın salona
dönüşü, adı ile hitap etmek doğdu içimden. Karşımdaki koltuğa
oturmasını istedim. Elinde tuttuğu lastik eldivenleri yere koyduktan
sonra “Haftada bir saatlik işi var kirlileri banyoya koyun yarın çocuğu
göndereyim yıkasın.” Yeter Nilgün beni taltifle öldürmeyin. Bak ne
kadar yoruldun. Değer mi? İstersen ben çıkıp anneni getireyim.
- Uyumuştur o… Birkaç saatlik mutluluğu bana çok
görme…İyi ama kuzum… olur mu? Namazı yeni kılmıştır… sanmam ki
105
uyusun… Nilgün şunu bilir misin ihtiyarlar hücrelerinin birer birer
öldüğünü duyarlar… Nilgün aniden atılarak ayağa kalktı. Kollarını bana
uzatarak kim bilir ne büyük mutluluktur… milyonlarca hücrenin birer
birer ölmesi onlara şikayet hakkımı veriyor… Peki biz, biz kimi kime
şikayet edelim. Sen bile onlardan yanasın… Apartmana girerken ayak
üstü nasıl üzerime yürümüşse ayni hal devam ediyor… evine küsüp
kaçmak isteyen genç kız ruh burukluğu vardı… Beni kendisine bu kadar
yakın görerek avazı çıktığı kadar bağıran Nilgün’e karşı yine merhamet
suçunu işledim. Doyasıya boşalmak isteğini yine sinesinde bırakmıştım.
O ise annesine olan şikayetlerini daha da çoğaltıyordu.Kadın deli midir
nedir… Beni kıskanıyor… Düşünebiliyor musun, beni bir anne kızını
kıskanır mı? Geçenlerde yaptırdığı darcık elbiseyi, giydirinceye kadar
başıma hal geldi… Makyaj takımlarımı saklamış…Anlıyorum kuzum
anlıyorum seni…
Başka söz bulamadığım için her şeyi kuşatan “Anlıyorum”
sözcüğüne yaslanıyordum. Oysa anladığım, tek konu Nilgün’ün bana
yakın olmasıydı. Onun bana yakınlığını annesinin sağlamadığını,
göstermek için bu denli ileri gitmesine de razı olamıyordum. Gerçekten
hasta yahut hastalık hastası olsa bile bir evlat annesine dil uzatmamalı.
Ben bu pratik hayat görüşümde böyle yer alıyordu. Aslında Nilgün ile
ilişkiyi hep annesini sormakla, kurmamdan ileri geliyordu. Bunun bu
raddeye geleceğini önceleri düşünememiştim. Sonradan da iş işten
geçmişti. Nilgün’e kendisini sormam yerine annesini sormam hatasını
işlemem, gene merhametimden doğan bir suçtu. Nilgün ağlıyordu.
Ağlamasını da benim yanımda becerebildikten sonra bu apartmanda
durmamın bir anlamı kalmıyordu. Otellerdeki kimlik kontrolünden
kurtulmak için sığındığım, bu evi Nilgün yeni bir merhamet suçu
işleterek bana haram edecekti. Nilgün’ün yanına oturup, Yavrum
kaderimiz bizim bu… benzer yüzlerimizde ayrı kişilikleri taşırız. Şu
güzelim gözlerini mutlu bir dünyaya açmak varken neden üzülesin,
benim yanımda üzgün olmak yok… haydi gül sevgilim gül…
Başını göğsüme yaslamış habire ağlıyordu. Ilık gözyaşları, onu
ne kadar rahatlatıyorsa beni o denli rahatsız ediyordu. Ayağa kaldırıp,
yatak odasına taşıdım. İstersen şu pijamaları giy… Dilersen şurada
106
Selmin’in giysileri var sanırım şu pakette… Onları giyip gelen
konukların yanına çıkarsın. Haydi gül artık haydi. Bundan böyle tek
sırdaşın beni bil yeter artık yeter… İnlemeyi kes bakalım…
Bir süre bana yaslı kaldı, kendime doğru çekip alnından öptüm.
Yatağın üzerine oturdu. Habire dudaklarını ısırıyor. Elinin tersiyle
habire gözlerini ovuşturuyordu. Ben odadan çıktım. Nilgün’ün duyacağı
şekilde çay yapayım da açılırsın dedim. Çayı ocağa koyup henüz salona
dönmüştüm. Kapanan taksi kapılarının ardından, zile basmak zahmetini
duymayan Bengi’nin avaz avaz sesi duyuluyordu. Ben geldim
üstadım…
Kış gecelerinde boza satan, bozacıların sesi. Ünleyen Bengi’nin
sesi de Nazan Hanımın kocasını uyaran. Ayol Bengi ne yapıyorsun…
Tiz sesi duyuldu. Kapıyı açtım. Merdiven koridorunu,
Bengi’nin ıslığı doldurmuştu. Kapıda bekleyerek, hepsini teker teker
davet ettim. Bengi Karadenizli taklidiyle,
Uyyyy daaa nerelerdesun… gözüme inanamayım…
Kucaklaştık. Bu arada Bengi, Kaynanam herif… Olmaz be yav…
Bengi ile el ele salonun ortasında duran bayanların arasına
girdik. Nazan Hanım gülüyordu. Baldızı ve tanımadığım diğer bayan ise
şaşkınlıklarından, ellerini mantolarının ceplerinde tutuyorlardı. Nazan
hanım hemen çocuklara terlik verdi. Mantolarını alıp kapı girişindeki
askıya götürdü. Yolda gelirken tartıştıkları karidesin güzel olup
olmadığı meselesinde, Bengi tutturmuş. Zengin olsam sabah
kahvaltılarında bile karides yerdim.
Nazan Hanım ise suratını buruşturarak mutfağıma öylesi bir
yiyeceği -yiyecek de değil ya- bastırmam sen nerde yersen ye tamam mı
sevgilim. Bengi yalvaran gözlerle imdadına gelmemi istiyordu. Bengi
ben bu konuda ne yazık ki yengemden tarafım… o bıyıklı meretleri
tabağı kirletir sanırım ben…
Bengi de sözü değiştiriyordu yavaş yavaş. Hani canım benim
de zengin olacağım yok ya. Zengin olursam dedim… birkaç defa yedim
ama iyi yapamamışlar…
Bengi bey verdiği ödüne karşılık, biraz da bizim karidesin
lezzetli olduğunu onaylamamızı istiyordu… Kadıların salonda
107
oturmasını söyleyerek Bengi’yi alıp mutfağa girdim. Bengi gene bir
ıslık çalmıştı. Cennet kuşu hurileri mi getirttin burayı temizletmek
için… vay anam… her yer pırıl pırıl… Şu tabaklara bak buzdolabı,
lavabo… ne yaptın sen aydan mı getirttin bu mutfağı… kapılar falan da
silinmiş… Sen mi yaptın yahu, vazoya yerleştirilmiş şu çiçeklere bak…
ben bu akşam eve gitmem… Bazen Allah aşkına gel de bir bak… ne
sürprizler hazırlamış bize…
Diyerek vazoyu kaptığı gibi salona doğru koşmaya başladı. Al
Nazan al… bak şunlara şu sevdiğin çiçekler bak… üstad bunu senin için
almış olmalı… Öyle değil mi cennet kuşu… kızlar sizler ne
susuyorsunuz… Üstadım elleriyle güler… ağzıyla susar… o yüzden siz
konuşun sohbet edin biz bir yanından katılırız…
Beni ikinci defadır gören baldızı, içten bir kahkaha atarak,
Müfettiş Bey görüldüğü gibi durgun değil… enişte biliyoruz onu o
yüzden geldik buraya konuk olarak… Ablam o kadar hakkında çok şey
söylüyor ki… Müfettiş Beyi görmeseydim, ne yalan söyleyeyim
enişteciğim, sana kıyaslama yaparak Müfettiş Beyin de durmadan
konuştuğuna hükmedebilirdim…
Bengi’nin ne şaklabanlıklar yaptığını görmüyorum, ama
mutfağa kadar gelen seslerden konunun benim kişiliğim üzerine
konuşulduğunu duyuyorum. Ara kapıyı örterek yatak odasına girdim.
Hafif bir sesle, Nasılsın meleğim dedim…
Karanlıkta Nilgün’ün nefesini bir anda kulaklarımda duydum.
Yüzünü avuçlarımın arasına alarak konuklarımın yanına çıkmak ister
misin dedim. İnleme ile karışık bir sesle hayır diyordu. Özür dileyip
kalktım. Rahatına bak kapıyı arkadan ört. Üzülmeyi de bırak. Tekrar
mutfağa geçtim. Mutfağa geçerken Bengi’yi yine mutfağa çağırdım.
Haydi bakalım servis işlerini de sen üslen… dolapta içecek bir şeyler
bulabilirsin… Kek şu pakette… Çubuklar şurda… tuzlu yiyecekler
şurada… yemek yemeyen var mı içinizde…
Bengi hayır anlamına başını salladı. Mutfağı Bengi’ye terk edip
salona döndüm. Yabancı kadın Nazan Hanıma bakarak,
Hizmetçiler de çok küstahlaştılar…
108
Yenge tepeden inercesine verilen bu karar karşısında şaşırmıştı.
Beyefendinin konuklarının geleceğini bildiği halde akşama kalmamış…
Sonra gözlerini bana döndüren yabancı kadın, etli
dudaklarından, Öyle değil mi beyefendi… dedi.
Yeni tanıdığım, halinden romantik olduğu anlaşılan, konuğu
sükutu hayale uğratmamak için, Sanırım dedim. O korkudandır ki
hizmetçi çalıştıramam yanımda. Bu hoş olmayan bir şey. Hiçbir kimse
sanırım ki hakir gördüğü birisine evinin en mahrem çizgilerini açmaz.
Bu benim hayat felsefemdir. Konuklarım yine de evimi beğenmişlerdir
umarım… Şu tabureyi kendi ellerimle yaptım… İnsan vakit geçirecek
bir şeyler bulmalı… Mesleğinin dışında kendini hayata bağlayan güzel
sanatların herhangi bir dalında zevkler edinmeli. Şu salonun içerisinde
gördüğünüz eşyaların, örneğin bu şekerlik, kapının iki yanlı sövesini
tutan ahşap çiçek, şu mermer biblolar, parlatma işi hariç hepsini ben
yaptım. Duvarda asılı duran bu büyük tarağı bir ay uğraşarak çıkardım.
Ya hizmetçim olsaydı, bunlarla uğraşabilmem hiç mi hiç mi mümkün
değildi. Çünkü insan kendisiyle uğraşmamak için bunlarla uğraşıyor.
Bir de evdeki diğer bir insanla uğraşmak ayrı bir sanat dalı. Hele
hizmetçi çalıştırmak küstahlığın sanat olarak seçilmesidir. Bir yandan
hiç önem vermiyorsunuz, diğer yandan canınızı güveniyorsunuz. Bu
bakımdan sakıncalı.
Yenge ben konuşurken uzun boynunu içine çekerek kollarını
göğsünde birleştirip deruni ve samimi bir hal almıştı. Bana olan sonsuz
güveni sohbet esnasında eriyormuş hissini veriyordu. Sessizliğini hiç
bozmadı. Kardeşi de ablasına bakarak aynı tavrı takınıyordu. Yabancı
kadın Bengi Beyin baldızının okul arkadaşı oluyormuş. Bengi Bey
yarım ağız söylemişti. İsimlerini de tanıştırırken söylendiği halde
unutmuştum. Yenge kardeşine dönerek, Ayşegül bak şu enişten nerde
kaldı…
Gözükmeyen birisine bakar gibi öne doğru eğilerek yengeye
baktım. Yenge dedim, aramaya çıkalım mı? Mutfakta kaybolmuştur.
Nazan Hanım güldü, Ayşegül salonun kapısından çıkarken, Enişteciğim
nerdesin…
109
Ağzında lokmasıyla, boğulur gibi, Buradayım, çay
hazırlıyorum, gel, gel.
Yabancıya satranç bilip bilmediğini sordum. Bildiğini göz
kapaklarını kapayarak ihsas ettirmişti. Sarışın tenini tamamlayan yeşil
gözlerini insanın göz kapaklarından kıskanacağı geliyordu.
Özel suretle yaptığım sehpayı Nazan Hanım ile ikisinin arasına
yerleştirdim. Üst kapağı açarken özellikle bu genç bayanın gözlerine
bakmıştım. Bu güzelliğin altındaki hassaslığı anlamak istiyordum. Aynı
zamanda sanat kudretimin bana sağladığı o derin zevki tatmak
istiyordum. Saçlarını kulaklarının ardına atarak rakibinin kim olduğunu
sordu. Kadınlığını serapa gençlik duygularında ileri süren yabancı
gittikçe içimde merak uyandırmıştı.
“Yenge buyurunuz kızımızla…” dedim.
“Müfettişçiğim izin verirsen şu mutfağa ben geçeyim, onlar
beceriksizdir. Ağız tadıyla bir çay içelim.
“Baştan yapılan bir anlaşma var. Mızıkçılık istemem. Bengi
Beyin maharetini görelim. Hep onu şımartıyorsun. Yakında göbek de
salarsa şaşmam. Mutfağa girsin de anlasın kıymetini. Değil mi ya
efendim?”
Aslına bakılırsa yenge kocasının çalışmasına aldırdığından izin
istemiyordu. Bengi’nin aldığı alkolün kokusu çok az da olsa salona
gelmişti. Yenge içki düşmanıydı. Bengi bu durumda hanımını da
üzmeden gizli, gizli alkol almak yolunu tercih ediyordu. Çok içmezdi.
Çakırkeyif olmasını ise her zamanki durumu sananlar onun içki
almadığını sanırdı. Çevresindekileri gücendirmeden dilediği gibi
yaşamak isteği Bengi Beyi dışa karşı böyle şen şatır olarak
gösteriyordu. O yeterince alkolünü de almıştır. Yenge gitse bile oturan
kocasına takaza etmiş olacaktı. Bengi ise her zamanki haliyle,
“Ayol karıcığım ne var ki, müfettişim içmek için kadehine içki
almış, onu ise içmesine izin vermeden yakalamışız. Dökecektim
kıyamadım. İçtim. Bir küçük kadehçik. Ne çıkar bundan.”
Engin salona döndü. Yenge gözünün ucuyla Bengi’yi izlerken
süreceği piyonun hesabını yapıyordu. Bengi avizenin ortada yanan
110
büyük ampulünü bırakarak diğerlerini söndürdü. Nazan Hanıma
bakmıyordu. Bana göz kırptı. Başımı salladım.
“Yine ne anlaşıyorsunuz” dedi yenge.
Ayşegül çay takımlarını taşıyordu. Eniştesinden amyant altlığı
getirmesini istedi. Hiçbir şey sormadan mutfağa koştu. Servisi Ayşegül
yaptı. Satranç maçı Bengi Beyin işgüzarlığı yüzünden durdu. Gerçi
yenge ustalıklı oyunlarla, genç kadının hem oyununu durduruyor hem
de hesaplı hamlelerle oyunu sürdürüyordu.
Çay içerken daire işlerinden söz açıldı. Masamdaki özel
eşyalarımın korunması işini Bengiye verdim. Üstündeki eşyaları ya
benim masanın gözüne atar kitlersin, ya da senin masana kapatırsın,
yollu cümlelerle dairedeki durumu anlattım Bengi Beye. Latife’nin işini
görüştük. O işi de çözüme bağlamıştım. Şimdi Latife’yi de görmeme
gerek kalmadı. İstanbul’la tek ilgim yatak uyuyup uyumadığını
bilmediğim Nilgün’le şu yeni gelen yabancı kızdan başka hiçbir şeyle
bağımlı değil. Bir de sabaha yetiştirmem gereken ahşap ayakkabı vardı.
Büyük kısmını yontup tezgahın üstünde belki onbeş gündür durmuş
durumda. Oysa Selmin’e söz vermiştim.
Yolculuğumun bir hafta belki de onbeş gün süreceğini Bengi
Beye boşuna anlatıp duruyordum. Zira o yabancıyla satranç maçına
dalmıştı. Yabancı hep susuyordu. Susmasıyla birlikte zihnini verdiği
oyun kendi lehine gelişiyordu. Oyun çok sürmedi. On dakika bile
geçmeden Bengi Bey ikinci oyunu da bitirmişti. Sonra yenge kocasının
öcünü almak isteğiyle dolup taşıyordu. Hırpalamaya başladı. Bengi’nin
yenilmesini bir türlü hazmedememişti. Nazan Hanım olanca ihtirasıyla
kendini oyuna kaptırmıştı. Bu ihtirası ona oyunu kaybettireceğe
benziyordu. Buna rağmen, Ben saatlerce düşünmeğe gelemem…
Sesi de kendi gibi narin olan yabancı kadın planını bitirmişe
benziyordu. Peki efendim… alın şu piyonu… şu piyonu da alın…
Kaleyi yandan ileri çıkarak bir anda vezirin üzerine hamle
yaptı. Veziri kırılan Nazan Hanım kaleyi kırdıysa da oyunu
kaybedeceğini anlamıştı. Beni yalnız Selmin Hanım yenerdi… Bir de
traja yeneceğe benzer…
111
Çeyrek saat sonra oyunun kaderi belli olmuştu. Ayşegül taze
derisinin ardında gizlediği duygularını, ablasına takaza ederek arkadaş
canlılığını açmış oluyordu. Biz iki müfettiş, onların bu matem hallerinin
raporunu tutar gibi susuyoruz. Ayşegül boşalan bardaklara servise
devam ediyordu. Bengi ne çay alıyor ne de kek, tuzlu bisküviye devam
ediyordu. Trajeye bir maç teklif ettim. Oyununu çok övdüm. Kendimin
ise fazla oyundan anlamadığımı belirtmiştim. Yenilirsem kendisine bu
oyun masasını armağan edeceğimi belirttim. Birkaç hamle boşa gitti.
Bir at, iki fil, beş piyon verdikten sonra, kurduğum kuşatma planına
düşmüştü. Bir hamle ardından şah… Şahını kaçıramamıştı. Şahını
benim taşların arasına koyarken gözleri gözlerimde dondu kaldı.
Durgunluğumun gerisindeki kişiliğimi anlamasına meydan vermemek
için, çok güzel oynadığını yinelemek zorunda kaldım.
112
BİR YAZ GÜNÜ
Bu akşam olmasa bile, bir akşam gelecek ben Sariye ile
gezmeğe gideceğim. Bu şehri, pırıl pırıl bu şehri rüyamda kaç kez görüp
anneme anlattım. Sariye’yle bu şehre gitmeliyim. Bu akşam da
gidebilirim. Benim elimde değil gitmek. Sürücüler beni dinlemez ki,
dinleseler de aldırmıyorlar. Ben bütün yolları bilemem ki. Bu yüzden
kendiliğimden karar veremiyorum. Tanıdığım yollar var, onları
biliyorum
“bir akşam gelecek”.
“akşam!”
“her akşam gelir oysa”.
“akşam”.
“ufku güvercin gözü gibi kızıl”.
“akşam”.
“babam elimden tutacak”.
“bayram ayakkabısı için çıkacağız çarşıya”.
“kırlangıçlar çift kanatlarıyla”
“gündüzü kovalarken arefe”
“akşam”
“Sariye’ye gideceğim”
“babamın önce”
“annemin elini öpeceğim”
“bir tabanca elimde mantar cebimde”
“Sariye’ye varacağım”
O Sariye küçükken daha yaramazdı. Harmanda otlayan
kuzuları kovalardı. Düşerdi çoğucası. Yalnız düşünce ağlamazdı. Bana
çarparsa –kendi çarpardı- bağırarak ağlardı. Elimdeki, söğütten zorla
kavlattığım düdüğü almadan susmazdı.
“düdü boru”
“anan koru”
“kavla nolur”
“düdü boru”
Düdüğün dalını cingi taş üstünde, bu türküyle döve döve
kavlatırdım. Kavlatmak zor değildi. Düdük olacak dal bulmak zordu.
113
Dere kıyısında bulunurdu ama ben oradan korkardım. Oysa tüm söğütler
oradaydı. Yakup abinin ardından giderdim dal kesmeye. Yakup abi
severdi beni. Yakup abinin omzuna basar, dallara tırmanırdım. Kuşlar
kaçışırdı. Yığınla sığırcık kuşu vardı. Yakup abi onları avlardı. Kuş
kebabından bana da verirdi.
“kemiklerini çıkarma” dedi
“budu tatlı olur” dedi
Yedim bu kuş kebabından, çobanların duvar deliklerine
sakladığı tuzları hemen bulmayı hepimiz bilirdik. Tuz ekilmeden tadı
olmuyordu kebabın.
“şapır şupur”
“yarabbi şükür”
Elimin tuzunu yalaya yalaya damağıma tad yapardım. Sonra
koltuk altına silerdim ellerimi. Ceviz ağaçlarının kapattığı yoldan
geçerken, cinlerin sesini duymamak için, cebime doldurduğum taşları
duvara vurur ses çıkartırdım. Taş bitince damak taklatmasını da
bilirdim.
“tlok!.. tlok…!”
“takk”
Bir akşam Sariyegilin bahçesinden geliyordum. Elimdeki yılan
sırtı süslediğim değneği duvar buyunca sürterek ilerlerdim. Duvar
deliğine takıldı. Duvar deliğinde cin vardı. Cin tuttu değneğimi.
Koştum… Koştum. Düştüm çakıl yola, bir dişim oynadı, dudağım
patladı. Gözümden yaş boşandı. Ağlamadım ama. Akşam olmuştu biraz.
Sariyele gelirken, yavaş yavaştı yol, rüzgarda ceviz kokusu
vardı, cevizin yaprakları büyük büyüktü, rüzgar sallıyordu yaprakları,
akşam oluyordu.
“aydede”
“aydede”
“evin nerde”
“evin nerde”
“incesuda”
“incesuda”
“incesunun neresinde”
114
“incesunun deresinde” Sariye yine mızık yaptı.
Ceviz ağaçlarının gövdesini Sariye’yle elele tutuşsak
kucaklayamazdık. Annem de elimizden tutsa, babamla ancak
kucaklardık ceviz ağacının gövdesini. Sariye’nin annesi elimizden
tutamazdı. Onun annesi öldü. Ama Sariye’nin analığı Sariye’ye hep
kötü söylüyormuş. Sariye evlerini hiç sevmezdi. Bizim evde kalırdı ya,
benim yanımda. Oysa ben onu hep korurdum. Annem de hep ona arka
çıkardı.
“öksüz o”
“Allah taş yapar”
Taş olmaktan korkardım. Sariye’yi hiç dövmedim. Bana
vurunca kaçardı annemin arkasına. Annemi çok severdim. Annem
Sariye’ye acırdı. Ama benim canım acırdı. Annem neden beni tutuyor.
Taş olursam olayım. kafasına düşeyim de aklı başına gelsin. Annem
Sariye’yi saklıyor, ona ekmek veriyor. Ben eve gelmek istemiyorum
onun için. Ben de babamı severim. Akşam babamla yatarım daha iyi.
Babam bana leblebi şekeri alıyor. Ben uyurken annem elimden alıyor
şekerimi. Sariye’ye de veriyor. Canımı sıkıyor Sariye. Geçende
simidimi kaptı. Vermedi simidimi ben de şekerini kaptım. Fehmiye
koştu ben kaçtım, Sariye kaçtı, ben terledim, Sariye yoruldu, eve dar
attım kendimi, Sariye de girdi eve, ben ağladım, Sariye ağladı, annem
beni bağrına bastı, Sariye’nin elini öptü. Sariye ağladı, ben uyudum,
Sariye uyudu, annem üstümüze minder örttü, akşam olmuş, sabah da
olmuştu. Sariye uyuyordu ben uyandım babamı kucakladım, o beni
öptü.
*
**
Sariye’nin analığı Mardin’liydi. İki yıl önce babasına vardı.
Güzeldi Sariye’nin analığı. Herkes öyle derdi ona. “Fehmiye” derdi
Sariye. Sevmezdi. Anne demezdi hiç. Fehmiye abla beni çok severdi.
Kara gözlerini hiç unutmam. Uzun simsiyah saçı vardı. Uzun sülün gibi.
Boyu da uzundu. Bir de beni vardı yüzünde. Ne çalışkandı Fehmiye
abla. “Kötü kürt” derlerdi köyde. Ağlardı o zaman… ağlardı…
115
ağlardı… Örtmede, kaç defa oynarken, ağladığını gördüm. Annemin
ağladığını hiç görmedim. Fehmiye abla çok ağlardı,
“kaderim” derdi
“kaderimiz” derdi
“alnımızın yazgısı böyle” derdi.
Mehmet amca, Fehmiye ablayı çok severdi. Ona yeni basmalar
alırdı. Hiç dövmezmiş. Sariye bu yüzden babasını da bazan sevmezdi.
Hem Sariye kötü şeyler de söylerdi Fehmiye ablaya. Önceleri korkardım
Fehmiye abladan, oysa şehirden, babam gibi şeker getirdi bana, alıştım
Fehmiye ablaya. Mehmet amcayı da severim ama “benim oğlum ol”
demeseydi. Ben babamı bırakmam. Mehmet amca beni okutmaz ki.
Babam söz verdi beni okula göndermeye. Kalem alacak, çanta alacak,
kitap alacak, silgi alacak babam bana. Mehmet amca da Sariye’ye alsın.
Kötü kızına alsın.
“Anne Fehmiye abla neden çok ağlıyor”
“sen çocuksun… suss…”
“Mehmet amca Fehmiye ablayı neden satın almış?”
“sus dedim sana… sus ki…”
Ağaç yontuyordum… Sariye geldi… sopamı çekti kaçtı. Elime
kaydı bıçak… Kan aktı epeyce. Ağladım. Annem elime ekmek çiğneyip
sardı, üstüne çaput sardı. Ben uyudum. Sariye kaçtı, gitti. Fehmiye abla
geldi beni öptü. Saçımı sevdi, elimi öptü.
“Yiğidim”
“ben ona gösteririm” dedi.
Fehmiye ablayı çok sevdim. Akşam Sariye geldi evimize. Pilav
yiyorduk. Ayrandan daha çok alacaktım annem gözüme bakmasaydı.
Ayran pilavdan iyi.
“bir pilavdan”
“bir ayrandan”
Babam bana kızmazdı. Anneme de kızmazdı oysa. Halbuki
annem beni döverdi. Babama söylerdim akşam yemeğinde. Dizine alırdı
beni… Sariye’yi de öbür dizine. Annem babama çıkışırdı.
“yüz verme şunlara”
“yorgunsun”
116
Babam bizi gıdıklar gülüşürdük. Ben koç olurdum. Ssariye
koyun olurdu, kafalarımızı tokuştururduk.
“tounkk…”
“tounkk…”
Annem kızardı. Rahat durmuyoruz diye, bir de babamın
şımarttığından yakınırdı.
“tükettiniz beni”
“öleyim de kurtulun”
Yerimize dönerdik. Boğazımızdaki kravatları çıkartmadan
uyuduğumuz çok olmuştu. Bir keresinde Sariye’nin kravatı benim
kravatıma bağlı uyumuştuk. Dayım geldi o gün. Beni havaya attı.
Sariye’yi de attı havaya.
“hooop”
“hooop ballaaa”
Ben gülerdim her zaman, Sariye duruktu. Ama Fehmiye ablaya
küfrettikten sonra kaçardı ki ancak o zaman gülerdi.
Dayım, Sariye’nin üvey dayısıymış. Sariye’nin ölen annesi de
benim üvey teyzemmiş. Dayımın gözünde aynıydık. Ha Sariye ha M.
Dediğini kaç kez duydum.
“Fatma” dedi dayım anneme…
“Bu akşam Mehmet efendiyle Fehmiye gelsinler de oturalım”.
“Olur ağa” dedi annem. Beni gönderdi “amcanı sesle… haydi
durma” dedi “dayım geldi dersin”. Koştum Fehmiye ablaya haber
verdim. Güzide anayla oturuyorlardı benim vardığımda. Bana elma
verdi. Sarı-ekşi elma. Dişim kamaştı. Yarısını yemeden ayrıldım. Dışarı
çıkınca elmayı taşların arkasına attım.
“dedi ki… anne”
“Ağam geldi mi?”
“Dur dedi bana”
“elma verdi”
“Güzide ana vardı yanında”
Çok geçmeden Fehmiye abla geldi.
“Nerde kardeşim… hani… Muzaffer ağam…” dedi anneme
“Şehre gitti akşama dönecek” dedi annem.
117
“akşama dönecek”
“Demedi mi M. akşam… diye” dedi annem.
Biraz oturdu… soluklandı… ağladı…
“Kapı pencere açık” dedi Fehmiye abla.
“akşam yemeğini beraber yiyeceğiz Fehmiye” dedi annem.
“Ağlama kızım ağlanacak ne var”
Fehmiye abla akşamı getirecek gibi serin gitti. Gözleri… kara
gözleri nemli olarak. Beyaz başörtüsünü fiyonk bağlamıştı. Siyah uzun
saçları belini dövüyordu. Kırlangıç gibi siyahtı saçı… yere konmayan
kırlangıç gibi.
“akşama” diyordu
“akşama”
*
**
Hava serin. Babamları bekledik duvara oturup. Sariye “beni
aldatıyorsun” diyordu hep. “Gelmeyecekler” diyordu Sariye.
Dayım bir ucundan, babam öbür ucundan tutmuşlar sepetin
geliyorlardı. Onları görünce koştuk. Sepete baktım. Babam bana bıraktı
yerini. Biraz yürüdüm. Sepeti yere bıraktı dayım.
“Hoş geldin Muzaffer” dedi Nedim amca.
Babam selam aldı. Sepeti koluna taktı ilerledi. Gözüm sepete
gitti. Dayımın elini bırakmadım. Sariye de geldi. Nedim amcanın elini
bıraktı dayım Sariye’nin elini tuttu eliyle.
“Hamdolsun” dedi dayım
“Mahsul iyi mi” dedi ardından.
“Geçinip gidiyoruz”
Nedim amcayla konuşurken İbrahim amca geldi…
“Selamünaleyküm”
“Aleykümselam”
“Aleykümselam”
“iyilenmişin Muzaffer”
“sağol İbrahim amca… Yengem?..”
“Hep iyiler. Bir gün…”
“Kısmetse geliriz.”
118
“Kısmet… gel de olsun”
“İnşaallah”
Hep birlikte yürüyoruz. Ben Sariye’ye bakıyorum. Sariye,
dayımın sözlerini havada yakalayacak gibi, gözünü kırpmadan ağzına
bakıyordu.
“Hö” dedim Sariye’ye.
Dudağını büzdü… ağlayacaktı az kalsın, sonra ben ona bakmaz
oldum. Arkadan bana tepti. Yine de seslenmedim. Dayıma iyice
sokuldum. Dayımın paçalarını dolaştıran ise Sariye oldu. İki eliyle
dayımın bacaklarını tuttu.
Babam sepeti kolunda kapıya varmıştı. Sariye’ye baktım “var
mısın” dedim. Başını salladı. Koştuk koştuk kapıya vardık
“hev hev… hev!” havlıyordu.
Flor geçiyordu yanı başımızdan. İsmail’in köpeğiydi Flor.
Beyaz, küçük bir köpekti ama, İsmail üstümüze “hoşkişlerdi”.
Isırmazdı. Yine de eve zor atardım kendimi. Recep amcanın eşeğini
kovalıyordu flor.eşek çifte atmak için zorlanıyordu. Bu arada gürültülü
yelleniyordu.
“Bızzzzt”
“Bızzzzt”
Dayım bizi kapıdan içeri bıraktı, kendi girmedi eve. Kapı
önünde epey “amca” toplanmıştı, konuşuyorlardı.
Kırmızı ve külrengi yonu taşından örülen kemerli kapımızı çok
taşlamışımdır. Anneme kızınca kapıyı taşlardım. Yeşil yağlı boyayı yeni
yaptı babam. Ben de yardım ettim.
“Bir daha taşlama kapıyı olmaz mı yavrucuğum. Bak kapıya
n’olmuş, ezik ezik… olur mu oğlum… bir daha görmeyim” dedi babam.
Utandım, artık taşlamıyordum kapıyı. Kapı iki parçalıydı. Bir bölümü
kapı desteğiyle sabitti. Bağdan odun getirince açardık o bölümü. Diğer
bölümünün üstünde kapı kolu vardı. Tokmak vardı. Ortası boş at nalına
benzerdi.
Kapı örtülü bulunca kıçımla vururdum, kapı koluna
yetişemezdim.
“şang”
119
“şang”
Açılıp kapanan bölmenin üstünde yay vardı. Kapı kendi
kendine örtülürdü. Babam sevmezdi kapının açık durmasını.
“Kapsız evde mi doğdunuz” derdi
“Ev başıma avlu uşağıma” derdi babam.
Dış kapı örtülüydü. Dayım, akşam olurken bile konuşuyordu.
Kapının aralığından dayımı gözetliyordum. Sariye daha da küçülüp
alttan bana fırsat vermedi ki dayımı gözleyeyim. Ben pörtledim. Sariye
geri çekildi.
“Sen de bak” dedi.
“Ben de” dedi.
İkimiz birlikte aralıktan bakıyorduk, soluğu kulağıma
geliyordu. Gıdıklandım. Ben de Sariye’nin kulağına eğildim.
“Fısır fısır”
“Fıss fıss”
Gülüşüp eve koştuk avluda. Annem Sariye’yi tuttu, ben de
babamın yanına koştum. Sariye’ye ayakkabı almış babam.
“Dayın aldı oğlum” diyordu habire annem. Bana pantolon
almıştı babam. Sariye’ye elbisesini giydirdi annem. Arkası açık
ayakkabısını giydirdi. Üç etek elbisesi laleye döndürdü Sariye’yi. Sariye
çok güzeldi. Bayram kokuyordu… Annesi de ölmeyeymiş hele… Sariye
ne kadar güzel olurdu. Kısa karpuz kolu vardı elbisenin. Hava
doldurulmuş gibi oluyordu. Bilezik kısmı lastikliydi. Beyaz topuk
çorabını da giydi. Sariye çok güzeldi “Bizim kızımız oldu” demeseydi
annem, çok güzeldi Sariye. Uyku gibi tatlıydı Sariye. Babam Sariye’nin
kurdelelerini taranmış saçını okşuyordu.
“Aslan gelinim benim”
“aslan gelinim benim”
“ayakkabımı çevirecek, mendilimi yıkayacak, abdest suyumu
getirecek” diyordu. “Daha ne elbiseler alırım sana”.
“bana yok mu baba” dedim.
“olmaz olur mu?.. Tosunum” dedi. Pantolonumu giydim. Keten
ayakkabımı giydim, naylon gömleğimin üstüne kravat taktım. Dayımın
ne çok kravatı vardı. Almancılar gibi. Çok kravat var evde. Hep dayım
120
bırakıyor. Gazeteyi de o getirir. Gazeteyle annem lamba şişesi silerdi.
Bugün akşam oluyordu. İşi çoktu annemin. Hem bizi donattı, hem de
Mehmet amcalara yemek hazırlıyordu. Böreği gündüz yapmıştı. Su
böreği. Yapılırken başından ayrılmadan haşlanmış yufkasını çok
severim. Sariye’le epeyce aparmıştık.
Annem mutfaktaydı, işi çoktu, lamba şişesini babam sildi.
Sonra beni havaya kaldırdı, direklerin arasındaki örümcek ağlarını
temizledim. Üstümü kirletmedim. Sariye dayımın yanına koştu. Çiçek
gibi hafifti Sariye. Esmerdi yüzü. Tertemiz. Annem bir ara dışarı gitti.
Komşumuz Mümine haladan Lüx lambasını getirdi. Babamın önüne
koydu.
“Yemek yanmasın” dedi. Koştu.
Babam önce gaz lambasını yaktı. Sonra Lüx lambasını yakmak
için önüne aldı. Ve mutfaktan yana seslendi.
“Fatma, evde ispirto var mı?” dedi.
“Koş” dedi bana. “Recep amcana”. Kuş gibi, yeni giysimle
koştum. Aldım ispirtoluğu, döndüm. Uzunca bir borusu vardı, ince ve
ucuna doğru kıvrılıyordu. Küçük, kumbara gibi tenekeden yapılmaydı.
Babama verdim. Lüxün ispirto yerine imbiğini soktu ispirtoluğun. Sonra
aynı deliğin yanına kibrit alevi yaklaştırdı. Kibriti ben alırdım. Beş
kuruşa kutusu. Sariye’yle ben lambanın petrol haznesinin kambur
parlaklığında resmimizi seyrediyorduk.
“Çok yaklaşmayın” dedi babam. Geriden kocaman gözüken
burnumuza hayret ediyorduk. Dudağımız da büyüktü. Dil çıkardık
resmimize. Babam işaret parmağını diliyle ıslattı, lüxün baca gibi duran
başlığına dokundu.
“cızzz”
“cızzz”
Sonra hava haznesinin memesini döndüre döndüre kapattı.
Pompayı sol eline alarak bastı. Yanda gösterge vardı. İbre ortayı geçince
durdu. Hepimiz bembeyaz olduk. Akşam geldi. Lüx yandı.
“Baba bizim olsun bu” dedim.
“Tabi oğlum tabi” dedi babam. Direkten salınan çengele taktı
Lüxü. Evin içi gürültüyle doldu.
121
Foşşşş.
Uykusunu getiriyor insanın. Sariye esniyordu. Dayım içeri
girdi. Kapıyı sıkıca örttü. Ben yanına koştum. Sariye de koştu.
“Hiç güreşiyor musunuz” dedi. Benim yeni tıraşlı boynumu
okşadı, Sariye’nin sırtını. “Yaramaz cingözler sizi” dedi. “Ama ne
yakışmış. Siz de büyüyünce bana alacaksınız. Tamammı?” ben baş
sallıyorum.
*
**
Annem, mutfak ve kiler olarak kullandığımız iç odadan
seslendi. Sariye’yle içeri gittik. Lüxün aydınlattığı ara holden geçerken
kocaman gölgemi seyrettim. Dayımın kitap dolabından daha büyüktü
gölgem. Sariye aydınlık tarafımdaydı. Gölgesi benim üzerime
düşüyordu. Kilere girdik. Gaz kokuyordu. Gaz lambası ya da gaz
ocağından oluşmuştur. Annem belindeki önlüğü çıkardı, Sariye’nin
boynuna taktı. Yine de yerde sürükleniyordu önlüğün eteği. Sariye
güzel kızdır ama üstünü tez kirletir. Cici giysisi kirlenmesin diye taktı
önlüğü. Ben üstümü kirletmem. Beni de tuttu annem kravatımı gömlek
düğme aralığından içeri soktu sallamasın diye. Belki yemeğin içerisine
girerdi kravatımı toplamasaydı.
Yemek yiyeceğimiz oda çok büyüktü. Karşı duvarda, eski
ermeni köyünden satın alınma süslü bir dolap vardı. Duvarı boydan
boya kapladığı içindir ki, babam ara sıra.
“Marangoza ısmarlama yaptırsam bu kadar kip olmazdı. Ucuz
da üstelik” derdi. Dolabın macerasını kaç kez anlatmıştır. Karşılıklı
uzun duvarların önünde sedir vardı. Kalaslarla babam yaptı. Yerinde
yonudan sedir vardı da söktü. Kalastan yenisini yaptı.
“Altına soğan, patates konur, odun konur. Yonu soğuk oluyor.
Alt tarafı taştır. Taşı ısıtmaya güç mü yeter” dedi babam, sediri
yıkarken. Dolabın karşısı giriş kapısıydı. Büyükçe tek kapıydı. Üstünde
pencere vardı. Kapı kapalı durursa içerisi karanlık olurdu. Onun için
kapı hep açıktır. Kışın küçük odada otururduk. Yazın kilere yakın bu
büyük oda çok serin olurdu. Dolapları kullanmak da ayrı bir zevkti.
Banyomuz da bu büyük odamızdaydı.
122
Eskiden tandır yakılırmış bu odada. Ben görmedim. Annem
anlatırdı. Babaannem yakarmış tandırı. Şimdi avludaki tandır
kullanılıyor. Bu odada tandır yandığı için direk ve salları cin gibi
simsiyah. Babam “hasır çekelim” dedi ama annem, “sıçanlardan
kurtulamayız” dedi
“Başımıza hasır akar” dedi.
“Elimiz biraz bolarsın” dedi.
“Olur bakalım hanım” dedi babam.
Duvarlarına benim boyumda yüksek yerine kadar hasır
kapladık. Duvarlar da siyahtı. Alışkanlık korkuyu ortadan kaldırmış
olmalıydı ki, bu oda da köşe kapmaca, saklambaç, kovalamaca oynadık.
Severdim büyük odayı, annem oturup kalktığımıza pek aldırmazdı bu
odada. Ama küçük odada oyun yasaklanmıştı. Aksi halde süpürge
düğdüsüyle sopa yerdim. En çok da ağzıma konacak biberden
korkardım. Bu yüzden ne ses çıkarırdım ne de oyun oynardım. Avluda
koşuşurduk. Avlunun bir kısmının üstü örtülüydü. Yan yana atılmış
direklerin üzerine, ağaç dalları, gilamada yığardık. O bölgeye kar yağar
yağmaz güneşte vurmazdı. Serçe yuvası vardı odunlar arasında. Eşek
arısı petekleri de vardı.
*
**
Dayım sedirde, tek ayağını altına almış, diğer ayağını sarkıtmış
oturuyor. Babam karşı sedirde. Yastığa dayanmış iki ayağını sarkıtmıştı.
Sariye sofra örtüsünü yaydı. Ben kasnak yuvarladım. Sariye kaşıkları
getirdi. Ben ekmek selesini, su testisini getirdim. Sariye minder koydu
sofranın çevresine. Ben su bardağını getirdim. Tuzluk istedi babam.
Sariye getirdi. Karabiberi dayım istedi. “Pirinç pilavı varsa” dedi dayım.
Sariye karabiberi getirdi. Ben pamuğa ekmek veriyordum. “Sofraya
gelmesin şu kedi” dedi babam. Pamuğu tuttum sofraya gitmesin diye.
“Elini yıka” dedi dayım.
“Evet” dedi babam.
Avluya koştum pamuk kucağımda. Pamuğu küçük odaya
koyup kapısını örttüm. İbriğe koştum. Pantolonuma su sıçramasın diye
özen gösterdim el yıkamaya. El silkelememi babam yasaklamıştı. Yine
123
de hafifçe babam görmeden silkeledim elimi, havluya da sildim elimi.
Silkelediğimi bilememesi için dolabın üstündeki çiviye takılıyordu
havlu, yerine astım. Gözüm üstteki –boyum yetişmezdi- takaya takıldı.
Kur’anı Kerim konurdu oraya. Cuma akşamları okurdu babam. Gür ve
kalın sesiyle okurdu. Ellerini kaldırıp dua ederken ben de avuçlarımı
açar, dua ederdim.
“Amin”
“Amin”
Elimi yüzüme sürerdim. O zaman, elim yağlıysa sofraya
silebilirdim. Eline melek konduğu için temiz sayılır. Yüzüme elimi
sürüp amin diyebileceğimi annem söylemişti. Ama annem yüzüne bilek
kısmını sürerdi. Çünkü annemin eli mutlaka bulaşıktı. Ama annemin
tırnakları kırık kırık olurdu hep. Küçük elinin derisi benek benekti.
Esmer eli vardı. Elini beni döverken sevmezdim. Bayramda öperken
hep ağlardım ama. Ben annemi çok severim. Eli de güzel annemin.
Babamın elinin yarısı kadar ancak ya var ya yok.
Dayım “veda vakti geldi” dedi. Yağmur yağıyordu.
“Sen de gel benimle” dedi bana.
“Olur” dedim. İçimde bir bulut dolaştı. Sevinç mi, acı mı
bilemedim.
“Sariye’yi de alırsan” şartını eklemek geldi içimden,
Gitmemek için bahane olarak gibi geldi. Oysa dayım “aslan
parçası sen iste yeter ki” dedi. Donmuştum. Ama gitmeliydik…
Bir yaz sonu Sariye’yle ilk yolculuğumuza çıkıyor trene
binecektik. Hem üzgün hem sevinçli anneme baktım… gitmeyin desin
diye.
O ise “güle güle” diye gözlerimi öpüp, gözyaşını siliyordu.
124
YAZILI KASE
Ortam yine kaynıyor… Kızılbayın yönünden bir toz bulutu
kasırgayla birlikte köyün üzerine doğru geliyor. Toz ki gözleri bahçe
duvarı gibi örerken dudakları açmaz ediyor. Sıcakla birlikte birleşen toz
elleri yapış, yapış yüzden yol yol çıkan çamurlu terleri insana ilk
armağan olarak veriyor. Mevsim yaz diyordu, toz diyordu o da yazıp
tozuyordu.
Dermanı kesilen köpekler dilleri dışarıda yatmak için gölge
arıyorlardı. Kokusu insanları değil hayvanları, kendini düşünme fırsatını
vermiyordu. Yapraklar öğle sıcağına dayanamayarak kendilerini hafif
bırakmışlardı.
Bağ çubukları örtmenin üzerine yeni taşınmış kullanılma fırsatı
henüz bulunamamıştı. Örtmenin iki tarafı açık, üstü de kalın bağ
çubuklarıyla örtülü olduğundan hem gölgelik hem de serindi. Bir
misafir geldiğinde altına bir minder verilip orada ağırlanırdı.
Ayran getirmişlerdi; beyaz, soğuk ve yağlı, hem de kesekli.
Kesekli ayran derlerdi bu köyde. Yoğurtlar sanki parça parça duruyordu
su içinde. Buydu kesekli ayran. Tek kelimeyle nefisti o sıcak altında.
Yazılı bir tas içinde ellerim arasına almış sıcaklığı yenmeye çalışırken
Enis iç geçiriyordu.
- Biliyor musun?
- Neyi?
- Elindekinin hikayesini, öyle garip ki sorma gitsin.
Burasının tarihinden eski.
- Hiçbir bilgim yok. Tarih diye bir şey biliyorsam yani
bizim burasının. Kışın bir, iki metre kar ve soğuk; yazın
işte görüyorsun söze gerek olmayan durum. Çatlıyoruz.
Yazın da su yok kışın da.
- Orası muhakkak ta, anılar canlanıyor bir bir.
Kalbini kırdığını anlamıştım Enis’in. Adeta onu tekrar konuya
çekip, gücenmemesini sağlamak için tebessümlerimle başımı salladım
“Evet Enis ağa yazılı tarzda ve içli bir şey anlatıyordum. Eline fırsat
geçmişti. “Yok ya… önemli değil… basit bir şey” diyordu ama insanlar
isterler ki kafalarından geçen her şeyi karşısındakiler bilsin, anlayış
125
göstersinler, dinlesinler, en azından saygı göstersinler. Bu psikolojik
konumu yüzünde gezinen sinek kadar belirgin görmüş olduğundan,
- Enis’ciğim bu havada organlar görevlerini yapmak
istemiyorlar. Özür dilerim konuşmanızı dinlemek isterdim.
Elimdeki tasdan bahsediyordunuz. Bunlar belli bir belge
midir dersin? Diye kitaptan okur gibi, devam etmesini
istedim.
Kırıldığını belli etmeden konuya girmek için yerinden kalktı.
“Küçük ihtiyacımı gidermek istemiştim de” derken bahçenin bir başına
doğru yönelmişti. Enis’in ak bayırları küçük heliki göstererek “O gece
oralardaydık. Amcam anlatmıştı” sesiyle başımı kaldırdığımda konuşma
ortamını açmış oldum. Yanıma kadar geldi, örtmede tekrar bir
kımıldanma oldu. Taşı eline alan Enis,
- Bizim evde tam onyedi tane. Rahmetli amcamla babam o
gece getirmişlerdi. Yoksa bakırı nerden bilirdik, nasıl
bilebilirdik kırmızı olduğunu. Hem şimdi makinenin
çıkardığı bakır, bakır mı sanki demir bozuntusu. Sarı paşa
azınlığa yol verince mallarını bizimkilere satmışlar. Ama
ne mallar.
- O Anadolu’dan yapılan göç hareketini üç beş inci boncuk
hikayesiyle açıklayamayız. Ona bir başka açıdan tarihsel
yorumu kondurmalı ki bir değer ifade etsin.
Enis ne demek istediğimi anlamıştı sanki cahillikle itham ediliyormuş
serzenişiyle
- Evet canım okudum, onları da okudum demek istediğim
şuydu ki Anadolu’nun bıraktığı kültür değerleri aynen
duruyor. Ve çok büyük.
- Anadolu’da kültür yerine kültürlerden, uygarlık yerine
uygarlıklardan söz açabiliriz. Siz hangi kültürden ve
uygarlıktan konu açtığınızı belirtirseniz sizi daha iyi
dinleriz. Gerçekten güzel bir değerleme olur.
- Kardeşim… anam… abim, herkese söylüyorum.
Hüdavendigarın aymaz akademisyen tavrıylabizii
zehirlediğini, açık net söylüyorum.
126
Birden atıldım. “Bak evlat kırgınlığını başka boyutlara çekerek
kendini ifade etmek istiyorsan, ben kalkıp gidiyorum.
- Dur dinle kesme sözümü diye dolu dolu konuştu Ömer
Faruk.
- Peki… O zaman ben kalkayım, sen rahatça herkese
anlatırsın… diğerlerine hitaben de durumu bana
iletmeyin… Tamam mı? Dedim fakat Ömer Faruk elimi
tuttu…
- Kaçma yok otur hele sana hakaret aklımın ucundan
geçmiyor. Vallahi billahi bütün kalbimle seni seviyorum.
Nedenlerimi dinle… sonra beni döv istersen, namerdim el
kaldırmam.
- Tamam canım tamam bitanem tamam onun için ben
gideyim sen rahat ol istiyorum. Ben de küskün, kırgın
değilim. Anlaştık mı?
- “Hayır olmaz. Otur hele… Bak bir bardak da çay verin
bize” dedi Ömer Faruk.
- Çünkü dedi durdu… etrafı ve beni inceden süzdü
kırıtmamıştık onu gözlemiş olmalı ki
- Tamam… çünkü dedi, Hüdavendigar bizi zehirledi.
Akademik ve akli olanla zehirledi. Bu zehirli dili öğretti
bize. Onun için toplum bizi seviyor, lakin ekonomisinin
dışında tutuyor. Dürüstlüğümüzü onaylıyor toplum, fakat
onun açıkgözlüklerine zarar vereceğimizden korkuyor.
Bizim adil olduğumuza inanıyor. Ve fakat kendi
açıkgözlüklerine iltimas etmeyeceğinizi biliyor. Bütün
bunlar yüzünden, evi saltığa çıkarsam alıcı dahi çıkmaz.
Dükkan açsam alışveriş yapmazlar. Anladın mı şimdi
Hüdavendigar ağabeyimiz. Bizi halktan koparıyorsun.
Çünkü duygusallaşamıyoruz. Toplumun cenazelerinde bile
içimiz yansa da ağlayamıyoruz. Yahu… Kitabî olan bir
dille mantıklı bir akılla toplumun işi yok ki… Bizimle
olsunlar.
127
“Bu yazılı taş diyorum” sen ille de onu musavver kase”ye
çeviriyorsun. Onun için o nesneyi değişik algılıyorum. Öyle de
dillendiriyorum. Ama herkes şöyle bir bakıp geçerken,
“Allah şifa versin diyorlar.
Hep sustum. Ben dinledim o konuştu. O konuştu ben susup dinledim.
Bir fenomen gibiydim.
128
DÜNÜN BUGÜNÜ VEYA AREFE
Gençlik üstüne yapılacak değerlendirmenin öncelikle sınırlarını
belirtmemiz gereklidir. Bunun içindir ki “gençlik” diye bir tanım
vermekten kaçındık.
Gençlik kavramı araştırmanın bilimsel sınıflandırılmasında da
ayrı önem gerektirmektedir. Hatta verilecek tanımlamalar hangi bilim
dalı içerisinde kalıyorsa, ancak o dalda başarılı bir tanım olanağına
erişir.
Gençlik kavramı sanatçıdan politikacıya, halktan yöneticilere
dek uzanan bir çizgiyi de içerisine aldığına göre, bu açılardan da
tanımlamak gerekir.
Necip Fazıl “ben bir genç arıyorum” derken nasıl coşuyorsa,
Mehmet Akif de “iki çam yarması kollar” diyerek genç adamın
fizyonomisini çizmeye çalışıyor olmalılar.
Nasrettin Hoca söze “ben gençken” diye girer. Giden günlerine
yananlar “vay gidi gençlik vay” çeke dursunlar, biz gençlik kavramına
dönelim.
“Ne yazıyorsun” diye yanıma, üst dudağını uzatarak Nedim
geldi. İçimde bir kıskançlık mı nedir doğdu. Yazıyı saklamak istedim.
Ama Nedim’den hiç mi hiçbir şeyimi saklamadığım için ısrarla kağıdı
kaptı. Okudu. Bıyığının altından önce yavaş yavaş sonra da kahkahayla
başladı gülmeye.
- Nedim… yapma gözüm beni kırıyorsun.
Diyerek rica yollu yazıyı vermesini istedim. Elinden oyuncağı alınan
bebek gibi gözlerini bana çevirdi. Kırmıştım Nedim’i. Özür dilemeye
meydan vermeden, ellerini boğazıma uzattı. Ellerini başımdan aşırtarak
bağından kurtuldum.
Daha ayakkabılarını bile çıkarmamıştı Nedim. Bir şey alınıp
alınmayacağını sordu. Benden hayır anlamına başımın hareketini
görünce, potini çözmeye başladı. Yazının havasından çıktığım için masa
başında oturmanın bir anlamı kalmamıştı.
129
Bodrum katında üç gün dışarı çıkmamanın verdiği
uyuşuklukla, odada volta vurmaya başlamıştım. Ev soğuk olmasına
soğuk ama bizi yıkan nemli olmasıydı. Nedim “gel kuluncunu kırayım”
dedi. Kırmaz olsaymış. Her tarafım döküldü. Somyanın üzerine
uzanıverdim. Bu sırada Nedim sabah erken gittiğinden düzeltemediği
yatağının pikesini örtmeye çalışıyordu. Bir yandan da kırpımı dökülen
yastığını düzeltiyordu. Döküntüleri topladı. Ortalığı süpürdü.
Konumuna uyarladığı “bodrum katlarına güneş doğmuyor… gel gardaş
gell…” türküsünü ünleyip duruyordu.
- Masayı sen mi ben mi toplayım.
- Ben, dedim. sağ ol ve de berhudar ol gözüm.
Nedim içeri mutfağa gitti. Islık sesi geliyordu. Masaya yeniden
oturdum ve Soljenitsin’nin “ivan denisoviçin hayatında bir gün”ü yerine
Mustafa Özer’in “Nedim’in yaşantısında bir günün kesiti” öyküsü çıksın
istedim.
Bu sırada Nedim geldi. Somyanın üstüne geriden bir balıklama
atladı.
- Eee.. Nedim. Çiz bakalım bugünün panoramasını. Yediğin içtiğin senin
olsun.
- Ne yedim ki abi. Patron gelmedi bugün biz de gıgılayıp durduk.
Güzelleri de ancak gazete resimlerinden izlemek imkanı ve de. Abi işte
böyle… matbaa işi bitirmedi. Elektrikler gidip duruyormuş. Kağıda zam
var diyorlar. Patron gelseydi söyleseydim bari. Telefonlar çok meşgul.
Ne yiyeceğiz peki. Bende para suyunu çekti.
Ben bir yandan yazıyor bir yandan Nedim’i dinliyordum.
Patron dediği Babıali’nin ünlü yazarlarından birisiydi. İşletmeyi yeni
kurmuştu. Nedim orada görev almıştı. Zavallı Nedim patronun(!)
yanında günde kırk kez ahmak sözünü duymadan uyuyamıyor. Kırk
rakamı patron için uğur getiren sayıymış. O yüzden çocuğun gözünde
günlük kırk deliğin olması çok olağandı. Beni şaşırtan ve öyküsünü
yazmaya zorlayan neden de bugün gözünde delik yoktu. Olmadığına
kendisi üzülüyordu? Bense anlam veremiyordum bu duruma. Saate bir
göz attım. Daha fırın kapanmamış olmalıydı. Sokak giysilerimi çektim
sırtıma. Hiçbir soru sormadan dışarı çıktım. Hem azıcık gökyüzünü
130
göreyim hem de oturmaktan uyuşan damarlara kan gelsin isteğiyle fırına
gidip iki ekmekle döndüm. Çay peynir atıştırdık. Nedim’le bazı konuları
konuşmak doğdu içimde. Bu öykü Nedim’in olduğuna göre onun
durumunu en iyi kendisi anlatabilir.
Artist milletiz
Bizde defaten ölünür
Cahit Zarifoğlu’nun dizelerini o gün getirdiği dergiden yüksek sesle
okumaya başladı. “Kral söylemiş be” diye de ardından ekledi.
Nutuk atmaktan oldum olası kaçarım. Oysa buraya geldim
geleli, gerek yaş durumum ve gerekse, kültür durumum beni bu kötü
ortama sürükledi.
Nedim, namaz kılmadan önce bir Bafra yakmanın daha sevap
olacağını düşünmüş olacak ki, dudağına bir Bafra neden kıstırıverdi.
Beş çakışta ancak yanan çakmağı hotoz burnunun önüne tutuverdi.
Defter ve kalemi alıp somyaya uzanıverdim. Bu arada Nedim namaza
durmuştu. Öğrendiği “tahsildara vergi verir gibi” sözünü yalanlamak
uğrunu ağır ağır namazı bitirdi. Seccadeyi topladıktan sonra ayakucuma
ilişti.
- Ne işe yararız be abi?
- Namaz kılıyorsun ya.
Yine o sevmediğim konuma beni zorla sürüklüyordu Nedim.
Alışmışlardı bir kez nutuk dinlemeye. Alışmış kudurmuştan beter diye
atalar dururken söylememişler ya. İşin kötüsü beni de nutuk atmaya
alıştırıyorlardı. Nedim yine sordu:
- Dünyaya bir görev için gelmedik mi?
- Peki.
- İşte.
- İyi, güzel… Görev dediğin ne? Örnekle bakalım.
- Yazı yazmak. Görevler içinde en az kötü olanı. Geri kalanı
bebe bilik işi. Sıkılıyorum. Bunalıyorum.
- Ne yaptın ki şimdiye dek? Ya da sana yapılanları nasıl
değerlendirdin ki bu sonuca varıyorsun?
- Gerçi bir şey yapmadım, bana yapılanları da hiç tınmadım.
131
- Gerçekten yapabileceğin var mı ki? Yaptığınız ve
yapabileceğiniz bir şey var. O da her şeye falan fistan
kılıfını giydirmek, “kahrolsun”, “yaşasın” diye dilinize
mahya döşemek. En iyisi açıkça ve erkekçe bir şey
yapamadığınızı haykırıp meydandan çekilmek değil mi?
Yetişme ortamımızdan gördüğümüz baskılar sonucu
hoyratlaşan kabalığımız nutuk ortamında daha da cıvıyordu. İçimde
şeytan kabarmıştı. Yüklendim:
- Bunalmak, sıkılmak… ne bunlar, söylesene bana. Elini tutuyorsa ve bu
elini tutmaklığı kişisel problemlerinden doğmuyorsa, elbette olacaktır.
İçinde bir kin kabaracaktır. Ama kime bunu biliyor musun? Eğer
sıkıntın bunu açıklayamamaktan doğuyorsa saniye saniye ölüyorsun
demektir. Bu yanıyla iyi. Gerekli. Boğulmamak, bunalmamak,
uyuzlaşmak demektir. Ezikliğine ve ezene alkış tutmaktır.
Sevinemeyecek, gülemeyeceksin. Hele hele şaklabanlık hiç
yapamayacaksın. Bu güzel.
Ülkede koparılan slogan yarışı kaç zamandır bizim de kafamızı
karıştırmıştı, kimi zaman reklam coşkusuna kapılıp hırçınlığımızı
bodrum katının nemli duvarları arasına bırakıyorum. Bu sırada kapı zili
çalınmıştı. Nedim iyiden iyiye kabuğuna çekildiğinden kapıya ben
gittim. Yıldırım hızıyla kafamdan geçen “bizi arayan, soran olmaz
ama… elektrikçi, sucu, polis olmasın?” düşünceyle kapıyı açtım. Kapıcı
kadın “çöp” diye karşılığımı verdi. Çöp sözcüğüne sağ olla karşılık
verdim. Odaya girdiğimde Nedim somya üzerinde toplanmış ve “İki diz
kapağına yerleştirmiş başını” uyuyor mu, düşünüyor mu belirsiz.
- E, Nedim… Senin sıkıntın nedir? Söyle bakalım, çöp olmaktan mı
yıldın? Habire başını sağa sola yatırıp susuyordu. Hiç böylesine
Nedim’le içten konuşmayı göze alamamıştım. Onun saflığı, her şeyi
biliyor görünümü, onunla direk olarak her şeyi konuşmama engel
olmuştu. Ama bugün ne pahasına olursa olsun Nedim’i
konuşturacaktım.
“Men arefe nefsehu ve fekad arefe rabbehu” diliyle dişinin
arasından Hint racaları gibi sunduğu bu cümle ile her şeyi anlattığını
sanıyordu. Nedim ve Nedim severler bu kestirme yolu çok severler.
132
- Oooh, ne güzel değil mi? Ne kolay. Nefsi bilmek nasıl
olur? Nedim bunları biliyor musun? Yok cancağızım, yok
sen sadece sıkılıyorsun vah canım vah. Sana bir oyuncak
bulsak ama, korkarım hangi tür oyuncakla oynayacağını
dahi bilmiyorsun.
Çok sinirlendiğim zaman en ciddi konularda bile alaya alma
sözcüklerini bol kullanıyordum. Gerçi Nedim’in kişilik sınırına
atlıyordum. Onun susması ise beni büsbütün çıldırtıyordu. Üç-beşyüz
kişinin paket kağıdı olarak kullandığı gazetelere inanıyor ve sulu sulu
anlatıyor da, karşımda susuyordu.
- Sokak aralarında caka satacak yüreği kendinizde
bulursunuz, kiralık kadınları atlatırsınız da böyle sanlarda
susarsınız. Söyle. Yalan mı? Neden bunalıyorsun, neden?
Ekonomik, cinsî sıkıntılar mı seni gerçeklerden
uzaklaştıran? Nedim gözüme baktı:
- Cinsî bunalım nasıl ki? Alnına terler birikmişti. Gözleri
kıpırtı doluydu. Sorusuna hem sevindim, hem üzüldüm.
Çünkü sorgu biçimi öyle güçsüzlük doluydu ki, kim olsa
acırdı. Dertlerini bile ayrımlaştırmaktan korkan boynu
bükük bir ulusun, güya, entelektüel çocuklarıydı. Nedim’in
sorusunu aramdaki yaş farkına rağmen cevaplayacaktım.
- Nedim. Yalan söylemek yok ama, açık konuşalım.
Yalancılıkla suçlamama kırılmıştı. Buna rağmen “tamam”
dedi, başını eğerek.
- Kadın denilince ne anlıyorsun? Daha doğrusu böyle bir
kavrama ayrıcalık tanıyor musun?
- Herkesin bildiği gibi.
- Ne herkesin bildiği gibi olan?
………..
- Bak canım, gözüm, gülüm, kardeşim amacım seni
suçlamak değil, ulusça böyleyiz hani. Bir kadının iştah
kabartan yanını görünce yüzü kızaran, sararanla, aptal
iştihasını doyurmak yüzsüzlüğünü gösteren arasında sanır
mısın ki fark vardır.
133
Nedim ne demek istediğimi şimdi daha iyi anlıyordu. Ve kendi
yerini saptamağa çalışıyordu. Ben konuşmama daha açıklık
kazandırmak için:
- Kadın da insan olarak değerlendiriliyorsa bir sıkıntı
kaynağı olmaktan uzaklaşır. Burada doğal gereksinimleri
söz konusu etmiyorum dikkat edersen. Nedim kendini
suçsuzlar sınıfına koyarak, “altın sırmalı kaftanı” giymedi.
- Abi o yönden rahatım. Sinirlerimiz karşılıklı olarak
yumuşamıştı. Nedim içindeki yalanı aktarmış, bense onu
konuşturmuştum.
- Seni yalancı seni…
- Değil abi…
- Peki öyle sanalım. Kafandaki zamanı çalan varlık nedir?
- Elbette… Bazı gecelerimi de almıyor değil.
- Seni yalancı seni, hani tek problemin insandı? Her şeye
falan fistan kılıfını neden giydirdiğini anladın mı? Bunun
çözümü sana bağlı. Daha doğrusu kişiliğine güvenine
bağlı.
- Eyvallah abi.
- Nedim, ben sana güvenmesem şu anda burada olur
muydum? Ama sen bunu bir gün olsun düşünmüyorsun.
Dosto’nun “Bir Yufka Yürekli” yazarı var. Oku da gör. O
zaman anlarsın bir satır yazının nasıl tutulduğunu. Ya da
“Ezilenler”i oku. Aynı düzeyi Necip Fazıl’ın
“Babıali”sinde izle. Oku diyorsam boğul demiyorum.
Yazar da şımarmamalı elbette. En önemlisi de
yaptıklarınla yetinmemek, doymamaktır. Bu yüzdendir ki
ulusça sağlam bir düşünür yetiştirememişizdir.
Kah coşarak, kah kızarak, kah suçlayarak yaptığım konuşma
Nedim’i öyle bir çizgiye getirmiş olacak ki yine eski taktiği ile:
- Yarın işten ayrılayım.
- Babanın gönderdiği çok bile.
- Para aldığımı mı sanıyorsun patrondan? Fî sebilillah…
“Sayende sayeban olduk İstanbul şehri
134
Sayende sebil, aç kaldık sefil olduk İstanbul şehri”
Diyordu Attila İlhan. Onları da biliyordu demek ki. Şaşırdım. Keçileri
kaçırmamak için saçlarıma sıkı sıkı yapıştım. Çünkü sabah dokuzda
işyerinde olmak için çoğu kez kahvaltı yapmadan gider, akşamsa
dokuzda eve zor gelebilirdi. Düşünce gelişimine ahmak laflarından
başka katkı olmadığı açıktı. Karşılığı ise fîsebilillah. Gördüğü işi ise
ilkokul öğrencisi çok rahat görebilirdi. Matbaa kapısında beklemek iş
mi sanki? Nasıl oluyor da fîsebilillah kaşesi gelişigüzel basılabiliyordu?
Nedim’e dönüp:
- Vay aptal vay. Bu sözleri söylemek için oraya gitmene
gerek yok. Ben de söylerim sana günde kırk kez. Yeter ki
aptallıktan kurtul. Ayıp be ayıp. Müslüman Entelektüeli
adayları meğerse ne işler görüyormuş da haberimiz
yokmuş. Vay ki vay! Ne kolaymış o öyle. Desene tüm
garsonlar, matbaa hamalları, kapıcılar entelektüel.
Nedim başını yine diz kapaklarına koymuş, kendine kendini
soruyordu. Sürdürdüm konuşmayı, sanki Nedim’den hıncımı alıyordum.
Ne suçu vardı zavallının. Ama benim gözümde zavallılık da suçtu.
- Gece gündüz demeden bodrum katlarında neredeyse
güneşi ansiklopediden arayacak halde nemli, beslenmesiz
ve ilaçsızlıkla karşı karşıya insanımızın dramına eğiliriz,
yırtınıp dururuz. Ya onlar? Yani hizmetçiliğini yaptıkları.
Otuz yaşındaki oğullarına macera için paralar yatırırlar.
Besleyin besleyin kuş sütüyle.
Uykusuzluktan gözleri büzülüyordu. Ve yan gelmişti somyaya.
Ben masaya oturup konuşmaya devam etmiştim. Bir ara döndüğümde
Nedim uyuyordu. En iyi başardığı iş de buydu zaten. Son sözlerimi
duymamıştı. Habire horluyordu.
135
ZAMANLAMA
Bu kalb-i kemal ne acılar çekti
Karakteriydi zira çekecekti
**
Muhabbet için ne musibetler kurarız
**
Oyun tanımak ve tanışmak için insanoğlunun en güzel yalanıdır.
**
İhtiyarladığını anla ki
Her şeyde disiplin
Her yerde düzen
Herkes de ciddiyet istersin
Çünkü güç azalıyor. Biçime sokma işi kolaylaştırıyor.
**
Nerde karışıklık var orda bir güç gizlidir. Bir gençlik doludur.
**
Kendinle başkalarını karşılaştırıyorsan ve/veya hep başkalarını
koruyorsan (kendinle veya yanındakilerle) kendinden korkuyorsun
demek gibi geliyor bana.
**
Genetik asaletini anam bilir ekonomik asaletimi ben değil de babam
biliyorsa anam ağlıyor demektir kişiliğim açısından.
**
Yalan herkese yakışır, elverir ki terzi usta olsun.
**
Yaşmak yolunda en çok numarası olan ya da numaralarını numarasız
hale gelinceye kadar üretmek zorunda olan kişi gerçek politikacıdır.
**
136
Hiçbir numarası olmaya tabiattır. Onun da kanunları var. En güçlü
devlet odur.
**
Güzellik duruş için gereklidir.
**
Zenginliği fakirler var eder.
**
Ben sen diyorsam sen ben deme ki gülen yüzler çoğalsın devamlı olsun.
**
Otel odalarındaki bu oyunların ne işe yaradığını pek anlamam lakin bir
yorum getirebilirim. Kişi yalnızlığını ne yöne dönse görsün istiyorlar.
137
SAVCININ MARİFETİ
Atı karda eşinirken kapının atnalı şeklinde kapı kulpu
denebilecek demirden özel yapım kapı kolunu veya tokmağını atından
inmeden kapıya paralel durarak eline alır ve kapıyı çalmaya çalışır.
Kapının dandanları evsahibinin kulağına ulaşmıştı. Eski paltosunu
sırtına atıp uzun fanila donuyla kapıya yöneldi. Tiz fakat yüksek bir
sesle kapıya ulaştı…
- Kim o, hayır mısın, şer misin bu gece vakti.
- Bir yolcu. Tanrı misafiri.
Ev sahibi uzun beyaz donuyla, eski paltonun altında belli olan
uzun kollu gömleğiyle açtığı kapının önünde durur.Olup biteni anlamak
için karşısında, doru at üzerinde yamçı dedikleri kepeneğe saklanmış
başına başlığını geçirmiş, dizlerine kadar çizme bulunan kişiyi süzer …
- Buyur, söyle ne var?
Üşüdüğü her halinden anlaşılan adamcağız biran evvel sıcağa
kavuşmak ümidiyle, titrek, titrek konuşur.
- Kayalıktan geliyorum. Akoluka gideceğim be kardeş. Dünden beri yol
çekerim. Ayaz bastırdı, buraya da güçlükle kendimi attım. Daha yolum
var. Günler bir avuç. Yol kardan gidilmiyor.
Artık yolcunun anlatacağı kalmamıştı. Lakin ev sahibi düşünüp
duruyor. Adamcağızı da içeri alacak gibi tavır takınıp, baştan aşağı
süzer. Güya adamdan şüphelenmiş gibi bakar.
- Kayalıkta bizim tanıdıklar var. Acaba onları tanıyor musun? Hem.. Sen
kimlerdensin?
Adam soğuktan kaskatı kesilecekti. Ev sahibinin bu halini
beğenmedi . Birden “Ne biçim adamsın be… Misafir almıyorsan
alma…” demek geldi içinden ama “boş ver değmez” diye vazgeçti.
Onun böyle düşünceler içerisinde kıvranıp, geç cevap vermesi ev
sahibine kuvvet verdi. Adeta mahalle bekçisi kesilmişti ve hırsızı
yakalamış gibi bir hali vardı. Başladı soru üstüne soru sormaya.
- Kafa kağıdını ver.
138
- Yanımda değil.
- Kimlerden olduğun da belli değil.
- Onu kim söyledi?.
- Ben enayi miyim ulan. Bana Koca Osman derler.
Yolcu, bir ara “git Allah belanı versin. Nerden çıktın başıma”
Kaçmayı geçirdi içinden. Ev sahibi gürültücü ve kavgacı bir tipti. Yolcu
bunu geç de olsa anlamıştı. “İnsana hırsız diye bulaşır bu tipler. Kaçsan
kaçılmaz derken içinden kendi kendine vehme kapılmıştı. Haklıydı da…
Kaçsa bir türlü, kaçmasa bin türlü. Kaçsa, arkasına düşecek “hırsızı
tutun varıyor ha” diye bağıracak. Gerçi atı var ama, köpekleri üzerine
gönderirler. Dahası var; şu kış gününde, kurtların açlıktan birbirini
yediği günde, dağlardan nasıl geçerdi. Bir an düşündü. Gitse, kurtlara
yem olsaydı da bu adamın kapısını çalmasaydı. Kaçmasa ne yapsın.
Adamın bir türlü içeri almadığı gibi, bir de çocuğa edercesine hakaret
etmesi, yolcuyu çileden çıkartmasına yetmişte, artmıştı bile…
Donuyordu… Kalbi duracak nerdeyse. İçeri misafir olmayı unutmuştu.
Tek şu herifin elinden yakasını bir kurtarsaydı. Bütün düşüncesi bu
mihrak etrafına toplanmıştı. Kan beynine hücum ediyordu. Cevap
verecek ve ayakta duracak hali kalmamıştı. Atına yaslandı. Adeta ondan
ısı alıyordu.
Yolcunun ata yaslandığını gören ev sahibi, onu kaçacak
zannedip, kucaklamasıyla da yere vurması bir oldu. Yolcu külçe gibi
yere yığılmıştı. Zaten yolcu dövüş adamı değildi ki.
Ev sahibi avaz avaza bağırır.
- Komşularrr… Koşun, yitişin hırsızı yakaladım. Kız hanııım.. benim
tabancıyı da getir.
Bu imdat çığlığının hareketlendirdiği meraklı gözler birkaç
dakika içinde Koca Osman’ın kapısı önünde toplanır. Koca Osman’ın
tuttuğu keçeye sarılı hareketsiz gövdeyi yüklenerek muhtarın odasına
götürürler. Muhtarı kaldırırlar. Muhtar gelir başına… Birkaç kere
“hey!..” diye seslenir. Fakat ses yok.
- Beri bak Kocaosman herifi öldürmüşsün.
O sırada bir başka yaşlı gelir. Kendisine yol verirler,
yabancının yanına gelir. Bir doktor gibi sağını solunu yoklar.
139
- Bir şeyi yok. Soğuktan bayılmış. Götürün Hasan Hüseyin ağanın
fışkılığa, boğazına kadar gömün. Ben varıyorum biraz sonra.
Götürüp, gömerler yolcuyu… fışkılığa… Köy tabibi (!) gelir
yolcuyu ayıltır. Üstünü başını temizlerler. Muhtarın odaya getirirler.
Açlıktan gözleri dönmüş, dizleri tutmaz olmuştu. Dayanamadı.
- Biraz ekmek ve çay getirin bana. Muhtar efendi ile de bizi, baş başa
bırakın.
Muhtar bu sesi tanır gibi olmuştu. Birden köylüye,
- Koşun… ne duruyorsunuz burada.
Herkes odayı boşaltmıştı. Ekmek ve çay da hazırlanıyordu.
Yolcu, sedire tutunarak kalktı. Başından başlığı çıkardı. Başlığın
çıkmasıyla Muhtarın kalbi duracaktı. Aman efendim Sizi bir defa
gördüydüm. Onun için tam seçemedim. Kusura kalmayın n’olur
efendim.
Artık yolcunun sesi de çıkmıyordu. Kaş-göz hareketiyle “evet”
dedi.
Muhtar yalvarır durur. Lakin savcı açlıktan ölecek. Onun
kahvaltısı hala gelmemişti. Nihayet kahvaltı gelir karnını doyurur.
Muhtara seslenerek,
- Gel yanıma otur. Bak, beni dinle. Korkma suç senin değildir. Ben senin
evine gelmedim ki. Şimdi kimseye savcı olduğumu söyleme. Tamam
mı. Bir yatak ser yatayım. Çok üşümüşüm, iyi gelir zannederim.
Üst üste iki yatak serilir. İkisi de yünden. Yorgan da yünden.
Yastık da işlemeli. Savcı bey yatağın üzerine şöyle bir gerinir.
- Ölmek hiçten bile. Ne güzel söylemiş. “Ölümle hayat arasındaki sınır,
yalanla hakikat arasındaki sınır kadar ihtilaflı değil” diye
Kafasını kaşır. Düşünüyordu. Söylediği sözün kime ait
olduğunu mu? Yoksa takip ettiği ve bu köyde kaybettiği katili mi, acaba
hangisini. Bunu kendi de bilmez. Gayri ihtiyari arada bir “Allah’a şükür
be” halkın dediği gibi “Allah öldürmeyince, öldürmez” “Mucize
kabilinden bir şey oldu bu” “kurtlardan kurtul köye gel de başın belaya
girsin” “ne tuhaflıklar ya rabbi”. Savcı bu düşünceler girdabında
kıvranırken muhtarın itaat dolu sesi,
- Efendim başka emriniz var mı?
140
Savcı kendini toplar. Kendisinin savcı olduğunu aklına getirir.
- Haa. Tamam… Gel sen de şöyle anlatacaklarımı iyi dinle… Ona göre
davran. Kağıt kalem de getir. Yaz dediğim yerleri de yaz.
Hemen muhtar denileni yapar ve savcının yanına oturup,
kalemi çeker ve kulağını da savcıya iyice verir.
- Bak muhtar, der ve duraklar.
Biraz düşündükten sonra, her halinden kendini yavaş yavaş
topladığı meydandadır. Suratı gerilmeye başlar. Devamla,
- Benim atım vardı… Onu Akoluk’taki kaymakamdan almıştım. Cins
attır. Hemen bulun, yoksa ayıp olur. Sana yazdıracaklarım da at
üstündeki heybedeydi.
Muhtar dışarı çıkar. Şöyle bir sorar soruşturur. Ama öyle bir atı
yalnızca Kocaosman görmüştü, başka kimse de görmemişti. Atı tutmak
istemişti bile… Çünkü hırsızı kendi yakalamıştı, hissesine de nasıl olsa
atı düşerdi. Düşerdi ama Kocaosman da tutamamıştı atı. At yolu eline
almış gece kaçmıştı. Mehtap alabildiğine parlıyor ve ova bir gümüş
yatağı gibi gözüküyordu.
Abdi alabildiğine koşuyordu. Gümüşten ovayı, tozuta tozuta
koşuyordu. Kurtlar üzerine yürüyor lakin O’nu kimse durduramıyordu.
Nihayet dağ ve tepeler aşar, gelir. Dönemeci döner ve gür bir ses,
- Abdi… geldin mi oğlum benim. Aman Allah vere de bizim Savcıya bir
şey olmuş olmasın. Dünya dünyaya geçse bizim abdi sahibi ölmeden
gelmezdi.
Abdi’yi kucaklayan, sahibi Kaymakam Kemal beydi. Ve
hemen karakola koştu, iki jandarma alıp Kayalığın yolunu tuttu.
141
ÜYE OLMAYAN GİREMEZ
Dışarıdan vakur, gösterişli ve namuslu bir işçi grubunun
çalışması gibi gözüken kahvehane çok dikkatimi çekiyordu. İçerde öyle
güzel bir nizam gözüküyordu ki gözüme… Masalar aynı hizada yeni ve
çelik ve ona uygun koltuk gibi yumuşak çelik sandalyeler. Taban
döşeme oldukça zevkli, badana yerine plastik badana yapılmış
duvarlara. Tavanı alçıdan çeşitli şekiller, sarkıtılmış veya kabartma
halinde yapılmıştı. Konforuna diyecek yoktu.
Kapı camı buzlu ve yerden iki metre yükseğine kadar olan dış
cephe, camekanı boyanmış idi… Neden içerdeki insanlar gösterilmiyor
acaba?.. Onlar çok mu iyi insanlar, yoksa kahve patenti altında zikir
ocağı mı yaptılar orayı? Neden gösterilmiyor acaba bu insanlar…
Cürüm işlediler ceza mı çekiyorlar orada? Yoksa… yoksa diye
düşünüyordum… Kendi kendime… falanca bey bunları topluyor emir
mi veriyordu… Çünkü O Bey yapar diyordum… Zira kahve kendinin
değil mi? Hem de istiklal harbine katılmadığı halde katıldı gösterilmiş
ve altın madalyada alınış anlatana bakılırsa… Yine zavallı bir kadını etli
butlu diye kocasını vurup almadı mı? Sonra kadına “davam yok” kocam
kendi öldü dedirtmedi mi?.. Yapıyorsa O bey yapıyor bu kapalı yerde…
Zira onun yüzünü oraya girenden başkası görmezmiş.
Hep vehimleniyordum… şurayı bir göreyim ne var diye…
Lakin kapıda… kulübün “Üye olmayan giremez” serlevhası gözümün
önüne tak diye dikili veriyordu…
Kendi kendime de diyordum “ulan aptal mısın sen!.. baksana,
bu adamlar hep fötrlü, kravatlı adamlar. Şemsiyeleri kolunda, canlı
cenaze gibi modern sosyeteler. Bunlar hiç fenalık yaparlar mı? Hem
dediğin bey öğretmenlik yapmış. Belki de savaşa katılmış ve zabitliği
yapıp da almış o madalyayı. Neden şundan bundan duyduğuna ne diye
inanıyorsun… Çünkü herkes rüzgarı kendi yönüne estirmeye çalışıyor.
Keser gibi “hep bana, hep bana” diye yontuyor da, testere gibi “bir sana,
bir bana” diyemiyor. O söyleyen adam da yalan söylediyse…
Yok canım… olmaz… O yalan söylemez… Zira ne çıkarı
olabilir ki benden. Ne valiyim, ne de reis… kapatacak değilim ki kulübü
bana yalan söylesin… Fukaranın hem çıkarı ne olacak ki… Valiye de,
142
reise de söylese aynı şey… zira o kulübe onlar da üyeymiş… Üye
olduklarını da o söylemişti bana…
Günler günleri kovaladı, zaman işledi gitti… Çözememiştim.
Sosyete beylerinin uğradığı bu yeri, merak da ediyorum. Fakat aceleyle
bir iş yapıp yanılmaktansa sabırla yanılmamayı tercih etmek gerekir.
Sabır onun onarılmasını sağlar. Menfilikten kurtarır. Diğer yandan
doğal oluşum imkanı verir.
O muamma kulübün camlar kırılmış yerde saatler lüxler,
paralar, kağıtlar, fötrler bastonlar ceketler pardösüler sürünüyor. Yalnız
cenazeler yok… canlarını kulübe serpiştirip gitmişler. Orayı da üç beş
polis bekliyor.
Ben sabahleyin geldiğimden, görememişim meydan
muharebesini… Çok üzüldüm… kimler gördü acaba ilk açılışını…
Hâlbuki benden başkasının hakkı yoktu. Zira en çok ben görebilmek
istiyordum. İnşaatında görmüştüm. O görüşüm camların boyanışı ile son
bulmuş… son görüşüm de bu ilk görüşümün aynı… Yalnız… Masalar
biraz yıpranmış dizisi bozulmuş yeşil örtüleri düşmüş. En fecisi de, hiç
görmemiştim. Ben dıştan içeriye modern hapishane diyordum ya
yanılıyor muşum ki sormayın gitsin… Hapishane içinde bir hapishane
daha… Benim hapishane dediğim yer çiçek, pardösü, çay ocağı ve beri
benzeri eşyaların konulduğu yermiş… Sandığın gözü başkaymış meğer.
Yani canlar hapishanede, cenazeler hapishane içindeki camekanla
ayrılmış hapishane de mumyalanıyor; hapishaneden de canını dışarı
çıkarıyorlarmış…
Polislere sert sert bakan biri vardır köşede… Hemen yanına
yaklaştım… Geriden geriden polislere lâf ediyordum. Ettiğimi duyunca
bana yaklaştı… Konuşamıyordu… Ama polislere diş biliyordu… Ah
azıcık göz yumsalardı polisler… Dost olacak, onları oracıkta
sevecekti… Her gün üç beş kuruş alıyormuş zira bu kulüpten… Şimdi
rızkı kesilmiş mübarek cenaze reisinin. Biraz işletmek istedim.
- Ya kardeşim, bu polisi görüyor musun sen.
Adamın ayağına çal dolaş oluyor.
Yağ içerisinde yüzen iki çift zeytin tanesi gibi fıldır fıldır
dönen gözlerini bana dikti. Sanki ufkuna ışık doğuyordu… devamla,
143
- Gidip evinde karakolunda oturmuyor da gelmiş
burayı bekliyor. Herifin bir ton zararı var zaten…
Şu pardösüleri, paraları toplasa anca öder. Polisler
gelmiş toplatmaz onları… Ne herifler yahu…
Gözü çıralanıyordu. Yeni tıraş olmuş, bilmem ne kadar aydır
güneş görmeyen yüzü sarılık hastası gibi sapsarıydı. Bir kuyumcu
dükkanı gibi iki sıra altın dolu raflarını açıp, ince efendi tavrını veren
kaytan bıyıklı dudağını kıpırdattıran geniş konumlu papuçsu burun
deliklerini şişirip dar alnını haha da darlaştıran bir kırıştırmayla cevap
bulamıyor gibi,
- Ya küçük bey… Hem de nasıl. Ağzından sözü almıştım zorla, artık
konuşturmak kolaydı… Artık bana güveniyor bir hali vardı… dedim.
- Be ağabeyciğim… Af buyurun, isminizi bağışlar mısınız.
Bir general gibi kuruluyordu… İsmini bilmeyen yoktu benden
gayri her haldeki sarraf dükkanı ağzını açtı gülümseyerek.
- Kulübün sahibi Noyan Sungur beyim…
Birden kafam atmıştı… Unutturuculukta biricik öğretmen,
takaüd veya istifa edicisi bu beydi… Hani şu bey canım… İsminin
takıştırma olduğu gibi fikirleri de takıştırmaydı… Ama adama masum
duruşuyla o kadar güven telkin ediyordu ki, kendi namusluluğunu
unutturacak kadar, namuslu olduğunu muştuluyordu… Hani diyecektim
ki demek ki dürüst sandıklarımız namussuzun teki. Ve şu hükmü de, az
kalsın agoraya milleti toplayıp,
- Ey namuslu geçinen millet… Öyle bir mefhum yoktur. Onu siz
uyduruyorsunuz. Benim bildiğim namuslu insanda şu vasıflar olmalı;
hırsızlık, pezevenklik, anasına ve bacısına flörtlük, dolap çeviricilik,
yutup yatıcılık ve bunu bastıracak derecede sikoç kumaştan elbise,
kolalı gömlek, altın manşet, altın iğneli kravat, altından rozet ve bir
bilmem ne diploması… diyecektim.
Polise kızıyordum kendi gönlümce. Zira bu kulüpte, bütün
namuslu namussuzlukları yapan, bilmem şu kadar insanı canlı cenaze
haline getiren şu bilmem insan kırıntısı ne beyi. Hem de polisin yanında
serbest gezerek, polise bile kızıyordu…
144
Ben bunları düşünürken bir jeep yanaştı ve yanımdaki zibidi
beyi kolundan tuttular… Arabaya atıyorlardı… ama O silkelenip
kendini serbeste alarak,
- Yakalama emrini gösterir misiniz.
Tok ve beni heyecandan göklere çıkaran o sivil istihbarat
memurunun sesi,
- Beyefendi karakola gidelim hele orda sorarsınız
bu soruyu diye memur ekledi. Diğer büyük
mevkie ve reisliğe sahip olduğu anlaşılan memur,
- Ulan şerefsiz, hem kulüpte çıkardığın –ki bu 1 lira
içinmiş- kavgada sekiz kişiyi iki taraf eder bir
birbirlerine öldürtürsün. Kenara da çekilip
namuslu gibi durursun. Yürü de üç aydır
kulübünüzde bulunan teybimizdeki seslerini dinle
ve cezanı kendin ver. Diyordu.
Artık her şeyin bittiğini anlayan Sungur Bey nam-ı diğer
Karabet Yasef Bey sağa baktı sola baktı kaçacak yer yoktu. İsteksizce
arabaya doğru yürüdü.
Noyan Sungur’u ilk defa bana anlatan adam eskiden arkadaşlık
etmiş kendinin de bilmem kaç lirasını yediğini anlatırken
umursamıyordum ki… Dedim,
- O gün gözümle gördüm kulüp kapandı ve herifi hapse atacakları kat’i
idi.
Fakat O birden atıldı.
- Bak yeğenim, aslanım dinle… beni iyi dinle…
Tam damarına basmıştım. Her şeyi anlatacaktı… Tek tük
gazete haberi gibi vermekten uzak tam gerçeği anlatacağı sinirinden ve
gözlerinin dönüşünden anlaşılıyordu… dedi.
- Hapishane bir ıslahhane gibi gözüküyorsa da
aslından uzaktır. Orası ki namussuz sefil tipleri
cemiyet içinde ezilmekten kurtarıp besliyor,
gözünü karartıyor, büyütüyor ve kuvvetli
vaziyette, namuslu insanları tedirgin etmek için,
geri gönderiyor. Ama delil ve ispat
145
yetersizliğinden bazı suçsuzlar da düşüyor
oraya… onlar da ekseriyete uymuyor mu. Orada
beleşten beslendikleri ve enerji tüketimi bir
tarafa; çıkınca da daha beteri… Her yerde palyaço
kesilen, bela ve kıç nişadırlayan ve tam
güçsüzleşeceği zaman soluğu hapishane
yatağında alan onlar değil mi?
Artık epeyce vaiz dinlemiştim. Biraz daha damarına basayım dedim.
- Peki güzel… güzel ama anlattıklarının konumuzla
ilgisi ne ki…
- Beyinsiz herif kafa yok mu sende diye bana
kızıyordu ki yerinde bir taş koydum.
- Af buyur derdin ki her şey fikirle olmalı… İlim,
ihtiras ve sinir götürmez… Kuvvete dayanan ilim
ve adalet bir gün yıkılmaya mahkum… sen ise
bana kızıyorsun… Hâlbuki sen söylediğine riayet
etmiyorsun.
Kendini kendiyle bağlamanın zevki içinde dinlemeye başladım…
- O adamı hapsettiler, kulübü kapattılar diyorsun…
gözünle gördüğünü söylüyorsun… Hâlbuki göz
her şeyi görmez ve hatta görüleceği mutlak olan
bir şeyi sırf doğuş şiddetinden bakar göremez
olur. O adamın sonunu biliyor musun ki
söylüyorsun bunu…
- Yooo… Hayır…
- Şimdi O kulübü akrabası beye kulüp yapması için
vermiş. Yani, “işini değiştir… Yolunda git”
demiş kısaca…
- Eee… hele bir işlektirlik alıp gidiyordu…
- Tamam
- Desene bunun da boyanıncaya kadar olan kısmını
göreceğim…
- Ne diyorsun…
146
- Şey canım, af buyur. Kafamdan geçenleri söyle
düşünürken
- Hııı… Ne geçiyordu ki kafanda…
- Sorma Abi… doldum ağlayacağım artık…
- Sus ha… Erkek ağlamaz… Sabreder.
Cidden nerdeyse ağlayacaktım artık… kafamızı nelerle meşgul
ediyoruz diye. Kendimi unutmak için devam et abi devam et dedim…
- Görüyorsun ya… gençlikte görülen zulüm, insana
çok ağır geliyor. Hatta hayatı boyunca bu hıncı
almak için uğraşıyor. Bütün idealini o yollara
bağlıyor. Ve hatta canını bile bu uğurda veriyor.
Yani küçükten cemiyete faydalı olacağı yerde ona
düşman yetiştiriyor…
Dayanamayarak,
- Suç bizim mi…
- Değil.
- Peki o adamı biliyorsun… sen olsan ne
yaparsın…
- İnsan insana bir şey yapmaz. Ben de ona bir şey
yapmazdım… Hatta paramı bile aldı ne dedim.
Ağzımı açıp bir çift laf mı ettim. O paramı getirip
verirdi… Lakin bir gün ben zehaba kapılıp,
kuşkulandım ve ondan uzak durdum. Ona
kuvvetli olduğunu telkin etmekten öteye
geçmeyen bu davranışım düşmanlarımı onunla
birleştirdi… ve sonu malum… Kaçışı casusluğa
da,
- Ne dedin… Abi sen ne diyorsun.
- Ya… Maalesef öyle… Cezaevinden kardeşinin
paraya boğduğu bir gardiyan tarafından
kaçırtılmış… Şimdi…. Devlette yani yurdunda
hakiki ismiyle yaşıyor…
- Ne günlere kaldık be abi.
147
- Sen daha çok böyle kulüpleri camekanı
boyanıncaya kadar görürsün…
Yine gelip gidiyordum… yine aynı renkte bir kulüp yapılmış…
İçindekileri bilerekten öünden gelip geçiyordum. Şöyle ki; önce merakla
geçtiğim kulüp önünden şimdi, kaç ölüyle, ne zaman zarı sökülen ciğer
gibi ortaya dökülecek… diye geçiyorum.
148
HER GİZLİNİN GÖRENİ VARDIR
- Sus!!!
- Ne var?..
- Duvara yapış.
- Ne var Dedim ulan…
- Ulan kulağıma ses geliyor…
Sesler fısıltı halinde… Ayaklarında kipçe birer lastik
ayakkabı… Yüzleri gözükmüyordu. O kadar sessiz bir anlaşma var ki…
Kayserilinin, yükte hafif, pahada ağır eşyalar için yaptığı anlaşma
gibi… Birbirlerini görmüyorlardı ama, birbirlerinin yerlerini sanki
telsizle muhabere eder gibi, adım adım takip ediyorlardı.
Evde çıt yok, herkes uykuda… Derin bir uykuda… davullar
zurnalar çalınsa uyanmazlar… filozofun dediği gibi… uyku; tekrar
dönüşü olan bir ölümdür. Sahiden de öyle… İnsan uyuyunca dünyadan
el-eteğini çeker… Gözleri kapanmış… Dudakları, son duasını okuyan
bir insan… Elleri-ayakları halsizlikten yana düşmüş, arada bir toplanan,
gevşeyen bir vücut. Tıpkı da ölünün hali… Uyku kimleri dize getirmez
ki… Dört bucağa nam salan eşkıya takımından tutun da, düzensizliğin
düzenindeki Osmanlı yeniçerisine kadar hepsi, uykunun yüzünden neler
çekmiştir. İnleri, obaları, kışlaları, koğuşları hep bu uykunun yüzünden
basılmıştır. O kuvvetli pazularından, çift katlı sicim kıran, başında odun
parçalayan, bir vuruşta kale kapıları deviren yeniçeri; uyku anında bir
çocuk veya uykuda sevilen güzeller gibidir.
Çıtırtılar artar. Yine mutad ses…
- Ulan yapış.. geldi.
- Sen yapış. Ben Karadağı çekeyim..
- Ufak ışığı yak da ayağımın dibine bak.
- Olur.
Ufacık bir pilli fener yanar. Işığı ancak 15-20 cm 2 alanı tutar…
ufacık renkli bir ışık etrafta döner. Çıtırtının nedenini arar. İleri doğru
kapının altına ışığı tutunca, her şey aydınlanır; küçücük bir fındık faresi.
Şu kadar zamandır iki kalbi heyecandan çatlatacaktı. Onun hiçbir
149
şeyden haberi yoktu… O da onlar gibi, bir şeyler araklayacaktı şu gece
vakti… Ne var ki, bu insanoğlu varken, hiçbir şeye hayat hakkı yok…
Çünkü o hayvan dediklerinizin çeşidince ve ruhunca yaratılmış insanlar
var. Yani, hayvanların insanlaştırılmışları, insan maskesine
büründürülmüşleri var.
- Vay kuzum sıçan vay…
- Ulan bizi kınımıza sokan bu muymuş ulan…
- Görüyor musun be… Vay anasını… Şöyle kenara
çekilelim de iyi bir plan hazırlayalım…
- Olur. Misafir odasına geçelim öyleyse…
- Yakalanırız.
- Ulan çabuk. Asıl burada kapana kısılırız…
Misafir odasına bir gölge gibi geçerler ve hafif bir sesle planı
birbirlerine anlatmaya başlarlar.
- Sen şimdi mutfağa geç… Küpleri, çömlekleri
ara… Duyduğuma göre, evin hanımı köylü, kileri
kullanıyor kasa diye. Ben de yattıkları odaya
girip, döşeklerinin altına bakıyım. Sonra sen
yavaştan tıkırda… senin orada buluşup, kaçarız.
Tamam mı?
- Tamam. Hadi çabuk… Durma… İyi de dikkatli
ol… İz bırakma. Yakalanırsak birbirimizi ele
verme yok…
Önce kilere veya mutfağa girecek olan işe koyuldu. Ana kapıyı
açar… İçeriye ışık huzmeleri peydah olmuştu… Korktu ve geri
çekildi… İyice dinledi… Hani “gözünle gördüğüne inan” mavalına
kanacak kadar enayiydi. Dinledi… Çıt yoktu içerde… Tekrar kapıyı
araladı iyice baktı ki, içeriye dolan ışık mehtap ışığıydı… Ne kadar
vehimli ve korkaktı… Gerçi işi onu emrediyordu. Psikolojik hali… Her
zaman, ziyan açılan ceza çekmez ya… Elbette ki ziyan açan da ruh
azabı çekecekti… İşte bunlar, bu ruh azabını çekiyorlardı şimdi…
İnsana taşıyamayacağı yük çektirilmez… İşte taşıyamadığı yükü
çekerse bacakları titrer… böyle vehimli olur. Aslında kişiye yapılacak
hakaretin en büyüğü, bulunmadığı, hak etmediği bir mevkii makam
150
olarak vermektir. İnsan, insan olmak için insanlığa faydalı olmak
babından yaratılmıştır. Değilse, ufacık-tefecik farenin hırsızlık mesleği,
kocaman eşşek gibi bir eşeğin inatçılık şerefi insana verilmemiştir.
Şayet, şerefsizliğin şerefinin gölgesinde yatıyorsa söz yok. Zira o, kendi
beninin mahkumudur, kendisi takmıştır boğazında ilmeği.
Mutfağı arar tarar yok… Çömlekleri, tenekeleri aramıştı…
Yok… Yok işte… Planı hazırlayanın verdiği bilgiye tam riayet
etmişti… Ama nafile… Yoktu… Bulgurların içi, çamaşır makinesinin
vantilatörleri gibi karıştırmıştı elleriyle… Ne bir kırpıntı, ne de bir
demir değmişti. Karar verdi… Artık çıkacaktı… Aklına bir şey geldi…
Un çuvalı. Un çuvalında, undan gayri ne olur?.. O biliyordu neyin
olacağını… Aradı, taradı, unun içini… Nafile, yine umduğunu
bulamamıştı… Boşa çıkmıştı araması, üstelik üstü-başı yağ, tatlı, un,
domates salçası ile yıkanmış gibiydi… Leke adam… Hakiki anlamıyla
leke adamdı… Bunu her şeyiyle ispat edebilirdi.
Karyola gıcırdayıp durmaktadır… büyük geniş bir oda, odanın
ortasında yusyuvarlak bir yatak. İçeriye süzülür, aralık kapıdan… Diz
çöker ve hafif hafif emekleyerek yaklaşır yatağa doğru. Birden örtü
atılır… Sıcaktan bunalan bir vücut, kendini emniyette bilip ortaya atar.
Çırılçıplaktır… Tek gömlek dahi olmayan bir kadın vücudu… Hani
medeniyet denilen tek dişlinin yoldaşları. Bacaklar, hafif dizden kırık…
Yatağa dayalı köprü kurmuş… Saç olanca yayılmasıyla erkeğinin
yüzüne doğru dağılmış… Dolgun göğsü ve gümbürdeyen kalbi bütün
çığlığıyla haykırıyordu şehvetini. Sıcaktan ne yapacağını şaşırmış, kâh
o yana dönüyor, kâh o yana. Pikeyi altına alıp üstüne, o bembeyaz
bacakları makasvari yapıp, üst üste atarak uzanır.
Soğuk bir el sıcak karyolanın yatağı altında bir şeyler arıyor.
Elini ne tarafa sokacağını bir türlü kestiremiyor. O duruş, onu deli
ediyordu. Arkadaşı olmasa… O biliyordu yapacağını ama böylesi
düşünceler arasında kıvranıp dururken hafiften bir tıkırtı duyar. Verdiği
sözü hatırlayıp yavaş yavaş geri çıkar… Gözü de mütemadiyen O’nda
büyülenmişti.
İki karaltı mutfakta yavaş yavaş yanaşır. İkisi de birbirine aynı
anda aynı soruyu sorar.
151
- Nasıl, para eder mi?...
İkisi de birbirini çağırmamışlardı… bundan dolayı ikisi de
birbirine “sen buldun” gibilerden tavır takınıyorlardı. Planı hazırlayan,
“buldu da bena parola verdi” diye geliyordu. Ötekisi ise “buldu da
geliyor” diyordu içinden. Planı hazırlayan evvelce davrandı.
- Ne kadar…
- Ney ne gadar…
- O
- Neyse anlamadım… Amma sen niye geldin?
- Niye mi geldim?
- Evettt…
- Parola verdin ya ulan…
- Yok ben parola filan vermedim.
- Öyleyse herif kalktı, gitti, polise bildirdi.
- Herif avrat gibi… Avradın paçasına kafayı
sokmuş… Kırk yıl uyanmaz. Avrat da anadan
üryan…
- İyi ulan gavur. Sus oğlum. Biz buraya neye
geldik. Sohbet etmeye mi?
- Yok.
- Eee… Öylüyse iş başına.
Tam bu sırada kapı iyice açılır. Tam bir ayak şıpırtısı… Hem de okkalı
okkalı basıyor…
- Saklan…
- Tamam…
Hafif mırıltılar halinde şarkı söyleyerek yavaş yavaş gelir. Bir
kadın sesi… Evin hanımı. Elektriğin düğmesini çevirir… Fakat
yanmaz… Ustalar sigortaları gevşetmişlerdi. Çünkü böyle olacağını
biliyorlardı. Ağır ağır ilerleyip pencerenin perdesini ve camlarını açtı.
İçeriye mehtabın o güzel ışığı ve serin hava dolmuştu. Vücuduna yine
bir şey geçirmemiştir. O iri göğüs ve kalçaları ay ışığında bambaşka
gözüküyordu. Denizin köpüğünden doğan, sevinç, acı ve korkuyu, taş
sütunlarda buram buram ortaya koyan Skopasın yapamadığı, ancak ve
ancak çıplaklığıyla taşta kadını canlandıran Praksitellesin canlandırdığı
152
güzel, cazibeli, şehvetli ve ihtiraslı taşlaşmış tanrı Afrodit gibiydi…
Mağrur ve korkaklık içinde konmamaya çalışır bir hali var… Kalçasını
döner… Işıkta kendi kendine bakar. Kendi de biliyordu ki, kendi
kendini aldattığını. Şehvete de gem vuramıyor ki… İşte bu ruh
burkuntusu onu kranta züppeliğine kadar götürüyordu. Bu gurur ona,
sabahlara kadar aşk oyunları oynama, gün tertip etme, poker oynama,
içki, sigara içme gibi marazlar doğuruyordu. Psişik sorunların ortasında
kalmıştı. Tek gayesi yaşamak, düşünmeden yaşamaktır. Hâlbuki onun
bu hallerini yakında takip eden, iki usta bile bunun gibi değil…
Yaşamak için düşünmüş ve burasını seçmişti… Gel gör ki onların da eli
boş çıkmıştı. Evin Hanımefendisi mücevher takmaz. Çünkü moda değil.
O modayı takip eder. Bunun için ustalar ancak, onun ikinci el eşya mı
yoksa antika bir eşyaya mı dönüştüğün arayıp duruyordu. Kocasına
keşfedilip, madeni kalmamış adaya dönmüş vücudunu seyrediyorlardı.
Hanımefendi tekrar yatağına döndü. Ustalar yerlerinden çıktılar. Bir an
birbirlerine dönüp “gördün mü malı” der gibilerden bakarlar. Ve ilk
planı hazırlayan kalkıp,
- Hadi aslanım hadi, biz it yatağında ekmek
kırıntısı arıyoruz.
153
ŞEYTAN ŞİRKETİ
Ruhum sıkılıyordu. Şöyle gönlümce bir gezeyim dedim ve
evden çıktım. Hiçbir yeri hedeflemeden otobüs durağına doğru
gayriihtiyarî gidiyordum… bir yere gidiyorum gitmeye, lakin nereye
niçin gidiyorum ben de bilmiyorum. Dahası gittiğimi de bilmiyorum.
Ne tuhaf değil mi? Gittiğini bilmeden gitmek. Gönlüm kabarık, dilim
konuşmak istemiyor; mest bir vaziyet işte.
Karşıdaki III cü işçi yardımlaşma kooperatifinin blok evleri
yapılıyor. Onun için bizim sokak kum, tuğla, taş, briket ve kerestelerle
dolu… Geçmek de bir hayli zor. Kıvrıla büküle, bata çıka boş olan
cadde banketine kavuştum… Salkım söğütlü evin önünden geçerken,
oraya da bir göz atmadan edemezdim. Gayri ihtiyari şekilde başımı
döndürmüştüm ki, sarı saçlar ve bembeyaz bir tenle burun buruna
geldik. Çarpmamak için ellerimi, saçların döküldüğü omuzlarına
çaprazvari koydum. Göz göze gelmemek için gözümü yana kaçırarak,
- Affedersiniz matmazel diyebildim.
Başı dimdikti. Burun delikleri inip kalkıyordu heyecandan
kaçmak istiyordu. Aslında ben de tutmak istemiyordum açık kolları
frapan göğsü ve miniminisiyle kaçacak gibi duruyordu… Öyle bir
iğretilik ki o et yığını olan vücudunu birine taşıtacak şeytan çarpmışa
döndürecekti.
Cin’de çarpmıştık işte o cin… O gün bugün bu cinin tesiri
üzerimde… Kalp ağrılarımın, baş dönmelerimin, göz kararmalarımın
tek sebebi o cinin çarpmasıydı. Ama üzerime o satılık mimiklerin
hamallığını yaptıramamıştı. Ama fizik çarpışma metafizik rahatsızlığa
dönüştü.
Hera’nın çığlığını, Afrodit’in terennümleri duyarsın içinde.
İster inan ister inanma her şey ortada… Beni işte o ses sarhoşa
döndürmüştü… sadece sesi… fizik yapı değil, ruhu değil, yalnızca o şuh
kahkahası… Kalbimin kulakçıklarında yansıyıp duruyor ve o ses
kulaklarımda akisler yaparak eriyordu.
Sevgi ancak sevilene verilebilir, gösterilebilir. Hiç sevmeden
de insan sevilebilir… Bu sevgide iade yok… Kuru kuruya bir sevgi-
154
nefret arası bir hal… Buna nefret sevgisi de denilebilir. Ne denirse
densin işte… Sevgisiz sevmek işte… O’nu anlatmaya ne kelime var, ne
de kalem… Öyle bir hal, işte. Zira şeytan çarpmasına benzer. O ne
sevilir… ne de arkasından atılır. Arkasından atıldığında gelir, “intikam
için daha kötü çarpar” korkusuyla arkasından atılmaz. Bu hal, işte öyle
bir hal… Bu hali “şeytan çarpması” diye vasıflandırmak, kömüre siyah
demek kadar yerinde olur.
Kendimi yana kaydırdım, başım yere eğik adeta kaldırımın
taşlarını sayar gibi ilerlemeye başladım. Aslında nereye, niçin gittiğimi
bilmeden gidiyordum. Buna bir de şeytan çarpması eklenirse…
Saniyelerde yılları yaşıyordum… Kimseyi gözüm görmüyor hiçbir sesi
kulağım işitmiyordu. Ayaklarım teleferik gibi ezbere beni bir yere
götürüyor… Otobüs durağına gelmişim. İçimde dalga dalga gelişen
dalganın dalgınlığındayım… Ne kadar bekledim bilmiyorum… sadece
saniyede yılları yaşadığıma göre, üç-beş asır bekledim zannederim.
Yunan’ın ve Mısır’ın gizli dünyasından tutun da, sadece fezada devede
kulak misali yer kaplayan, saman yolundaki o nüans cümbüşü beynimin
zarında bir kıymık gibi gömülü… Hep düşünüyorum… Düşünmeyi
düşünmemek ondan sıyrılıp, kurtulmak için düşünüyorum… Neyi,
neden, niçin düşünüyorum? Ne cevap bulabiliyorum, ne de, cevap
bulmayı düşünmeyi… Buna düşünce değil de, düşünce doymuşluğu
demek lazım. Suya ispirto dökülünce ispirtonun bir miktarı su
molekülündeki boşluklar içinde kaybolur. Kaybolmaz ama döktüğümüz
o miktar ispirto hacim kaplamaz. Biz buna ancak kayboldu deriz. İspirto
miktarı artırılınca hacim kaplamaya başlar ve bardak taşar.
Doymuştur… Artık gerisini atar… Tıpkı suya fazla şeker atınca
erimemesi, tabanda doyduğunu gösteren şekerin kalması gibi… Şeker
artırılması devam ederse çay bardaktan dışarı taşar.
Beynime o kadar çok düşünceler hücum ediyor ki… Kendi
ağırlığımı çekemez hale geliyor… Doymuştur… Doyacağı kadarını
sinesine çekmiş, gerisini hafızadan dışarı ediyor… Bunları yakalamanın
aptallığındayım. Bu aptallık düşündükçe, şekeri artırılan çay gibi
düşünceyi dışarı edip, geride melası bırakıyor. Melas arttıkça
aptallaşıyorum… Aptallaştıkça cinler, periler etrafımda kol geziyor…
155
Skopasın Afroditi; cinler, periler ve benimle şirket kurmuş…
Onların hepsi bir yana… ben bir yana… Onlara gelir, benden çıkar
giderlerdir. Benim kaybolanım… onların elinde vıcık vıcık oyuncak…
Bende kalan kupkuru kelle ve onu hareket ettiren demir ayaklar… Onlar
kazanamadı sadece ben kaybettim…
Dünya dört bucaktır. Yok, yok öyle değildir. Kim ne derse
desin, dünya keşmekeş bucak ve kucaklarıyla doludur. Geometrik
yoldan düşündüğümüz gibi felsefi düşünüşte olsa dünya; sonsuz kere
sonsuz bucak ve köşelidir. Öyle bir evren ki feza boşluğu. Dünya ancak
ve ancak üzerinde yaşayan insanların oranına, boşluğu kaldırabilsek
veya matematik olarak kaldırsak dünya iri bir limon kadar kalır
cümlesinin anlamına oranla yer tutacaktır, ancak fezada bu kadar büyük
bir evren, küçücük ve daracık bir tabut hükmündeki dünya.
Boşluk… Boşluk… Kısacası olabildiğine sonsuzluk âlemi…
Ortasında deniz girdabına kapılmış bir karpuz gibi dönen dünya. Öyle
bir dönüş ki ne hesabı yapılabilir ne de kontosu… O, dönüşüyle değil
mezarlarıyla muammadır. Ve insanlarının dönekliğiyle hesaba gelir.
Onun dönüşünün hesabını yapmaya çalışmak ve uğraşmak, merminin
kendisine ne kadar hızla ve zamanla geldiğini ölçmek için hedef olarak
duran bir insan gibidir. O bir muammadır. Sırrını öldürmekle, ölüsüne
açıklar. Diğerleri yine nasipsizdir.
ey felek, feleksiz felek
altın çıplak üstün yelek
bunca ölüm bunca zulüm gülmek
yakışır mı bize
156
KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI
(KİTAP)
1- İki Kavram Analizi(Laiklik/Aksiyon)-Mustafa CABAT
2- Evsa –Mustafa ÖZER(2.Baskı2012-şiir)
3- Düşüşten Sonra–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Deneme)
4- Sis ve Selva –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
5- Çağrı Sayfaları –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
6- Sanat ve Aksiyon İçinde Bir Portre Denemesi–Mustafa
ÖZER(2.Baskı2012-Den.)
7- Ses ve Heves–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
8- Şapkamda Saklanan Azrail –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
9- Birlikte Ayrılmak –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
10- Çalakalem Çiçekler –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
11-Düşüşten Sonra-2 –Mustafa ÖZER (2012/Deneme)
12-Necip Fazıl ve Büyük Doğu-Ali BİRADEROĞLU(2012-Deneme)
13-Gönüldaşlarımıza Mersiye (2013-Biyografi)
157
14-Siyasi Bir Tavır Olarak BÜYÜK DOĞU- Mustafa ÖZER (2013-
Deneme)
15-Tarih Üzerine/1 -Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
16-Tarih ve Değişim-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
17-Düşünme Üzerine-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
18-Oportünist Değişimin Aktörleri-Ali BİRADEROĞLU (2014-
Deneme)
19-Tarih Üzerine-II (Trajik Sevinç)- Ali BİRADEROĞLU (2015-
Deneme)
20-Muzdarip- Mustafa ÖZER (2015-Şiir)
21-Sığ Kıyıdan-Mehmet KASAP (Biyografi)
22- Oportünizmin İtham ve İlzâmı-1- Ali BİRADEROĞLU
23- Errisaletülledüniye-İmam-ı GAZALİ –(tercüme)
24- Meliklere Altın Nasihatler İmam-ı GAZALİ –(2016-tercüme)
(DİJİTAL)
1-Konferanslar(Necip Fazıl KISAKÜREK-Kendi
sesinden//Ayasofya,İman ve Aksiyon, Dünya bir İnkılap
Mustafa Kanlıoğlu
|
|
Mustafa Kanlıoğlu
|
|
Mustafa Özer (özer Koç)
|
|
Ahmed ceemal El Hamevi
|
|
Prf.Dr.Serdar demirel
|
|
N.Mehmet Solmaz
|
|
Mustafa Özer (özer Koç)
|
|
Mustafa Miyasoğlu
|
|
Mustafa Ekinci
|
|
Galip Boztoprak
|
|
Şeyma Kısakürek Sönmezocak
|
|
Mustafa Kanlıoğlu
|
|
Mustafa cabat
|
|
Ebubekir Sifil
|
|
Ali Biraderoğlu
|
|
İbrahim Ulueren
|
|
Mustafa Özer (özer Koç)
|
|
Ali Biraderoğlu
|
|
Mustafa cabat
|
|