Duyurular

Üstad Necip Fazil KISAKÜREK in vefatının 41.senei devriyesi münasebetiyle vakfımızda (25/05/2024)Cumartesi günü saat 16:30 da yapılacak olan hatim duasına Tüm Gönüldaşlarımız davetlidir.


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
Takvadan Kıymetli İzzet ve Şeref Yoktur
Sponsorlarımız
Ayrık Otu (İç ve Dış Düşman) Yahudi

AYRIK OTU
(İç ve Dış Düşman)
YAHUDİ
MEHMET KASAP
2
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No:41
Mayıs 2024
İrtibat Tel : 0 352 222 54 17
Web : www.kekvakfi.gen.tr
Basım Yeri: Netform Matbaacılık A.Ş.
Matbaacılar Sitesi 7. Blok No: 72 Kocasinan / Kayseri
Tel: 0352 322 1133
Matbaa Sertifika No: 41398
ISBN: 978-???????????
İç Dizayn ve Kapak: Netform A.Ş.
3
İÇİNDEKİLER
Ayrık Otu /5
İkinci Mâbed Dönemi / 9
Kur’an’da Yahudilere Lanet Edilme Meselesi / 20
İnkâr / 20
Hakkı Gizlemek / 24
İsyan / 25
Ahitlerini Bozmak / 27
İftira / 28
Bellek ve Sürgün: Dışlanma ve Rıza / 33
Modernleşme ve Sürgün: Tarihe Dönüş / 35
Tepki Olarak Siyonizm / 37
Siyonizm ve Otorite / 38
Toprak, Kitap ve Adam / 42
Sonuç / 44
İstanbul’a gelen Nassı, yahudi kimliğini gizlemedi / 46
Osmanlı devlet erkânı üzerinde etkili oldu / 46
Kanuni, Nassı’ye “Frenk Bey” Unvanı Verdi / 46
Kıbrıs kralı olmak ve yahudi devleti kurmak istedi / 47
Siyonizm’in öncüsü Yasef Nassı / 47
1579’da Öldü / 47
Tanrının Krallığı / 48
18 Prensip / 49
Kilit noktalar... / 50
Dönme misiniz? / 51
Sütçü Baba / 52
Statüko ve dönmeler / 52
D Grubu / 53
Shema Yisrael / 54
Yıkılan kast / 56
Yahudilikte Ekonomi / 58
Fransız İhtilali ve Masonlar / 59
4
Avrupa Yahudileri ve Fransız Devrimi / 61
Osmanlının son asrı / 61
Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren Yahudi Taburu! / 67
Selanikliler bayram ediyor / 71
Yahudiler Osmanlı askeri / 72
Yahudiler ve Yahudi İnancı / 73
Yabancı olarak Yahudiler / 81
Yarı-yurttaş olarak Yahudiler / 82
Yahudilerin zenginliği / 82
Harvard Üniversitesi’nden Wayne McGuire / 84
Kaiser WILHELM II / 89
Henrı Bergson Düşüncesi / 93
SCIENTİSTLER’İN GÖRÜŞÜ 94
BERGSON’UN KARŞIT GÖRÜŞÜ / 95
POZİTİVİSTLER’İN GÖRÜŞÜ / 95
RELATİVİSTLER’İN GÖRÜŞÜ / 95
Kemalizm / 98
Amerikan Diasporası / 116
Askeri, Siyasi ve sosyal yapılar / 116
Yahudi Federasyonları Konseyi / 117
Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi / 120
Avrupa Diasporası / 124
KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI / 139
5
AYRIK OTU
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in İdeolocya Örgüsü’nde “Hal ve Manzara” faslının ara başlıklarından birisi “İç ve Dış Düşman-Yahudi”... Üstad bu esaslı meseleyi 15 noktada özetlemiş. Biraz da Filistin-Gazze vesilesiyle İdeolocya Örgüsü’nde yazılanları anlamaya çalışınca bu nokta-lamalardan her birinin altında dünya çapında onlarca olay olduğu, anlamak için ciltler dolusu bilgiye ihtiyaç duyulduğu ve dolayısıyla neredeyse bütün bir dünya dinler ve peygamberler ve onlara ihanet tarihinin anlatıl-mış olduğu görülmekte. Diğer taraftan Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşanın İspanya Kralı I. Carlos için “... Şimdi daha çok hiddetlendi, öyle ki kâfir iken Yahudi oldu...” diyerek Yahudinin seviyesini gösterdiği meşhur tespitinin ne kadar yerli yerinde olduğu...
Bilen bilir, ayrık otu bağı-bahçeyi sarmaya görsün, temizlemek için bir uçtan bir uca durdurmaz adamı, yine de bitiremezsiniz. Bitti sanırsınız seneye yeniden göverir, kendini gösterir. Ayrık otu lügatte isim olarak şu şekilde tanımlanmaktadır. Buğdaygil-lerden, kökü çok derin ve sert olduğu için çok çabuk yayılan, bu yüzden tarlalarda, bahçelerde asıl bitkiye zarar veren, ayıklan-ması zor, kökü idrar söktürücü, çok yıllık otsu bitki, bir cins çayır otu.
Başlık için ayrık otuna kıyılmasa iyi olurdu ama bence Yahudi’ye de yakışıyor... İhanetler tarihinin kesintisiz sürdüğü görülünce hak verileceğini umuyorum.
Bu çalışmada İslam Ansiklopedisi, değişik üniversitelerde ya-pılmış tezler, yayımlanmış yazılar ve makalelerden yararlanıldı.
6
I... Önce öz peygamberine ihanet eden tevhid bayrakta-rı Resul “Tûr-u Sinâ”ya çıkınca altından buzağı yapıp ona tapmaya başlayan ve peygamber lânetine uğrayan o….
İbrâhim soyunun taşıyıcısı olarak İshak’ın ve oğlu Ya‘kūb’un seçildiği, İbrâhim’le yapılan ahdin ve Ken‘an topraklarına vâris kılınma vaadinin sadece Ya‘kūb’un soyu için geçerli olduğu belir-tilmektedir (Tekvîn, 17/18-21; 21/12-13; 26/2-4; 28/13-15). İbrâhim, İshak ve Ya‘kūb’dan meydana gelen üç büyük İbrânî atasının ve Ya‘kūb’un on iki oğlunun (Ruben, Şimon, Levi, Ye-huda, İssakar, Zebulun, Dan, Naftali, Gad, Aşer, Yûsuf ve Bün-yamin) hikâyeleri, Yûsuf’un Mısır sarayındaki yükselişi, Ken‘ân’da baş gösteren kuraklık yüzünden Ya‘kūb’un ve diğer oğullarının onun himayesinde Mısır’a yerleşmeleri, burada ço-ğalmaları Tevrat’ın Tekvîn bölümünde ayrıntılı biçimde anlatıl-maktadır. 400 veya 430 yıllık bir süreye denk geldiği belirtilen Mısır dönemi (Tekvîn, 15/13; Çıkış, 12/40; Tevrat’ın Grekçe ver-siyonunda bu süre 215 olarak geçer), İsrâiloğulları’nın geniş bir aileden on iki kabilelik kalabalık bir topluluğa geçiş sürecini oluşturmaktadır.
Hz. Mûsâ Önderliğinde Mısır’dan Çıkış ve Sînâ’da Ahid-leşme. Mısır’da kısa bir refah döneminin ardından kendilerini tanımayan yeni firavunların yönetiminde köleleştirilen İsrâilo-ğulları’nın bu durumuna Mûsâ peygamber son vermiştir. İsrâiloğulları’nın, Levi soyundan gelen Mûsâ önderliğinde Mı-sır’dan çıkarılıp mûcizevî biçimde Kızıldeniz’den geçirilmeleri, daha sonra Sînâ dağına ulaştırılıp burada Tanrı ile ahidleşmeleri İsrâiloğulları tarihindeki ikinci dönüm noktasını teşkil etmekte-dir (Çıkış, 5-19). Sînâ ahdi diye isimlendirilen bu ahid kapsa-mında İsrâil Tanrısı Yahve tarafından Hz. Mûsâ’ya İsrâiloğulla-rı’nın uyması gereken kuralları içeren Tevrat verilmiş, yalnızca İsrâil Tanrısı’na itaat edip Tevrat kurallarına göre yaşamaları karşılığında kendilerine Tanrı’nın has kavmi (seçilmiş kavim) olma ve -ataları İbrâhim’e vaad edildiği üzere- Ken‘an toprakla-rını mülk edinme fırsatı bahşedilmiştir (Çıkış, 19-24; Tesniye,
7
26-29). Mısır’dan çıkış ve Sînâ ahdi klasik görüşe göre milâttan önce XIII. yüzyılda, alternatif görüşe göre ise milâttan önce XV. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Ancak İsrâiloğulları, Mûsâ peygamber zamanında Ken‘an topraklarına girememişler-dir. Hz. Mûsâ’nın Tanrı’dan ahid sözlerini (on emir) içeren lev-haları almak üzere Sînâ dağına çıkıp orada kırk gün kalması sırasında altından buzağı heykeli yapan ve bunu ilâh edinen İsrâiloğulları, daha sonra Ken‘an topraklarında yaşayan halkla savaşmak istememiş ve Mûsâ’ya isyan etmiştir (Çıkış, 32; Sayı-lar, 13-14). Mısır’dan çıkan bu ilk nesil, İsrâil Tanrısı’na karşı gelmenin cezası olarak kırk yıl boyunca çöle mahkûm edilmiş, vaad olunan topraklardan (arz-ı mev‘ûd) menedilmiştir. Çölde geçirilen kırk yıllık süre yahudi geleneğinde, İsrâiloğulları’nın kutsal topluluk olma yolunda eğitilme ve dinî-etnik bir topluluk haline gelme süreci şeklinde yorumlanmıştır. Bu süre zarfında İsrâiloğulları, Tanrı ile buluşma mekânı olarak inşa ettikleri, on emir levhalarının muhafaza edildiği ahid sandığının da içine konduğu taşınabilir tapınak (toplanma/buluşma çadırı) eşliğin-de ve Tanrı’nın rehberliğinde yaşamışlardır (Çıkış, 25/8-10; 33/7-10). Bununla birlikte çöl dönemi boyunca itaatsiz tutumla-rını sürdürmüşlerdir. Mûsâ, vefatından önce İsrâiloğulları’nı bir defa daha toplayarak Sînâ’da yapılan ahdi yenilemiş ve ahde sadık kalmadıkları takdirde Tanrı’nın gazabına uğrayacakları konusunda onları uyarmıştır (Tesniye, 26-30). İsrâiloğulları’nın tarihi, Ahd-i Atîk boyunca ahde uyduklarında düşmanlarına karşı Tanrı Yahve’nin desteğini almaları, uymadıklarında ise düşmanlarının eline verilmeleri şeklinde ortaya konmuştur.1
II... Böylece, nebiler beşiği, üstün ırk İsrailoğulları içinden kopup fesad ve hiyanet mâdeni yeni bir kavim halinde dölleşen, asıl yahudiyi mayalandıran, artık hep öyle devam eden ve insanlığın başına belâ kesilen o...
1 İslam Ansiklopedisi, Yahudilik mad.
8
Kral Süleyman’ın ölümünün ardından krallık kuzeyde İsrâil, güneyde Yahuda krallıkları olmak üzere ikiye bölünmüştür. (m.ö. 931). Güneydeki Yahuda ve Bünyamin kabileleri Kral Sü-leyman’ın oğlu ve halefi Rehoboam’a bağlılıklarını devam ettirir-ken reform taleplerine karşılık bulamayan kuzeydeki kabileler Efraim kabilesinden Yeroboam’ı kral seçerek bağımsızlıklarını ilân etmişlerdir İsrâil kabilelerinin bu tutumu Yahudi geleneğin-de Tanrı’nın, krallığı Dâvûd soyuna tahsis etmesine karşı baş-kaldırı şeklinde yorumlanmıştır. Nitekim Ahd-i Atîk’teki anlatı-ma göre bölünmüş krallık döneminde gerek Yeroboam gerek sonraki İsrâil kralları, dönemin peygamberlerinin bütün uyarıla-rına rağmen Tevrat öğretisinden sapmış ve politeist uygulamala-ra yönelmiştir. İsrâil Krallığı ilâhî ceza olarak Asurlular tarafın-dan işgal edilip yıkılmış ve İsrâil kabileleri sürgüne gönderilmiş-tir (m.ö. 722-721). Bu sürgünle birlikte Yahudi geleneğinde “ka-yıp on kabile” efsanesine dönüşecek şekilde, güneydeki Yahuda ve Bünyamin kabileleriyle Levililer dışında kalan İsrâil kabilele-rinin varlıklarının sona erdiği kabul edilmiştir. Sâmirîler diye bilinen ve Yahudi toplumuna dahil edilmeyen grubun kökenleri de bu döneme dayandırılmaktadır.
Kuzeydeki krallığın yıkılmasından sonra güneyde Kral Hizkiya (m.ö. VIII. yüzyıl) ve Kral Yoşiya (m.ö. VII. yüzyıl) dönemlerinde mâbedin putlardan temizlenmesini, ibadetin merkezîleştirilme-sini ve Yoşiya zamanında -kayıp durumdaki- Mûsâ’nın Tevrat kitabının bulunmasıyla birlikte Tevrat öğretisinin yeniden tesi-sini esas alan iki ayrı dini reform gerçekleştirilmiştir. Fakat bu ahde dönüş çabalarına rağmen monoteist inançtan tekrar sap-malar başlamıştır. Kısa süre sonra Yahuda Krallığı’nın kuzey bölgesi Asurlular tarafından işgal edilmiş, bir asır sonra da Ya-huda Krallığı, Bâbilliler’in (Kaldeliler) denetimine girmiş ve Ya-huda halkının karşı isyanı sonucunda Buhtunnasr (II. Nebukad-nezzar) yönetimindeki Bâbil ordusu tarafından yıkılmıştır. Sür-gün dönemi peygamberleri, İsrâil ve Yahuda krallıklarının yıkıl-masının sebebini her iki halkın Tanrı ile yapılan ahidden uzak-laşmasına ve yabancı tanrılara ibadet etmesine bağlamıştır (Ye-remya, 34-40; Hezekiel, 5-6, 16; Hoşea, 1-13). Süleyman Mâbe-
9
di’nin yıkılıp Yahuda halkının âlim ve seçkin kesiminin Bâbil’e sürülmesi ve yarım asırlık bir süre burada sürgün hayatı yaşa-masıyla sonuçlanan bu ikinci yıkım Yahudi tarihinin ilk büyük sürgünü ve en önemli hadiselerinden biri kabul edilmiştir (Bâbil sürgünü, m.ö. 586-538). Bu yıkım ve sürgün tecrübesi aynı za-manda on iki kabileden geriye kalan ve daha çok Yahuda, Bün-yamin ve Levi soyu ile özdeşleştirilen İsrâiloğulları’nın tamamen monoteizmi benimsemesinde bir dönüm noktası kabul edilmiş-tir.
İkinci Mâbed Dönemi
1. Sürgünden Dönüş ve İkinci Mâbedin İnşası. Persler’in (Aha-menişler) Bâbilliler’i yenilgiye uğratmasının ardından Filistin topraklarının yeni hâkimi olan Pers Kralı Koreş, sürgündeki İsrâiloğulları’nın Yahuda’ya dönmelerine ve burada yeniden teşkilâtlanmalarına izin vermiştir (m.ö. 538). Bu süreçte önce Kral Darius döneminde Kudüs’teki eski mâbedin yerine yeni bir mâbed inşa edilmiştir (m.ö. 515). Daha sonra Levi soyundan gelen kohen din âlimi Ezrâ ve Yahuda valisi konumuna getirilen Nehemya’nın Kral Artahşasta’nın desteğiyle yürüttüğü faaliyetler doğrultusunda (m.ö. 444-398) Kudüs şehri ve Yahuda halkı tek-rar yapılandırılmıştır. Bilhassa Ezrâ’nın dinî reformu çerçeve-sinde yıkım sırasında mevcut nüshaları kaybolan ve Yahuda halkı tarafından unutulan Tevrat kitabı halka okunup açıklan-mış, tek tanrı olarak Yahve tapınması resmî inanç şeklinde be-nimsenmiş, Şabat (Sebt) uygulaması tekrar tesis edilmiş, Yahuda halkı arasında yaygın olan yabancı kadınlarla evliliklere son verilmiş, yabancı eşlerle çocukları toplumdan dışlanmıştır. Bun-dan dolayı yahudi geleneğinde Ezrâ, Tevrat’ın İsrâiloğulları’na yeniden kazandırılmasını sağlayan kişi, bir nevi ikinci Mûsâ olarak yüceltilmiştir. Akademik çevrelerde ise Ezrâ mevcut haliy-le Tevrat’a son şeklini veren redaktör kabul edilmektedir. Bu dönemde ayrılıkçı diye nitelendirilen Sâmirîler de yahudi toplu-mundan dışlanmıştır. İkinci mâbedin inşasıyla başlayıp mâbedin
10
Romalılar tarafından milâttan sonra 70’te yıkılmasına kadar süren bu dönem aynı zamanda Yahudiliğin sistemleşmeye baş-ladığı dönemdir. İsrâiloğulları’nın Pers, Grek ve Roma yönetim-lerinde yaşayıp onların kültürlerinin etkisine mâruz kaldığı, ayrıca Yahudi Haşmonay hânedanı yönetiminde bağımsızlık elde ettiği bu dönem, İsrâiloğulları’nın tam mânasıyla monoteist bir toplum haline gelmesinin yanı sıra mâbed, ibadet ve sınıflar arası ilişkiler açısından Tevrat’ın Levililer ve Sayılar kısmında yer alan birçok kuralın, sinagog, düzenli dua geleneği, Tevrat çalışması, yabancıların Yahudiliğe kabulü, âhiret ve mesîh gibi inanç ve uygulamaların, bu arada Tevrat’ın Ârâmîce tercümele-rinin de (targum) ortaya çıktığı devreye tekabül etmektedir. Bir sonraki aşamada Grek-Roma kültürünün İsrâiloğulları üzerinde etkili olduğu bu dönem, aynı zamanda M.S III. yüzyılın sonlarına kadar sürecek şekilde Helenistik dönem diye adlandırılmıştır.
2. Grek Yönetimi ve Yahuda Halkının Helenleştirilmesi. Make-donya Kralı Büyük İskender’in Persler’in kontrolündeki Filistin topraklarını ele geçirmesiyle birlikte Yahuda bölgesinde Grek hâkimiyeti ve etkisi başlamıştır (m.ö. 332). Kısa süre sonra Bü-yük İskender’in ölümüyle imparatorluğa ait topraklar komutan-ları arasında paylaştırılmış, Yahuda halkı önce Mısır merkezli Ptolemaios (m.ö. 322-200), daha sonra Suriye merkezli Selevkos (m.ö. 200-164) krallıkları tarafından yönetilmiştir. Bu dönemde mâbed kültü etrafında şekillenen ve Ârâmîce konuşan yahudile-rin oluşturduğu Filistin Yahudiliği yanında Mısır (İskenderiye), Akdeniz (Antakya) ve Ege havzasında Grekçe konuşan Yahudile-rin teşkil ettiği, Helenistik geleneğin etkisi altında gelişen diyas-pora Yahudiliği ortaya çıkmıştır. İskenderiye Yahudi cemaati için Tevrat’ın Grekçe’ye “Yetmişler” (Septuaginta) diye bilinen çevirisi yapılmıştır. Sonraki Roma döneminde yaşayan ve Tevrat üzerine alegorik yorumlarıyla tanınan Yahudi düşünürü Filon da (Philo) yine bu cemaat içinden çıkmıştır. Grek döneminde ku-zeydeki Sâmiriye bölgesi yeniden yapılandırılarak Şekem’de Gerzîm/Gerizim dağının eteğine bir Sâmirî mâbedi inşa edilmiş-tir. İsrâiloğulları tarihi açısından bu dönemin en önemli hadise-si, Selevkos yönetimi tarafından Yahuda’nın seçkin kesiminin
11
desteğiyle yürütülen Helenleştirme politikasına karşı Makkabi lakabıyla anılan ve kohen soyundan gelen bir ailenin liderliğinde dindar Yahudi kesimin silâhlı direnişe başlaması (m.ö. 167-164), ağır kayıplara rağmen zaferle neticelenen direnişin ardından Yahuda bölgesinin baş kohenlik konumuna getirilen Haşmonay hânedanının yönetimine geçmesi ve daha sonra yarı bağımsız bir krallık statüsüne kavuşmasıdır (m.ö. 143-63; I ve II. Makkabi-ler).
3. Yahudi Haşmonay Yönetimi ve İlk Yahudi Gruplaşması. Ya-hudi Haşmonay döneminde Yahudilere uygulanan Helenleştir-me siyaseti tam tersine çevrilerek krallık haline gelen Yahuda bölgesindeki Yahudi olmayan gruplar (İdumiler ve İturiler) siya-sal ve ekonomik sebeplerle zorla Yahudileştirilmiştir. Bütün bu gelişmeler yanında bu dönemde Filistin Yahudiliği bünyesinde Ferîsîlik, Sadûkīlik ve Essenîlik adıyla adlandırılan üç büyük Yahudi cemaati ortaya çıkmıştır. Bu Yahudi gruplaşmasında, Helenleştirme sürecinin Yahudi kimliği ve toplumu üzerinde meydana getirdiği dejenerasyona yönelik tepkinin ve ardından siyasal ve ekonomik iktidar hırsıyla hareket eden Haşmonay hânedanının yönetiminde yaşanılan hayal kırıklığının etkili ol-duğu kabul edilmektedir. Yahuda halkının küçük fakat seçkin kesimini temsil eden söz konusu cemaatlerin toplumu ne derece etkilediklerini tam olarak söylemek güçtür. Ancak ağırlıklı olarak Tevrat âlimlerinden (soferim) teşekkül eden ve sayıca en büyük grubu meydana getiren Ferîsîler’in, mâbed hizmetiyle görevli din adamı sınıfının oluşturduğu aristokrat-muhafazakâr Sadûkīler ile münzevi-apolitik karakterli Essenîler’in aksine mâbedin yı-kılmasından sonra da varlığını sürdürdüğü ve Rabbânî Yahudili-ğin teşekkülünde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Bu gruplara yönelik başlıca atıflar antik Yahudi tarihçisi Yosefus’un ve Fi-lon’un eserlerinde, Ahd-i Atîk’te ve Rabbânî literatürde yer al-maktadır.2
2 İslam Ansiklopedisi, Yahudilik mad
12
III... İçinden yetişmiş ve yeni ölçülerle gelmiş İsa Pey-gamberi dinsizlikle suçlayan, Romalılara gammazlayan ve Romalı askerlere kimin tutulacağını göstermek için, havariler meclisinde onu yanağından öpmeye kadar alçalan (Yuda Şem’un), o...
Îsâ’nın bir veya üç yıl süren tebliğ faaliyetinin İnciller’den hare-ketle tam bir kronolojisini çıkarmak zordur; çünkü bazı olaylar İnciller’in bir kısmında yoktur, bazıları da farklı tarihlerle irti-batlandırılmaktadır. Buna rağmen tebliğ döneminin olaylarını şu şekilde sıralamak mümkündür: Hz. Îsâ, Erden civarında ve Gali-le’de tebliğ faaliyetine başlar. 27 veya 28 yılı Nisan ayında Pas-kalya’nın yaklaştığı günlerde Kudüs’e gelir, Paskalya’dan sonra Kudüs’ten ayrılıp Yahudiye diyarına gider ve burada Hz. Yahyâ ile aynı bölgede tebliğ faaliyetinde bulunur, ardından Galile’ye döner. Sinoptik İnciller’in verdiği bilgiye göre Îsâ’nın asıl tebliğ hayatı Galile’de geçer. Bu bölgedeki faaliyetlerini dört safhaya ayırmak mümkündür.
Birinci safha kendi memleketi olan Nâsıra’dan ilk çıkarılışı ile başlar ve muhtemelen dört ay devam eder. Mûcizeler gösterip hastaları iyileştiren Îsâ’nın bu ilk dönemdeki mesajı Rabb’in ruhunun kendisiyle birlikte olduğu, fakirlere İncil’i vazetmek için Allah’ın kendisini meshedip gönderdiği fikri üzerinde yo-ğunlaşmaktadır. Bu dönemde Îsâ, Allah’ın melekûtunun yakın olduğunu bildirmekte ve insanları tövbeye, İncil’e iman etmeye çağırmaktadır. Îsâ’nın mesajı Yazıcılar ve Ferîsîler’in düşmanlı-ğını celbeder. Ferîsîler’le Hirodesîler onu ortadan kaldırmak üzere anlaşırlar.
İkinci safhada Îsâ Paskalya için Kudüs’e gelir. Bu sırada Ferîsîler’le arası iyice açılır. Galile’ye dönen Îsâ’nın cumartesi günüyle ilgili kural dışı davranışları Yahudi otoritelerince tepkiy-le karşılanır. Ferîsîler, Îsâ’yı yok etme planları kurarken halk büyük bir coşku ile onu takip eder.
13
Üçüncü safhada on iki havârisini seçen Îsâ dağda yaptığı meşhur vaazla pek çok hakikati dile getirir.
Dördüncü safha dağ vaazı sonrasında başlamakta ve Hirodes’in Îsâ’ya karşı tavır almasına kadar devam etmektedir. Bu dönemde Îsâ hastaları iyileştirip çeşitli mûcizeler gösterir, meseller vere-rek gerçekleri anlatır. Nâsıra’dan ikinci defa çıkarılır, on iki havâriyi İncil’i tebliğ göreviyle çevreye gönderir. Yahyâ şehid edilir. Îsâ 5000 kişiyi doyurur. Kendisine inanan Galileliler onu kral yapmak isterler. Îsâ bölgeden ayrılarak Sûr ve Sayda tarafla-rına, oradan Dekapol’a gider ve nihayet Kefernahum’a döner. Altı ay süren bu dönem boyunca Îsâ mûcizeler göstermeye ve tebliğde bulunmaya devam eder, ölümünü ve dirilişini önceden haber verir, kendi sûreti değişir (transfiguration). Kudüs’e gider, Yahuda ve Pere’yi dolaşır, öleli dört gün olan Lazar’ı diriltir. Kudüs’e çok yakın bir yerde vuku bulan bu mûcizevî olay başşeh-ri sarsar. Kudüs’te başkâhin Kayafa’nın teşebbüsüyle toplanan Sanhedrin’de Îsâ’nın yaptıklarının kendileri için tehlike oluştur-duğu belirtilir, öldürülmesi için planlar yapılır. Durumu sezen Îsâ oradan ayrılarak Efraim şehrine, oradan da Pere’ye gider. Kudüs’e dönerek, “Korkma ey Sion kızı, işte kralın bir eşek sıpa-sına binmiş geliyor” ifadesindeki mesîhin kendisi olduğunu be-lirtmek için bir sıpa üzerinde şehre girer. Bu arada on iki havâri-den biri olan Yahuda İskariyot, başkâhinlere giderek otuz gümüş karşılığı Îsâ’yı ele vermeyi vaad eder. Ancak Fısıh bayramının birinci gününde Fısıh yemeği sırasında Îsâ, Petrus’un sürçeceği-ni, kendisinin ele verileceğini bildirir, havârilerinden uyanık durup dua etmelerini ister. Biraz uzaklaşarak secdeye kapanır ve dua eder, havâriler ise onu dinlemeyip uyurlar.
Kısa bir süre sonra Îsâ tutuklanır, havâriler kaçarlar. Îsâ, Başkâhin Kayafa ve Sanhedrin tarafından sorgulanırsa da yap-tıklarında suç unsuru bulunamaz. Sonunda başkâhinin mesîh olup olmadığı hususundaki sorusuna karşılık Îsâ’nın açıkça mesîh olduğunu söylemesi üzerine ölümü hak ettiğine karar verilir. Yahudiler Îsâ’nın milleti kandırdığını, kaysere vergi ve-rilmesine engel olduğunu ve kendisinin mesîh kral olduğunu
14
iddia ettiğini ileri sürerek Romalı Vali Pontius Pilatus’tan öldü-rülmesi için onay isterler. Pilatus Îsâ’yı özel olarak sorguya çe-ker, iddialarının siyasî ve tehditkâr olmadığını görür; suçsuz olduğunu açıklayıp serbest bırakmak isterse de halkla karşı kar-şıya gelmeyi göze alamaz; Yahudilerin ısrarla Îsâ’nın çarmıha gerilmesini istemeleri üzerine sorumluluktan kurtulmak için çare arar. Îsâ’nın Galile’den olduğunu öğrenince onu Hirodes’e gönderir. Hirodes, Îsâ’yı sorgulayıp Pilatus’a iade eder. Gönlü Îsâ’yı affetmekten yana olan Pilatus, Yahudilerin baskısı karşı-sında onun çarmıha gerilerek öldürülmesini onaylar. Bunun üzerine Yahudiler Îsâ’yı Golgota denilen yere götürerek çarmıha gererler. Îsâ’nın başının üzerine “Nâsıralı Îsâ, Yahudilerin kralı” diye bir yazı asılır. Îsâ cuma günü sabah saat dokuzda çarmıha gerilir ve öğleden sonra saat üçte ruhunu teslim eder. Arimatealı Yûsuf, Îsâ’nın cesedini haça gerildiği yerdeki bahçede bulunan hazır bir kabre veya kendisi için kaya içine oyduğu kabre koyar. Ancak pazar günü kabre ziyarete gelenler mezarın boş olduğunu görürler. Bu arada Îsâ dirilmiş olarak onlara görünür. Yeni Ahid, Hz. Îsâ’nın dirildikten sonra on defa havârilerine ve şâkirdlerine göründüğünü kaydetmektedir. Îsâ dirildikten sonra kırk gün daha yaşamış, havârilerine telkin ve tavsiyelerde bulunmuş, daha sonra havârilerini Zeytinlik dağına götürmüş ve oradan semaya alınmıştır.3
İnciller’e göre havâriler, vaftiz oluşundan çarmıha gerilişine kadar daima Hz. Îsâ ile beraber olmuş, onun hizmetinde bulun-muşlardır. Îsâ onları vazettiği İncil’e ve ölüler arasından dirilme-sine şahit olmaları için seçmiş, onların eğitimiyle bizzat meşgul olmuştur. Ancak ağır işlerde çalışan, en azından dördü balıkçı olan, ayrıca vergi tahsildarı Matta’nın dışında hiçbiri okuma yazma bilmeyen havâriler Hz. Îsâ’nın anlattıklarını dinliyor, fakat çoğunlukla anlamıyorlardı. Bu sebeple Îsâ, anlattıklarını tekrar etmek ve yeni açıklamalar yapmak durumunda kalıyordu. Bununla birlikte tebliğ faaliyeti süresince onunla beraber olan havâriler Hz. Îsâ’dan mûcizeler gösterme yetkisi almışlardı. Tan-
3 İslam Ansiklopedisi, İsa mad.
15
rı’nın melekûtunun anahtarları onlara verilmişti. Onlar hastaları iyileştiriyor, insanları kötü ruhlardan koruyorlardı. Bunun için-dir ki Hıristiyan ilâhiyatı havârilerden sitayişle söz etmekte, ağır ve yorucu bir zühd ve riyâzet hayatı yaşadıklarını belirtmektedir. Havârilerin “selâmet sırrına ermeleri, güçlüklere katlanan ruhlar olmaları”, ancak sabır gerektiren zorlu bir eğitimden sonra ger-çekleşmiştir. Bütün bunların yanında havârilerin zaafları da vardır. Hz. Îsâ yakalanıp tutuklanacağı gece havârilerine, “Bu gece hepiniz benden ötürü sürçeceksiniz” der. Petrus, “Hepsi senden ötürü sürçse de ben hiç sürçmem” deyince Hz. Îsâ şu sözleri söyler: “Doğrusu sana derim: Bu gece horoz ötmeden önce sen beni üç kere inkâr edeceksin”. Îsâ yine o gece dua eder-ken havârilerinin de dua etmesini ister; fakat onlar uyurlar. Hz. Îsâ Yahudiler tarafından yakalanınca havârilerin hepsi kaçar; Petrus da aynı gece üç defa Îsâ’yı tanımadığını söyler.
Hıristiyan inancına göre on iki havâriden biri olan Yahuda İska-riyot, Hz. Îsâ ve diğer havârilerle birlikte yediği son akşam ye-meğinden sonra Îsâ’ya ihanet ederek bulunduğu yeri haber ver-miş ve onu Yahudilere yakalatmıştır. Böylece Îsâ haçta can ver-miştir. Kur’an’a göre ise Allah’ın kudretiyle bir kişi (Yahuda İs-kariyot ?) onlara Îsâ gibi gösterilmiş, onlar da Îsâ zannederek bu kişiyi haça germişler; Allah, haça germe işlemi gerçekleşmeden önce Îsâ’yı kendi nezdine kaldırmıştır (en-Nisâ 4/158). Böylece onlar Îsâ’yı ne öldürmüşler ne de asmışlardır; fakat öldürdükleri onlara Îsâ gibi gösterilmiştir (en-Nisâ 4/157).
Bir rivayete göre de Hz. Îsâ havârileriyle birlikte bir evde iken ev kuşatılır. Evi kuşatanlar içeri girdiklerinde havârilerin hepsi Hz. Îsâ’nın sûretine büründürülür. Onlar, “Bize sihir yaptınız, ya Îsâ’yı gösterirsiniz ya da hepinizi öldürürüz” deyince Îsâ, “Bugün sizden kim cennet karşılığı canını verir?” diye sorar. İçlerinden biri kabul eder ve evi kuşatanların yanına giderek Îsâ olduğunu söyler.4
4 İbn Kesîr, Ḳıṣâṣü’l-enbiyâʾ, s. 438
16
Kur’ân-ı Kerîm’de Ashâbü’l-karye’ye (Yâsîn 36/13-29) gönderil-diği bildirilen elçiler tefsirlerde Hz. Îsâ’nın havârileri olarak yo-rumlanmaktadır. Diğer taraftan İslâmî kaynaklarda, Hz. Îsâ’nın tâlimatı doğrultusunda ve onun göğe yükseltilişinden sonra havârilerin çeşitli ülkelere giderek dini yayma faaliyetinde bu-lundukları belirtilmektedir. Buna göre Petrus ve Pavlus Anado-lu’ya, Andreas ve Matta zencilere, Tomas Bâbil diyarına, Filipus Kuzey Afrika’ya, Yuhanna Efes’e, Ya‘kūb Kudüs’e, Gayyur Simun Berberîler’in yaşadığı bölgeye gitmişlerdir (Taberî, Târîḫ, I, 603). Mes‘ûdî’nin naklettiğine göre Petrus ve Pavlus Roma’da öldü-rülmüş, Tomas Hindistan’a gitmiş ve orada ölmüştür (Mürûcü’ẕ-ẕeheb, I, 311-312). Başka bir rivayete göre ise Hz. Îsâ göğe kaldı-rılışından önce havârilerden ikisini Anadolu’ya, Andreas ve Lu-ka’yı Habeşistan’a, birini Bâbil’e, birini Kuzey Afrika’ya, birini Ashâb-ı Kehf’in bulunduğu bölgeye, birini Berberîler’in yaşadığı bölgeye, ikisini Antakya’ya, birini Sind ve Hint’e göndermiştir. Havârilerin reisi olan Simun Petrus ise Kudüs’te kalmıştır.5
İnciller’de hem Hz. Îsâ’ya hem de havârilere dair verilen bilgiler Kur’ân-ı Kerîm’deki bilgilerle çelişmektedir. Şöyle ki: Kur’an’a göre havâriler, “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim; benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim” (es-Saf 61/6) diyen ve, “Allah yolunda bana kimler yardımcı olacak?” (Âl-i İmrân 3/52) diye soran Hz. Îsâ’nın çağrısına, “Biz Allah yolunun yardımcılarıyız. Allah’a inandık, şahit ol biz müslüman-larız. Rabbimiz, senin indirdiğine inandık, peygambere uyduk, bizi şahitlerle beraber yaz!” (Âl-i İmrân 3/52-53) cevabını veren, Îsâ’yı Allah’ın elçisi olarak kabul edip inanan kişilerdir. Hz. Îsâ kendisini kesinlikle Tanrı veya Tanrı’nın oğlu olarak takdim etmediğine (el-Mâide 5/116), tam aksine, “Ben onlara, ‘Benim ve sizin rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ diye senin emretmiş ol-duğundan başka bir şey söylemedim” (el-Mâide 5/117) dediğine göre havârilerin Hz. Îsâ’ya ulûhiyyet nisbet etmeleri düşünüle-mez. Halbuki İnciller’e göre havâri Simun Petrus Îsâ’ya, “Sen
5 Nüveyrî, XIV, 250-259
17
hay olan Allah’ın oğlu Mesîh’sin” (Matta, 16/16); yine havâri olan Yuhanna kendisine nisbet edilen İncil’de, “Kelâm (Îsâ) baş-langıçta var idi ve kelâm Allah nezdinde idi ve kelâm Allah idi ve kelâm beden olup inâyet ve hakikatle dolu olarak aramızda sakin oldu; biz de onun izzetini babanın biricik oğlunun izzeti olarak gördük” demektedir. Öte yandan Hz. Îsâ’nın önemli yetkiler verdiği havârilerden Yahuda İskariyot İnciller’e göre onu 30 gümüş karşılığında satmış, ayrıca hırsızlık yapmıştır. Îsâ onlar-dan biri için, “Siz on ikileri ben seçmedim mi ve sizden biri İblîs’tir” demiştir. İbn Hazm İnciller’deki bu ifadeleri esas alarak şu hükme varır: “Hıristiyanların havâri dediği bu kimseler havâri olmak şöyle dursun mümin bile değildir; onlar yalancılardır, çünkü Hz. Îsâ’ya ulûhiyyet nisbet etmişlerdir” (el-Faṣl, II, 26, 38-39).6
IV... Derken babasız hak Peygamber Hazret-i İsa’nın hak dinini içinden tahrif eden, yeni Peygamberi Al-lah’ın oğlu diye gösteren, “baba-oğul-ruhûlkudûs” küf-rünü icad eden (Sen Pol), o...
Milâdî 5-67 yıllarında yaşayan Yahudi asıllı, Hıristiyanlığı aslî ve tehvid çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temel dogmaları oluştur-muş, kiliseler kurmuş ve Hıristiyanlığı teşkilâtlandırmış kişidir. Bugünkü muharref Hıristiyanlık onun ürünüdür. Pavlus (Sen Pol), Hz. Musa'nın yasa ve yasaklarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes'ten sayılmış, İnciller seviyesinde görülmüştür. Tevhid yerine teslisi, Hz. İsa'nın peygamber değil; tanrının oğlu ve tanrı olduğunu Hıristiyanlara kabul ettirmiştir. İlk günah, aslî günah anlayışını da o icat etmiştir. Buna göre, ilk günah, Hz. Âdem'in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Adem'in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa'yı insanları bu suçtan,
6 İslam Ansiklopedisi Havari, mad.
18
yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kı-yamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuştur-mak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölüm-süzdür. Bu Pavlos dogmalarının hiçbiri Yahudilikte de, Hz. Musa şeriatında da yoktur (Tabii ki, Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinde de bulunmamaktadır). Bu açıdan, Pavlus'un öğretileri, Hıristiyan dogmalarıyla birlikte Yahudi şeriatının da yürürlükte bulundu-ğunu savunan Petrusculuk'a karşı, yepyeni bir Hıristiyanlık an-layışıdır. Bugünkü Hıristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus'un te-mel itikad ve hükümlerini belirlediği, Pavlus'un merkezde oldu-ğu bir dindir.7
V... İslâmda münafıklığı mayalandıran bütün batıl mezhepleri kuran, besleyen ve Kur’anda Allah’ın lâne-tine hedef olan o...
Taberî tarafından nakledilen rivayetine göre (bk. Târîḫ, I, 2942-2944), Abdullah b. Sebe, annesi San‘alı siyahî bir Yahudidir. Hz. Osman zamanında İslâm’ı kabul etmiş, ancak bir müddet sonra Müslüman beldelerde sapık fikirler yaymaya başlamıştır. Önce Hicaz’da iken sonra Basra (Makrîzî’ye göre Basra’ya 33’te [653] gelmiştir. Kûfe ve Dımaşk’a gitmiş, buralarda başarılı olamayın-ca Mısır’a geçmiştir. Abdullah telkinlerine şöyle başlamıştır: “İnsanların, Îsâ’nın döneceğine inandıkları halde Muhammed’in döneceğini kabul etmemeleri şaşılacak şeydir. Halbuki Allah, ‘Ey Muhammed! Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, seni dönece-ğin yere (meâd) döndürecektir’ (el-Kasas 28/85) buyurmaktadır. Binaenaleyh dünyaya yeniden dönmeye Muhammed Îsâ’dan daha lâyıktır.” Onun, İslâm akîdesiyle bağdaşmayan bu görüşü bazı Şiîler arasında benimsenmiş ve böylece rec‘at akîdesi teşek-kül etmiştir. Daha sonra Abdullah, her peygamberin bir vasîsi-
7 www. İhya. Org. Pavlus (Paulus, Paul, Saint Paul -Sen Pol
19
nin olduğunu, Hz. Peygamber’in vasîsinin de Ali olduğunu telkin etmeye başlamış, ardından da şu fikirlerini yaymaya çalışmıştır: “Resûlullah’ın hilâfet hakkındaki vasiyetini çiğneyerek başa ge-çenler (Ebû Bekir ve Ömer) en büyük zulmü işlemişlerdir. Os-man da aynı durumdadır.” Abdullah bu nevi telkinleriyle halkı harekete geçirmeye çalışmış, onları emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker görevi yerine getirmek üzere devlet adamlarını zorlama-ya sevketmiştir. Bu çalışmalarını gizli sohbetler ve mektuplaş-malarla sürdürmüştür. Sonunda halk “iyiliği yayma, kötülüğü engelleme” prensibini açıktan uygulamaya başlamış, her şehir halkı valilerin haksızlık ve yolsuzluklarını tesbit ederek birbirle-rini durumdan haberdar etmek üzere sözleşmiştir.
Taberî, Cemel Vak‘ası’nı anlatırken, Seyf b. Ömer’den naklen Abdullah b. Sebe ile ilgili ayrıntılı bilgiler verir (bk. Târîḫ, I, 3163-3165). Buna göre, Abdullah ve daha sonra her biri Hâricîler’in ileri gelenlerini teşkil edecek olan İlbâ b. Heysem, Adî b. Hâtim, Sâlim b. Sa‘lebe el-Absî, Şüreyh b. Evfâ ve diğerle-ri, Cemel Vak‘ası’ndan bir gün önce tarafların anlaşma zeminine doğru esaslı bir mesafe aldıklarını farkedince, hemen gizli bir toplantı düzenlemiş ve iki taraf arasında barış yapılırsa bunun kendileri için ölüm demek olacağını ileri sürerek, her ne suretle olursa olsun, ertesi gün savaşın başlatılması hususunda karar almışlardır. Bu işte de en büyük rolü Abdullah b. Sebe oynamış-tır. Taberî’de Abdullah b. Sebe için Seyf b. Ömer’den naklen verilen bilgiler bu kadardır. Bu rivayet, sonraki tarihçiler ve mezhepler tarihi yazarlarınca hemen hemen aynı ifadelerle nak-ledilmiştir. Mezhepler tarihçileri Abdullah’ın bu iddialarından başka ona şu görüşleri de nisbet ederler: “Hz. Ali ölmemiştir. O kıyametten önce dönüp asasıyla Arapları yola getirecek ve dün-yayı adaletle dolduracaktır. İmâmette nas esası geçerlidir, takıy-ye câiz değildir...” Bu yazarlara göre aşırı Şiîliği (gulüv) ilk defa ortaya atan Abdullah’tır. Hatta Hz. Ali, Abdullah’ı, kendisini ilâhlaştırdığı için yakmaya teşebbüs etmişse de bundan vazgeç-miş ve onu Medâin’e sürmüştür.
20
Diğer bazı yazarlar da Abdullah b. Sebe’yi Sebeiyye’nin kurucusu olarak gösterirken, onun görüşlerini benimseyen Abdullah b. Sevdâ adında Hîreli bir Yahudiden de söz ederler (bk. Bağdâdî, s. 212, 213; İsferâyînî, s. 72). Farklı künye ve nisbelerle anılan Ab-dullah b. Sebe ile İbnü’s-Sevdâ’nın aynı şahıs mı, yoksa iki ayrı şahıs mı olduğu, Sa‘d b. Abdullah el-Kummî tarafından iddia edildiği gibi İbn Sebe’nin, Abdullah b. Vehb er-Râsibî’nin lakabı mı olduğu, hatta onun tarihi bir şahsiyet olma ihtimali yanında, bir sembol veya bir lakap mı teşkil ettiği sorularına kesin cevap bulabilmek, mevcut rivayetler ışığında mümkün değildir.
İbn Sebe için söylenenler ne olursa olsun, İslâm tarihinde Hz. Ali hakkında aşırı fikirler ileri süren ve Sebeiyye adı ile anılan bir topluluğun veya bir fırkanın müphem de olsa var olduğu bir gerçektir.8
Kur’an’da Yahudilere Lanet Edilme Meselesi
Kur’an, Yahudileri bazı özelliklerinden dolayı hem bu dünyada hem de ahirette lanetlediğini belirtmektedir. İnkâr, gerçeği giz-leme, isyan, sözünde durmama, iftira bu nedenler arasında yer almaktadır.
İnkâr
Sözlükte, “hoş görmemek, kabul etmemek, reddetmek” gibi an-lamlara gelen inkâr kelimesi “küfür” kelimesinin karşılığında kullanılmaktadır. İnkâr eden kimseye de kâfir ya da münkir de-nilmektedir. Terim olarak ise, “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği hususlarda peygamberi tasdik etmemek, ona inanmamak” anlamına gelmektedir.
Kur’an, peygamberleri ve onların getirdikleri şeyleri yalanlayıp inkâr etmeleri sebebiyle Yahudilerin lanetlendiğini haber ver-mektedir: “Kalplerimiz perdelidir” dediler. Hayır; küfür ve is-
8 İslam Ansiklopedisi, Abdullah b. Sebe mad.
21
yanları nedeniyle Allah onlara lânet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar. Medine Yahudileri Hz. Peygamber’in tebliği karşısında “kalplerimiz perdelidir”, yani senin söylediklerin bizim aklımıza yatmıyor diyerek onu inkâr etmişlerdir. Onlardaki bu anlaya-mama ve akıl edememe kendilerinde bulunan fiziki bir kusurdan değil, küfürlerinden dolayı kalplerindeki anlayıştan yoksun bıra-kılmaları nedeniyledir. Yahudiler daha önceden kendilerine ge-len peygamberleri inkâr edip öldürdükleri gibi Hz. Muhammed’i de birkaç sebepten ötürü yalanlayıp inkâr etmişlerdir. Buna gö-re;
Yahudiler, daha önceden olduğu gibi gönderilecek son peygam-berin de kendi aralarından çıkacağına inanıyorlardı. Bu nedenle insanları bu peygamberin dinine davet ediyorlardı. Fakat Allah, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) peygamber olarak gönderince bu du-rumu hazmedemediler. Bu nedenle onu yalanlayıp inkâr ettiler.
Onların Hz. Muhammed’in (s.a.s.) elçiliğini benimsemeleri baş-kanlıklarının, mal ve servetlerinin elden gitmesi demekti. Bu nedenle onun peygamberliğini kabul etmediler. Belki de onlar, peygamberin kendilerine değil de sadece Araplara gönderilmiş olduğunu sandılar. Bu nedenle de onu inkâr ettiler. Bu sebepler-den dolayı Allah onlara lanet etmiş ve onları ahiretin hayırların-dan uzaklaştırmıştır. Bu üç maddeden de anlaşılmaktadır ki Yahudiler sırf kendi dünyevî menfaatleri uğruna Hz. Muham-med’i (s.a.s.) ve onun getirmiş olduğu şeyleri inkâr etme yolunu seçmişlerdir. Kur’an, Yahudilerin başka bir inkâr yönüne dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: “Yahudilerin bir kesimi kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldı-rarak (Peygambere karşı) “İşittik ve karşı geldik”, “dinle, dinle-mez olası”, “râinâ” derler. Eğer onlar “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; ancak küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebe-biyle Allah onları lânetlemiştir. Âyette de ifade edildiği gibi Ya-hudiler Tevrat’ın lafzını başka bir lafızla değiştirerek ya da lafzı kasıtlı olarak gerçek manasından saptırarak onu inkâra yönel-mişlerdir. Bunun yanında Hz. Muhammed’e (s.a.s.) hakaret et-
22
me, onu zemmetme ve kınama, onunla alay etme ve istihza yo-luyla küfürde daha da derinleşmişlerdir. Yani onlar “dinle, din-lemez olası”, demekle duymaz olası, canı çıkasıca, sözü dinlen-meyesice, hoş söz duymayasıca gibi nahoş ifadelerle Hz. Pey-gamber’e hitap etmeyi kastetmişlerdir. Bu da onların Allah’ın lanetine uğramalarına sebep olmuştur. Bu inkâr etme işi cehalet-ten değil, bile bile gerçeği inkâr etmekten kaynaklanmaktaydı. Zira Allah, “Yanınızdaki (kitapları) tasdik edici olmak üzere…” buyurmaktadır. Bu da “Tevrat’ta Hz. Muhammed’in (s.a.s.) nü-büvvetine delalet eden âyetleri tasdik edici olarak” anlamına gelmektedir. Bu bilgi Yahudilerin yanlarında olmasına rağmen onu kabul etmemişlerdir. Bu da onların yaptığının inadına bir inkâr olduğunu açıkça göstermektedir. Zira Yahudiler Hz. Pey-gamber’in peygamberliğini “kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler.” âyeti-nin de ifade ettiği gibi çok iyi biliyorlardı.
Yahudilerin lanete uğramalarının bir nedeni de puta tapanları müminlere tercih etmeleridir. Zira bu hususta Allah şöyle bu-yurmaktadır: “Kendilerine Kitap’tan pay verilenleri görmedin mi? Putlara ve bâtıla (tanrılara) inanıyorlar, sonra da kâfirler için: “Bunlar, Allah’a inananlardan daha doğru yoldadır” diyor-lar! Bunlar, Allah’ın lânetlediği kimselerdir. Allah’tan başka kendine tapınılan her şey “cibt” ve “tâğut”tur. Cibt ve tağutun peşine takılan Yahudiler bir taraftan kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia ederken diğer yandan müşrikleri Müslüman-lardan üstün tutuyorlardı. Elbette ki Yahudiler söyledikleri “Bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır” sözünün bâtıl bir söz olduğunu biliyorlardı. Ancak onlar Hz. Muham-med’e (s.a.s.) ve Kur’an’a karşı inat, taassub ve küfr-i inadîde o derece ileri gitmişlerdir ki bu sözü bile söylemeye cüret etmiş-lerdir. Görüldüğü gibi Yahudiler müşrikleri müminlere tercih etmede herhangi bir sakınca görmemekte ve bu davranışlarıyla haddi aşmada sınır tanımamaktadırlar. Rivayet olunduğuna göre Yahudilerden bir grup Hz. Muhammed’e (s.a.s.) karşı savaşta müşriklerle ittifak yapmak üzere Mekke’ye gitmişlerdi. Mekkeli
23
müşrikler Yahudilerin ehl-i kitaptan oldukları için Hz. Muham-med’e (s.a.s.) daha yakın olduklarını iddia etmişlerdir. Ancak onların, kendi putlarına secde etmeleri halinde kalplerinin mutmain olacağını söylemişlerdir. Bunun üzerine Yahudiler putlara secde etmiş ve müşriklerin Müslümanlardan daha doğru yolda olduklarını belirtmişlerdir. İşte Yahudiler böyle bir davra-nışı farkında olarak yaptıkları ve Hz. Muhammed’i (s.a.s.) bile bile inkâr ettikleri için Allah’ın lanetine müstahak olmuşlardır. Gerçeği bilip görüp şahitlik ettikten sonra haktan küfre sapan Yahudiler Kur’an’da en sert ifadelerle yerilen gruplar arasında yer almaktadır. Bu hususta Allah şöyle buyurmaktadır: “İman etmelerinden, Resûl’ün hak olduğuna şehadet getirmelerinden ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra inkârcılığa sa-pan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. İşte onların cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lânetine uğramalarıdır. Bu lânete ebedî gömülüp gidecekler. Onların azapları hafifletilmez; yüzle-rine de bakılmaz. Bir grup müfessire göre söz konusu âyetler Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bununla beraber âyetin ge-nel anlamda anlaşılabileceğini de ifade etmişlerdir. Âyette Yahu-dilerin küfrü şu üç nedenden dolayı şiddetli bir şekilde kınan-maktadır:
1. İmanlarından sonra küfre dönmüşlerdir.
2. Hz. Peygamberin hak peygamber olduğuna şahit olduktan sonra inkâr etmişlerdir.
3. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfür yolunu seç-mişlerdir.
Bundan da anlaşılacağı üzere Yahudiler içlerindeki haset ve kıs-kançlıktan ötürü hakikatlere karşı bir inatlaşma ve onları bile bile inkâr etme yolunu seçmişlerdir. Bu nedenle âyet onları “za-limler” olarak nitelendirmiş ve ebedi lanet içinde kalacaklarını haber vermiştir. Görüldüğü gibi Yahudilerin inkârı bilgisizlikten değil, tamamen Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara besledikleri
24
haset ve kıskançlıktan ötürüydü. Onların haset ve kıskançlıkları Hz. Peygamber’e iman etme hususunda önlerine set çekmiş ve hidayete ermelerine engel olmuştur. Oysaki bu olumsuz duygu-larının önüne geçebilmiş olsalardı kendi kitaplarında müjdele-nen peygambere iman etme şerefine nail olmuş ve Allah’ın lane-tine uğramaktan kendilerini korumuş olacaklardı.
Hakkı Gizlemek
Hak kelimesi mastar olarak sözlükte, “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek, bir şeye yakînen muttali olmak” anlamlarına gelmektedir. İsim olarak ise, “ger-çek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarında kullanıl-makta olup genellikle bâtılın zıddı olarak ifade edilir. Terim ola-rak ise, “bir şeye aslına uygun ve doğru olarak inanma, bu şekil-de kazanılan inanç ve bilgi” anlamına gelmektedir. Kur’ân’da ise türevleriyle beraber iki yüzden fazla yerde geçen hak kelimesi genel anlamda âyetlerde bâtılın zıddı olarak geçmektedir. Bunun yanında Kur’an’da adalet, Kur’an’ı Kerim ve İslam dini anlamla-rında kullanılmaktadır.
Yahudilerin lanete uğratılmasının bir nedeni de kendilerine ge-len gerçeği açıklamayıp onu gizlemeleridir. Bu hususta Kur’an şöyle buyurmaktadır: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyet yo-lunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizle-yenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder. Hakkı gizlemek, kendisine ihtiyaç duyulup onu ortaya koyma vesilesi de bulunduğu halde bir şeyi ortaya koymayıp saklamaktır. İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre En-sar’dan bir grup, Yahudi din adamlarına gelerek Tevrat’ta geçen Hz. Peygamber’in sıfatları, özellikleri gibi bazı hükümler hak-kında sorular sormuşlar, ancak onlar bu husustaki bilgileri giz-lemişlerdir. Bu husus kitabın içindeki doğru mananın tahrif edilmesi şeklinde de anlaşılabilir. Zira Yahudilerden bir kısmı Tevrat’ta Hz. Muhammed’in (s.a.s.) nübüvvetine delalet eden âyetleri yanlış bir şekilde tefsir ve te’vil etme yoluna gitmişlerdir.
25
Bunu da sırf ellerine geçecek az bir menfaat, mal, para ve hedi-yeden dolayı yapmışlardır.
Kendilerine gelen hakkı ve gerçeği gizleme hususunu gündemine alan Bakara sûresinin yüz elli dokuzuncu âyeti her ne kadar Ya-hudiler hakkında nâzil olsa da hükmünün genel olduğu bütün müfessirlerce beyan edilmiştir. Bu nedenle aynı yanlışı Müslü-manlar da yapsa Yahudilerin karşılaştığı olumsuz durumlarla onlar da yüz yüze geleceklerdir. Dolayısıyla Kur’an bir milleti, kavmi eleştirirken o milleti değil, kötülük ve sapkınlıklarını he-def almakta ve mesajını buna göre vermektedir. Nitekim Hz. Peygamber gerçeği gizlemenin çirkinliği hususunda şöyle bu-yurmuştur. “Her kime öğrendiği dini ilim sorulursa o da çeşitli sebeplerden dolayı o bilgisini gizlerse kıyamet günü o kimseye ateşten bir gem vurulacaktır. Görüldüğü gibi Yahudiler kendile-rine gelen hakkı ve gerçeği gizlemişler ve bu nedenle de Allah’ın lanetine maruz kalmışlardır.
İsyan
İtaat kelimesinin karşıtı olan ve isyan kökünden masdar ve isim olan mâsiyet, sözlükte “itaatten ayrılmak, söz dinlememek, ço-ğunluk tarafından onaylanan davranışlara uyum sağlamamak” anlamlarına gelmektedir. Âsi ise “karşılığında sevap beklemediği yasaklanmış bir fiili işleyen kimsedir. Terim anlamıyla ise, “Allah ve Resulü’nün koymuş olduğu emir ve yasaklara bile bile karşı çıkma, günahlara dalmadır. Mâsiyet kavramı Kur’ân’da otuz iki yerde yer almaktadır. Bunların biri isyan, ikisi mâsiyet, ikisi asî (âsi) şeklinde olup diğerleri farklı fiil kalıplarındadır. Söz konusu kavram mutlak şekilde kullanıldığında Allah’a yönelik olarak kabul edilir. Üç âyette Allah’a ve Resulü’ne, on bir âyette Resule, bir âyette de ana babaya atfen kullanılmıştır.
Yahudilerin, Allah’ın lanetine uğramalarının bir nedeni de O’nun buyruklarına karşı gelip isyan etmektir. Kur’an, yüzleri dümdüz edilip enselerine çevrilmeden ya da cumartesi adamları gibi la-nete uğramadan önce ehl-i kitaptan iman etmelerini istemekte-
26
dir. Bu hususta “Ey ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip düm-düz ederek arkalarına çevirmeden yahut onları, cumartesi adam-ları gibi lânetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğru-lamak üzere indirdiğimize (Kitab’a) iman edin; Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir. buyurulmaktadır. Âyette de ifade edildiği gibi cumartesi yasağına uymayıp haddi aşarak Allah’ın emrine isyan eden İsrailoğullarının lanetlendiği ve Hz. Peygam-ber’e iman etmeyen Yahudilerin de başına aynı şeyin gelebileceği belirtilmektedir. Böylece bu mesaj Hz. Peygamber döneminde Medine’de yaşayan Yahudilere net bir şekilde verilmektedir. Cumartesi gününün Yahudilerin yanında ayrı bir önemi bulun-maktadır. Tevrat’ta Allah’ın yeri ve gökleri altı günde yarattığı, sonra da yedinci günde (Cumartesi) istirahate çekildiği belirtil-mektedir. Bu nedenle İsrailoğullarının da bu günde işe ara verip dinlenmelerini emrettiği haber verilmektedir. Buna mukabil İsrailoğullarına Cumartesi günü besin toplamak, ekip biçmek, odun toplamak, ateş yakmak, yemek pişirmek ve yük taşımak yasaklanmıştır. Cumartesi gününün önemi Kitab-ı Mukaddes’te şöyle vurgulanmak-tadır : “Rabb, Musa'ya şöyle buyurdu: “İsra-illilere de ki: Şabat (Cumartesi) günlerimi kesinlikle kutlamalısı-nız. Çünkü o sizinle benim aramda kuşaklar boyu sürecek bir belirtidir. Böylece anlayacaksınız ki, sizi kutsal kılan Rabb be-nim. Şabat Günü'nü kutlamalısınız, çünkü sizin için kutsaldır. Kim onun kutsallığını bozarsa, kesinlikle öldürülmeli. O gün çalışan herkes halkının arasından atılmalı. Altı gün çalışılacak; ama yedinci gün Rab’be adanmış Şabat’tır, dinlenme günüdür. Şabat Günü çalışan herkes kesinlikle öldürülmelidir. İsrailliler, sonsuza dek sürecek bir antlaşma gereği olarak Şabat Günü'nü kuşaklar boyu kutlamaya özen gösterecekler. Ancak onlar evler-de ateş yakarak, köle ve cariyelerini kullanarak, ölüm cezalarını Cumartesi gününde ifa ederek bu anlaşmaya karşı gelmişlerdir. Tefsirler Cumartesi günü haddi aşanların, Hz. Davud zamanında Medine ile Şam arasında, deniz kenarında bulunan Eyle kasaba-sında olduklarını haber vermektedir. Buranın Medyen ve Tabe-riyye olduğuna dair rivayetler de vardır. Buraya senenin bir ayında çokça balık geldiği, bu ayın dışında da özellikle Cumartesi
27
günlerinin adeta balık akınına uğradığı beyan edilmektedir. Ni-tekim “Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumu-nu sor. Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar mey-dana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi tatili yapmadık-ları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk. âyeti de buna delalet etmekte-dir. Allah, İsrailoğullarını Cumartesi günü ile imtihan etmiştir. Onlar için Cumartesi günü avlanmayı yasak kılmıştır. Cumartesi günleri balıklar onlara akın akın geliyor, onlar da balıklara bakı-yordu. Bu durum onların nefis ve arzularına uymayı kolaylaştır-dığı ve avlanma yasağını çiğnemelerine neden olduğundan onlar için bir imtihan vesilesi olmuştur. Onlar denizin yanında havuz-lar yapmışlar, kanal ve arklarla denizdeki balıkları havuzlara çekmişlerdir. Cumartesi günü avlanmak haram olduğu için pazar günü onları yakalamışlardır. Bütün uyarılara rağmen bu yanlış davranışlarından vazgeçmemişlerdir. Nihayet Allah onları may-munlara dönüştürmüş (mesh) ve üç gün böyle yaşadıktan sonra da ölmüşlerdir. Görüldüğü gibi İsrailoğulları’ndan haddi aşan bir grup Cumartesi gününde kendilerine nehyedilen avlanma yasağını deldikleri için, onlara herhangi bir nasihatte bulunma-yan başka bir grupla beraber Allah’ın lanetine uğramakla yüz yüze kalmışlardır. Öte yandan Allah’ın emir ve yasaklarını şerli insanlara anlatan üçüncü grup bu cezadan kurtulmuştur. Yine “İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.” âyeti de İsrailoğullarına peygamberler tara-fından lanetlendiklerini unutmamalarını ve bu hususta Hz. Mu-hammed’e (s.a.s.) itaat edilmesinin gerekliliğini hatırlatmakta-dır. Böylece Allah’ın koyduğu yasakları ihlal edip isyan eden İsrailoğulları Allah’ın lanetine uğramış ve aynı yanlışa düşme-meleri hususunda sonraki Yahudi kuşakları uyarılmıştır.
Ahitlerini Bozmak
Ahid kelimesi, “tâlimat vermek, emretmek, söz vermek” ya da “anlaşma, ittifak, sözleşme” gibi anlamlara gelmektedir. Söz
28
konusu kelime Kur’an’da bazen insanların birbirine söz vermesi bazen de Allah ile kulları arasındaki bir tür sözleşme için kulla-nılmaktadır. Yemin anlamına da gelebilen kelimenin eş anlamlı-sı olarak Kur’an’da mîsâk ve vaad kelimelerinin de kullanıldığı görülmektedir. Kur’an’a göre Allah, emirleri yoluyla ve peygam-berleri vasıtasıyla insanlardan ahit almıştır. Yahudilerden alınan söz de bunlar arasındadır. Allah, İsrailoğullarından, namaz kıla-caklarına, zekât vereceklerine, peygamberlerine inanıp onları destekleyeceklerine ve Allah’a güzel bir borç vereceklerine dair söz almıştır. Yine Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceklerine, anaya babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edecekleri-ne, birbirlerinin kanlarını dökmeyip yurtlarından çıkarmayacak-larına dair söz almıştır. Bunun yanında onlar, Tevrat’a sımsıkı sarılıp onu insanlardan gizlemeyeceklerine söz vermişlerdir.
Kur’an, Yahudilerin lanete uğramasının bir sebebi olarak da Allah’a verdikleri sözden caymalarını göstermektedir. Bu durum âyette şöyle ifade edilmektedir. “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttu-lar…” Ahdi bozmak, kendilerine gösterilen delillere göre amel etmek yerine şüpheli şeylerin peşine düşüp ona itibar etmektir. Bu hususta delile göre değil de heva ve heveslerine göre hareket eden Yahudiler, peygamberlerini yalanlayıp öldürmelerinden ve Hz. Peygamber’in Tevrat’ta geçen vasıflarını gizlemelerinden dolayı lanete uğramış ve Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış-lardır. Yine kendilerine indirilen kitabın lafzını ve manasını de-ğiştirip onu tahrif etmişlerdir. Verdikleri sözün aksine hareket etmişlerdir. Eğer onlar söz ve ahitlerinde durmuş olsalardı Allah onlara yardım edecek ve yaptıkları iyilikler karşılığında onları cennetine kabul edecekti. Ancak onlardan birçoğu söz verdikleri şeyleri yerine getirmemişlerdir. Bu hususta Abdullah İbn Selâm ve arkadaşları Hz. Peygamber’e iman ederek ahitlerine vefa gös-termişler ve sözlerinde hainlik etmemişlerdir. Görüldüğü gibi Yahudiler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra bunu gizle-yip tahrif etme yoluna gitmişlerdir. Eğer kendi kitapları olan
29
Tevrat’ın emir ve yasaklarına tam manasıyla riayet etmiş olsa-lardı Kur’an’ı ve Hz. Hz. Peygamber’i kabul edip Allah’ın lane-tinden ve bedduasından kurtulmuş olacaklardı. Ancak onlar Tevrat’ın hükümlerini gizleyerek ve daha önce vermiş oldukları sözden cayarak Allah’ın lanetini celp etmişlerdir.
İftira
Sözlükte iftira, “asılsız isnatta bulunmak, bühtan etmek, yalan söylemek, uydurmak” gibi mânalara gelmektedir. Terim olarak ise, “bir kimseye asılsız olarak suç, günah yahut kusur sayılan bir söz, davranış veya nitelik isnat etmek” anlamında kullanılmak-tadır. Bir başka deyişle iftira, “Allah’tan başka ilahlar edinerek şirk koşmak, Allah’ı zatına layık olmayan isim ve sıfatlarla nite-lemektir.
Yahudilerin Allah katında lanete uğramasının bir nedeni de “Al-lah’ın eli bağlıdır” diyerek Allah’a iftira etmeleridir. Bu durum ayette şöyle dile getirilmektedir. “Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! Bilâkis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir…” Elin açık ya da kapalı olması cömertlik ve cimriliği ifade etmek için kullanılan meşhur bir deyimdir. Zira el, infak etmenin bir aracıdır. Bundan dolayı Araplar cömertlik ve cimriliği el, avuç içi, parmaklar ve parmak uçlarına isnat etmişlerdir. Nitekim cömert olan bir kimseye avucu feyizli, eli açık ve parmak uçları engin demişlerdir. Buna karşılık cimri olana da parmakları dar, avuç içi dar ve parmak uçları zayıf demişlerdir. Nitekim “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettikleri-nin) hasretini çeker durursun.” âyeti de bu manada kullanılmış-tır. Yahudiler, “Allah’ın eli bağlıdır” sözünü iki sebebe binaen söylemişlerdir:
1. Yahudiler, başlarına gelen felaket ve musibetleri Allah’tan bilmişler ve Allah’ı cimrilikle suçlamışlardır. Bununla onlar Al-lah’ın kudretinin azaldığını ve her konuda dilediği kararı vere-
30
mediğini kastetmişlerdir. Yine onlara göre Allah’ın cömertliği bitmiştir, artık cimri davranmaktadır.
2. Yahudiler, Müslümanları fakirlik ve sıkıntı içinde görünce alay ve istihza yoluyla “Hz. Peygamber’in ilahı fakir ve elleri bağlıdır” demişlerdir. Ancak söz konusu âyetin “Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir” şeklindeki ifadesi onların bu iddia ve iftirala-rını apaçık bir biçimde yalanlamaktadır. Böylece Allah’ı şanına yakışır bir tarzda anmak yerine ona iftira atan Yahudiler, bu nedenle Allah’ın lanetini hak etmişlerdir.9
VI... Dünyanın her tarafına yayılıp kene sessizliği ve sinsiliği içinde kanını emdiği her yerden atılan, sonun-da İspanya’dan kovulan, sırtında ucu kurşunlu kamçı-ların iziyle Türkiye’nin kapısını çalan, karalar ve deniz-lerin haşmetli İmparatoru Kanuni Sultan Süleyman’ın lütuf ve merhameti sayesinde yurdumuza sızan, en kısa zamanda Türk iktisadi hayatına hâkim olan (Yasef Nas-sı), hattâ bir kızını Kanuni’nin oğluna nikâh ettirmeye kadar başaran (Nurbanû Sultan), derken Osmanlı tari-hi boyunca yeniçeri fesadının baş âmili “züyûf akça-hileli para” marifetini yürüten o...
Sürgün, dinin zaman ve mekânla olan ilişkisine bir çift yönlülük getirmiştir. Bu çift yönlülük, “burada” yaşarken “ora”nın unu-tulmamasını ve “ora”nın hayali kurulurken de “burada” yaşa-maktan vazgeçilmemesini sağlamıştır. Bu yönüyle sürgün, yega-ne yas unsuru olmaktan ziyade Yahudi belleğinin ve geleneğinin derinliklerine ulaşan canlı bir hatıraya dönüşebilmiştir. Böylelik-le sürgünün şekillendirdiği dinsel hayatın, ortaklaşa yerine geti-rilen ritüellerin ve topluluğun umutlarının, mitsel bir ulusal geçmişe dair hatıraları ve gelecekte muhtemel bir canlanışa iliş-
9 Amasya İlahiyat Dergisi – Amasya Theology Journal Kur’an’da Yahudilere Lanet Edilme Meselesi) (Enver BAYRAM Doç. Dr., Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, İslâmi İlimler Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı
31
kin hayalleri diri tuttuğu iddia edilebilir. Buna en iyi örneklerden biri Hz. Musa’nın önderliğinde Mısır’dan çıkışın kutlandığı Pe-sah (Hamursuz) Bayramı’nda okunan ve “Bu yıl burada, gelecek yıl İsrail’de” diye başlayıp “Bu yıl burada, gelecek yıl Kudüs’te” şeklinde son bulan duadır. Kutsal metinlerde, sürgünün kavmin işlediği günahlara karşılık tanrısal bir ceza olarak Yahudilerin başına geldiği düşüncesi hakimdir. Tanah’ın pek çok kısmında, Yahudilerin işledikleri günahlardan ötürü yurtlarının ellerinden alındığı, tapınaklarının yıkıldığı ve putperest kavimlerin boyun-duruğu altına girdikleri yazılıdır. Ancak Tanah’ta bahsedilen sürgün, MÖ 587 yılında Birinci Tapınak’ın yıkılmasını takiben Yahudilerin başına gelen Babil Sürgünü’dür. Babil’e sürgüne gidenler, MÖ 538 yılında Perslilerin Babil’i fethinden sonra, Pers İmparatoru Sirus’un Dönüş Fermanı’yla geri dönme fırsatını elde etmişlerdir. Bir din olarak Yahudiliği derinden etkileyen bu sürgün, dinin yeniden yapılandırılmasını beraberinde getirmiş-tir. Yahudi tarihindeki ikinci büyük sürgün, MS 66-70 yılları arasında Romalılara karşı gerçekleşen büyük isyanın Romalılar-ca bastırılması ve 70 yılında İkinci Tapınak’ın yıkılmasının ar-dından Yahudilerin büyük çoğunluğunun Yehuda’yı terk etme-siyle meydana gelen sürgündür. Birçok kaynakta bu durum “iki bin yıllık sürgün” olarak ifade edilmekte ve İsrail Devleti’nin kuruluşuyla da sona erdiği yazılmaktadır. Ancak bu, sürgünün dinsel özelliğinden ötürü tartışmaya açık bir yargıdır; zira İsrail Devleti’nin meşruiyetini kabul etmeyen Yahudilerin sayısı hiç de azımsanamayacak düzeydedir ve onlara göre sürgün hâlâ devam etmektedir, Mesih’in gelişine kadar da sürecektir. İkinci Tapı-nak’ın yıkılışını müteakip ortaya çıkan sürgünde dikkat çeken nokta, bunun Babil Sürgünü’ne kıyasla çok daha uzun sürmesi ve Yahudilerin çok daha geniş bir coğrafyaya dağılmasıdır. Bu nokta, sürgün ekseninde gelişen mistik bir anlayış olarak Kaba-la’nın sürgünü nasıl kavramsallaştırdığını ve hangi kavramlarla eşdeğer kıldığını anlamakta önemlidir. Yahudilerin kolektif bir tecrübesi olarak sürgün, Yahudi inancında pek çok açıdan bir kırılma noktasına tekabül eder. Tanrı’nın şehrinin yabancı ege-menliği altına girmesi, Tapınak’ın yıkılması, Tanrı’nın halkının
32
ataları İbrahim’e vaat edilen topraklardan çıkarılması gibi geliş-meler, tarihsel anlatıda bunların dinsel geçmişle uyum içinde yer alması ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. Ayrıca sürgün hali-nin topluluğun varlığına ve bekasına yönelik bir tehdit olarak görülmesi ve asimilasyona yönelik kaygılar da sürgünün kav-ramsallaştırılmasında etkili olan etmenlerdir. Bu bağlamda din-sel bir hayat, cemaat halinde yerine getirilen ritüeller ve toplulu-ğun umutları, ulusun dinsel-mitik geçmişinin hatırasını ve ulusal canlanışın hayalini ayakta tutan öğeler olmuştur. Gelecekteki bir canlanışa dair hayaller de temel olarak kefaret kavramı etrafında şekillenmiştir. Sürgünün kefareti adına geçmişin anılmasına ve geleceğin mistik bir tahayyülüne yönelik ritüellerin ortaya çıkışı da bahsedilen ögelerin varlığından bağımsız değerlendirilemez. Geçmişteki yıkımın hafızalarda canlı tutulması, gelecekteki kefa-retin bir gereği olarak görülmüştür. “Sürgünün yol açtığı bütün ızdıraba ve içinde yaşadıkları toplumun kültürünün uyumsuz zaman ve mekân kavramlarına rağmen Yahudiler kendilerine ait alternatif bir kronoloji ve tarihsel hafızaya yönelerek sürgünün getirdiği şartlara karşı çıkan, gelecekteki kefarete dair umutları canlı tutan ayrı bir algı ve perspektif geliştirmişlerdir.” Bu çerçe-vede ortaya çıkan gerek kavramsallaştırma ve anlatılar gerekse dinsel ve mistik pratikler değerlendirilirken göz önünde bulun-durulması gereken önemli bir nokta da bunların içinde yaşanılan dönemdeki toplumsal güç ilişkilerine, politik ve ekonomik güç-ten yoksunluğa bir tepki olmasıdır. Kabala, kutsal metinlerin gizli anlamlarına yoğunlaşan ve uhrevi dünyayı, kefaretin kaçı-nılmazlığını gözler önüne serecek olan tarih üstü düzenle ilişkili olarak yeniden kuran mistik bir inanış olarak ele alındığında, sürgündeki varoluşa bir alternatif sunduğundan ve bir gelecek vizyonu ortaya koyduğundan bahsedilebilir.
Yaygın olarak Haçlı Seferleri sırasında Avrupa ülkelerindeki atmosferde yükselişe geçen Yahudi mistik anlayışı, mevcut ger-çekliği görmezden gelerek, gerçekliğin sınırlarının ötesinde bir alan açmaya ve bir alternatif oluşturmaya yönelmiştir. Bu, Ya-hudileri sürgün toprağında inanca bağlı tutabilmek için ortak bir geleceğe yöneltme fikriyle de yakından bağlantılıdır. “Vurgulan-
33
ması gereken bir nokta da şudur ki tarihsel akışa karşılık böylesi bir tepki, sürgün şartlarında ne siyasi ne de askerî gücü olan Yahudilerin önündeki tek çıkış yoluydu.” Bu şartlarda ortaya çıkan tarihsel görüş, özünde iyinin ve kötünün mücadelesini barındıran alternatif bir tarihsel alanın kurgulanmasını sağla-mıştır. Bu bağlamda, Kabala’daki eskatolojik görüşlerin sürgün-de olma haliyle yakından bağlantılı olduğu aşikardır.
Bellek ve Sürgün: Dışlanma ve Rıza
Bütün bir Yahudi tarihini modernleşme (18. yüzyıl) öncesine dair anlatılardan hareketle incelerken önemli hususlardan birisi, Yahudilerin içinde yaşadıkları toplumdan izole olma halinin, benlik algıları ve kainat idraklerini doğrudan etkilemesi ve geç-mişin de bu açıdan yani “sürgünde olma” haliyle değerlendiril-mesidir. Kabala literatüründe sürgün, Yahudiler için asla geç-mişte, tarihte kalmış bir olay yahut bir ân olarak algılanmamış, tarihin üstünde bir bilince ulaşmanın ve üst bir gerçeklik alanı-nın tecellisinin ilahi vesilesi olarak görülmüştür. Bu tarz kav-ramsallaştırmalar çerçevesinde Yahudi geleneğinin ve Rabbinik otoritenin inşasında sürgün, merkezi bir temadır. Ancak gözden kaçırılmaması gereken husus, sürgüne atıf yapılırken herhangi bir tarihsel olayın diğerlerine öncelenmesinden ziyade kavramın Yahudi halkının bir nevi varlık ve bütünlük unsuru, süreklilik arz eden bir halin ifadesi olmasıdır. Diğer yandan sürgün, ifadesini gelenekte bulduğu haliyle, yalnızca fizikî bir coğrafyadan çıka-rılmanın oldukça ötesinde, mevcut işleyişten, sürgün edilen yer-deki hayat tarzından ve toplumdan dışlanmışlığı da mânâ olarak barındırmaktadır. Ancak sürgünün Yahudi kavramsal belleğinde bir karşılığı daha vardır ki bu da tarihten dışlanmışlık algısına tekabül etmektedir. Zira zaman içerisinde “sürgünde bulunma durumu, özgül bir toprağa dair her türlü tanımdan giderek uzak-laşan varoluşsal bir statü edinir; daha genel anlamda sürgün yeryüzünün her yerinde, hatta Kutsal Toprak’ta bile hüküm sü-rer”. Sürgünün “tarihten dışlanmışlık” olarak kavramsallaştırıl-
34
masının belli tarihsel sebep ve sonuçlarından bahsedilebilir. Bunlardan en önemlisi içinde bulunulan sosyal şartlardır. Top-lumsal dışlamanın en net ifadesi olan Getto sistemi tarihten dışlanmışlık algısının oluşumunda da temel etmenlerdendir. Fiziki olarak şehir hayatına ve toplumsal ilişkilere aktif katılımın engellenmesinin topluluğun “biz ve diğerleri” idrakini ciddi an-lamda şekillendirici bir etkisinin olacağı açıktır. Bu bağlamda “tarihten dışlanmışlık” algısının ortaya çıkışı ve sürdürülmesin-de de farklı faktörlerin etkisinden söz edilebilir. Sosyal yapıdan dışlanmanın karşılığı bugünden, olup bitenlerden ve hayat dün-yasından dışlanmaktır ve bu, pratik olarak bireyin yahut toplu-luğun olup bitenler karşısında etkisizleştirilmesi anlamına gel-mektedir.
Tarihten dışlanmışlık algısının sosyal boyutu açıklanırken, geç-mişin tarih formunda inşası sürecinde göz önünde bulundurul-ması gereken bazı hususlar vardır. Bunlardan en önemlisi tarih ve yaşanılan ân arasındaki bağlantıdır. Bugünü geçmişin ışığın-da değil, genellikle geçmişi bugünün ışığında okuruz. (…) Tarih geçmişten bugüne yazılan bir şey değil, bugünden yola çıkılarak okunan veya yazılan bir hikayedir. İnsanlar bir şeyin tarihine onu kendilerine en son hatırlatan olayların ışığında bakarlar. Bu çerçevede tarih ile bugünün ilişkisi, tarihten dışlanmanın sosyal veçhesine ışık tutabilir. “Bugünde olan etkisizlik ve dışlanmışlık hali, tarihin bir mirasıdır” algısının ardına baktığımızda bugün-kü dışlanmışlık halinin geçmiş algısının ana teması olmaya mü-sait konumu ortaya çıkmaktadır. Bu yolla bugünden dışlanmışlık tarihten dışlanmışlığın önemli bir yönünü oluşturmaktadır.
Bir diğer önemli nokta da tarihten dışlanmışlık algısının teolojik boyutudur. Bu boyut, sürgünde olma halini, Hıristiyanlığa ait bir kavram olarak “tarih” algısını, Mesih inancını ve sürgünün ilahî takdirle ilişkisini bir arada değerlendirmeyi gerektirmektedir. Modernleşme öncesi dönem Hıristiyan-Yahudi ilişkileri bağla-mında incelendiğinde, “tarihe dâhil olmak”; geleneğin, ritüelle-rin ve dinsel anlatının ekseninde yer alan sürgünün, sürgünle tecelli eden ilahî takdirin, kısaca Yahudi’yi Yahudi yapan her
35
şeyin reddi ve bir nevi Hıristiyanlığın doğrularının kabulü anla-mına gelebilmekteydi. Bu bağlamda değerlendirildiğinde böyle bir dışlanmışlık arzu edilen, hatta olması gereken bir unsur ola-rak görülmüş ve tarihten dışlanmışlık halinin içselleştirilmesine ortam hazırlamıştır. Bu açıdan üst bir gerçeklik evreninin geçmi-şe yönelik algılar dâhilinde çeşitli yollarla inşası daha anlamlı hale gelebilir. Modern döneme gelindiğinde ise geçmiş algıları üzerinden süregiden gerilim farklı bir boyut kazanmıştır. Aydın-lanmanın kapsayıcı retoriğiyle birlikte Yahudilerin toplumdan izolasyonunu bir şekilde mümkün kılan Katolik değerler, yerini ilerlemeci tarih algısına ve akılcılığa bırakmıştır. Bu süreçte or-taya çıkan Yahudilerin topluma intibakı fikri, getto sisteminin ortadan kaldırılması gibi yenilikler gerilimi daha da artırmıştır. Bunun sebebi, sürgün eksenli bir geçmiş algısının yerini ilerle-meci tarih idrakine bırakmasıdır. Özetlemek gerekirse, bu deği-şime karşı dinsel tepkilerin ortaya çıkışında yukarıda da bahse-dildiği üzere yeni filizlenen değerlerin Katoliklikle özdeşleştiril-mesi ve Aydınlanmacı fikirlerin aynı kategoride değerlendirilme-si etkili olmuştur. Geçmişe yönelik Aydınlanmacı fikirlerin be-nimsenmesi de bir nevi ihtida olarak değerlendirilmiştir. Zira bu perspektifin benimsenmesi, sürgün ekseninde dinî bir mirasa dönüştürülen geleneksel geçmişin, “tarihe dönüş” uğruna feda edilmesi olarak görülmüştür.
Modernleşme ve Sürgün: Tarihe Dönüş
Sürgün, aşkın bir gerçeklik alanının ortaya çıkışında bir araç olarak görüldüğünden ve tarih kavramı sürgünün ötesini, dış dünyayı, görülebilen gerçekliği temsil ettiğinden; dünyevi olan yazılı tarihle özdeşleştirilmiş ve yazılı olması hasebiyle “tarih” Avrupa Yahudilerinin kavramsal çerçevesinde Hıristiyanlığa ait olarak değerlendirilmiştir. Dindar Yahudilere göre belleğin yazı-dan uzak tutulması dinsel sadakatin bir gereğidir. Hal böyle olunca bellek ve yazıya dökülen anlatı arasında bir uçurum doğ-muş; hatırlamaya ve anmaya verilen önem, bu bellekte yer alan-
36
ların dışarıdan herhangi bir manevi tecrübe olmaksızın aynen yazılarak ifade edilmesine dönük bir kayıtsızlığı ve hatta olayla-rın dinsel karakterinin inkârını beraberinde getirmiştir. Geçmişi ritüeller yoluyla bellekte yenilenmesi ve sürekli hatırlanması, özel günler ve dualar yoluyla tazelenmesi bu hatıranın yazıya dökülmesinin bir dünyevileşme eğilimi olarak görülmesinde etkilidir. Rabbinik otorite ve Yahudi geleneği bu şekilde ritüel-lerle iç içe geçmiş bir hatırlama düzeni ve belleğin üzerine kuru-ludur. Yahudi Aydınlanması, toplumsal entegrasyon ve modern-leşmeyle birlikte Avrupa’da Yahudi geçmişine ilişkin ortaya çı-kan yeni bakış açıları, bu bağlamda gerek Yahudilerin dış toplu-ma entegrasyonu fikri gerekse Aydınlanma değerlerinin benim-senmesi temayülü geleneksel çevrelerde Yahudi varlığına ve bekasına yönelik bir tehdit olarak görülmüştür. Bu haliyle sür-gün, eksene alınmaktan çok Yahudi tarihinin acı bir hatırası olarak hatırlanmış ancak günlük hayattaki dinamikler tamamen Hıristiyan toplum ekseninde gelişmiştir. Bu durum Hıristiyan bir toplumda varlığını devam ettirmeye dair tereddütlerin bir neticesi olarak görülebilir. Ancak buradaki temel mesele, her şeyin ötesinde “tarihe dönüş”ün bir işareti olmasından ötürü tepki çekicidir. Geçmişin tarihe dönüşümü, sürgünün geçmiş algısının ekseni olmaktan çıkmasıyla mümkün olacaktır. Yahudi, tarihe dönmektedir zira artık toplumda kabul görmüştür. Moses Mendelssohn örneğinde olduğu gibi Alman toplumunda kabul gören “aydınlanmış bir Yahudi”, artık toplumda rol alabilirdi. Bu şekilde bir entegrasyon “halihazırda” toplum içerisinde varolabi-len bir Yahudi’yi bu toplumun tarihinde de varolabilir hale ge-tirmiştir. Bu açıkça “tarihe dönüştür”. Bu, geleneğin yegane oto-rite olmaktan çıkışını ifade etmektedir ve bu açıdan geleneksel otoritenin ciddi tepkisine yol açmıştır. Bu durum Hıristiyanlık ve Yahudilik arasında süregelen kadim gerilimde Hıristiyanlığın galip gelmesi demekti; zira benimsenen değerler ve tarih algısı açıkça “Hıristiyan”dır.
37
Tepki Olarak Siyonizm
18. yüzyıl Avrupa’sında Aydınlanmayla birlikte ortaya çıkan poli-tik atmosferde ciddi siyasi sonuçlar doğuracak tartışma konula-rından birisi Yahudilerin toplumsal konumlarıyla ilgiliydi. Al-manya, Hollanda ve Avusturya gibi Avrupa’nın farklı yerlerinde yeni sosyal haklar edinen Yahudilerin topluma entegrasyonu fikri toplumda çok büyük tepkilere yol açmıştır. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Yahudi karşıtlığının antisemi-tizm olarak adlandırılması, sorunun Orta çağdaki Yahudi karşıt-lığıyla farklılık göstermesinden ileri gelmektedir. Antisemitizmin ortaya çıkışında din faktörünün etkisi öncesine kıyasla daha azdı ve özellikle 1870 sonrası dönemdeki hareket ciddi anlamda siya-sal bir nitelik göstermekteydi. Toplumda diğerleriyle eşit olarak yer almasına karşı çıkılan birey, “dininden ziyade karakterinde değişmeyen unsurların olduğu inancından ötürü” dışlanmıştır. Bu karşıtlık, içinde yaşadıkları topluma entegre olmaları gerekti-ğine inanan ve bu yönde çaba harcayan Yahudilerde ciddi şaş-kınlığa ve hayal kırıklığına yol açmıştır. Siyonizmin siyasi bir hareket olarak ortaya çıkışında bu hayal kırıklığının rolü yadsı-namaz. Siyonizm, ilk olarak 1870’lerde ortaya çıkan ve siyasi bir nitelik taşıyan antisemitizmin sebeplerini açıklamaya ve buna bir çözüm bulmaya yönelik siyasi hareketlerden birisidir. Anti-semitizm zamanla yok olabilecek bir karşıtlık değil de toplumda kök salan ve devamlılık arz eden bir sorun olarak görülmüş ve çözüm olarak da Yahudileri dışlanıp durdukları bu topraklardan tek bir çatı altında birleşecekleri yurda alıp götürecek bir “ameli-yat” öngörülmüştür. Söylem ve sunulan çözümler itibariyle Si-yonizm ve antisemitizm arasında bazı paralellikler söz konusu-dur. Zira antisemitistlerin sunduğu çözümlerin bir kısmı Yahudi-lerin gitmesini ve toplumsal bir homojenliğe ulaşmayı öngör-müştür. Bu fikir Herzl’in sunduğu Yahudi devleti fikriyle ciddi paralellikler göstermektedir. Buradan yola çıkarak Siyonizm ile antisemitizmin şekillenmekte olan milliyetçilik fikri noktasında bir dirsek temasından söz edilebilir. Günümüz İsrail siyasetin-deki önemli fay hatlarından birisi Siyonizmin antisemitizmle dirsek temasında bulunduğu noktayla bağlantılıdır. Bu da Avru-
38
pa şartlarında, antisemitizme bir nevi tepki olarak doğan Siyo-nizmin ulusal bir ideolojiye dönüşüm sürecinde Yahudi tarihinin indirgemeci bir yaklaşımla ulusal tarih kalıbında sunulmaya çalışılmasının yol açtığı bir gerilimdir.
Siyonizm ve Otorite
Tarihin İnkarından Sürgünün İnkarına Siyonizmin ortaya çıktığı şartlardan bağımsız bir şekilde salt kurucu bir ideoloji ve somut bir toprak parçası üzerinde bir siyaset çerçevesi olarak değerlen-dirilmesi, Fas’tan Rusya’ya, Hindistan’dan Litvanya’ya çok farklı kültürel çevrelerde ve toplumlarda varlığını sürdürmüş, bam-başka kültürel kodlara sahip Yahudi topluluklarının ulusa bir proje etrafında yarım yüzyılı aşkın bir sürede bir araya getirile-rek entegre bir toplum oluşturulma çabalarının yol açtığı prob-lemlerin ve gerilim noktalarının analizinde yetersiz kalacaktır. Bu noktada Siyonizmin ortaya çıkış şartları ve tepkisel doğasının yanında, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da Nazi rejimi tarafından gerçekleştirilen Holokost’un da Siyonist düşünürler üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Bu faktörler Siyonizmin ulus kurucu bir ideoloji olarak ortaya çıkışında son derece önemlidir. İsrail Devletinin kurulması sonrasında Avru-pa’da Yahudilerin yaşadıklarına bağlı olarak, İsrail siyasetinin kavramsal çerçevesi ve siyasi kültürü Batı ekseninde gelişmiştir. Bu durum İsrail kültürü, siyaseti ve hatta dinsel anlayışına en köklü ayrım olan Sefarad-Aşkenaz kutuplaşması şeklinde yansı-mıştır. Aşkenazlar Almanya, Fransa ve Doğu Avrupa kökenli; Sefaradlar ise İspanya ve Portekiz’den kovularak Osmanlı coğ-rafyasına yerleşmiş İtalya, Yunanistan ve Ortadoğu kökenli Ya-hudilerdir. Avrupa’da yüzyıllarca baskı altında yaşamış, gettoyu tecrübe etmiş, Yahudi karşıtlığıyla var olmayı öğrenmiş, gelene-ğini bu unsurlarla çarpışarak oluşturmuş, son olarak da Holo-kost’tan sağ çıkmayı başarmış ve bu sürecin sonunda Siyonizm gibi bir düşünceyle “bir zamanlar çıkarıldığı ata yurduna dön-müş olan Avrupalı Aşkenaz Yahudilerin, İslam toplumlarında
39
dinî hayatına müdahale edilmeden yaşamış ve asimilasyon, en-tegrasyon, emansipasyon (özgürleşme) gibi süreçleri tecrübe etmeden toplumsal bir uyum dahilinde yüzyıllarca geleneğini sürdürebilmiş Sefarad Yahudi topluluklarıyla bir araya gelişinin tahayyülü yukarıda bahsedilen gerilimi zihinlerde somutlaştırır. Amnon Raz Krakotzkin, Siyonizmin, kelimenin modern anlamıy-la bir ulus oluşturabilme kapasitesinden söz ederken, Yahudile-rin tarihî değil hukukî açıdan ortak bir zemine sahip olduklarını belirtmektedir. Dolayısıyla Yahudilerin üzerinde birleşebileceği “ortak bir tarihsel alan” yoktur; hatta ve hatta Siyonizm tarafın-dan ortak olarak görülmeye çalışılan bu tarihsel alan, “sürgünün reddi”nin geçmişi olarak okunabilir. Ancak Siyonizmin temel çabası, ulusal bir tarih formunda Yahudilerin tarihinin yazılma-sı, homojen ve bütünlüklü bir anlatıya ulaşılmasıdır. Bu durum ciddi gerilimleri beraberinde getirmiştir. Zira ulusal bir çerçeve-de yazılmaya çalışılan Yahudi tarihi, Filistin’e İsrail Devletinin kuruluşundan en fazla yetmiş yıl önce dünyanın bambaşka coğ-rafyalarından gelmiş Yahudilerin mensup oldukları kültürlerin tek bir kategoride ele alınmasını ve farklı ben idraklerine sahip medeniyetlere mensup bireylerin hayat dünyalarının tek bir idrake indirgenmesini gerektirmiştir. Bu bağlamda Krakotzkin’e göre Siyonist tarih yazımı, Yahudilerin “tarihselleştirilmesini ve aynı zamanda da tarihsizleştirilmesini” bir arada barındıran bir pratiktir. Burada tarihselleştirmeden kasıt, Siyonizmin sürgünü, Kabala’da ifadesini bulduğu şekliyle tarihin reddini ve sürgün ekseninde gelişen geçmiş algısının, geleneğin ve ritüeller yoluyla korunan belleğin görmezden gelinerek, modern bir tarihsel çiz-ginin benimsenmesi ve Yahudi tarihinin homojenleştirilerek tek bir anlatıya sığdırılması çabalarıdır. Bu açıkça Yahudi geleneği-nin ve mistisizminin reddettiği “Hıristiyanlaşmış” tarihin be-nimsenmesi, en net ifadesiyle “tarihe dönüştür”. Bu sebeple bu tarz bir dönüş, sürgünün merkezi konumunu reddediş anlamını taşımaktadır ki buna “sürgünün inkarı (shlilat ha’galut)” adı verilmiş ve bu politik tartışmaların dinamik bir faktörü haline gelmiştir. Diğer yandan tarihsizleştirme kavramının da sürgünle bağlantısı kurulabilir. Tarihsizleştirme, farklı kültürel ortamlar-
40
da yaşamış Yahudi topluluklarının mensup oldukları farklı kül-türel anlayışların ve bir araya geldiklerinde gösterdikleri çeşitli-liğin görmezden gelinmesini, yani bu çeşitliliği ortaya koyan farklı geçmişlere kayıtsız kalınmasını ifade etmektedir. “Her topluluğun kendi tarihi, kendine özgü gelenekleri ve yeter bir kimliği olabilir; ancak bu bir dünya tarihi çerçevesinde ya da ölçeğinde değildir.” Ayrıca Krakotzkin’e göre bu yerellik ve ken-dine özgülüğün sağladığı yaklaşım, küresel bir tarihten uzak durma eğilimi, Rabbinik Yahudiliğin yani geleneğin inşasında oldukça önemli bir konuma sahiptir. Bu nedenlerle Siyonizm, aynı zamanda bir “tarihsizleştirme”yi de beraberinde getirmiştir. Anlaşılacağı üzere sürgün, Yahudi dinsel geleneğindeki en mer-kezi kavramlardan birisidir. Bu kavramı esas alarak İsrail’deki dindarlık ve sekülerlik gerilimine dair bir perspektif oluşturul-ması mümkündür. Zira İsrail toplumunda, dünyanın her yerinde olduğu gibi din, kültürel köken ve sosyal sınıfın belli kombinas-yonlarının siyasi kimliklerin oluşumuna ortam hazırlaması söz konusudur. Bu bağlamda İsrail siyasetine etki eden önemli ku-tuplaşmalardan birisi Sefarad ile Aşkenaz Yahudileri arasındaki kutuplaşmadır. İçinde yaşadıkları medeniyetlerin büyük ölçüde farklı olması Sefaradların ve Aşkenazların farklı algılara ve bakış açılarına sahip olmalarına yol açmıştır. Sefaradlar içinde yaşa-dıkları Müslüman toplumlarda toplumun organik bir parçası olarak kabul görürken, Avrupa ülkelerinde ciddi baskılara ve izolasyona maruz kalan Aşkenazlar yüzyıllar boyunca Yahudi karşıtlığıyla başa çıkmak zorunda kalmışlar ve son olarak anti-semitizmin yükselişine ve Holokost’a tanık olmuşlardır. Bugün İsrail’de bir ideolojiden ziyade politik bir çerçeve olarak sunulan Siyonizm, antisemitizmin Yahudiler için varoluşsal bir tehdit halini aldığı dönemde tüm dünya Yahudilerinin aynı toprak par-çası üzerinde birleşerek bir devlet kurmasını yegâne çözüm ola-rak sunmuştur. Sorunu algılayış biçimi ve sunduğu çözümler bakımından Siyonizm, ulusçuluk fikrinin etkisinde modern bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Asla gözden kaçırılmama-sı gereken nokta, Avrupa’da modern bir ideoloji olarak antisemi-tizme muhatap olan Yahudilerden bir kısmının ortaya koyduğu
41
bir çözüm olmasıdır ki İsrail devletinin ulusal bir proje olarak hayata geçirilmeye başlandığı yıllarda dünya üzerindeki bütün Yahudilerin bu çözüm kapsamında İsrail’e getirilmesi ve toplu-ma entegre edilmesi, ciddi sorunları beraberinde getirmiştir. Kuruluşundan itibaren İsrail’de siyaset düzleminde hâkim söy-lem, daima Aşkenazların benimsediği söylem olagelmiştir. Bura-da dikkate değer bir nokta da Siyonizm ve oryantalizm arasında-ki ilişkidir. Nitekim dünyanın farklı yerlerinden İsrail’e göç eden Yahudilerin farklı kültürel kökenlerinin görmezden gelinmesiyle birlikte, Yahudiliğin Batılı değerlerle özdeşleştirilmesi ve Do-ğu’ya ait görünen unsurların dışlanması birçok soruna yol açmış-tır. Bu meselenin toplumsal ve siyasi sonuçları İsrail siyasetinde açıkça görülebilir. 1984 yılında resmen İsrail siyasetinde yerini alan Şas Partisi (Sephardim Shomrei Torah / Tevrat’ın Sefarad Muhafızları), hemen her alanda kontrolü elinde tutan Aşkenaz-ların hakimiyetine bir tepki olarak gelişmiştir. Partinin tabanı incelendiğinde, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinden İsrail’e göç eden Mizrahilerin ve dinî görüş itibarıyla da gelenekçi Yahu-dilerin ezici çoğunluğu oluşturduğu görülür. Partinin temel ama-cı “tacın eski görkemine kavuşturulması ve Sefarad Yahudilerine karşı sosyal ve ekonomik ayrımcılığın ortadan kaldırılması” ola-rak belirlenmiştir. “Şas’ın tarihsel görüşü çerçevesinde hareketin destekçilerinin ifadeleri kara bir efsaneyi andırmaktadır:
Sefarad geleneklerinin tacı, Siyonist Aşkenazların kültürel hü-cumuyla yok edilmiştir ve amaç da o tacı yeniden eski görkemine kavuşturmaktır. Yani burada hareketin dinsel ve seküler olmak üzere iki temel amacı belirtilmiştir. Bu bağlamda Siyonizmin tarihsel perspektifini ifade eden sürgünün inkârı, tarihsel ve siyasal olarak bu söylemi ve hareketin dinamiklerinin tarihsel arka planını açıklığa kavuşturmada özgün bir kavram olarak ele alınabilir. Şas’ın söyleminde “Sefarad” kelimesinin öne çıktığı görülmektedir. Bu durum Şas hareketinin dinsel ve “Mizrahi” kelimesinin seküler karakterinden kaynaklanmakla birlikte, Mizrahilerin Aşkenaz değil de Sefarad ritine dâhil olması da faktörlerden birisidir. Mizrah İbranicede doğu anlamına gelmek-tedir. Mizrahim yani “Doğulular” İsrail’de Ortadoğu ve Kuzey
42
Afrikalı Yahudileri ifade eden bir terimdir. Terim bu anlamıyla Batılı bir bakışı yansıtmaktadır. Aşkenazların, yani Avrupalı Yahudilerin “Doğulu” Yahudileri ifade etmek için kullanmalarıy-la işlerlik kazanmış ve zamanla siyaset düzleminde kullanılan bir kavrama da dönüşmüştür. Şas da bu çerçevede değerlendirilebi-lecek bir oluşumdur. Sürgünün inkârı, iki yönlü bir kavram ola-rak, bir yandan Yahudiler arasındaki kültürel farklılıkları gör-mezden gelmeyi ve tepeden inmeci bir yaklaşımla Aşkenaz kül-türünün merkeze alınmasını öngörerek “tarihsizleştirme”ye, diğer yandan “tarihe dönüş” yaklaşımını ve bir “ulus”un tarihsel serüvenini yazmak adına bütün yerellikleri, tarihe yönelik eleşti-rileri, dinsel otoriteyi ve geleneği deyim yerindeyse birer müzelik eser haline getirerek ulusal ve indirgemeci bir tarih yaklaşımının İsrail devletince benimsenişine açıklık getirmektedir. Bu çerçe-vede hem Doğulu Yahudilerin bihaber olduğu ve hayat dünyala-rına tamamen yabancı olan, geçmişin geleneksel ve dinsel at-mosferine halel getiren modernleşme sonrası tarihsel yaklaşım kurumsallaştırılmış hem de Doğulu Yahudilerin tecrübelerini, İslam coğrafyasında içine doğdukları medeniyetin ben-idrakini hiçe sayan ve Aşkenaz değerlerini dayatan sözde “ortak siyaset çerçevesi” toplumsal bir tepkinin siyasileşmesini beraberinde getirmiştir. Şas, buradaki gerilimden yola çıkarak, ideal olarak gördüğü dinsel ve etnik unsurları “Sefardi” kimliğinde bir araya getiren ve “dine Mizrahilerin İsrail toplumuna entegrasyonunda sosyal işlev kazandıran siyasi bir çizgi benimsemiştir ki bu, bir bakıma, yalnızca geleneklerinin, dillerinin ve dinî pratiklerinin kendine özgülüğünü vurgulayan etnik bir canlanışın marjinal olan konumlarını değiştirmeyeceğinin, hatta daha da kötü yapa-bileceğinin ifadesidir.”
Toprak, Kitap ve Adam
Gün gelecek, bir gün, orada, şu parça parça olmuş dünyanın onarımı tamamlanacaktır; gün gelecek, orada, Yahudiler serü-venlerinin sonunu göreceklerdir. “Sürgün dünyevi bir olayla
43
başlar: Tapınak’ın Romalılarca yıkılması ve kutsal bir sonucu olmuştur: Mesih’in doğuşu.” Sürgün hafızada dünyevi bir olayla başlamakta ve tam da onunla birlikte yeni bir dünyanın kapıları aralanmaktadır. Bu yeni dünya, maddi dünyaya göre varlıkların görece daha sabit olduğu bir dünyadır ve burası benlik tanımının yapıldığı alandır. Bu bir simgeler dünyasıdır; bu dünyada Kutsal Kitap, Mısır’dan çıkış, Kutsal Toprak, Tapınak, Kudüs ve diğer pek çok unsur ve hatıra benlik unsurları olarak yer almakta ve birbirleriyle sıkı bir bağlantı içinde sembole dönüşmektedir. Eski Ahit, sadece toprağında yaşayan bir halkın yazınsal anıtı, bu toprak (İsrail toprağı) ile bu halkın (Yahudi halkının) doğal kay-naşımının bir kültür meyvesi değildir: Büyük bir bölümü sür-günde yazılmıştır. (…) Sadece bir halkın toprağıyla olan bağını yansıtmak şöyle dursun, Eski Ahit o toprağı halka mâl eder ve geniş ölçüde de yaratır. Vatan olmaktan çoktan çıkmış Filis-tin’den uzakta sürekli okunan, okunan, yinelenen ve dualara esin kaynağı olan Tevrat bir yandan toprağı belleklerde canlı tutarken onun yerini de tutuyor ve sürgünün anısına can veriyordu. Sem-bollerin iç içe geçmişliğini ifade eden bir başka anlatı şu şekilde-dir:
(…) başkalarına göre ise, diasporanın sinagogları da kıyamet günü sürgünlerle birlikte Kudüs’e götürülecektir. (…) Kıyamet günü, sürgün sinagogları olan çok yönlü mekânlar, yeniden ka-vuşulmuş Kudüs’ün tek mekânıyla kaynaşıyor, bir oluyor. Ve bugün sinagogunun zeminine basan Yahudi şimdiden Kutsal Toprak’a basmış sayılıyor… Sürgün artık sadece sürgün değil, toprak artık sadece toprak değil. Sürgünle birlikte “Kitap” ve “Toprak”, insanı çepeçevre saran tahayyüllere kaynaklık eden unsurlar olmuşlardır. Bellek, gelenek ya da tarih bu kaynağın sağladığı tahayyülle şekillenerek geçmiş ve gelecek vizyonuna kavuşmuştur. Bu süreçte Kitabın sağladığı onlarca sembol farklı zamanlarda farklı algılara konu olmuştur. Dolayısıyla Yahudili-ğin kavramsal belleğinde yer alan kavramların isimleri ve sayıla-rı değişmese de farklı dönemlerde tahayyül itibariyle aynı isimde farklı sembollerle karşılaşılması muhtemeldir. Sembollerin dö-nüşümü geçmişe bakışın dönüşümüyle bir paralellik gösterir.
44
Dolayısıyla tarihsel görüşteki değişim kendini sembollerin algı-sındaki değişimle ifade eder. Buradan hareketle denebilir ki sembol algılarının karşılaştırılması gidilen yolun niteliği hakkın-da büyük ölçüde bir fikir verebilir. Semboller kadar Avrupa Ya-hudi tecrübesini ifade ederken kullanılan sürgün, izolasyon, dışlanma, çatışma, entegrasyon, karşıtlık ve tepki kavramlarının hepsi günümüz tarih anlayışını fazlasıyla yansıtmaktadır. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda günümüzdeki anlayışı yansıtan ve zihniyetteki sürekliliğe işaret edebilecek sembolizmle yoğrulmuş sorular da vardır: Eski mitoslara çağdaş anlamlar yakıştırarak, kimi zaman da onların yerine yeni mitoslar getire-rek Siyonistler, dünün toprak kitabını bugünün toprak kitabına dönüştürmekten öte bir şey yapamamışlardır, denebilir mi aca-ba? Çünkü tıpkı dünkü kadar, İsrail toprağı bugün de Tevrat’ın gölgesinde bulunmaktadır. Altı Gün Savaşı’nın ardından aşırı sofu ya da köktenci çevrelerin çok ötesinde, İsrail halkının gene-linde, “topraklar”ın, dolayısıyla da eski çağ İsrail’inin kalbinin yarattığı heyecanı düşünmek yeterlidir. Kitap’ın toprağı sonunda İsrail’in kucağına geliyordu. Yüzyılların hayal gücüyle, ataların dinsel törenleriyle Kitap’ın ağırlığıyla yüklü simgesel Toprak coşkulu tartışmaların ve çelişkili bir yerleşim politikasının odak noktası olmuştu. Bugün bir simge üzerine nasıl pazarlık edilir ki? Yahudilerin toprağıyla ilişkisinin doğallaştırılması yönünde harcanan her türlü çaba, toprağın kutsallaştırılması gibi bir en-gele çarpıyor.
Sonuç
Sürgün gibi bir kavramın tarihsel perspektifte ele alınması ve geçirdiği dönüşümlerin incelenmesi, salt kavramın tarihine bakmanın ötesinde çeşitli dönemlerdeki kırılma ve dönüşümlere ışık tutması bakımından önemlidir. Geleneğe bağlılık, modern-leşme, Kabala, ortodoks Yahudilik gibi temalar çerçevesinde incelenen sürgünün, salt tarihsel bir şemadan çıkarıldığında sosyolojik analizde yararlanılabilecek kavramsal bir güce sahip
45
olduğu görülmektedir. Siyasi analize imkan tanıyan bir kavram olarak sürgün, farklı dönemlerdeki algısı itibariyle teolojik ve mistik mülahazalara da alan açabilmektedir. Bu yönüyle bakıldı-ğında tarihi kendisi aracılığıyla düşündüğümüz kavramların bellek unsurları olarak toplumsal ve siyasi analize imkan tanıdığı görülmektedir.
Sürgün, geçirdiği tüm dönüşümler boyunca bugünden geçmişe ve geleceğe bakışa derinden etki etmiştir. Dolayısıyla bu çalış-mada sürgün, salt Yahudi tarihi çerçevesinde ele alınmamış, kavrama yönelik ve kavram aracılığıyla sosyolojik ve siyasi tahlil-lere de yer verilmiştir.
Siyonizm denildiğinde akla ilk gelen isim şüphesiz ki Theodor Herzl’dir. Hâlbuki Herzl’in yaşamından yüzyıllar önce Yasef Nassi isimli bir şahıs, Siyonizm doğrultusundaki ilk çalışmalara imza atmıştır hem de Osmanlı topraklarında... Bu yazımızda size Osmanlı Yahudileri arasında önemli bir yere sahip olan fakat günümüz kamuoyunda pek fazla tanınmayan Yasef Nassi’nin portresini sunacağız.
Yahudiler, Osmanlı Devleti’nin ekonomik yaşantısında önemli bir konuma sahip olmuştur. Bu bağlamda en meşhur olan isim-lerden biri de Yasef Nassi’dir. Kanuni Sultan Süleyman döne-minde yaşayan Nassi, gerek “Muhteşem Süleyman” gerekse de II. Selim döneminde imparatorluğun en etkin isimleri arasında yer alır. Söz konusu dönemin en kritik bankeri olan Nassi, impa-ratorlukta “Zuyuf Akçe” adı verilen ilk enflasyon sürecinde baş-rolü oynamıştır.10
İstanbul’a gelen Nassı, yahudi kimliğini gizlemedi
10 https://www.academia.edu › İslam_Kaynaklarında_Kudüs...
46
Yasef Nassi, Portekiz’de hayatını sürdüren Yahudi bir aileye mensuptu. Nassi’nin ailesi o dönem Avrupa’da Yahudilik yasak durumda bulunduğu için kendilerini Hristiyan olarak gösteriyor-lardı. Nassi süreç içerisinde önce eğitim hayatını tamamlayacak sonra da ticarete atılacaktı. Malumunuz ticaret Yahudilikte en başat sektörlerden biriydi. Ticari alanda başarılı olan Nassi, Fransa ve Venedik’e giderek orada etkili bağlantılar kurdu. 1554 yılında İstanbul’a gelen ve halasının kızıyla evlenen Yasef Nassi, Yahudi kimliğini artık gizlemeyecekti. Zira o dönem Avru-pa’dakinin aksine Osmanlı’da Yahudiler için rahat bir ortam mevcuttu. Yasef Nassi’nin eşinin annesi yani halası kendisinden birkaç yıl önce Osmanlı topraklarına gelmiş ve ticaret faaliyetle-rine başlamıştı. Osmanlı topraklarına gelişiyle birlikte halasıyla ortaklık kuran Yasef, ölümüne kadar İstanbul’da kalacak ve güç-lü bir ekonomik aktör olacaktı.
Osmanlı devlet erkânı üzerinde etkili oldu
Yasef Nassi, Avrupa’daki güçlü bağlantıları nedeniyle kısa süre içerisinde Osmanlı devlet erkânıyla bağlantılar kurdu. Özellikle Osmanlı dış politikasında önemli bir aktör haline gelen Nassi, devletin ticaret ve barış görüşmelerinde de yer aldı. Gitgide saray içerisindeki etkinliğini artıran Nassi, Venediklilerden alınan Naxos Adası’nın yönetimini de eline alacaktı. Öte yandan Nassi, süreç içerisinde Baoğdan ile şara ticaretini ve Lehistan ile bal-mumu ticaretini tekeline aldı. Avrupa ile yapılan ticarette de birçok alanda söz sahibi olan Nassi, Osmanlı topraklarında çok zengin oldu.
Kanuni, Nassı’ye “Frenk Bey” Unvanı Verdi
1554 yılında İstanbul’a gelen Yasef Nassi, Kanuni Sultan Süley-man’ın güvenini de kazandı. Öyle ki “Muhteşem Süleyman” tara-fından kendisine “Frenk Bey” unvanı verildi. Kanuni’nin vefatı-nın ardından II. Selim ile de sıkı ilişkiler geliştiren Nassi, bu ilişki sonucunda Kiklad Adaları Dükalığı’nı da aldı. Bu süreçte Yahudileri İstanbul’a getirip Galata’ya yerleştiren Nassi, meşhur
47
Galata bankerlerinin nüfuzuna ön ayak oluyordu. II. Selim dö-neminde devlet üzerindeki etkinliğini iyice artıran Nassi, bir türlü doymuyordu. Nassi’nin yeni bir hedefi vardı; Kıbrıs Adası.
Kıbrıs kralı olmak ve yahudi devleti kurmak istedi
Yasef Nassi, Kıbrıs’ın fethinin ardından adaya gözünü dikti. Kıb-rıs’a Yahudi nüfusu yerleştirerek adada güçlü koloniler kurmaya başlayan Nassi, “Kıbrıs Kralı” unvanını da talep etmekteydi. Bu isteğini bir oldu bitti ile gerçekleştirmek isteyen Yasef Nassi, 1571 yılındaki fethin ardından İstanbul’daki evinin kapısına “Kıbrıs Kralı Yasef” yazısını astırdı. Kıbrıs kralı olma sevdasına kendisini iyice kaptıran Nassi’nin hayalleri kısa süre içerisinde suya düşecekti. Nassi’nin kapısına astırdığı yazı, Sokullu Meh-met Paşa tarafından verilen talimat sonucunda kaldırılacaktı. Yasef Nassi, Kıbrıs kralı olmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Başta Sokullu olmak üzere devlet erkânına ekonomik vaatlerde bulunan Nassi, bir türlü amacına ulaşamadı. Aslına bakılırsa Nassi’nin derdi Kıbrıs kralı olmaktan çok, Yahudileri Kıbrıs’a doldurmak ve burada bir Yahudi devleti kurmaktı. Bu nedenle Yasef Nassi’ye “İlk Siyonist” de denir.
Siyonizm’in öncüsü Yasef Nassı
Kıbrıs üzerindeki hayalleri suya düşen Yasef Nassi’nin Filistin toprakları için de emelleri vardı. Günümüz Filistin topraklarının kuzeyinde yer alan Tiberya kenti üzerinde bir proje geliştiren Nassi, burada bir Yahudi yerleşim merkezi kurmak için Kanuni Sultan Süleyman’dan izin almayı başardı. Nassi, bütün Yahudile-ri Tiberya’ya göç etmeye çağırdı. Bu açıdan bakıldığında da Nassi için “Siyonizm’in öncüsü” nitelendirmesi yapılabilir.
1579’da Öldü
Osmanlı’da bir döneme damga vuran Yasef Nassi, II. Selim’in vefatının ardından saraydaki itibarını kaybetmeye başladı.
48
1579’da ölen Nassi’nin dul kalan eşine çeyiz parasını veren Os-manlı, Nassi’nin diğer mallarına el koydu.11
VII... Öbür taraftan da, Türk vatanının en habis fesad ve hıyanet merkezi Selânik’ten kalkarak gûya İslamı kabul etmiş bir kafile halinde (dönmeler) Edirne ve İstanbul’a gelen ve bizi yahudi hüviyetiyle törpüleyişini bir de Müslüman sıfatına bürülü olarak tecrübeye kal-kan (Sabatay Sevi) o...
Osmanlılar Müslüman olan herkese muhtedi (hidayete eren) dediği halde, bir gruptan bu isim esirgenmiş; bunlar avdetî (dönme) diye anılmıştır. Dönmeler, sayıca az olmakla beraber, pozisyonları itibariyle Osmanlı sosyal ve politik hayatında çok mühim bir yer işgal etmiş; uzun yıllar iktidarı ellerinde tutmaya muvaffak olmuştur.
Öteden beri Osmanlı ülkesinde hatırı sayılır bir Yahudi cemaati yaşamaktaydı. Osmanlı hükûmeti bunları bir millet olarak tanır-dı. Haylisi 1492’de İspanyol zulmünden kaçan Yahudilerdi. La-dino denilen İbranice-İspanyolca karışımı bir lisan konuşurdu. Selânik, İzmir ve İstanbul bunların en çok yaşadıkları şehirler idi.
Tanrının Krallığı
1648 senesinde İzmir’de yaşayan Sabatay Sevi (veya Sabetay Zwi) adında bir haham, mesihliğini iddia etti. Gerçi Yahudiler, kıyamete yakın insanlığı kurtarmak; zamanın hükümdarını taht-tan indirip Yahudileri Kudüs’e toplayarak “Tanrı’nın Krallığını” kurmak üzere bir mesih beklerdi. Hıristiyanlık ve Müslümanlık-ta, farklı şekillerde de olsa mesih inancı vardır.
11 Yeryüzündeki ilk Siyonist: Yasef Nassı - Son Dakika Haberler), Milli Gazete https://www.milligazete.com.tr › Gündem 9 Ocak 2023
49
Ancak Sabatay Sevi’ye inanan az oldu. Sevi çeşitli şehirlerde gezdi. Nihayet kıyametin başlangıcı saydığı 1666 yılında mesihli-ğini herkese ilan etti. Yahudi dualarında değişiklikler yaptı. İba-detlerde dua edilen padişahın ismini kaldırıp kendi ismini koy-du. Bazıları onu Yahudilerin beklenen kurtarıcı kralı olduğuna inanmaya başladı. Dünyayı 38 krallığa ayırıp herbirine sadık adamlarını tayin etti. Bunun üzerine İstanbul’daki hahambaşı kendisini hükümete şikâyet etti. Sevi, Çanakkale’ye sürgün olun-du. Faaliyetlerine devam edince Edirne’de padişah Sultan IV. Mehmed’in huzuruna çıkarıldı. Öldürüleceğinden korkarak Müs-lüman olmuş göründü ve Mehmed ismini aldı. Orada bulunan Şeyhülislâm Vânî Mehmed Efendi “Adım gibi eminim ki bu adam Müslüman olmadı. Ama ne çare dinimiz görünüşe itibar eder” demekten kendisini alamadı. Müritleri de topluca Müslü-man olduklarını ifşâ ettiler. İslâm dini, görünüşe bakar. Hazret-i Peygamber de münafık olduğunu bildiği kimselere bile bu sebep-le ilişmemiştir. Kaldı ki içlerinden samimî Müslümanları da olabilir.
18 Prensip
Gelibolu’da ikamete tâbi tutulan Sevi, faaliyetten geri durmadı. Sabatayistlik (Sabataycılık) denilen tarikatin 18 prensibini neş-retti:
“Allah birdir. Sabatay Sevi mesihtir. Yalan yere yemin edilmeye-cektir. Allah’ın ve Mesih’in adı anıldığında hürmet edilecektir. Mesih’in sırrını anlamak için toplantılar yapılacak. Adam öldü-rülmeyecek. Zina edilmeyecek. Yahudi takviminin 9. ayı Kis-lev’in 16. günü bayram yapılacak. Yalan şâhitlik edilmeyecek. Birbirlerine mürüvvet ve merhametli davranılacak. Her gün gizlice Mezâmir (Tevrat'tan ilahîler) okunacak. Müslümanların âdetlerine ve zâhiren ibâdetlerine uyulacak. Oruç tutulacak. Kurban kesilecek. Müslümanlarla evlenilme-yecek. Müslüman bayramlarına hürmet gösterilecektir.”
50
Taraftarlarıyla gizlice âyin yaparken yakalanan Sevi, Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa tarafından sorgulanıp adamlarıyla beraber Arnavutluk’a sürüldü. 1675’de burada öldü. Mesele sürgünle çözüldüğü için hükûmet öldürme yoluna gitmemiştir. Osmanlı-lar, düzeni tehdit etmedikçe kimsenin inancına karışmazdı.
Kilit noktalar...
Sabataycılar, kendilerine ma’amînim (mü’minler), haberim (or-taklar), ba’ale milhamah (mücâhidler) gibi isimler verir. Tev-rat’ın bâtınî tefsirini yapıp, Yahudilikteki birçok emir ve yasağı farklı yorumlayarak, İslâm dünyasındaki Bâtınîlere benzer bir yol tutmuşlardır. Sevi’nin Zohar (Işık) adlı Tevrat yorumunu okurlar.
Sevi’nin ölümünden yüz sene sonra üç gruba ayrıldı. Sevi’nin kayınbiraderi Yakub Qerido’yu sonraki mesih sayanlara Yakubî dendi. Diğerlerinden bir grup Osman Baruhya Ruso’nun, Sabe-tay Sevi’nin ruhunu taşıdığına inandı; bir grup bunu kabul et-medi. Birincilere Karakaşlar; Sevi geleneğini sürdüren ikincilere Kapanîler dendi.
Bunlar mesafeli yaşar. Birbirlerinden ve yabancılardan kız al-maz. Mezarlıkları bile ayrıdır. Üsküdar Bülbülderesi ve Karaca-ahmed (8. ada) Karakaş ve Kapancıların; Feriköy ise Yakubîle-rindir. Bülbülderesi kabristanı Karakaş ve Kapancı diye iki kı-sımdır. 1960’dan sonra Müslümanlar da buraya gömülmeye başladı. Kapancılar kabristanı 1935’e kadar kullandı. Karakaş kısmı hala aktif olduğu için bakımlıdır. Karakaşlar tek mezara birkaç ölü gömer. Kapancı kısmı bakımsızdır. Artık Zincirliku-yu’ya da gömmektedirler. Yakubiler Feriköy’e gömer. Mezar taşlarında resim ve sembol bulunur.
Yahudi cemaatinin de sapkın kabul edip dışladığı Sabatayistler, uzun yıllar Müslüman görünüp; evlerinde kendi inanç ve ibadet-lerini yaşadılar. İçlerinden Bektaşî, Mevlevî, Melâmî şeyhleri, hatta şeyhülislâm (Hayatîzâde Emin Efendi-1748) çıktı. Kasım-
51
paşa Mevlevi dergahı dedesi şair Esat Dede (v. 1911), Kapan-cı’dır.
Dönme misiniz?
Ekseriyetle Selanik, İzmir ve İstanbul’da otururlardı. Arnavut-luk’a gidenler, zamanla Selânik’e yerleşti. Avrupa ile teması olan, birkaç ecnebi lisan bilen, entelektüel bir cemaat idi. Bu sıfatları ile Osmanlı modernleşmesinde mühim rol oynayıp kilit noktala-ra geldiler. Başka kilit noktalara da ister istemez bizzat tanıdıkla-rı kendilerinden kimseleri getirdiler. Böylece 20. asır başlarında Osmanlı ülkesinde fiilî Sabataycı iktidarı kurulmuş oldu.
Sultan Hamid’i tahttan indirenlerin çoğu bu gruptandı. Gazeteci-ler, filmciler, edebiyatçılar arasında çok Sabetayist vardı. Mithat Şükrü Bleda, Cavit Bey, Hüseyin Cahit Yalçın, Hasan Tahsin, Halide Edip Adıvar, Ahmed Emin Yalman, Halil Lütfi, Fatin Rüştü Zorlu, Ahmed Salih Korur, Sıddık Sami Onar, Sahir Er-man, Emre Gönensay, Abdi İpekçi, İsmail Cem, Dinç Bilgin, Engiz Cezzar, Halil Bezmen, Sabiha Sertel gibi. Sabiha Sertel, Sahir Erman, Halil Bezmen Kapancı’dır. Halide Edip, Ece ailesi, Ahmet Emin Yalman Yakubi’dir. Cavit Bey, Talat Paşa, İpekçiler, Engin Cezzar, Mısırlı Triko, Karakaş’tır.
Sabatayist çocuklarının hem entelelektüel yetişmesi, hem de benliklerini unutmaması için Feyziyye Mektepleri, Şişli Terakki Lisesi gibi müesseseler kuruldu. Burada çok sayıda Sabatayist genç yanında bazı Müslüman çocukları da tahsil gördü. Selânik Feyzi Sibyan mektebi müdürü ve din dersi muallimi Şemsi Efen-di (Simon Sevi), muvaffak bir maarifçi idi. Terakki Lisesi, Ka-pancıların, Işık Lisesi ise Karakaşlarındır.
Yakubiler, bu cemiyette rahatça yaşabilmek adına çok evvel Sa-bataycı ananeden uzaklaşmış; Kapancılar, mübadele ile Türki-ye’ye gelince, ayrımcılık görmemek için uzaklaşma kararı almış; Karakaşlar ise her şeye rağmen ananeyi sürdürmeye çalışmıştır. İzmir eski belediye başkanı Osman Kibar, “Dönme misiniz?” diye soranlara, “Evet, ama ben 360 derece döndüm” derdi.
52
Sütçü Baba
Dönmelerin en mühim günü, 21 Azar (Mart) kuzu bayramıdır. Hazret-i İbrahim’in oğlunu kurban etmesinin hatırasıdır. Kuzu ziyafeti verilir. Eskiden eş değiştirildiğine dair şayialar vardır. Hatta, bazı dönmeler, 1917 Selanik Yangını’nın bunun cezası olduğuna inanır. Sevi’nin ismini anmamak için Sütçü Baba der-ler; onun için süt ve bal adağı yaparlar. Akşamları evin önünde evde hayat alameti olduğunu göstermek için mum yakılır. Evde mesih için devamlı misafir odası hazır tutulur. Cemiyetlerde boş bir koltuk bırakılır. Sünnet 7 günlükken değil, Müslümanlar gibi daha geç yaşta yapılır. Cenazede Ladino dualar edilir. “Sorma ver” adıyla cemaat yardım parası toplanır. 24 Temmuz’da tek bir şabat kutlar, bütün senenin şabatı yerini tutar, derler. Domuz yerler. Çünkü Sevi antinomist idi, yani mesih kabul edildiği için dini kaideleri değiştirebilir veya kaldırabilir. Dini tedrisat gönül-lü kişilerce cemaat içindeki hahamlarca yürütülür. Cemiyete dini ve seküler liderler vardır. Cemiyet evlerinde toplanılır. Gençler burada tanışıp evlenir. Gerek kültürün, gerek malların, gerekse sırrın içerde kalması için iç evlilik yapılır. Hatta diğer dönme topluluklarla da evlilik yapılmaz. Yabancı (dışarlıklı) ile evlenen, dışlanır. Ama aforoz edilmez. Takvimler paylaşılır, sadakaları kabul edilir, cenaze işi yapılır. Sadece cemiyete kabul edilmez, ritüelleri kendi yapar. Cemaat çocukları, dönme olduklarını bil-mezler, tesadüfen öğrenirler. Çünkü ebeveynleri onları korumak için söylemezler. Bu, Sevi’nin sessiz kalma emrinin tezahürüdür. Bazısı bu sırrı bir lanet gibi görür, bunun için saklar. Kendilerine Selanikli denmesini tercih eder. Eskiden herkes aile arasında Ladino konuşurdu. Bilhassa Sevi’den itibaren hemen her dönme ailesi bir soyağacı tutar. Herkes biri gizli iki isim taşır. Gizli ol-ması, iki isim bilinirse büyü yapılabilir, endişesiyledir. Her kesin İspanya menşeli soyadı var, bilinir, ama kullanılmaz.
Statüko ve dönmeler
Dönmeler, öteden beri içine kapalı, Avrupai bir hayat yaşayan, Avrupa ile temas içinde, mali cihetle orta halin üstünde veya
53
zengin, tahsilli, birkaç lisan konuşan insanlardır. Başkalarından farklı ve iyi oldukları, Tanrı’nın en çok onları sevip koruduğuna inanırlar.
Dönmeler, cumhuriyetin devşirmeleri olmuştur. Batıyı tanıyan ve Batılı yaşama tarzına sahiptir. Her iki dinin de ritüellerinden uzaktır. Tek tük namaz kılıp oruç tutan, yani samimi Müslüman olanlar vardır. Çok azı da Sevi’nin ritüellerini takip etmektedir.
Selanik’te Atatürk’ün de doğduğu iddia edilen evin bulunduğu dönmeler mahallesinde 1902’de dönmelerce yaptırılan Yeni Ca-mi vardır. Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey, bu cami avlusunda gömülüdür. Bu mahallede evlerin alttan birbirine bağlı olduğu, herkesin kendi evine girer gibi diğerine girebildiği, böylece göz-den uzak bir şekilde gizli ibadetlerini yapabildiği söylenir.
1880’lerden itibaren etnik hüviyet, dini hüviyetin önüne geçmiş-tir. II. Cihan Harbi’nden sonra karma evlilikler artmıştır. Bugün çoğu kendisini din ve inançtan uzak olarak tarif ediyor. Hemen hepsi ırk olarak Yahudi olduğu kanaatindedir. Bazısı bu işlerle alakalı değildir. Çok azı hatıra, anane ve ritüellere bağlıdır. Bu-gün dönmelerin sayısı 40 bin kişi kadar tahmin edilmektedir. Bunun % 5 kadarının dini ritüelleri takip ettiği söylenir. Dön-melerde yemek kültürü çok canlıdır. Neredeyse cemaatin yegane devam eden ritüeli budur. Kim mafiş tatlısı, tüy beyaz köfte, yarma-dolma yapıyorsa dönmedir. Kültürlerinde kestane kebabı, pırasa köftesi, patlıcan böreği de vardır.
D Grubu
Dönmeler üç furya ile Türkiye’ye gelmiş; İstanbul ve İzmir’e yerleşmiştir. Bursa ve sair vilayetlerde az miktarda vardır. Bu üç furya, Balkan harbi (1913), Selanik yangını (1917) ve mübadele (1924) olmuştur.
İstanbul’da umumiyetle Nişantaşı, Teşvikiye, Taksim ve Maç-ka’da oturmuşlardır. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi, D Grubu denilen dönmelerden, gayrimüslimlerin yarısı, Müslümanların
54
iki misli olarak tahsil edildi. Mamafih İş Bankası kredi vererek bazılarının borçlarını ödemelerini temin etmiş, yani rejim, dön-meleri kurtarmıştır.
Öteden beri hüviyetlerini bırakmayı tercih eden Yakubiler, aske-ri ve mülki bürokrat; daha geç tarihte hüviyetinden sıyrılan Ka-pancılar sanayi ve dış ticaret; Karakaşlar ise küçük esnaftır. Ek-serisi tekstil ticareti ile meşgul olur. İttihatçıların çoğu Karakaş-tır.
Mübâdele ile Selânik’ten gelip ticari hayata ortak olacağından korkulan dönmelerin gelişini engellemek maksadıyla, kendisi de dönme olan Karakaş Rüştü adında birinin cemaat hakkındaki ifşaatı hükümetçe men edildi. Karakaş Şükrü için cemaatten bazısı “Selanik'te sermayesi var. Onu Türkiye'ye geçirmemek için bu grubun Türk olmadığını, daha doğrusu kripto bir takım hayat tarzları olduğunu, bu sebeple samimi olmadıklarını söyledi” der. Başka bir grup “Tamamen gruba şantaj yaparak o zaman yaşadı-ğı mali krizden kurtulmak için böyle bir şeye müracaat etti” der.
Dönmeler yeni devirde mühim mevkiler elde ettiler. Mebus, bakan, vali, müsteşar, profesörler çıktı. Yaşantıları laiklik anlayı-şına örnek teşkil etti. Sinema ve matbuat dünyasına hâkim oldu-lar. Türkiye’nin ilk sinema şirketlerinden İpek Film, İpekçi aile-sine aitti. Yahudilerle devamlı bir çekişme içinde yaşadılar. Ya-hudiler, Sabetaycıları heretik (sapkın) sayar ve aralarına kabul etmez. Müslümanlar ise dönme diyerek Müslümanlıkta samimi bulmaz.
Shema Yisrael
Karakaş Şükrü’nün ifşaatı üzerine Ahmet Emin Yalman, 1924’lerde Vatan gazetesinde Sabetay kimdir başlıklı seri yazdı. Nurullah Ataç, 1930’larda dönmeler aleyhine yazılar yazdı. İbra-him Alaaddin Gövsa’nın Sabetay Sevi kitabı, Türkçe’deki ilk eserlerdendir. Abdurrahman Küçük, Dönmeler Tarihi, Marc David Baer’in Selanikli Dönmeler; Ilgaz Zorlu’nun Evet, Ben Bir Selanikliyim; Cengiz Şişman’ın Suskunluğun Yükü, Suzan Nana
55
Tarablus, Baba Bize Neden Dönme Diyorlar? ile Rifat Bali’nin eserleri ciddidir. Buna rağmen son zamanlarda Sabetayistler hakkında gayrı ciddî bir neşriyat doğmuş; hatta Masonluk gibi her taşın altında Sabetaycı arama psikolojisi yaygınlaşmıştır. Sabetaycıların da meşhur ve halk nezdinde itibarlı kimselerin kendilerinden olduğu propagandasına sessiz kaldığı da bir ger-çektir. Itamar Ben-Avi (1882-1943) adlı bir Yahudi gazeteci 1940 senesinde neşredilen hatıralarında, 1911 senesinde Ku-düs’teki Kamenitz Oteli’nde Trablus’a gitmek üzere olan genç bir Osmanlı subayı Mustafa Kemal Bey ile harb üzerine birkaç mülâkat yaptığını yazmaktadır. Güya kendisine Sabatay Sevi’ye inananların soyundan geldiğini, fakat kendisini Türk kabul etti-ğini, hatta babasının Venedik’te basılmış bir Tevrat’ı öğretmek üzere kendisine Karaim Yahudisi bir hoca tuttuğunu söylemiş; bir de aklında kalan tek duayı “Shema Yisrael Adonai Eloheinu ve Adonai Ehad” (Dinle ey İsrail! Rabbimiz olan Allah tektir) okumuş. Gazeteci “Efendim, bu Yahudiler’in en önemli duasıdır” deyince de, “Benim de gizli duamdır beyim, benim de!” demiş. Bu hâdiseyi Hillel Halkin, New York'ta neşredilen Forward gaze-tesinin 28 Ocak 1994 tarihli nüshasında "When Kemal Ataturk Recited Shema Yisrael" başlıklı makalesinde anlatmıştır.
Amerika’da neşredilen Jewish Daily Şubat 1999 sayısında yeni-den gündeme getirmiş; 24 Temmuz 2007 tarihli The New York Sun ve Amerika’da Alman asıllı Yahudilerin neşrettiği Aufbau mecmuasının 26 Kasım 1999 nüshasında Heinz Gestrein’in ka-leme aldığı “Türkler’in Babası Bir Yahudi Oğlu muydu?” başlıklı yazıda aynı iddia tekrarlanmıştır.
Bu yazı Yunanistan Yahudi Cemaatleri Merkez Komitesi’nin çıkarttığı Zachronoth mecmuasına dayanmaktadır. Selânikli olmak, Feyziyye Mektepleri’nde okumak Sabatayist sayılmak için kâfi midir? Bunu iyi düşünmek gerekir. Mustafa Kemal’in Ku-düs’te Ben-Avi’nin babası meşhur İbranice bilgini Eliezer Ben Yahuda ile görüştüğü sâbittir; ama Ben-Avi ile görüştüğü resmî kaynaklarda geçmez.
56
Yıkılan kast
Zekeriya Sertel Hatırladıklarım kitabında Sabiha Sertel ile evlili-ğini anlatırken enteresan malumat verir: “Kız bir ‘Dönme’ ailesi-ne mensuptu. Dönmeler Orta çağda İspanya'daki Engizisyon zulmünden kaçarak Osmanlı lmparatorluğu’na sığınan ve Sela-nik'e yerleşen bir avuç Yahudi idi. Bunlar Osmanlı Imparatorlu-ğu'na döndükten sonra Müslüman olmuşlardı. Dinlerini değiş-tirmekle beraber, Müslümanlığı da tam benimsemiş sayılamaz-lardı. Çevrelerinden de mukavemet görmüşlerdi. İslamlığın hiç-bir kuralına uymazlardı. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, İslamlarla ve Türklerle kaynaşmazlardı. Bir kast halinde yaşarlardı.
Zeki, çalışkan, becerikli ve sevimli insanlardı. Fakat kendi ka-bukları içinde yaşar, Türk topluluğuna girmez, Türklerle kız alıp vermez, kendi dar varlıklarını öylece sürdürüp giderlerdi. Daha çok ticaretle uğraşırlardı. Bu nedenle Avrupa ile sıkı ilişkileri vardı. Bu durum, onların yaşayışları üzerinde de etkisini gösteri-yordu. Kazançları iyi, yaşama düzeyleri öteki topluluklarınkin-den yüksekti. Selanik'ten İstanbul'a göç ettikten sonra da çoğun-lukla Nişantaşı ve Şişli semtlerine yerleşmiş, yine kendi topluluk hayatlarını kurmuşlardı.
Çocuklarını da Türk okullarına vermemiş olmak için "Feyziye Lisesi" ve "Şişli Terakki Lisesi" adında iki okul açmışlardı. Ço-cuklarını resmi okullara göndermez, bu okullarda okuturlardı.
İşte benim evlenmek istediğim kız, bu topluluğa mensuptu. Aile-si razı olursa, ilk kez bir Dönme kızı bir Türkle evlenecekti… İstanbul'a göçtükten sonra da "Dönme" topluluğunda sarsıntılar başlamıştı. Kast, birliğini az çok yitirmişti. Şimdi Türklerle ka-rışmaya karar vermeleri, kastın kabuğunu kıracak ve bu toplu-mun birliğini tamamıyla bozacaktı…
Benim bir ‘Dönme’ kızıyla evlenmek üzere bulunduğumu İttihat ve Terakki genel merkez komitesine duyurmuşlar. Bir gün bu komitenin ünlü üyesi sayılan Doktor Nazım beni çağırdı. Tebrik etti. Yaptığım işin önemini bilip bilmediğimi sordu.
57
- Sen belki farkında değilsin, dedi, fakat yüzyıllardan beri birbi-rine yan bakan iki toplumun birleşip kaynaşmasına yol açıyor-sun. Dönmelik kastına ölüm yumruğu indiriyorsun. Biz bu olayı gereği gibi değerlendirmeli ve Türklerle ‘Dönme’lerin birleşme-sini bu vesile ile kutlamalıyız. Bunu milli ve tarihi bir olay gibi değerlendirmek gerek, dedi.
Şaşırdım. - Yani ne yapalım, efendim, dedim.
- Yani, nikahınızı biz kıyacağız. İşi gazetelere duyuracağız. Bu nikahı bir aile olayından çıkarıp milli olay haline getireceğiz…
Bizim nikâhımızda kız tarafın vekili zamanın başbakanı ve İtti-hat ve Terakki'nin en nüfuzlu adamı Talat Paşa idi. Benim vekil-liğimi de Atatürk'ün dış işleri bakanlığını yapan Tevfik Rüştü Aras üzerine almıştı. İttihat ve Terakki'nin belli başlı kodaman-ları da nikâhta hazır bulunuyordu…
Ertesi gün bütün gazeteler bu haberi önemle verdiler. O günden sonra da bizim evlenmemiz ‘Dönme’ toplumu arasında bir örnek oldu. Arkamızdan kız-erkek Türklerle evlenenler çoğaldı. Ve böylece dönmelik kastı yıkılıp tarihe karıştı.12
VIII... Fransız İhtilâli’nde, perde arkası en büyük rolü oynayan, ilk (enflâsyon) parası (asinya)yı çıkartıp ih-tilâlin iktisadi muvazenesini allak bullak eden, neticede bir yandan krallık öbür yandan inkılâp Fransa’sını, ya-ni sadece Fransa’yı batırmak emelini besleyen o…
Yahudilerin, Avrupa ile tanışması Roma dönemine dayanmakta-dır. Kudüs'ün işgali üzerine Yahudiler köle olarak Romalılara satıldı. Orta çağda, Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yayılan Yahudi-
12 Ekrem Buğra Ekinci https://ekrembugraekinci.com › article › 360-derece-dön...
58
ler, büyük baskı altında yaşadılar. Kilise baskısı yüzünden katle-dildiler. Baskılar, Haçlı Seferleri (1095-1272) sırasında zirveye ulaştı "Hz. İsa’yı, Yahudiler öldürdü" görüşünü yaymak için 1300’lü yıllarda Roma Katolik Kilisesi aracılığıyla yapılan propa-ganda sonucu Avrupa, Yahudiler için yaşanması imkansız bir yer haline gelmişti. 1345-1350 yılları arası Kara Veba ile boğuşan Avrupa ‘da, neredeyse üç kişiden biri ölüyordu. Rakamlar, 75 Milyon insanın bu hastalıktan öldüğünü göstermekte. (Kıpçak Türklerinin, cesetleri mancınıkla şehrin içine atması ile veba salgını Avrupa’ya yayılmıştı.) Çeşitli sağlık bilgisi kuralları be-nimseyen ve kendilerine uygulayan Yahudiler, vebadan az etki-lenmişlerdir. Fakat; O dönemde, bu salgının suçlusu "Yahudi-ler" olarak görülmüştü. Ve kilise tarafından neredeyse 2 bin Ya-hudi canlı canlı yakıldı.
Yahudilikte Ekonomi
Faizcilik, kilise tarafından Katoliklere yasaklanmıştı, Yahudilere serbest olan faizle borç verme, onları çok zenginleştirmiş ve ilk ticari, ekonomik güçlerini 1400'lü yıllarda kazanmışlardı. Batı Avrupa’daki para ticaretini ellerine almışlardı. (Doğu Roma yı-kıldıktan sonra, Anadolu’ya yerleşenlerin sayısı yüksektir). 1500'lü yıllarda nüfuzun çoğu, hoşgörülü bir ülke olan Polon-ya’ya yerleşmiştir. Kabbalanın (büyü kitabı-ezoterik öğreti) yay-gınlaşması 1500'lü yıllarda başladı ve kabalaya inanan çeşitli ezoterik örgütler bu dönemde kuruldu. 1700’lü yıllara gelindiğin Avrupa’nın her yerine dağılmış olan Yahudiler, finansal güçleri ve kamuda siyasal güçleri olan topluluklar haline gelmişlerdi. Fakat, o dönem kendilerini gizleme zorunlulukları vardı. Bu yüzden, çeşitli ezoterik örgütler kurarak yayılmaya başladılar. En çok bilinen örgütlerden biri, Masonlardır.
Kısaca bahsetmek gerekirse;
Tapınak Şövalyelerine (1119–1314) kadar dayandığı düşünülen bu örgüt, resmi olarak Haziran 1717'de İngiltere'de Dört Loca bir araya gelerek, ilk Büyük Loca'yı; İngiltere Büyük Locası'nı kur-
59
dular. İrlanda ve İskoçya'nın Büyük Locası 1725 ve 1736'da ku-ruldu. İlluminati, Masonlar tarafından kurulan bir ezoterik ör-güttür. Masonluğun pis işlerini yapan kurum, olarak da nitelen-dirmek yanlış olmaz.
Fransız İhtilali ve Masonlar
Yazar Armstrong’a göre Fransız Devrimi’nin İlluminati'nin ku-rucusu Johann Adam Weishaupt tarafından kurgulanmıştır.. “The Rothschild Money Trust” kitabında şöyle der: " İllumina-ti'nin 1789'un kanlı günlerinde önemli rol oynadığı iddia edilir. Bu organizasyon, Yahudiler tarafından kurulmuş ve o günlerde zirveye çıkan Rothschild serveti tarafından finanse edilmiştir. Deliller, büyük Rothschild'ler tarafından finanse edilen insanla-rın, Fransız Devrimi'ni yaptığını, yani devrimi yapanların Yahu-diler olduğunu göstermektedir. Bu hareketleri Yahudilerin Fran-sa'daki politik ve medeni kısıtlamalarından kurtulmalarını sağ-lamıştır."
Bugün, Dünyanın En Zengin Ailelerinden Olan (Rothschild Ha-nedanlığı) “Bir ulusun parasını ben basayım ve kontrol edeyim, yasalarını kimin yazdığına aldırmam.” M.Amschel Rothschild William Still'in New World Order adlı eserinden; 1789 yılının ilkbahar ve yaz aylarında İlluminatilerin tahıl piyasasında ger-çekleştirdikleri manipulasyonlar sonucunda yapay bir buğday darlığı yaratıldı. Bu durum o denli geniş bir açlığa yol açtı ki, tüm ülke kısa zamanda ayaklandı. Olayların başını çeken kişi, Fransa Büyük Doğusu'nun Büyük Üstadı Orleans Dükü idi. İllu-minatiler, halkın çektiği acıları bir araç olarak kullanarak, yarat-tıkları huzursuz ortamın devrimci eylemlerine yararlı olacağını planlamışlardı. Gerçekten de, besin stoklarını bloke ederek ve Ulusal Meclis'te tüm reform girişimlerini engelleyerek, durumu iyice kötüleştirdiler ve halkı tam anlamıyla açlığa mahkûm etti-ler..." O dönemde Masonların iki ana düşmanı vardı;
1-) Fransız monarşisi
60
2-) Papalık makamı ( Üstad Jacques de Molay'ı öldürdükleri için)
Bu yüzden Fransa Kralı XVI.Louis ve İsveç Kralı III. Gustav öl-dürüldü. Devrim sonunda XVI. Louis giyotinle idam edildiği zaman, bir devrimcinin; “Jacques de Molay, intikamın alındı!.” Diye haykırdı... Illuminati örgütü, eşi görülmemiş ve titizlikle planlanmış bir ihtilâl girişimini sahneye koydu. Devrim, aslında halk için yapılmadı;
1.Templar Şövalyeleri'nin intikamı,
2.Sion tapınağı,
3.Illuminatiler ve Masonlar için yapılmıştı.
İhtilalden sonra Yahudiler tarafından kurulmuş ezoterik örgütler çok güçlendi. Ciddi bir çok girişimde bulundular. Finansal olarak güçlendiler. Ülkeler kurdular, ülkeler yıktılar. Günümüzde, dün-ya finansal siteminden tutun, siyasal istikrara kadar bu örgütle-rin payı büyük. Hep söylediğim gibi; Bunu tek bir amaç için ya-pıyorlar, Yıllardır bıkmadan usanmadan tek bir hedefe ulaşmak için çabalıyorlar. Büyük bir istikrarla... Tapınağı tekrar kurmak ve mesihin dünyaya gelmesi Ve bin yıllık sürecek iktidar; Nilden Fırat'a vaat edilmiş topraklarda Büyük Yahudi Devletini kurmak. 13
13 Blogger.com http://montmartremetrosu.blogspot.com › 2014/11
61
Avrupa Yahudileri ve Fransız Devrimi
IX... İkinci Abdülhamid devrinde İslâm dünyasının merkez noktalarından birine çivi çakmak için Filis-tin’de küçük bir toprak isteyen, buna karşılık Türki-ye’nin bütün dış borçlarını (Düyunu Umumiye) ödemek teklifinde bulunan, fakat Ulu Hakan tarafından teklif-leri nefretle reddedilen, nihayet yüce hükümdarı İttihat ve Terakki komitecilerine düşürten, o...
Avrupa’daki Yahudi aleyhtarlığının Siyonist hareketten bağımsız olduğunu düşünmek büyük bir hatadır. Kitlesel göçlere sebep olan olayların Siyonist hareketten bağımsız olmadığı, Siyonist liderler ve hahamların Yahudileri toplu bir şekilde göç ettirmek için çeşitli olaylar organize ettikleri ve bu organizasyon esnasın-da masum Yahudilerin ölümlerine sebep oldukları hatta bu ölümleri arzuladıkları konuyu çalışan herkesin dikkatini çekmiş-tir. Çünkü ölümler kamuoyunun daha çok galeyana gelmesine sebep oluyor, böylece küresel emperyalist güçlerin desteği garan-ti altına alınıyordu. Ayrıca sürgünler ve ölümler sayesinde Yahu-diler istemese bile kendilerini sorumluluk altında hissedip Filis-tin’e göç etmek zorunda kalıyorlardı.
1. Osmanlının son asrı
Filistin meselesi Osmanlı İmparatorluğunun son asrının en önemli problemlerinden birini oluşturmaktadır. Dönemin şart-ları göz önünde bulundurulduğunda bunun iki temel nedeni olduğu görülecektir. İlki Osmanlı İmparatorluğunun eski gücünü kaybetmesi ve Avrupa devletleri tarafından “hasta adam” mua-melesi görmesi (Öke, 2011: 122), ikincisi de Siyonist hareketin, İslam’ın mukaddes kabul ettiği Filistin bölgesinde bir Yahudi devletinin temelini atma düşüncesidir (Herzl, 2014). Aslında birbirinden bağımsız olmayan bu iki problem Osmanlının tarih sahnesinden çekilmesinin nedenleri arasında yer alır. Osmanlı Devleti’nin yıkılışı Siyonist projeden bağımsız değerlendirilemez.
62
Yahudiler için kutsal olduğu ve kendilerine vadedildiğini iddia ettikleri topraklarda bir devlet kurma düşüncesinde olan Siyo-nist liderler, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme çabasın-da olmuşlardır. Fakat başından beri bu projenin farkında olan Osmanlı padişahları, var güçleriyle bunun önüne geçmeye çalış-mışlardır. Nitekim söz konusu Siyonist koloni talebi ve bu talebe cevaben verilen padişah iradeleri bunun en güzel göstergesidir. Osmanlı Devleti’nin son dönemi düşünüldüğünde Sultan II. Abdülhamid her yönüyle tartışılan önemli bir şahsiyettir. Bazı Yahudi örgütlerin devlet kurma projesinin farkında olan Sultan, bunun önüne geçmek için elindeki bütün kozları kullanmıştır. Özellikle Filistin’e yapılan Yahudi göçünü önlemeye yönelik aldı-ğı tedbirler, Yahudilere toprak satışının önüne geçmek amacıyla bölgedeki toprakları kendi mülkiyetine alması Siyonist liderler için büyük bir problem olmuştur. O dönemin dünyasında zen-ginlikleriyle istedikleri her şeyi elde eden Siyonistler, aşamadık-ları Sultana da aynı yolla gitmiş, fakat beklemedikleri cevaplar almışlardır. Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçmesiyle başlayan bu girişimler dönemin Siyonist lideri Theodor Herzl ile zirveye ulaşmıştır. Siyonistler istediklerini elde edemeyince hedeflerine ancak Osmanlının yıkılmasıyla ulaşabileceğini anlarlar. Bunun için de en büyük engel olan II. Abdülhamid’in tahttan indirilme-si gerekmektedir. Osmanlı Devleti’ndeki iç çekişmeler Siyonist-lerin de katkısıyla 1909’da Sultan II. Abdülhamid’in tahttan in-dirilmesiyle sonuçlandı. Ortaya çıkan sonuç Siyonistlerin önün-deki en büyük engelin ortadan kalkmasını ve amaçlarına bir adım daha yaklaşmalarını sağladı Zaten çalkantı içinde olan Osmanlı Devleti’nin bu zaafından istifade eden Avrupalı devlet-ler ve Siyonistler, birinci dünya savaşıyla istediklerini elde eder-ler. Böylece Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekilir ve kısa bir süre sonra, 1948 yılında, Filistin’de Siyonist İsrail devleti kuru-lur.
Osmanlı Devleti Kudüs/Filistin/Beytülmakdis söz konusu oldu-ğunda İslam’ın kutsal saydığı bir belde olması hasebiyle oldukça hassas davranmıştır. Aslında oraya yönelecek bir tehdidin kendi varlığını da tehlikeye atacağının farkındadır Çünkü Filistin coğ-
63
rafi/jeopolitik olarak önemli bir kavşak noktasında bulunmakta-dır. Orada oluşacak emperyalist bir yapılanma, Osmanlı Devle-ti’nin Afrika ile olan irtibatını Modern dönemin en önemli hare-ketlerinden biri olan Siyonizm, Filistin’de bir Yahudi devleti kurma amacındadır. Fransız devrimi sonrası ortaya çıkan milli-yetçi hareketler, Osmanlı millet sistemi için büyük bir tehdit oluşturmuştur. Bunun farkında olan Osmanlı Devleti, birliğini korumak için diğer milliyetçi hareketler gibi Siyonizm’i de sıkı bir takibe almıştır. Çok geçmeden bu hareketin varlığına büyük bir tehdit oluşturduğunun farkına varmıştır. Avrupalı devletlerin Siyonist harekete destek çıkmaları, söz konusu tehlikeyi daha da arttırmıştır. Özellikle Avrupa’da ortaya çıkan antisemitizm sonu-cu Osmanlı topraklarına göç etmek isteyen Yahudilerin Filistin dışındaki yerlere yerleşmeleri için çeşitli önlemler alınmıştır. Bu anlamda en aktif şahsiyetin Sultan II. Abdülhamid olduğu gö-rülmektedir. Sultanın aldığı önlemler yetersiz kalsa da 1912’ye kadar Filistin’e yaptırılan Yahudi göçü, Siyonist liderleri tatmin etmediği anlaşılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin bazı Yahudi ör-gütler hakkındaki algısını kesinleştiren olay, Laurence Olip-hant’ın sunduğu layihadır. Layihanın Osmanlıdaki algısı bu ör-gütler hakkındaki soruların netleşmesini sağlamış ve Siyonistle-rin Filistin’de bir devlet kurmak istediklerini kesinleştirmişti. Dolayısıyla Osmanlının söz konusu layihadan sonra aldığı toprak satmanın yasaklanması, Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşme-lerinin önüne geçilmesi ve kırmızı tezkere gibi önlemlerin üze-rinde ciddiyetle durulduğu görülmektedir. Varılan nokta itiba-riyle bakıldığında alınan önlemlerin göçü yavaşlattığı, fakat Si-yonist projenin önüne geçemediği anlaşılmaktadır. Osmanlı’nın Avrupa’da katliama uğrayan masum Yahudilere sahip çıkma amacıyla onları Filistin toprakları dışına yerleştirmesi de bunda etkili olmuştur. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı dağılmış, İngiliz hakimiye-tine giren Filistin topraklarında 1948 yılında bir Yahudi/Siyonist devlet kurulmuştur. Belki tek cümleyle ifade etmek gerekirse bu sonucu doğuran asıl nedenler Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve
64
Siyonist proje ile sömürgeci devletlerin planlarının birbirine uymasıdır.14
Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, ilk göçler 1882 yılın-da başlıyor ve hemen ardından düzenli bir şekilde koloniler ku-ruluyor. Ancak asıl büyük göçlerin Abdülhamid döneminin son-larında, 1900’den sonra başladığını ifade etmek gerekir. Tahta geçtiğinde Abdülhamid, ülkeyi imparatorluğun toprak bütünlü-ğünü tehdit eden uluslararası ve iç krizlerle karşı karşıya kalmış-tı. Hazine boştu, imparatorluk sürekli kan kaybediyordu, ordu disiplini kaybetmiş ve yabancı özel şirketler (başta Rothschild olmak üzere) imparatorluğun ekonomik kaynaklarına el koy-muştu (Düyun-u Umumiye’nin bu süreçte kurulduğunu biliyo-ruz). Bütün bu ekonomik ve siyasi zorlukların yanı sıra güçsüzle-şen devlet üzerindeki yabancı baskılar, Abdülhamid’in Filistin’le ilgili kararlarında önemli rol oynuyordu. Osmanlı İmparatorlu-ğu'nun Arap ülkelerinde hüküm sürdüğü dönemde Yahudi te-baa, serbestçe Filistin'e gidip gelebiliyor ve Kudüs, Safed, Tiber-ya ve el Halil kentinde kendilerine göre kutsal sayılan yerlerde ikamet edebiliyordu.
1869 yılında yani, Abdülaziz döneminde yabancıların Hicaz böl-gesi hariç imparatorluğun her yerinde mülk edinebileceği yö-nünde ferman çıkınca aralarında Siyonistlerin de bulunduğu yabancılar Filistin’den rahatlıkla toprak almaya başladılar. İlk başta Osmanlı Devleti bunun nedenini araştırmadı. Bunun bir-kaç nedeni vardı. 1881 yılında Yahudilerin Rusya’da maruz kal-dığı uğradığı pogrom (büyük katliam), Rotschild ve Hirsch gibi bazı zengin Yahudilerin Yahudi göçünü finanse etmesinin yanı sıra bazı Siyonist kuruluşların göçe desteğiydi. İmparatorluk, Filistin'e Yahudi göçünün artmasının ardından 1882 Nisan'ında Yahudilerin Filistin'e yerleşmesine izin verilmeyeceğini ilan et-mişti. Aynı karara göre fermanları kabul etmek şartıyla Yahudi-
14 (Ziya Polat)Journal of Islamicjerusalem Studies, 2017
65
ler, yerleşmek istedikleri herhangi bir eyalete göç edebilir, almak istedikleri araziyi harç ve vergilerden muaf bir şekilde satın ala-bilir, askerlik hizmetinden muaf tutulabilir ve diğer konularda olduğu gibi ibadetlerini yerine getirebilirlerdi. Yurtdışından ge-len Yahudiler, 150 aileden fazla olmamak üzere herhangi bir bölgeye yerleşme iznine sahipti.
Araplar ve Yahudiler arasındaki çatışmalar 1886'da alevlenince Arapların payitahta tepkisinin artması üzerine bir süreliğine Filistin'e Yahudi göçü yasaklandı ve Yahudilere, 1888 yılında sadece üç aylık bir süre için Kudüs'ü ziyaret etmelerine izin ve-ren bir ferman yayınlandı. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa, vatandaşları ile ilgili getirilen bu kısıtlamaları protes-to edince Osmanlı İmparatorluğu söz konusu sınırlama ve yasak-lardan feragat etmek zorunda kaldı.
1877 yılında Kudüs mutasarrıfı olan Rauf Paşa’nın Osmanlı va-tandaşlığı almak isteyenlere yüksek vergiler getirerek ve kanun-lara aykırı bir şekilde Filistin’de ikamet eden yabancıların önle-rine engeller koyduğu kayıtlarda geçiyor. Rauf Paşa, Bab-ı Ali’den Filistin’in yabancı göçmenlerin özgürce ikamet edebile-ceği ve yaşayabileceği bölgeler arasından çıkarılmasını talep etmiştir. Bab-ı Ali’nin bu talebe yanıtı “Filistin'e hac ve ticaret için gelen Yahudiler orada bir aydan fazla kalamazlar ve bu süre dolar dolmaz ülkeyi terk ederler” şeklinde bir karar çıkarmak olsa da Rauf Paşa’ya göre Filistin’e Yahudi göçünü hızlandıran bu tür kararlardır.
1890 yılı Yahudi göçünün görece ivme kazandığı bir yıldır. Sul-tan Abdülhamid, 1896'da Yahudilerin bir İsrail Devleti kuracak-larından korktuğu için Filistin'e yerleşmelerini engellemek ama-cıyla kendi el yazısıyla bir ferman yazar. Ancak bütün bunlar hiçbir işe yaramayacak ve Yahudi göçü bir yıl içinde üçe katlana-cak, Yahudi nüfusu oranı yüzde 5’ten yüzde 11’e çıkacaktır. Ab-dülhamid, Avrupa ülkelerinin bakısı sonucunda Yahudilerin tamamen özgür bir şekilde olmasa da Filistin’e sınırlı bir şekilde yerleşmesine izin vermek durumunda kalacaktır. Bu ise Siyonist-
66
lerin önce siyasi ve ekonomik nüfuzlarını güçlendirmek daha sonra da Siyonist bir devlet kurmak için elinde güçlü bir dayanak oluşturacaktır.
İşin garip tarafı Yahudi göçünü engellemek amacıyla çıkarılan fermanlar, yerleşim birimlerinin artışını ve Yahudi göçünün hızlanmasını engellememiş, tersine artırmıştır. Bir başka husus ise Yahudi göçünün engellenmesine ilişkin fermanlar, aslında fermandan önce satın alınan yerleşkeleri meşrulaştıran bir işlev görmüş ve Osmanlı hükümeti bu yerleşkelerin yasallığını tanı-mıştır. Siyonist iş adamı Baron Rotschild bu durumdan faydala-narak başkaları adına satın aldığı araziyi kendi adına tescil et-tirmiş ve Yahudiler bu kez Filistin yakınlarındaki bölgelerde özellikle de bugünkü Suriye sınırları içerisinde toprak alımını hızlandırmıştır.
Bu gelişmeler üzerine yerli Arap ahalinin tepkisi doruğa çıkmış ve arazi satışına izin verilmesi nedeniyle 1895 öncesinde bölgede isyan patlak vermiştir. 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde Theodor Herlz önderliğindeki meşhur Dünya Siyonist Kongresi yapıldığı sırada Filistin toprakları üzerinde 45 bin dönüm arazi üzerinde 4 bin 530 nüfusa sahip 19 yerleşke kurulmuştu bile. Buna Siyonistlerin Şeria Nehri’nin batısında almış olduğu 10 bin dönümlük ve doğusunda almış olduğu 20 bin dönümlük arazi dahil değildir. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde sadece 28 bini Kudüs’te olmak üzere Yahudi nüfusu toplam 50 bine ulaşmıştır.
Rothschild'in Abdülhamid ve yönetimi ile iyi bir ilişkisi vardı, çünkü Londra'daki Rothschild Bankası Osmanlı İmparatorlu-ğu'na büyük krediler temin etmişti ve bu da Osmanlı İmparator-luğu'nun politikasını etkilemişti. Dolayısıyla Abdülhamid döne-minde Filistin'deki nesnel koşullar, yabancı Yahudilerin Filis-tin'e gelip toprak satın almaları ve ikamet etmeleri için büyük bir fırsat sunmaktaydı. Yahudi göçünün önlenmesi için önce ferman çıkartılıp ardından bunların değiştirilmesi, Filistin'e Yahudi yerleşimini hızlandırmak isteyen Siyonist hareket için müthiş bir kanuni boşluk doğurmuştu ve yerel yöneticilerin elini kolunu
67
bağlayan bir durumdu. Yabancı ülkeler, Bab-ı Ali'den Yahudile-rin yerleşmesine kısmî izin veren imtiyazlar alarak elde ettikleri gayrimeşru hakları kalıcı hale getirmiş oldular. 15
Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren Yahudi Taburu!
Tarihçi Mustafa Armağan “Sultan Abdülhamid’i deviren orduda Yahudi taburu vardı” başlıklı yazısında döneme dair gizli kalmış bir detayı daha gündeme taşıdı. Armağan, İttifak’ta yayımlanan yazısında Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde yer alan Yahudi Taburu’nu anlattı.
Çanakkale ve Gazze’de Osmanlı ordusundaki Yahudilere de işa-ret eden Mustafa Armağan’ın o yazısı:
Miladi takvimle 13 Nisan 1909’a tekabül eden 31 Mart kanlı ayaklanmasının faturası, olayda un ufak bir dahli bulunmadığı Mason Sadrazam Talat Paşa tarafından dahi kabul edilen Sultan Abdülhamid’e kesilmiş, tahttan indirilip sürgüne gönderilmesine varan olayları tetiklemiş, tarihimizde neredeyse 20 yıl sürecek artçı sarsıntılara sebep olmuştu. Bu İngiliz merkezli “Yeni Dünya Düzeni”ni getirecek tektonik sarsıntılar Lozan Antlaşması’yla karara bağlandığında yaklaşık 4 milyon km2 büyüklüğündeki bir imparatorluğun dağılıp çöktüğüne şahit olunacaktı. Dolayısıyla “31 Mart Vak’ası” denilince 114 yıl geçmesine rağmen üzerimiz-deki etkisi devam eden, uğultuları ‘derinden gelen’ sarsıcı bir olay karşısında olduğumuzu bilmemiz gerekir.
Altı asırlık bir imparatorluğun kaybıyla sonuçlanacak olan olay-lar zinciri esasen meşrutiyet ve hürriyet isteyen Resneli Niyazi, Enver ve Eyüp Sabri Beyler ve adamlarının dağa çıkmasıyla baş-lamış, Avcı Taburları adıyla Makedonya’dan toplanan gönüllüle-rin payitahta yürümesi ve İstanbul’a varmadan Sultan Abdülha-mid’in Meşrutiyeti ilan ettirmesiyle suya düşen hesaplarla de-vam etmişti. Asıl amaç, elbette Kızıl Sultan diye iftira attıkları Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesiydi. Onlardan önce
15 İslam Özkan, islamozkan@gmail.com
68
davranıverip Meşrutiyeti ilan edince Sultan’ı o sırada tahtından indirmeye yüzleri kalmadı ve fırsat kollamaya başladılar.
Aradıkları fırsat “gerici” veya “şeriatçı” bir ayaklanma dedikleri 31 Mart isyanıyla ayaklarına gelmişti. İstanbul’a Meşrutiyeti ilan ettirsinler diye gönderdikleri Avcı Taburlarına mensup askerler nasıl olmuşsa 9 ayda Meşrutiyet düşmanı kesilmiş, bu defa Meş-rutiyete karşı isyan ediyorlardı! Dünyanın bütün komedyenleri toplansa daha komik bir fıkra icat edemezdi.
Hepi topu 1,5 gün süren bu sözde ayaklanmayı bastırmak için Selanik’ten harekete geçen Mahmud Şevket Paşa kumandasın-daki Hareket Ordusu ise 14 Nisan günü kendiliğinden sönmüş olan bitmiş bir isyanı bitirmek için 15 Nisan gününün ilk saatle-rinde Çatalca’ya doğru yola çıkıyordu.
Garabete dikkat: Nisan’ın 13’ünde başlayan isyan 14’ünde kendi-liğinden bitiyor ama 15 Nisan sabahı bitmiş isyanı bastırmak için Hareket Ordusu hareket ediyor!
İşte 2. Abdülhamid’i tahttan indirecek olan Hareket Ordusu’nda bir Yahudi Taburu da mevcuttu.
Emanuel Karasu da işin içinde16
Aynı kitapta Meşrutiyetin 24 Temmuz 1908’de ilanının Osmanlı Yahudi basını tarafından büyük bir sevinçle karşılandığını, adeta bayram gibi kutlandığını da öğreniyoruz. Hercule Diamantopulo adlı şahit, haberin geldiği gün İzmir’de yaşananları şöyle aktar-mış:
“O günün akşamında Ermeniler İzmir sokaklarında büyük bir kortej halinde dolaştılar. Kortejin başında kısa bir süre önce
16 Araştırmacı Rıfat N. Bali’nin Musa’nın Evlatları, Cumhuriyet’in Yurttaşları adlı kitabındaki bir makaleden öğreniyoruz ki böyle bir tabur vardır, varlığı kaynakla-ra da geçmiştir (İletişim: 2001, s. 53-81)
69
serbest bırakılmış olan Ermeni tutuklular vardı. Çiçeklerle süs-lenmiş bir tahtta bir Türk asker ve bir Ermeni birbirlerini elle-rinden tutmakta ve çok güzel bir Ermeni kızı da tahtın üstünde onlarla birlikte hazır bulunmaktaydı. Bir diğer tahtta bir Müs-lüman, bir Ermeni, bir Rum ve bir Musevi Osmanlı pankartla-rında rastlanmakta olan ‘Hürriyet, Uhuvvet, Eşitlik’ kelimeleri kadar yeni ve sempatik bir grup teşkil ediyorlardı.” (nakl. Bali, age, s. 58)
31 Mart Vak’asından 3 ay kadar önce, Harbiye’de İsmet İnö-nü’nün hocası olan Hayim Nahum Yahudi Hahambaşılığına seçilecekti.
Rıfat Bali’nin verdiği bilgiye göre Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nun bünyesinde 700 Selanikli Yahudinin yer aldığı bir tabur mevcuttu. Taburun resmi adı Musevi Taburu idi. Kısa ömürlü de olsa taburdan birkaç kişinin askerlik mesleğine intisap ettikleri ve askeri okula gittikleri biliniyor. Bu kişilerden biri, diyor Bali, gençliğinden beri ateşli bir Siyonist olan ve Ya-hudi taburunda subay olarak yer alan Şemtov Revah idi ki, anlat-tığı hatıralar çok ilginç ayrıntılar içermektedir.
Haliç’te bulunan kendi askeri okullarında askerlerin bile “Sela-nikli Çıfıtlardan ve gâvurlardan memnun değiliz. Padişahım çok yaşa!” diye bağırdıklarını söyleyen Şemtov Revah birçok Yahu-dinin Hareket Ordusu’na gönüllü olarak katıldığını ifade etmiş ve sözlerini şöyle sürdürmüştü:
“500 Yahudi gönüllü vardı. (…) 150 Yahudi gönüllüyle birlikte Çatalca’ya geldim. (…) Başkent Kostantiniyye’ye (metinde böyle-MA.) ayrı kollar halinde ve muhtelif çatışmalara girdikten sonra girdik. 700 gönüllüden oluşan Musevi taburu Albay Kâzım Bey’in komutasında üç değişik istikametten Taksim Kışlası’na gitti. İsyan edenlerle çarpıştık. 23 Yahudi yaralandı ve, Allah rahmet eylesin (metinde böyle-MA.) Teramin ile Beja dahil ol-mak üzere 21 Yahudi de çatışmalarda öldü. (…) Bu arada temsil-cimiz Emanuel Karasu ve heyetin diğer üyeleri Yıldız Sarayı’na
70
girdiler. Hareket Ordusu ve halkın adına konuşarak Sultan Ab-dülhamid’e tahttan indirildiğini tebliğ ettiler.”
Şemtov Revah adlı Yahudi subay bundan sonra “Kızıl Sultan” dediği Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilip gönderildiği Sela-nik’te Alatini adlı zengin Yahudi bir aileye ait bir villada tutuklu kaldığını keyifle anlatıyor. “Zaferimizden dolayı eski istibdat rejiminin düşürülmesinden mutlu olduk” diyor ve ekliyor: “Os-manlı İmparatorluğu’nun tüm halklarına barış ve terakkinin geleceğini umduk.”
Hatta Hareket Ordusu’na katılan Yahudi gönüllüler İspanyolca bir şarkıyı hep beraber terennüm etmişler.
Yahudiler de Müslümanlarla birlikte gömüldü.
Bu arada bir ayrıntıya daha yer verelim:
Çatışmalarda ölen gönüllü Yahudi askerler nereye gömülmüştür biliyor musunuz? “Sonsuz Özgürlük” diye çevirebileceğimiz Çağ-layan Adliyesi’nin yanı başındaki Hürriyet-i Ebediye tepesinde yaptırılan Abide-i Hürriyet’e. 23 Temmuz 1911 tarihinde törenle açılan abideye Müslüman askerleri Yahudi ve Ermeni “kardeşle-ri”nden ayırmamak için birlikte gömen kafaya İttihatçı denilir ve Enver Paşa’nın açılışta yaptığı Osmanlı halklarının kardeşliği masalını dile getiren konuşmayı, Turancı Enver portresi ile ne kadar bağdaştırabileceğinizi varın düşünün.
Jön Türklerin oturmuş bir fikirleri olmadığı gibi bir projeleri de yoktu nitekim. “Vatan parçalanıyor” diye dağa çıkıp da vatanı toptan kaybetmek ve ardından da arkalarına bakmadan ülkeden kaçmaları keskin dilli Refik Halid Karay’a vaktiyle şu acımasız satırları yazdırmıştı:
“Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtı-lar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar… Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?”
71
Öte yandan Rıfat Bali, Hareket Ordusunun İstanbul’a hakim olması ve Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle Selanikli Yahudilerin nasıl büyük bir sevinç yaşadıklarını da şöyle nakle-der:
Selanikliler bayram ediyor
“Hareket Ordusu’nun zaferi Selanikli Yahudiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Selanik Yahudi cemaatine ait Cercle Des Inti-mes Kulübü muazzam bir gösteri düzenledi. Yahudilerden olu-şan bandolar Türk marşları çaldılar. Osmanlı subaylarının hazır bulundukları bir topluluk karşısında vatansever nutuklar atıldı. Osmanlı subaylarından oluşan bir heyet Cercle Des Intimes Ku-lübüne gidip ordu adına Selanik Yahudilerine Osmanlı İmpara-torluğu’nun gelişmesi için yaptıkları maddi fedakârlıklar ve dök-tükleri kan için teşekkür etti. Kulüp, Selanik cemaati mensupla-rına, Hareket Ordusu saflarında savaşırken Konstantiniyye’de ölen Yahudi askerlerin anısına bir anıt inşa edilmesi için açılan bağış kampanyasına katılmaları çağrısında bulundu.”
Daha çarpıcı olanı, söz konusu kulübün Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi üzerine görkemli bir kutlama düzenlemiş olmasıdır. Sultan’ın gidişine o kadar sevinmişlerdi ki Yahudiler, yeni Sultan Reşad, Enver ve Niyazi beyleri öven bir şarkı bile yazmışlardı. Hareket Ordusu kumandanı Mahmud Şevket Paşa ve Harbiye Nazırı Salih Paşa ise o kadar memnun olmuşlardı ki, Yahudilerin, özellikle de Selanikli Yahudilerin kendilerine ver-dikleri destekten dolayı İstanbul Hahambaşı Hayim Nahum’u makamında ziyaret ederek şükranlarını sunmuşlardı.
Yahudiler Osmanlı askeri
Sultan Abdülhamid zamanına kadar Yahudiler askere alınmazdı. İşte tam 31 Mart’ın akabindeydi ki Yahudilerin askere alınması meselesi de İttihatçılar tarafından halledildi. Artık onlar Osman-lı ordusunun bir parçasıydı. Ayrılık gayrılık kalmamıştı. Nitekim 2 Aralık 1912 günü Selanik’i işgal eden Yunanistan’ın kralı Yorgo ile görüşen Selanik Hahambaşası Yaakov Meir an itibariyle Os-
72
manlı ordusunda 500 civarında Yahudi askeri mevcut bulundu-ğunu söyleyecektir.
Jön Türk ihtilalinden sonra Selanik Yahudileri arasında Siyonist faaliyetlerin canlandığını ve Filistin’de yerleşik Yahudiler ile diyasporada yaşayan Yahudiler arasında Jön Türk ihtilalinin Siyonist amaçların gerçekleşmesi için uygun bir ortak yarattığı inancının yayıldığını söyleyerek yazımızı noktalayalım. Tabii Rıfat Bali’nin yazımızda faydalandığımız kitabından şu alıntıyı ihmal etmeden:
“Bu yüzyılın başında Selanik önemli sayıdaki Yahudi ve Dönme nüfusuyla “Balkanların Kudüs’ü” sayılıyordu. (…) Bu nedenle Selanik Yahudilerinin Hareket Ordusu’na gönüllü olarak katıl-maları hiç de şaşılacak bir durum değildi. Dönme bir aileden gelen Maliye Nazırı Cavit Bey, onun kâtibi Nissim Russo, mebus Emanuel Karasu gibi Selanikli Yahudiler ve Dönmeler, yeni siya-si rejimde önemli ve seçkin mevkiler işgal ediyorlardı.”
Aynı Yahudilerin Çanakkale ve Gazze muharebelerinde bu defa İngiliz ordusuna gönüllü olarak katıldıklarını söyleyeyim de siz anlayın vaziyeti.
X...Dünyada ilk defa parayı ve şişkin sermayeyi icad eden (kapitalizma), sonra (Karl Marks) marifetiyle onu tahrif eden 1917 komünist ihtilâlinde güdücüler arası yer alan (Troçki, Zinvoyef vesaire), peşinden dünya çapında bir yahudi filozof (Henri Bergson)a tahrip ale-tini tahrip ettiren, netice olarak nerede ve hangi mez-hep varsa bir taraftan kuran ve bir taraftan yıkan, yani kendi dışında insanlığı her türlü birlik ve yekpârelikten uzaklaştıran , o...
73
Yahudiler ve Yahudi İnancı
Sombart’a göre, Yahudi dininin de diğer incelediğimiz dini mez-hepler kadar kapitalizme katkısı vardır. Hatta ekonomik yaşamı yönlendirme ve örgütleme konusunda diğer dinlere nazaran daha güçlü ve derinlemesine bir özellik taşır. Yahudilerin dini-nin, bütün yaşamı bu kadar güçlü ve derinlemesine ele almasının sebebi, bu dinin sadece belli günlerde ve belli mekanlarda değil, insanların her anında var olduğu gerçeğidir. Yahudi yapacağı bir işte Tanrı’nın bu işi onaylayıp onaylamayacağı konusunda emin olmak ister. Yahudi yasası dinin ayrılmaz bir parçasıdır. Yahudi açısından ilahi emirler ve ahlak yasası birbirinden ayrılmaz önemli nosyonlardır (Sombart, 2008). Sombart’ın düşüncesine göre kapitalizmin bu hale gelmesinde Yahudilerin payı çok bü-yüktür. Bunun için bu konuya daha ayrıntılı değinilecektir. Sombart, kapitalist zihniyetin oluşmasında dinin önemli bir yeri olduğunu vurgulamaktadır ve kapitalizmin çıkış noktasının Ya-hudilik olduğunu savunmaktadır. Weber’in savunduğu kapita-lizmin hareket noktasının Protestanlık olduğu düşüncesini hiçbir zaman kabul etmemiştir. Sombart’a göre püritanizmin, Weber’in söylediği gibi orta sınıf erdemiyle ilişkisi yoktu. Hatta pürita-nizm para kazanmanın her türlüsüne karşıydı, ayrıca serbest rekabeti de kınamaktaydı. Sombart, Yahudiliğin izinden Protes-tanlığın gittiğini söylemektedir. Bundan sonra da püritanizm ve Yahudilik arasında görüş birliği oluşmuştur. Püritanizm ve Ya-hudiliğin ikisinde de dini çıkarların önceliği vardı. Ayrıca ilahi mükafat ve ceza fikri, din ile iş arasındaki yakın ilişki ve en önemlisi de hayatın rasyonalizasyonu bulunmaktaydı. Sombart’a göre kısaca püritanizm, Yahudilikten doğmuştur. Yahudiliğin rasyonalitesi dini liderlerin ticari becerileri gibi özellikler saye-sinde kapitalizm gelişmiştir. 15. yüzyılın sonlarına doğru İspan-ya’dan atılan Yahudiler, Kuzaybatı Avrupa’ya yerleşmişler ve burada kapitalizmin gelişmesini sağlamışlardır. Hollanda’da para ve kredi sisteminin standartlaşmasını sağlamışlardır. Ayrı-ca kredi ve tahvil araçlarını kullanmışlar, denizaşırı ticareti ve sömürgeci girişimleri desteklemişlerdir. Bu ve buna benzer uy-gulamaları Kuzeybatı Avrupalı halka öğreten Yahudiler, iktisadi
74
alanda Kuzeybatı Avrupa’yı merkez haline getirmişlerdir.(Özel, 1993). Weber’in düşüncesinin tersine Sombart kapitalizmin ru-hunun Yahudilik olduğunu savunmaktadır. Yahudiler, Kuzeybatı Avrupa’ya geldikten sonra burada deneyimlerini paylaşmışlar, bu deneyimlerin uygulanmasını desteklemişler ve bu sayede kapital oluşumunu desteklemişlerdir. Kredi, para, ticaret gibi kavramların bu bölgeye yerleşmesini sağlamışlardır. Bu şekilde gelişimini sürdüren bu ülkeler, diğer ülkelere nazaran büyük gelişimler yaşamışlardır. Kapitalizmin tohumları Yahudiler tara-fından atılmıştır. Genel anlamda bakarsak, Yahudilik de pürite-nizm de aynı şeyleri söylemekte ve aynı şeyleri emretmektedir. Weber’e göre Yahudilik püriten etiğinden etkilenmiş ve refor-masyon yaşamıştır. Aynı şeyi Sombart kendi açısından söyle-mektedir. Ona göre ise püriten ahlakı Yahudi dininden doğmuş-tur. Sombart Weber’den farklı olarak kapitalizmin doğuşunda ve gelişmesinde Yahudilerin önemli bir yeri olduğunu düşünmek-tedir. Sombart Yahudi ve Hıristiyanlar arasında karşılaştırmalar yapmış, ilginç sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Mesela, gizli Hıristi-yanlık yoktur ama gizli Yahudilik vardır. Çünkü Yahudiler için dinleri gizli sürdürülebilecek kadar bağlayıcıdır. Hıristiyanlık dini, yoksulluğa, keşişçiliğe, çileciliğe övgü yaparken, Yahudilik zenginliğe, akılcılığa övgü yapmaktadır. Yine Hıristiyanlar için reklam günahken, Yahudilerde reklam serbesttir. Sombart’ta göre bu karşılaştırmalar göstermektedir ki, kapitalizmi ortaya çıkaracak nitelikler Yahudilik dininde serbest ve özendirici bir nitelikteyken, Hıristiyanlıkta bu nitelikler yasaktır. Böyle olduğu için Sombart, kapitalizmin Yahudi dinine yakın bir sistem olarak görmektedir (Sombart, 2005). Sombart, Yahudilerin kendilerine has bu şekildeki özelliklerini ortaya çıkarmakta ve kapitalizme yakınlığını saptamaya çalışmıştır. Bu yüzden Sombart, Yahudiler üstünde incelemeler yapmış, eserler yazmıştır. Weber ise, Som-bart’ın savunduğu gibi kapitalist düzeni ortaya çıkaran Yahudi-ler’in olamayacağını savunmaktadır.Çünkü Yahudiler, Orta-çağ’da Hint Yahudilerin inancına göre gelecek dünyada kast sistemi tersine dönecektir. Bu dünyada babalarının günahını taşıyan veya dünyanın kurtuluşu için dışlanmış bir millet olan
75
Yahudiler, bu konumdan sosyal bir devrimle kurtulacaklardır. Ortaçağ’da Yahudiler, siyasi toplumun dışında, misafir toplum-lardı. Ayrıca katı kurallara sahip olan Yahudilerde Hıristiyanlar-la aynı sofrada yemek yemek ve birbirileriyle evlenmeleri de yasaktı. Yahudilerin kast dışı bir özelliği de tarımla uğraşmama-larıydı. Yahudiler dinleri gereği hukuk bilgisi ve tefekkür istiyor-lardı ki bunlarında ticaretle birleşmesi çok daha kolaydı. Son olarak da Yahudiler evrensel olan iç ve dış ahlak ikiliğini muha-faza ettiler. Bu sayede kendilerinden olmayan yabancılardan faiz almaları yasak değildi. Bu ikilik diğer irrasyonel işleri meşru bir hale sokmuştu. Bu sayede bu işlerde tecrübe sahibi insanlar ol-dular. Fakat buna rağmen Weber’e göre Yahudiler Batı’da geli-şen rasyonel kapitalizme hiçbir zaman sahip olamamışlardı. Onların yaptıkları parya kapitalizmiydi (Weber, 1993). Weber, bunun sebebini de Yahudilerin yeniliklere açık olmadıkları görü-şüne bağlamaktadır. Weber, burada asıl rasyonel kapitalizmin doğuşunun Batı Avrupa’da Protestan Hıristiyanlar tarafından yapıldığını söylemektedir. Weber’in Yahudilerin kast sisteminde olduklarından dolayı dışarı açık olmadıkları ve bu yüzden kapi-talizmi kabul etmelerinin de mümkün olmadığı görüşünün ter-sini Sombart ortaya atmıştır. Sombart, Yahudilerin kendilerine has karakteristikleri sayesinde kapitalizmin bu kadar gelişme kaydettiğini söylemektedir. Sombart, Yahudi toplumunun karak-terstliğini de ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Sombart’a göre Yahu-diler, diğer dinlere mensup kişilere nazaran dinlerine daha düş-künlerdir. Yahudilerin hayatının her alanında din vardır. Yaptık-ları her hareketin dine uyumlu olup olmadığı incelenmektedir. Yahudi hukuku, dinlerinin bir parçasıdır ve hukukta Tanrı’dan gelmektedir. İnançları konusunda titizlikle durmakta ve uygu-lamaktadırlar. Sadece kitleler değil, kapitalist ruhu benimseyen Yahudilerde dinlerine her zaman bağımlıdırlar. Ayrıca haham-larda insanlara iktisadi hayat hakkında bilgiler vermektedirler (Sombart, 1993). Sombart burada Yahudi profilini ortaya koya-rak kapitalizme ne kadar yakın bir dine sahip olduklarını ve bu yüzden kapitalizmin kaynağının Yahudiler olduğunu kanıtlama isteğindedir. Bu düşünce tarzıyla Weber’in savunduğu Protestan
76
etiği görüşünü çürütmeye çalışmaktadır. Yukarıda da değinildiği gibi Sombart’ın araştırmaları sonucunda Yahudilerin kendi dini ve ırkı haricinde insanlarla evlenmelerin yasaklandığı görülmek-tedir. Ayrıca cinsellik denetim altında tutulmuştur. Denetim altında tutulan cinsellik Sombart’a göre, iktisadi girişimciliğe kanalize olmuştur. Ayrıca aynı ırk ve dinden yapılan evliliklerde aşiret evliliği niteliğindedir. Bu da Yahudilerin her ülkede güçlü, zengin şebekenin temsilcileri bulunmasını sağlamıştır. Bu da Yahudilere dünya ticaret sahasında önemli yerler sağlamıştır. Bu noktada Yahudilerin gayrimenkule değil de menkule yatırım yapmaları önem kazanmaktadır. Yahudiler, genelde yaşadıkları sürülme korkusuyla menkule yatırım yapmaktaydılar. Bu da onlara herkese hükmetme gücü vermekteydi (Sombart, 2005). Yahudiler sürgünle karşılaştıklarında menkullerini alıp gitmekte, yeni gittikleri bölgelerde paraları sayesinde kimseye muhtaç duruma düşmemektedirler. Yahudilerin cinsel hayata bakış açısı katı kurallar dahilindedir. Kadınlara bakılmaması gerektiği, hatta kıyafetlerine bile bakılmasının günah olduğu söylenmekte-dir. Evlilik dışı ilişki kesinlikle yasaktır. Bu şekilde ilişkiye giren-ler taşlanarak ölüme mahkum edilirler. Musevilik, evlenmeyi teşvik etmektedir. Fakat evliyken bile cinsel ilişkiler sınırlandı-rılmalıdır. Kendin için değil de Tanrının buyruklarını yerine getirmek için cinsel ilişki yaşanmalıdır. Sombart’a göre bu du-rum Yahudi dininin günlük yaşamın akılcılaştırılmasıdır. Perhiz Yahudiler’in aile yaşantısına daha fazla düşkün olmasını sağla-mış ve bu da ekonomik büyüme için onlara enerji sağlamıştır. İnsan ailesine bağlı olduğu sürece, onlara en iyisini vermeye çalışır ve onlardan aldığı güç, cesaret ve dayanma gücüyle iş yaşamında başarılı olma ihtimali yükselir. Sombart’a göre böyle bir enerji, kapitalizm gibi güçlü bir ekonomik sistemi harekete geçirecek kadar büyük alanlar yaratmaktadır (Sombart, 2005). Aynı şekilde Weber’de Püritenizm hakkında yaptığı araştırmalar sonucunda da aşağı yukarı aynı şeyleri söylemektedir. Pürite-nizmde de evlenmek gerekli bir durumdur. Ama cinsel ilişki evlilikte bile sadece Tanrının şanını artırmak amacıyla yapılma-lıdır. Tanrının çoğal emrine karşılık izin verilmiştir (Weber,
77
1999). Burada da görüldüğü gibi iki ayrı mezhepte de aynı şey istenmektedir. Aile hayatı özendirilmekte, gayri resmi ilişki ya-saklanmaktadır. Kişi buna ayıracağı vakti insanlar işlerine ayır-malı ve çalışmalıdırlar. Evlilikte de cinsel birliktelik sınırlandı-rılmış sadece tanrının emirlerini yerine getirmek amacıyla cinsel ilişkiye izin verilmiştir. Sombart, püritenciliğin görüşlerinin Yahudi görüşleriyle bağdaştığını iddia etmektedir. Hatta Yahudi dini, Püritenlikten önce çıktığı için Püritenliğinde Yahudilikten geldiğini söylemektedir. Yahudiler tarihte bazı göçler ya da bazı sürülmeler yaşamışlardır. Yahudilerin ekonomik gelişmeye yap-tıkları katkılar bu sürgünler ya da göçlerde göz önüne çıkmıştır. Bu durumu desteklemek amacıyla Sombart, Yahudilerin 15. yüz-yılda Alman ticaret şehirlerinden sürgününü ve 16. yüzyılda bir dizi İtalyan şehrinden sürgün edilmelerinden bahsetmektedir. Bu bölgelerde Yahudilerin başka yerlere göçüyle birlikte ekono-mik çöküşler yaşanmış, gittikleri bölgelerde ise Yahudiler ticareti canlandırmışlar ve ekonomik açıdan o bölgelerin kalkınmasını sağlamışlardır (Sombart, 2005). Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Yahudiler, kazandıklarıyla gayrimenkule değil de menkule yap-mış oldukları yatırımlar burada kendini göstermektedir. Gittik-leri bölgelerde sahip oldukları menkullerle ekonomik durumu canlandırmış oldukları düşünülebilir. Bunların haricinde Hıris-tiyan tüccarın pre kapitalist dönemde sahip oldukları özellikleri kesinlikle Yahudi tüccar yaşamamıştır. Tersine fiyat kırma, ucu-za satmayı hatta taksit yapmayı ve reklam yapmayı bile kullan-mışlardır. Bazı Avrupa ülkelerinde diğer tüccarların satışlarını engelledikleri için cezalandırılmışlar, bazıların da ise bazı ticaret kollarında iş yapmaları yasaklanmıştır. Fakat buna rağmen Ya-hudilerin ticarette başarıları engellenememiştir. Bu başarının sebepleri nelerdi? Bunlara biraz değinmemizin iyi olacağı görü-şündeyiz. Sombart, sömürgeciliğin, modern kapitalizmin geliş-mesinde çok katkısı olduğunu öne sürmektedir. Ayrıca sömürge yerleşiminde özellikle de pre kapitalist dönemde Yahudi etkisi batı yarıkürede çok fazladır. Yahudiler parasal veya kişisel olarak sömürgeleri desteklemişlerdir. Hatta sömürgeleri yapan bir çok kişinin ki bunların arasında Kolomb’da dahil olmak üzere Yahu-
78
di kökenli oldukları söylentisi olmuştur. Ayrıca Yahudilerin Av-rupa’dan sürülmesiyle birlikte Amerika’ya birçok Yahudi göçü olmuştur. Şu anda da Amerika’daki Yahudilerin çok fazla olduğu bilinmektedir. Büyük bankaların birçoğu Amerikan ekonomik yaşamı üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Bilinmektedir ki ban-kaların büyük bir kısmı Yahudilere aittir (Sombart, 2005). Ya-hudilerin, ticaretle uğraşmaları, kredi ile para ödünç verme gibi eski dünyada yaptıkları işleri yenidünya da da yapmaya devam etmişlerdir. Burada tüccarlık yapmışlar, mallar getirip satmış-lardır. Kazandıkları parayı da ihtiyacı olan insanlara faiz karşılı-ğıyla ödünç vermişlerdir. Buradan da anlaşılmaktadır ki yeni-dünya yani Amerika daha ilk kurulma dönemlerinde kapitalizm-le Yahudiler sayesinde tanışmıştır. Yahudilerin Avrupa’da da kapitalizmin gelişmesine katkıları yadsınamaz. Mesela, Yahudi-ler savaşlarda askerin finansörü olmuşlardır. Bu sayede o ülkede önemli bir yere sahip olmuşlardır. Devletlere bile ihtiyaçları olduğu zaman borç paralar vermişlerdir. Bu durumda zamanla evrimleşerek, devlet kredisine dönüşmüş, bu da Yahudi finansö-rü gereksiz kılmıştır. Sombart, Yahudilerin, Avrupa’nın ekono-misini yönlendirdiğini Sombart, günümüz ekonomik yaşantısı-nın dış yapısının Yahudiler tarafından inşa edildiğini söylemiş-tir. Yahudiler, kapitalizmin var olması için gerekli olan hisse senedi, tahvil, kambiyo, borsa ve hatta kağıt parayı bulmuşlardır. Bunların sadece oluşması değil, yönlendirilmesinden de sorumlu kişilerdir Yahudiler. Sombart biraz daha ileri giderek Avru-pa’daki borsanın iniş- çıkışlarının bile Yahudiler tarafından be-lirlendiğini söylemektedir. Yahudiler borsayı yönlendirmekle kalmamakta ülkelerin borsa yönetimlerinde de söz sahibi hala gelmişlerdi (Sombart, 2005). Borsanın ne zaman düşeceği ya da ne zaman çıkacağını sahip oldukları serveti kullanarak karar vermektedirler. Bu sayede borsayı kullanarak servetlerine servet katmaktadırlar. Modern kapitalizmin önemli özelliklerinden olan serbest piyasa ve serbest ticarette Yahudiler sayesinde orta-ya çıkmıştır. Yahudiler ticarette kırıcı bir politika uyguluyorlardı. Aynı malı, Hıristiyanlardan çok ucuza satıyorlardı. Tabi ki alıcı-larda Yahudilerden mal alıyorlardı. Böylece Hıristiyan tüccarlar
79
zor durumlara düşmüşler, yönetimden kendilerini destekleyici yaptırımlar beklemişlerdir. Yahudilerin aynı malı ucuza satmala-rı çeşitli spekülasyonları da beraberinde getirmiştir. Mesela Hı-ristiyan tüccarlar, Yahudilerin bu malları çaldıklarını iddia et-mişlerdir. Ayrıca kırık, dökük, kullanılmış malları alıp allayıp pullayıp sattıklarını bile söylenmiştir. Bununla birlikte Hıristi-yan satıcılar, Yahudi satıcıların kendileri ile aynı ölçüyü kullan-madıklarını onların ölçülerinin biraz daha kısa olduğunu söyle-mekteydiler. Bu yüzden aynı kumaşın 10 metresi Yahudilerde daha ucuzdu, ama uzunluğa bakılırsa Yahudilerin aslında malı o kadar da ucuza satmadığı görülebilir. Bu durum Almanya’daki Yahudilerde görülmüştür. Kullandıkları ölçüm sistemi biraz farklıdır. Bu duruma tarafsız bir şekilde bakacak olursak, Yahu-diler, aynı malı çok az karla satmaktaydılar (Sombart, 2005). Yahudiler çok az paralarla, zor durumlarda yaşamaktaydılar ve bu yüzden fazla para sıkıntısı çekmiyorlar ve fazla para harcamı-yorlardı. Bu sayede kazandıkları cüzi miktarlı parayla geçinebili-yorlardı. Yahudiler, Hıristiyanlardan farklı olarak sattıkları ma-lın parasını küçük taksitlere bölmekteydiler. Bu da alıcıların onları tercih etme sebeplerinden biriydi. Yahudiler’in dininde kendi kardeşleri haricindeki insanlara borç karşılığında para verilebileceği açıkça dile getirilmiştir. Burada verilen borcun karşılığında faizle paranın geri alınması kasdedilmektedir. Yani bu şekilde Yahudi hem Tanrı’nın isteklerini yerine getirecek, hem de para kazanacaktır. Ayrıca kutsal kitaplarında “kardeşin-den yararlanmayacaksın” sözüne dayanarak, Yahudi tüccarlar, kendi dininden olmayan insanlardan yararlanabilecekti, çünkü kitaplarında başkalarından yararlanmayacaksın denmiyordu (Sombart, 2005). Yahudiler sadece yabancılara karşı böyle dav-ranıyorlar, kendi halklarından olan tüccarlara adil davranıyor-lardı. Ayrıca isteseler de kendi halklarına aynı şeyi yapamazlardı, çünkü hepsi de aynı yöntemi kullandıklarından birbirlerini kan-dırmaları mümkün olamıyordu. Yahudi inancında ve dini kitap-larında da birbirlerine karşı yabancılara nazaran daha hoşgörülü davranmaları gerektiği söylemleri vardır. Yahudilerde yabancıya faizle para verilmekte fakat kendi halkından kişilere faizle borç
80
para vermesi kutsal kitabına göre uygun değildi. Ayrıca Yahudi-lerin sınai ve ticari hukuklarının sahip olduğu yabancı sevmeme özelliği, yabancılara, kendi ulusundan olandan daha az saygılı ve dürüst olma gibi özellikler Yahudiler arasında ticari ahlakta gev-şemeye yol açmıştır. Bununla birlikte Yahudi, bir yabancının yapmış olduğu hesaplama hatasını kişiye söylemek zorunda değildir yani kendi yararına kullanabilmelidir. Böyle bir inanışın dinine bağlı bir Yahudi’de yabancılara çekinmeden istediği gibi davranabileceği düşüncesini ortaya çıkarmaktadır (Sombart, 2008). Yahudiler, kendi dininde olanlar ve olmayanlar olmak üzere ayrı biçimlerde davranmaktadırlar. Ayrıca inançları doğ-rultusunda kendi halklarına zarar verecek hiçbir hareket yap-mamaktadırlar. Fakat burada bu inançları sonucunda insanlar bir süre sonra Yahudi olmayanlara karşı düşmanca tavırlar gös-termeye başlayabilmekteydiler. Yahudilerin kusursuz bir tüccar halk olmasının en önemli sebebinin biri de iki bin yıl boyunca her türlü askeri etkinlikten uzak durmalarıdır (Sombart, 2008). Belki de ticari işlerle uğraşmak yerine savaşmayı seçselerdi tica-rette bu kadar başarılı olamayacaklardı. Tabi ki ticaretle uğraş-tıkları zamanı bu şekilde harcamaları, ticari alanda körelecekleri açıkça ortadadır. Yahudilerin neden kapitalist sistemin şekil-lenmesinde bu kadar çok etkisi vardır. Bunu anlamak için Batı Avrupa ve Amerika’daki Yahudileri incelemek anlamlı olacaktır. Yahudilerin birlikte yaşadıkları halklar arasındaki konumları genelde ikincil vatandaş şeklinde ya da yarı yurttaş durumun-daydılar ve Sombart bu durumu göz önüne alarak değerlendirme yapmış ve bu başarılarının sebebini dört başlıkta açıklamıştır. Yahudilerin geniş bir alana yayılması: Yahudiler’in dünyanın dört bir yanına dağılmış olmaları birincil öneme sahip bir olgu-dur. Sürgünlerle birlikte Yahudiler yaşamak için yeni yerlere göç etmişlerdir. Hatta bu göçler sürecinde kıtalar arası olmuş Ame-rika’ya kadar uzanmışlardır. Bu durum Yahudilere avantaj sağ-lamıştır. Sombart’a göre Yahudiler işlerini bir birey olarak değil de dünyanın en geniş ticaret şirketinin bir üyesi gibi yürüttüğü-nü söylemiştir (Sombart 2005). Çünkü Yahudiler diğer din men-suplarından farklı olarak birbirlerine çok bağlıydılar. Bu da her
81
zaman iletişim halinde olduklarını göstermektedir. Mesela Hıris-tiyan bir tüccar başka bir ülkeden bir malı getirtmek istese, bir Yahudi tüccarı kadar kısa sürede ve daha ucuza sağlayamazdı. Sombart’ın anlatımıyla Yahudiler “…uluslar arası ticareti yürüte-cek ve uluslar arası krediyi kullanacak dağınık merkezler, kısaca-sı bütün uluslar arası örgütlerin ilk şartı olan büyük ilişkilere…” sahiplerdi (Sombart, 2005: 166). Yani dinlerin gereği olan bir-birlerine karşı kardeşçe davranmaları gereğini uygulamışlardır. Bu sayede birbirlerine çok az karla, çok kısa zamanda mal ya da para göndermişlerdi. See, Yahudi ve Püritenlerin yaygın olarak bulundukları ülkelerde kapitalist zihniyetin yaygınlaşmasının daha kolay olduğunu kabul etmektedir (See, 2000). Bu durum Yahudilerin ve püritenlerin zengin olmaya verdikleri önem ve çalışıp kazanmayı da Tanrının verdiği bir emir olarak algılamala-rı sağlamış olabilir diye düşünülebilir. Ayrıca farklı yerlere yer-leşmiş bu Yahudilerin büyük çoğunluğunun İspanya’dan gelmiş olmaları da önemlidir. Bu sayede sömürge ticaretini yönetebili-yorlar ve değerli madenlerin Hollanda, Almanya, Fransa ve İn-giltere’ye akmasını sağlayabiliyorlardı (Sombart, 2005). Yani İspanya üzerinden yapılan sömürgelerde Yahudilerde bulun-muşlardı. Ayrıca sömürgelerden elde edilen malları da pazarla-maları için diğer Avrupa ülkelerine göçen Yahudi kardeşlerine iletmişlerdi. Bu sayede sömürge mallarının diğer ülkelere geçişi sağlanmıştı.
Yabancı olarak Yahudiler:
Yahudiler çok fazla göç ettikleri için yerleştikleri bölgelerde ya-bancı konumundaydılar. Hayatlarını idama ettirebilmek için bir şekilde çalışmak ve para kazanmak zorundaydılar. Bu yüzden ülkenin sahiplerine nazaran daha fazla çalışmışlardı. Bunun haricinde sosyal yapı olarak da ülkenin sahibi olan Hıristiyanla-rına yabancıydılar. Hıristiyanlar için Yahudiler sadece yabancıy-dı o kadar. Ama Yahudiler inançları doğrultusunda olaylara bak-tıkları için Hıristiyanlarla ekonomik veya sosyal etkinliklere girmemekteydiler (Sombart, 2005). Yahudi tüccarları bu duru-ma özellikle uymaktaydılar. Eğer bir mal satın alacaklarsa kendi
82
aralarında alışveriş yapmaktaydılar. Kendi içlerine kapalı bir düzende yaşamaktaydılar.
Yarı-yurttaş olarak Yahudiler:
Yahudiler, göç ettikleri ve yaşamaya başladıkları ülkelerde, sade-ce kendilerine yönelik bazı yasaklamalarla karşılaşmışlardır. Farklı ülkelerde farklı yasaklamalara maruz kalmışlardır. Hatta aynı ülke içinde farklı yasaklamalar mevcuttu. Yani ülkeler keyfi olarak çeşitli
yasaklar koymuşlardı. Sanayi ilerlemelerinin kısıtlamak amacıy-la Yahudilerin loncalara üye olmaları yasaklanmıştı. Asıl Yahudi-leri etkileyen her ülkede olan kamu kurumlarında çalışma yasa-ğıydı. Yahudiler hiçbir ülkede kamu görevlisi olamıyorlardı (Sombart, 2005). Bu yüzden kendilerini zorunlu olarak ticarete vermişlerdi. Bu sayede ticari konularda uzman olmuşlardı. Bu durumun bir avantajı daha olmuştur Yahudilere oda bu sayede Yahudiler politik taraf tutma gereksinimi hissetmiyorlar ve ta-rafta olmuyorlardı. Her gelen yönetimle gayet iyi geçinebiliyor-lardı. Farklı devletlere para sağlıyorlardı. Milli çatışmalar da Yahudilerin işine geliyordu. Fransa’da da Yahudiler daha kötü ve ucuz mal sattıkları için kovulmuşlardır. Fakat bütün bunlara rağmen fuarlarda mal satmaları engellenmemiştir. Daha faal, girişimci ve çalışkan olduklarından dolayı ticarette her şeye rağmen başarılı
olmuşlardır. Bazı ülkelerde belli konularda ticaret yapmaları yasakken diğer taraftan başka bir ülkede o konuda çalışmaları serbest bırakılmıştır. Bu şekilde ülkeler arasında belli bir stan-dardın olmaması, Yahudilerin kendi aralarında iletişimini ve alışverişini de kısıtlamıştır.
Yahudilerin zenginliği:
Yahudiler ortalama olarak yaşadıkları bölgelerde diğer dinlere mensup olanlar ya da Hıristiyan dini mensuplarına göre daha zengindiler. Göç ettikleri yerlerde bankalar kurulmasını sağla-
83
mışlar ve o bölgelere sermaye akışını destekleyerek ticareti yay-gınlaştırmışlardır. Bankaları, depoları senet ve hisse senetlerini kurmak para sahibi olan Yahudiler için daha kolaydı. Sombart’a göre ise Yahudilerin zenginliğinin kapitalizme olan en büyük katkısı ise verdikleri borçlardı. Kapitalist girişim başlamıştır bu sayede. Çünkü para ödünç verme kapitalizmin ana fikridir. Ya-hudilerin para ödünç vermeleri; kapitalist ruhu yaratma, yayma ve desteklemekteydi (Sombart, 2005). Bu sayede bankaların faizle kredi alıp verme sistemi Yahudiler tarafından yapılıyordu. Zaten daha sonra kurulan bankaların büyük çoğunluğu da Yahu-dilere aitti. “Yahudiler, tarafından uygulanan faizle borç para verme şekli tartışmasız bir şekilde kapitalizmin kaynaklarından biri olarak kabul edilmektedir” (See, 2000: 42). Faizli, borç para verme, ticarete bakış açısı gibi bazı konular, Yahudileri diğer dinlerden ayırmaktaydı, Sombart’ta Yahudilerdeki farklılıkları belirleyebilmek amacıyla Yahudi inancının ekonomik hayata bakış açısının ne olduğunu incelemiştir. Yahudilere neyin yasak olduğunu ya da neyin yapılması ile ilgili öğütler verildiğini ince-lemiş ve bunun sonucunda da ekonomik durumla olan bağlantı-sını çıkarmaya çalışmıştır. Bunu yaparken de Hıristiyanlık inan-cında aynı durumlara nasıl bakıldığını da göstermeye ve diyebili-riz ki Weber’in düşüncesini çürütmeye çalışmıştır. Aşağıdaki birkaç paragrafta bu konu hakkında kısaca Sombart’ın görüşle-rini vermeye çalışacağız.
Yahudilerin inancına göre, iyi olan ödülü alacak, kötü olan ise cezalandırılacaktır. Diğer tek Tanrılı dinlerden farklı olarak ödü-lün veya cezanın bu dünyada verileceğine inanılmaktadır. Eğer bir Yahudi zenginse Allah tarafından ödüllendirildiğine inanılır, tam tersi yoksulsa, cezalandırıldığı ya da Allah’ın dediklerini yaparsa zengin olabileceğine inanılır. Sombart, Yahudilerin sa-dece bu dünyada iyi yaşamanın ödül olmadığını öbür dünyada da ödül alacaklarına, bu dünyada yaşadıklarının öbür dünya alacakları ödülün bir parçası bile olmadığına inandıklarını söy-lemektedir (Sombart, 2005). Zenginliğin Yahudilerin dininde önemli bir yeri vardır. Zenginliklerin Tanrının onları kutsaması olarak nitelendirirler.
84
Bu durumu Sombart Hıristiyanların inancıyla karşılaştırır. Som-bart’a göre Hıristiyanlık’ta zenginlik tam da başa bela bir durum olarak algılanır. Zengin kişi, iyi bir Hıristiyan değildir. Bu da Hıristiyanlığın ekonomik etkinliklere ne kadar engel olduğu konusunda örnek teşkil edebilir ama Yahudilerde aynı durum söz konusu değildir (Sombart, 2005). Sombart, burada Weber’in savunduğu fikrin tersine Hıristiyanlığın kapitalizmi destekleme-diğini göstermeye çalışmaktadır. Yahudilik inancı çok katı kural-ları olan bir dindir. İlkeler değişmez ve sabittir. Yasa ve emirler kolay da olsa zor da olsa, inananlar tarafından uygulanmak zo-rundadır. Çünkü onları Tanrı emretmiştir. Bu şartsız itaat insanı dürüst ve aziz kılar. Fakat Yahudilerin inancına göre insan hiçbir zaman bedenine zarar vermemelidir. Bunu Tanrı istemez, çünkü verilen ruha ve bedene iyi bakılması gerektiği ve intihar edilme-mesi konusunda Allah onları uyarmıştır. Burada Sombart yine Hıristiyanlıkla Yahudiliği karşılaştırmıştır. Hıristiyan azizlerin ya da inananların kendilerini dünyadan soyutladıklarını ve ma-nastıra çektiklerini, burada sadece Tanrı için yaşadıklarını söy-lemektedir. Diğer taraftan Yahudi inananları örnek vermekte ve onların da tersine Tanrı’ya bağlı olan kişilerin hayata da bağlı olduğunu ve Yehova’nın istekleri doğrultusunda ekonomi ile uğraştıklarını, ticaret yaptıklarını iletmektedir (Sombart, 2005). Sombart bu şekilde karşılaştırmalarla Yahudi inancının ekono-mik hayata ne kadar katkısı olduğunu göstermeye çalışmıştır.17
Harvard Üniversitesi’nden Wayne McGuire:
“Lenin, İsrail Dönüş Yasası’nın standardlarına uygun bir Yahu-diydi. Yahudi bir soydan geliyordu. Öyle görünüyor ki, Lenin sâdece Yahudi değil ve fakat aynı zamanda Yahudi ırkçısı ve şoveniydi… Belki Marxist Üniversalizm’le radikal bir çelişki için-de olduğu için böyleydi”.
17 “T.C. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ülgener’de Din Ve Kapitalizm” F. Zehra KÜNDEYİ
85
“Lenin Yahudidir. Moiz Yitzhak Blanka’nın torunudur. Sonradan Hristiyanlığa döndürülmüş ve vaftiz edilmiştir. Hristiyan ismi Dimitri’dir” (Panayotis Koniaris-Yunan DPE Partisi üyesi, entel-lektüel)
Vladimir İlyich (Ulyanovich) Lenin
Zev BEN-SHLOMO
Bu, Stalin ve Trotsky’nin biyografileriyle süren trilojinin (üçle-me) 3. bölümüdür.
Eski bir Orthodox komünist ve Sovyet kızıl ordusunun eski kor-generallerinden olan yazar tedricî bir biçimde, non-conformist (non-tradisyonelist, gelenekçi olmayan, beylik olmayan) görüşler ortaya koyuyor.
Gizli arşivlere girme imtiyazını kullanmış…
Volkogonov, Sovyet devletinin kurucusunun (Lenin), Moise İts-kovich Blank’ın büyük büyük erkek torunu ve Srul Moishevich Blank’ın da büyük torunu olduğunu söylüyor. Lenin’in vaftizin-de, Blank onun ismini Alexander Dmitrievich’e çeviriyor.
Ukraina’da Zhitomir’de doğuyor Lenin, hekim oluyor ve Ural-lar’daki Zlatoust’da ordu silahları fabrikasındaki tıbbî müfettişlik (muâyene âmirliği) gibi prestijli bir vazifeden istifâ ediyor.
1847’de, A. Dmitrievich kamu hizmetleri devlet danışmanlığına ulaşıyor. Yine istifâ ediyor ve kendisini Kazan asili olarak tescil-liyor ve ‘Kokuşinko Mâlikânesi’ni alıyor. 1861 senesine kadar, serflerin sahibi, onlara hükmediyor.
Lenin’in, anasının büyük babası tarafından Yahudiliği ise ölü-münden sonra ortaya çıkıyor. Bunun sebebi de, Stalin ile Le-nin’in kızkardeşi arasındaki zıdlaşma.
Lenin’in ablası Anna, Stalin’e yazdığı mektubda şöyle diyor: “Sizin için muhtemelen, büyükbabamız Moıshe Blank’ın (şecerî)
86
araştırmaya göre, vaftiz sertifikasında belirtildiği üzere, Zhitomir kasabasından fakir bir Yahudi aileden geldiği, sır değildir”.
Daha da ileri giden Anna, “Lenin’in Yahudi kökeninin ‘Sâmî kabilesinin (kavminin) olağanüstü yeteneklerini teyid eder nite-likte olduğunu ve Lenin’in, sık sık Yahudileri yücelttiğini de” iddia ediyor. Stalin ise bu mektuba şöyle cevab veriyor: “O ko-nuda tek bir kelâm bile edemem!”.
Lenin, Maxim Gorky’ye, Yahudileri ifrada varan ölçüde medhe-diyor Ruslar’a yönelik taaruzî tenkidlerde bulunuyor. Bunu tas-dik eden bizzat Gorky’nin kendisi. Gorky, “Zekî Rus muhtemelen her zaman Yahudidir veya Yahudi kanı taşır” dediğini söylüyor.
Tarihçi Kris Groberg ve araştırmacı Boris Lvin şöyle diyorlar:
“Bir taraftan, âlimâne bir bakış zaviyesiyle, Lenin’in büyükbaba-larının kökenlerinin pek ehemmiyeti yok. Öte yandan, en az 3 sebebden dolayı, bu mevzu çok mühim olabilir.
Birincisi, hayli uzakta olan birileriyle, kendi kökenlerini alâkadar eden bir mevzuda ferdlerin şiddetli hissiyatı olan vak’âlar vardır. Bu kökenler konusundaki azı yanlış anlayışlar ve ifşâatlar onla-rın zihinlerinde ve davranışlarında ciddî müsademelere yol aça-bilir.
Rus şair Fet vak’âsı iyi bilinir; Zolotonosov, bir başka Rus yazar Korney Chukovsky’nin Fet gibi, babasının Yahudi olduğunu öğ-rendikten sonra çok zor ve sıkıntılı bir duruma düştüğünü söylü-yor. Marx’ın, kökeninden kaynaklanan nedenlerle, Yahudiliğe hiç de dostâne olmayan tavırlar içinde olduğunu tesbit eden ciddî tahliller var. Lenin de ise, bunun aksi bir durum söz konu-su, o, Yahudiliği sürekli yüceltiyor, Yahudilere olan hayranlığını gizlemiyor.
İkincisi; bu problem Rusya’daki çağdaş siyâsî ve ideolojik tar-tışmalar bağlamı dahilinde önemli. Lenin’in kökenleri hakkın-daki spekülasyonların geniş ölçüde kendisinden nefret eden
87
çevreler tarafından kullanılması bir sır değil. Böylelikle, hadise-leri tamamen, onların sahte iddialarını reddedecek bir şekilde ortaya koymaya ihtiyaç yok.
Üçüncüsü; Sovyet tarihinin en yüksek otoritelerinin Lenin’in kökenleri hakkındaki bilgileri esirgemeye çalıştıkları ve her araş-tırma girişimini baskıladıkları iyi bilinen bir hadisedir”.
‘Geçmiş’te dünyanın en meşhur insanları, Yahudileri, komüniz-mi kurmakla suçladılar. Bu mühim bir ithamdır. Komünist felse-fe, Karl Marx tarafından tertib edildi. Marx, uzun bir Rabbiler soyundan geliyordu. Anası da babası da Rabbi soyluydu. Anti-Hristiyan ve Sosyalist düşünceye dayalı olan ideolojisi, Tal-mud’dan ilham alınarak şekillendirilmiştir. Hristiyan Rus çarını tahttan indiren 4 siyâsî gruptan 2’si %100 Yahudiydi. Bunlar Menşevikler ve Yahudi Bund Partisi’dir. Diğer ikisi Devrimci Sosyalist Parti ve Bolşevikler’dir. Her ikisinin de başını Yahudi-ler çekiyordu fakat Yahudi olmayan âzaları da mevcuddu. Gü-nümüzde artık, Lenin’in ve 1. hükümetin bütün diğer liderlerinin Yahudiler olduğunu biliyoruz: Trotsky, Zinoviev, Kamenev ve Sverdlow. O dönemde dünyanın en büyük Yahudi bankeri olan Jacob Schiff von Kuhn, (New York Loeb Yatırım Bankası – Loeb investment bank of New York City) Trotsky ve Lenin’e, çarı de-virmesi ve Sovyet tiranlığını kurması için 20 milyon dolar verdi. 18
Britanyalı siyâsetçi Winston Churchill, 1920 senesinde, Rus-ya’daki yeni Bolşevik nizâmı üzerine çok uzun bir makâle yazdı ve bu makâlede Yahudilere medhiyeler düzerek onları Rusya’nın ‘millî Yahudileri’ olarak tanımladı:
“Bütün bu Yahudi çabalarına karşı şiddetli muhalefet dahilinde enternasyonal Yahudilik yükseliyor. Onların çoğu atalarının inançlarından vazgeçmişler ve zihinlerinden, ahirete aid bütün
18 kaynak: NEW YORK JOURNAL-AMERICAN” 3 Şubat 1949
88
mânevî umutları çıkarmışlar. Yahudiler arasındaki bu hareket yeni değildir. Spartacus-Weishaupt döneminen Karl Marx’a, ve Trotsky’ye (Rusya), Bela Kun’a (Macaristan), Rosa Luxemburg’a (Almanya), ve Emma Goldman (ABD) kadar, medeniyeti devir-mek ve toplumu; gelişmeyi durdurma, düşmanca kindarlık ve nâ-mümkün müsâvat temellerinde, dünya çapındaki devrim kasdı kararlı bir biçimde büyüdü. Modern yazar bayan Webs-ter’in gösterdiği gibi, Fransız Devrimi trajedisinin kesin bir par-çası rolünü oynadı. Bolşevizm’in yaratılmasında oynanan bölü-mü mübalağa etmeye ve güncel olarak Rusya Devrimi’nin bu enternasyonal ve ateist Yahudiler tarafından getirildiğini inkâr etmeye ihtiyaç yoktur. Kesin bir şey var ise o da, bunun büyük bir şey olduğudur. Lider figürlerin ekseriyeti Yahudidir. Daha ötesi, esas ilham ve idâre Yahudi liderlerden gelir. Sovyet ku-rumlarında egemenlik Yahudilerdedir. Karşı devrime karşı oluş-turulan olağanüstü komisyonlarda da onlar başattır”
(“Zionism versus Bolshevism: A Struggle for the Soul of the Jewish People.” ILLUSTRATED SUNDAY HERALD, London, February 8, 1920 – “Siyonizm Bolşevizm’e karşı: Yahudi halkı-nın ruhu için mücâdele” Sunday Herald, Londra, 8 Şubat 1920)
Anarşizm’in de kurucusu olarak kabul edilen Mikhail Bakunin, ‘Polemique contre les Juıfs’ (Yahudiler’e karşı polemik)de şöyle der:
“Marx Yahudidir ve az çok zekî, çevik ve spekülasyoncu Yahudi-ler’den oluşan küçük bir kitle tarafından kuşatılmıştır. Yahudiler her yerdedir; ticârî ve finansal ajanlar, yazarlar, siyâsetçiler, her renkten gazete muhabirleri. Kısacası, edebî acentacılar, aynı finans acentacıları gibi, bir ayakları bankada diğer ayakları sos-yalist harekette ve basenleri (kalçaları) Alman medyası üzerine kurulmuş. Bütün gazeteleri gasbetmişler ve hayâl edebiliyor musunuz, bunların edebiyatı ne kadar mide bulandırıcı.
Şimdi bu, işletmeci sektörü teşkil eden, topyekûn Yahudi âlemi-ne, sülükler topluluğuna, doymak bilmez parazitlere karşı Marx,
89
içgüdüsel bir temâyül duyuyor ve Rothschildlar’a büyük bir hürmet besliyor. Bu ilginç görünüyor. Komünizmle yüksek fi-nansın müşterek tarafı ne olabilir ki? Ha, ha! Marx’ın komüniz-mi, kuvvetli bir devlet merkezîleşmesinin peşinde koşuyor ve aradığı da kaçınılmaz olarak devlet merkez bankasında mevcud. Başka nerede mevcud? halkın emeğini speküle eden parazitik Yahudi milletinde.
Hakikatte, bu, proletarya için bir kışla rejimidir… Yahudî âlemi günümüzde geniş bir biçimde Marx’ın Rothschildlar’ın tertib ve tasarrufu altındadır. Eminim ki, bir yandan Rothschıldlar Marx’ın hak edişlerini takdir edip kıymetlendiriyorlar ve diğer yandan da, kadınlar, uniform (tek tip) bir kitleye dönüşmüş ola-rak, uykuya dalacaklar, çalışacaklar ve davul çalarak yaşayıp yükselecekler; düzenleme imtiyazı vasıflıların ve uzmanların ellerinde olacak. Bunun sebebi Yahudiler…”
Kaiser WILHELM II:
“Yahudi gerçek yurtsever olamaz. O, başka birşeydir, meselâ kötü bir böcek. Yahudiler Rusya’daki ve Almanya’daki Bolşe-vizm’in sorumlularıdır. Ben, hükümdârlığım esnâsında, Yahudi-lere karşı müsâmahakâr olmaktan uzak durdum” (CHICAGO TRIBUNE, Temmuz 2, 1922)
CARDINAL MINDSZENTY, (Macaristan Kardinali) Ocak 28, 1949 (Bnai Brith Messenger)
“Macaristan’da spekülasyon oluşturanlar Yahudiler. Memleke-timizi demoralize ediyorlar ve Macaristan’a işkence eden dev-rimci gangsterliğin liderleri onlar”.
ADRIEN ARCAND, New York konuşması, Ocak 30, 1937
“Meksika’ya ulaştığında, komünizmin propagandistleri ve tanı-tımcıları Yahudilerdi: Calles, Hubermann ve Aaron Saenz. İs-panya’da Azana ve Rosenberfg’i, Macaristan’da Bela Kun’u, Szamuelly’yi, Agoston’u ve daha düzinelercesini, Bavyera’da,
90
Kurt Eisner’I ve diğerlerini, Belçika’da gücün Epstein’da ve Paul Hymans’ta, Fransa’da Leon Blum, Mandel, Zyromsky, Danaın ve hânedanlarını, İtalya’da Nathan ve Claudıo Treves’i gördük. Marksizm, her yerde başa ve en tepeye Yahudileri getiriyor ve bu tesâdüf değil!”
HILAIRE BELLOC, tarihçi, G. K.’s WEEKLY, Şubat 4, 1937
“Komünizmin propagandası bütün dünyada örgütlü ve idârî mânâda Yahudi ajanların elindedir. Rusya’daki Bolşevik hareke-tin Yahudi olduğunu bilmeyen bir adam için sâdece şunu söyle-yebilirim: Acınacak hâldeki basınımızın baskısı altına alınmış bir adam olmalıdır”.
CLARE SHERIDAN, Okutman, NEW YORK WORLD Aralık 15, 1923
“Komünistler Yahudidir ve Rusya tamâmen onların yönetimi altındadır. Her hükümet bürosunda ve gazetelerdeler. Rusları idâre ediyorlar ve artan antisemit hissiyatın mes’ûlü de onlar”.
MAJOR ROBERT H. WILLIAMS, Fecp ve Minority Machine (Azınlık Makinesi), sayfa 10
“1843 senesinde kurulan Gizli Yahudi kardeşliği B’nai B’rith, Siyonizm’i ve Yahudi ilhamlarını örgütledi. İsminin mânâsı ‘Ahid’in Oğulları’dır. Bütün halkları (kavmleri) ‘düzene sokma’ misyonunu üstlenmiştir. Hepsini bir tek dünya federasyonu veya dünya hükümeti altında toplamayı öngörür, aynı komünizm ve siyonizm gibi”.
VLADIMIR, LENIN, (Kuzey Pravda’da yayınlanan bir makâle, Ekim-Aralık 1913, sayfa 10)
“Yahudi kültürünün büyük evrensel ilerici özelliği onları (Yahu-dileri) açık bir biçimde dünyaya hissettirdi: onun enternasyona-lizmi, zamanımızın ilerici hareketlerine cevap oluşturması… Ruslar, Lthuanlar, Ukrainlar’la ve diğer işçilerle berâber Enter-nasyonal Marxist örgütlere katılan bu Marxist Yahudiler kudret-
91
lerini işçi sınıfı hareketinin enternasyonal kültürünün yaratılma-sına eklediler”
1. N. FIELD, Today’s Greatest Problem (Bugünün en büyük problemi)
“Önce Bolşevizm’in Yahudiliği anlaşıldı, bilmecesi çözüldü. Me-selâ, Hristiyanlığa karşı nefreti bir Rus karakteristiği değildir. Bu, bir Yahudi karakteridir”.
Peder DENIS FAHEY; Rusya’nın Hükümdarları (The Rulers of Russia) isimli kitabından, sayfa 25
“Rusya’daki Bolşevizm’in arkasındaki gerçek güç Yahudilerin gücüdür ve hakikaten de Bolşevizm, Yahudilerin elinde gelecek-teki Mesih krallıklarını tesis etmek için bir âlettir”.
H. H. BEAMISH, N.Y. Speech, 1937
“Komünizm, Judaizm’dir. Rusya’daki Yahudî Devrimi 1918’deydi”.
MONTGOMERY SCHYLER, 1919
“Karl Marx yalnızca bir Talmud âlimi değildi, Ruslar’dan da şiddetle ve patolojik derecede nefret ederdi. Komünizm’in pren-siplerini ona tâlim ve dikte eden Moses Hess’dir. Modern Hess modern Siyonizm’in müjdecisi olarak Kabul edilir.
‘Siyonizm Ansiklopedisi’nde (The Encyclopedia of Zionism- Is-rail), Moses Hess bahsinde şöyle yazar:
Modern sosyalizmin öncüsü, filozof ve Siyonizm’in müjdecisi… Hess siyâsî, kültürel ve özellikle de sosyalist Siyonizm’in müjde-cisiydi. Sosyalist hareketin yükselişinde derin bir biçimde rolü vardır. Karl Marx ve Frederick Engels, hareketin şekillenme senelerinde ondan çok şey öğrendiklerini söylemişleridir”….
92
“Birçok Yahudi yeni hükümetteki temsiliyetlerinden çok mem-nundular. Lenin’in ilk polit bürosu Yahudi kökenli adamların egemenliğindeydi…
(Rapoport, Louis. (1990). Stalin’s War Against The Jews (Sta-lin’in Yahudiler’e karşı savaşı) Free Press/Simon & Schuster.
Bu değerlendirmelerin hepsini yazmaya kalksak 10-15 kitap dol-durur. Ne diyoruz? Sosyalizm nasyonalizmi kabul etmez! Amen-na, çünkü Sosyalizm enternasyonalisttir. Her milleti cem etmeyi amaçlar, halkların kardeşliğini ilkesel olarak benimser. Doğru. Doğru da, aşağıda tabloda bir garaib var:
1918-19 arasında, Bolşevik devletin 556 mühim fonksiyon sahibi şahsiyetinden; 17’si Rus, 2’si Ukrayn, 11’i Ermeni, 35’i Leton, 15’i Alman, 10’u Gürcü, 3’ü Polonyalı, 3’ü Finli, 1’i Çek, 458’i ise Ya-hudidir!!! (Kaynak: search.directnic.com). Hangi dünya görüşü-ne mensup olursa olsun, eğer iz’ân sahibi bir insansa, burada bir garaib görmelidir. Görmüyorsa kördür! Tüm nüfusun %1’ini teşkil eden Yahudiler devlet üst yönetiminin %82’sini meydana getiriyorlar. Bu ‘matematik’ ve sarih tabloda, ben bir müsâvat göremiyorum, gören var ise beri gelsin. Bu kadrolardan bazıları-nın isimlerini Judaizm kitabımda açıkladım. Tekrara gerek yok.
Ama iş sâdece Rusya’yla ve sosyalizmle sınırlı kalsa bir şey değil. Meselâ ben, Frederıch Engels’in beyninin yarısı olarak tanımla-nan ve Alman SPD’nin Engels’den sonraki lideri ve Engels’in edebî danışmanı Bernsteın’dan, onun, ’Revizyonizm’i yani ’Ev-rimci Sosyalizm’i ortaya çıkardığından ve Yahudi olduğundan hiç bahsetmedim, ’Dönek Kautsky’den de hiç bahsetmedim ki, Kautsky için Marx’ı en iyi bilen ve en iyi tahlil eden diyenler çok-tur ve o da Avusturya Yahudisi. Keşke ben bunları kıçımdan uyduruyor olsam da mes’ele kalmasa ama mâalesef uydurmuyo-rum, ayniyle vâkî. Rosa Luxembourg’dan da, Leon Blum’dan da, Moshe Pijade’den de, Saxe-Cobourgosky’den de, Boris (Baruch) Eltsine’den de, Joe Shlomo’dan da, Josef Antal’dan da, Bela Kun (Kohen)den de, Musi Mushigeyef’ten (Gli Glikorof-Makedonya
93
devlet eski başkanı) de, Emil Constantinescu’dan da ve daha binlerce başkasından da pek bahsetmedim.
Türkiye’de de aynı şey değil mi? 125.000 kişi 72 milyon kişiyi yönetiyor. 125.000 Sabbataist! Türkiye sosyalist hareketi ve sos-yalist aydınlar bana yine kızacaklar ama bu ’gerçek’ ortada duru-yor. Birilerinin gözüne sokmak da benim boynumun borcu. Ves-selâm… 19
Henrı Bergson Düşüncesi
Henri Bergson’un Yaşamı:
1859’da Paris’te doğan Henri Bergson, aslen Yahudi bir ailenin çocuğudur. Orta öğrenimini Condercet Lisesinde başarıyla biti-rir. Henüz on sekiz yaşındayken, bir yarışmanın matematik ödü-lünü kazanır ve bir denemesi basılıp yayınlanır. Bilimsel eğitim-le, edebiyat arasında birini seçmek zorunda kalır ve oldukça zorlanarak edebiyatı seçer. Yüksek öğretmen okulunun edebiyat bölümünde, felsefe öğretmenliği dalında eğitim görür. Önce Angers, sonra da Clermont liselerinin felsefe öğretmenliğini yapar. Bu yıllarda (1883) Bilincin Dolaysız Verileri adlı eserini tasarlar ve bitirip Sorbonne’a doktora tezi olarak sunar. Paris’te Rollin kolejine, oradan da Dördüncü Henri lisesine atanır. Bu öğretmenlik yıllarında Madde ve Bellek adlı ikinci kitabı yayın-lanır. Yüksek öğretmen okuluna konferansçı olarak geçer. 1900 yılında College de France’ta serbest felsefe dersleri profesörlü-ğüne getirilir. Aynı yıl Gülme adlı eseri yayınlanır. Yedi yıl sonra, başyapıtı olan Yaratıcı Evrim’i çıkarır ve akademi üyeliğine seçi-
19 Kaynak: H.A. “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005 (2010 öncesi arşiv makalelerimizde yazarlarımızın adları, açık isimleriyle yayınlandıklarında maka-lelerini yeniden tashih ihtiyacı duyabilecekleri ihtimaline nazaran, yazarlarımızın talebi olmadıkça sadece isimlerinin baş harfleriyle paylaşılmakta, böylece bu önemli ve değerli arşivimizden kamuoyunun istifadesi amaçlanmakta-dır.)Akademya Dergisi
https://akademyadergisi.com › anlatmak-cok-zor
94
lir. Birinci Dünya Savaşı sırasında İspanya ile Amerika Birleşik Devletleri’ne konferanslar vermesi için gönderilir. 1927 yılında ise Nobel edebiyat ödülünü kazanır. 1932 yılında Ahlâk ve Dinin İki Kaynağı adlı çalışması yayınlanır. Bütün bu çalışmalarına ek olarak, birçok dergide çıkan makaleler, raporlar ve bilimsel yazı-lara da imzasını atar. En son yapıtıysa, Einstein’in Paris’e gele-rek, görüşlerini Bergson’la paylaşması üzerine yazdığı, Süre ve Zamandaşlık kitabıdır. Bu yapıtıyla, Einstein’in yalnızca bir fi-zikçi olmadığını, onun aynı zamanda yeni bir düşünce tarzı geliş-tirdiğini ileri sürer. Zaten, Bergson’un felsefi görüşlerinin özünü, bu “süre” ve “zaman” konusu oluşturmuştur. Bergson, vasiyetin-de de belirttiği gibi, Yahudi kökenli oluşunu reddediyor görün-memek için, Hıristiyanlığı benimsememesine yol açan Naziliğin gelişmesinden dolayı, son yıllarını üzüntü ve felçli olarak geçir-miş; 1941’de doğduğu şehirde 82 yaşında ölmüştür.
Bergson her şeyden önce gelenekçi felsefenin özünü oluşturan entelektüalizmin (akılcılığın) tam bir karşıtıdır. Akılcılığa göre, bütün gerçekler algılanabilir ve her gerçek de yalnızca akıl veya zekâ tarafından bilinebilir. Entelektüalistlerin lideri konumun-daki Hegel, “Akılcı olan her şey gerçektir, gerçek olan her şey de akılcıdır” diyerek, insan zekâsını ve aklını tanrılaştırmıştı.
İşte Bergson ilk defa, entelektüalistlere kesin ve ağır bir darbe indirdi. Sarstığı felsefi görüşleri üç grupta inceleyebiliriz. Bunlar Scientizm, Positivizm ve Relativizm’dir.
SCIENTİSTLER’İN GÖRÜŞÜ:
Taine’nin önderliğindeki bu grup için, evren “bir”dir; bütün olaylar da bir çeşittir. Her şey, bir tür bilgi ile, yani bilimsel bilgi ile açıklanabilir. Bilimsel bilginin son sınırı, evrensel matematik bilgisidir. Bu durumda metafizik olanaksızdır. Metafizik denilen şey, ancak cahillik anıtıdır. Bilimsel ilerlemeler metafiziği yok edecektir.
95
BERGSON’UN KARŞIT GÖRÜŞÜ:
Evren, “bir” değil, hiç olmazsa “iki”dir. Bir tarafta bilimsel bilgi-nin oluşturduğu matematiksel madde dünyası varsa, diğer taraf-ta bilimsel bilgilerle ve matematiksel yöntemlerle anlaşılıp, öl-çülmesi yalnızca dıştan mümkün olan, ancak gerçek keşif ve algısı sezgisel metafizik gerektiren, bir başka dünya vardır. İşte bunun için de, pozitif bilimlerden ayrı, kendine özgü yöntemleri bulunan, metafizik dünyadan söz etmeliyiz.
POZİTİVİSTLER’İN GÖRÜŞÜ:
Comte’un başını çektiği positivistlere göre, metafizik mümkün olmadığı gibi, konusu, yöntemi ve bilgi araçları ayrı olan bir ruh bilimi de mümkün değildir; çünkü, ruh biliminde kullanılan içe bakış yöntemi, sağlıklı ve isabetli değildir. Bilinç denilen şeyse, bir gölge olay, yani beyindeki hareketlerin sonucudur. Bilinci başlı başına bir olay gibi algılamak, kendi kuruntumuzdan başka bir şey değildir.
BERGSON’UN KARŞIT GÖRÜŞÜ:
Evet, metafizik mümkündür, üstelik kendine özgü konusu ve yöntemi vardır. Diğer bilimlerden ayrı bir ruh bilimi de müm-kündür. Bilinci ise, gölge olay, yani beyindeki hareketlerin bir sonucu sayan kuram saçmadır. Bu doğru değildir, çelişkilerle doludur, farkında olmadan yapılmış bir safsata (paralogis-me)’dır. Oysa ruh kendine özgüdür ve bir gerçektir. Ruh bilimi-nin kullandığı içe bakış yöntemi, pozitif bilimlerin kullandığı dışa bakış kadar değerlidir.
RELATİVİSTLER’İN GÖRÜŞÜ:
Relativistlere göre, mademki, kâinat birdir, aynı zamanda evren-sel ve kesin düzenle işlemektedir ve madem ki, ruh yok, yalnızca bilinç denilen, üstelik olay sanılan, bir gölge vardır, o halde,
a- Hayatta maddede olanlardan,
96
b- Ruhta da hayatta olanlardan başka bir şey yoktur.
c- Ruh bedenin hizmetçisidir, bedense evrensel düzenin, yani maddi alanın bir parçasıdır. Bu durumda özgürlük denilen şey de yoktur.
BERGSON’UN KARŞIT GÖRÜŞÜ:
Determinizm, yalnız ham madde alanında geçer. Hayat, bir imkân alanı, ruh da özgürlük meydanıdır. Bedene oranla daha ayrı ve bağımsızdır. Yaşamın kâinattaki tarihi sürecinde, insanın oluşumu bize, bu özgürlüğün var olduğunu kanıtlar.
Özetlemeye çalıştığımız bu üç görüş gösteriyor ki, Bergson’un içinde yetiştiği felsefe çevresi, Bilgi kuramı alanında, metafizik ve ruh biliminin bağımsız bilgiler olmasını reddediyor. Varlık kuramı alanında ise, evrensel bir düzen ve determinizmi savu-nurken, hayat ile madde arasındaki farkı ve sonuçta ruhun be-dene oranla bağımsızlığını, yani özgürlüğünü kabul etmiyor (Bergson, 1947).Gittikçe yayılan bu akım, Berthelot, Comte, Re-nan, Taine gibi düşünürlerle, o zamanın edebiyat, siyaset, ahlâk, din, sanat, sosyoloji ve eğitim kuramlarını etkiliyordu. Fransa’da bu eğilimlere ek olarak var olan, Renouvier’in neo-critizm’i de, bilimsel yetkinliği fizikte görerek, metafiziğe şans tanımıyordu. İngiltere’de ise, Spencer daha farklı görüşler ortaya koyamıyor, “maddecilik” saltanatı sürüyordu. Almanya’da, Moleschott, Büchner, Haeckel gibi Darvinci materyalistlerin görüşleri ege-mendi. Schopenhouer, Hartman ve Nietzche gibi filozoflarsa, üstatları olan Kant’ın ekolünü biraz değişime uğratıyorlardı. Öte yanda, Fechner, Lotze ve Wundt ilk defa olarak, deneysel ve matematiksel temele dayalı bir ruh bilimi kurmak için çalışıyor-du. 1880’e gelince, Bergson’un bütün bu düşünürlerin görüşleri-ni örseleyen düşünceleri duyulmaya başlamıştır. Bergson, çevre-sini kuşatan felsefi görüşlerin hiç birisini dikkate almamış ve inanmamıştı. Sonuçta da, bütün bu görüşleri ağır bir dille eleşti-rerek, entelektüalizme savaş açtı. İlk önceleri kuşkuyla karşıla-nıp, ciddiye alınmasa da, yapıtlarının sayısı arttıkça diğer görüş-
97
leri sarsmaya başladı (Nimetullah, 1928: 11). Entelektüalizm, tam cepheden, üstelik de bütün hedeflerinden ilk kez, böylesine yoğun olarak topa tutuluyordu (Bergson, 1950: Önsöz). Bergson, dogmatik ve akılcı mantık ile zekâda yaşamın sırrını aramayı reddetmiştir. Bunun yerine, insanda karanlık bir “mağara” duy-gusu uyandıran “benlik”in gizemini çözmeye çalışmıştır. Bu ça-basında matematiksel yöntemin yanında, şairâne bir telkin gücü de kullanıyordu. Üstelik notlarını musiki gibi yazan bir edebiyat-çıydı. Onun yazdıkları insanların içine işliyor, kitleler tarafından gönül verilerek okunuyordu. Artık insanlar, dört maddede özet-lenebilecek, yeni bir felsefi doktrinle birlikteydiler:
1- Bilim bilgisinden başka bir bilgi daha vardır: Felsefe bilgisi; zekâdan ayrı bir bilgi aracı daha vardır: Sezgi (intuition).
2- Zekâ, dış dünyayla ve yalnız onunla uğraşmakla kendini ince-lemeye pek az zaman bulmuştur. Bunun için kendi faaliyet alanı olan madde dünyasında mutlak gerçeğe varılabilir. Hayatın bilgi aracı ise zekâ olmadığından, bu alandaki mutlak gerçeğe, ancak sezgi ile erişilebilir. Bu iki araç, kendi alanları dışına çıktıkları zaman hiçbir şey göremez, boşlukta kalır. Bir de, olgu (pheno-mene) ve varlık diye eskiden beri kabul edilen ayrı iki şey yoktur. Bütün varlıklar, bir süreklilik (continuite) taşır, yani daimi ve hür bir oluştan ibarettir. O halde, olgu ve varlık diye iki şey yok-tur, yalnız sürekli bir oluş vardır.
3- Kâinat, statik, yani durgun olmaktan çok uzaktır. Bilimlerin bundan böyle ülküsü, dünyayı dinamik haliyle kavramak oldu-ğundan, oluş ülküsünü diriltmek gerekir. Bu diriltme, önce sezgi dünyası olan ruh ve hayat alanından başlayarak, zekâ dünyası olan madde alanına dayanışma ile geçmelidir.
4- Süre, ya da oluşun varlığı, öldürülmüş olan özgürlüğü dirilt-miştir; aslında özgürlük ile süre birbirlerinin aynıdır.
5- Bilimsel determinizm yalnızca bir yöntem olarak kullanılmalı ve bu yöntemin iyiliği bir sınıra kadar kabullenilmelidir; çünkü, bunun ötesinde aciz kalır, hatta determinizmin, bir inanç dokt-
98
rini gibi, eşyanın esasına kadar götürülürse, yıkıcı bile olacağı bilinmelidir (Bergson, 1950: Önsöz). 20
XI...Türk Milli Kurtuluş Hareketi Yunanlıya karşı zafe-re ulaşır ulaşmaz, Türk’ü ve onun şahsında İslâmı yok etme azmindeki batı ülkelerinin üzerimize saldırmasını önlemek ve göstermelik istiklâlimizi sağlamak şartını İslâmdan ayrılmamıza ve mukaddesatımızı feda etme-mize bağlayan ve bunda muvaffak olan, yine o…
Kemalizm;
(1) başlangıçta İslam’ı geri kalmışlık ile eş tutmuştur ve onu mo-dernleşme ve Batılılaşmanın önündeki en büyük engel olarak görmüştür savı,
(2) İslam’ı Erken Cumhuriyet özel alana itmiştir savı,
(3) laikliği kapsamlı bir doktrin, bir yaşam biçimi olarak benim-semiş ve onu kendi spesifik İslam anlayışı (resmi İslam) ile bir-likte bireye özel alanında empoze etmiştir savı
(4) İslam’ı Türk vatandaşlarının kimlik belirteçlerinden biri ol-maktan çıkarmaya çalışmıştır savı.
Bu savları sırasıyla şu şekilde inceleyebiliriz.
Sav I: Modernleşme, Batılılaşma, Gericilik ve İslam İlişkisi: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, teokratik bir (meş-ruti monarşi denemeleriyle beraber) monarşiden, laik ve modern bir demokratik cumhuriyet biçimine geçiş sürecinin nihai nokta-
20 İktisadi ve İdari Bilimler dergisi Henrı Bergson düşüncesi Betül Karagöz Yer-delen
99
sıdır. Bu dönüşüm süreci, modernleşme ile uygarlığın Batılılaş-mayla eş olduğu fikrini gönülden benimseyen Erken Cumhuriyet dönemi devlet seçkinleri tarafından şekillendirilmiştir. Modern-leşme ve Batılılaşma çabaları, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini takiben dağılmasının ardından 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte etkinlik kazanmıştır. Aslında modernleşme girişimleri, özellikle Tanzi-mat dönemi ile birlikte Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar uzanmaktadır. Bu girişimler, Erken Cumhuriyet döne-minde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk ve 20. yüzyılın ilk yarısında Kemalist olarak adlandırılan Türk askeri ve bürokrasi seçkinlerinin ideolojik tercihlerini ve modernleşme çabalarını da etkilemiştir (bk. Yavuz ve Özkan, 1984; Ahmad, 1993: 3). Hatta Kemalistlerin yukarıda bahsetti-ğimiz dinin kontrol edilmesi politikasını da Osmanlı dini yöne-tim modelinden miras aldığı savunulmaktadır (bk. Heper, 2000: 63).
Buna göre Kemalist seçkinler, Erken Cumhuriyet döneminde, Batı’da pozitivist temeller üzerinde yükselen demokratik ulus devlet anlayışı ve milliyetçilik dalgasının da etkisiyle, “uygarlaş-ma arzusuna” dayanan modernite projesi çerçevesinde yeni bir ulus devlet inşa etmeyi amaçladılar (Parla 1995; Aydın ve Key-man, 2004; Parlak, 2005; pozitivizmin Kemalizme etkileri için bk. Giritli, 1988; Timur, 2001). Başka bir deyişle, Türk modern-leşme projesinin en dikkat çekici özelliklerinden birisi, cumhu-riyetçi seçkinlerin, yeni devleti Batı emperyalizmine karşı bir bağımsızlık savaşının ardından inşa ederken, yine Batılılaşmış bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmak arzusunda olmasıdır. Örneğin Jeffrey Haynes (2010: 314), bu duruma Atatürk’e referansla şu şekilde dikkat çeker: “Atatürk, ulusal ilerlemenin ‘Avrupa’ kültü-rel değerlerini ve siyasi kurumlarını taklit ederek, özümseyerek ve yeniden üreterek geleceğine inanıyordu”. Atatürk’ün cumhur-başkanlığı döneminde ve 1950’lere kadar Türk devletini ve top-lumunu dönüştürmeye yönelik reformları işte bu amaç şekillen-dirmiştir. Buradan yola çıkarak, Kemalizm’i kapsamlı bir doktrin olarak niteleyebileceklerin ilk potansiyel savı şu olabilir: Mo-
100
dernleşme ve Batılılaşma süreci, Kemalist seçkinler tarafından bir dönüşüm ve özellikle bir ilerleme göstergesi olarak görülmüş, bu nedenle de İslam inancının Türkiye’nin modernleşme süre-cinde geride bırakılması gereken geleneksel ve ilkel bir olgu ol-duğu değerlendirilmiştir. Başka bir deyişle, Kemalist seçkinler tarafından geleneksel ya da “geri” anlamına gelmek, İslam ve onun toplumdaki kültürel rolü ile ilişkilendirilmiştir. Bu ise esas olarak Kemalistlerin Batı kültürünün ve onun teknolojik ve eko-nomik düzeyinin İslam kültüründen daha üstün olduğu algısın-dan kaynaklanmıştır (Pope ve Pope, 1997: 62). Bu iddia aynı zamanda Kemalistlerin, modernleşmenin; Türkiye’nin “Osmanlı, Müslüman geçmişiyle tam bir kopuş”unu gerektirdiği yönündeki fikrini de yönlendirmiştir (Tank, 2005: 4; Keyman, 2010: 145). Özetle yukarıda bahsettiğimiz savın Müslüman geçmiş ile bağları koparma düşüncesine odaklanırsak, aslında Kemalistlere yönel-tilen iddianın özünde onların; İslam’ın, özel ve kamusal alan arasında bir ayrım yapmadığına; aksine bireyin, toplumun ve devletin tüm alanlarını kontrol etme ve yönetme amacı taşıdığı-na yönelik inançları yatar. Başka bir deyişle Kemalistler, özellik-le Hristiyanlığın aksine, İslam’ın sekülerleşebilir bir din olmadı-ğına, Protestanlık gibi bireyin sadece özel alanına itilemeyeceği-ne inanıyorlardı. Osmanlı’dan beri gelen dinin kontrol altında tutulması fikrinin Kemalistler tarafından da benimsenmesinin özünde de bu görüş yatmaktadır. (bk. Alkan, 2015: 73). Peki İslam’ın bireyin özel ve kamusal her iki alanını da kapsayan bu rolüne yönelik Kemalist eleştiri, Kemalizm’in yukarıda bahsedi-len kontrol faktörünü benimseyerek bizzat kendisinin “kapsamlı bir doktrin”e dönüştüğü argümanını doğurabilir mi? Özellikle sıradaki ikinci sav buna cevap niteliğinde olabilir. Ancak bundan önce şunu belirtmek gerekir ki bu ilk savdan çıkarılacak ilk tipik sonuçlarından birisi Kemalistlere yönelik şu iddiadır: Kemalist-ler, medeni ve Batılılaşmış modern bir Türkiye yaratma idealinin ancak “yukarıdan aşağıya kabul ettirme” ve geleneksel sosyal ilişkilerin içerisine “Batılı seküler aklın ve bilimsel rasyonalite-nin neşredilmesi” yoluyla gerçekleşeceğine inanıyorlardı. (Key-man, 2007: 220; bk. Hermann, 2003: 267) Bu da ancak siyasal
101
söylemden İslam’ın çıkarılmasını da içeren bir toplum mühen-disliği projesi) vasıtasıyla mümkün olabilecekti. Başka bir deyiş-le, Kemalizm’in kendisi toplumu ve onunla ilgili her şeyi yeni değerler ışığında topyekun yeniden inşa etmeyi amaç edinmiştir ve onun tahayyül ettiği Türk devleti de bu topyekun veya bütün-sel değişimi (bk. Kışlalı, 1994: 97; Parla, 1995: 172; Akşin, 1997: 13, 121; Turhan, 1969) sağlayan ve iyi yaşamı tanımlayan aracın kendisidir. Örneğin Rainer Hermann (2003: 267)’a göre Türk modernleşmesinin devlet merkezli bir doğası vardır ve Kemalist-ler “otoriter devleti” “siyasi bir araç”, laikliği ise “didaktik bir araç” olarak kullanmıştır. Hermann’ın Erken Cumhuriyet döne-mindeki devletin otoriter olduğu yönündeki iddiasının, bu ça-lışmanın kapsamını aşan detaylı bir analizi gerektirdiği gerçeğini bir kenara koyarsak, görüldüğü üzere Erken Cumhuriyet döne-minde en azından “devletin gücüne” ve onun toplumu Kema-lizm’in idealleri doğrultusunda dönüştürmedeki ana rolüne ilk savı öne sürenlerce yoğun bir vurgu yapılmıştır (bk. Kubicek, 2002; Rumsford, 2002; Parla ve Davison, 2004; Öniş, 2004; Keyman, 2007). Bu Jakobenist yaklaşım; Erken Cumhuriyet dönemindeki dönüşüm sürecine devlet temelli, elitist ve devrim-ci karakterini veren şeydir.
Sav II: İslam ve Özel-Kamusal Alan İlişkisi: Yukarıda bahsedilen modernleşme ve Batılılaşma hedefi ve İslam’ın o dönem Türkiye’sindeki uygulama pratiklerinin bu hedefler için engel teşkil ettiği düşüncesi göz önünde bulundurulduğunda laikliğin Kemalizm’de önemli bir yer işgal ettiği inkar edilemez. Kemalistler tarafından laiklik, Türk siyasetini ve toplumunu modernleştirmenin ve Batılılaştırmanın ana araçlarından biri olarak görülmüştür. Erken Cumhuriyet dönemindeki Kemalist-ler, yukarıda bahsedilen ve Audi ve Sajó gibi rasyonel konsensus anlayışını savunanların belirttiği üzere ilerleme ve demokrasinin ön şartının laiklik olduğuna inanmışlardır. Ancak potansiyel ikinci sava göre Kemalist seçkinler, laikliği siyaset ile İslam ara-sında basit bir ayrılık ya da asgari bir rol farklılığı olarak gör-memişlerdir. Bunun ötesinde laikliği, bir kültürel kimlik biçimi ve devlet tarafından benimsenmesi ve topluma “kapsamlı bir iyi”
102
olarak empoze edilmesi gereken felsefi/siyasi/normatif bir dün-ya görüşü olarak tezahür ettirmişlerdir (bu laiklik türünün ör-nekleri için bk. Alkan, 2015). Bunun sonucunda da İslam’ı, tıpkı Protestanlıktaki gibi, “kişiselleştirmeye” ve “bireyselleştirme”ye çalışmışlardır. Bu amaç çerçevesinde de İslam’ı özel alana havale etmek istemişlerdir. Ancak üçüncü savı savunanların da iddia edeceği üzere Kemalistler, İslam’ı bireyin özel alanında da kont-rolden muaf tutmadılar ve kendi spesifik İslam anlayışlarını bireylere ve topluma empoze etmeyi amaçladılar. Bu savdan çıkarılan sonuç, Kemalistlere göre geleneksel toplumdan mo-dern, medeni ve Batılılaşmış bir topluma geçişin gerçekleşmesi, İslam’ı sadece siyasi söylemden çıkarmakla değil (Keyman, 2007: 221), aynı zamanda İslam’ın bireylerin özel alanına hap-sedilmesiyle sağlanabilirdi. Görüldüğü üzere bu sav, Kemalistle-rin dine tamamen düşman bir görüşü benimsemedikleri, sadece onun kamusal görünürlüğünün, toplumsal etki ve sosyal rolünün azaltılmasını hedefledikleri şeklinde yorumlanabilir. Bu çerçeve-de Talip Küçükcan (2003: 485-489), bu çok boyutlu sekülerleş-me süreci kapsamında Atatürk tarafından “toplumun İslami kurumsal ve kültürel temeline karşı büyük bir kampanya baş-lat”ıldığını savunur. Bu çaba şu üç ana aşamayı içerir:
İlk aşama, sembolik sekülerleşme (İslam’ın sembolik ve işlevsel kullanımının azaltılması, yani alfabenin değiştirilmesi, Batı tarzı kıyafetlerin kabul edilmesi vb.);
ikinci aşama kurumsal sekülerleşme (İslam’ın devlet ve siyaset üzerindeki etkisinin azaltılması, yani hilafetin kaldırılması, tari-katların yasaklanması vb.) ve üçüncü aşama işlevsel laikleşmedir (Batı tarzı hukuk ve eğitim sistemlerinin benimsenmesi, yani Şeriat hukukunun ortadan kaldırılması, Batı tarzı ceza ve mede-ni hukukun benimsenmesi, tüm eğitim kurumlarının katı devlet kontrolü altına alınması vb.). Bu yolla, Kemalistler tarafından devlet ve İslam arasında katı bir ayrışmanın kurulması amaç-lanmıştır ve bu kapsamda da Erken Cumhuriyet döneminde birçok reform yapılmıştır: 1922’de saltanatın kaldırılması, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı, 1924’te halifeliğin kaldı-
103
rılması ve medreselerin kapatılması, 1925’te tarikatların yasak-lanması, 1926’da İsviçre Medeni Kanunu’nun uyarlanması, şeri-atın kaldırılması gibi (ayrıca bk. Berkes, 1998; Sakallıoğlu, 1996; Keyman, 2010). Bu noktada asıl tartışma konusu, din ve devlet arasındaki bu asgari işlevsel, kurumsal ve rol farklılaşmasını savunan görüşü kapsamlı yapan şeyin ne olduğudur. Bunun kaynağını özellikle aşağıda inceleyeceğimiz üçüncü savda görebi-liriz.
Sav III: Laiklik, Spesifik bir İslam Anlayışı ve Özel Alan İlişkisi: Üçüncü sava göre Kemalistler, yukarıda bahsedilen üç aşamalı sekülerleşme ve modernleşme süreci sonucunda İs-lam’ın Türk toplumu üzerindeki etkisinin ortadan kalkmasını amaçlayarak dini özel alana itmiş, ancak onu kendi kontrolün-den çıkarmamıştır. Başka bir deyişle Kemalizm, devlet tarafsızlı-ğı ideali çerçevesinde devlete ve dine otonom alanlar yaratmak yerine, laikliği “kapsamlı bir doktrin” olarak görmüş ve kendi benimsediği İslam anlayışını bireye özel alanında empoze etmiş-tir. Örneğin Fuat Keyman (2010: 145)’a göre Türk devletinin dini faaliyetleri “kontrol etme” amacı, sadece kamusal- alanı değil, aynı zamanda özel alanı da içerir. Başka bir deyişle Kemalistler, bir Türk vatandaşının dünya algısının topyekun bir dönüşümü-nü amaçlamışlar; onun hayatını çevreleyen değerleri veya kişisel ve sosyal kimliğini, inşa süreci de dahil olmak üzere İslam’ın etkisinden çıkarmaya ve pozitivist ve seküler perspektiften tü-müyle değiştirmeye çalışmışlardır (bk. Timur, 2001; Kazancıgil, 2007). Bu sava göre Kemalistler dini özel alana havale etmenin yanı sıra, “laik bir siyasal sistemin kısıtlamaları içinde işleyen” (Tank, 2005: 4) “Kemalist bir İslam anlayışı”nı, yani “resmi İs-lam”ı yaratmış, desteklemiş ve bireyin inanacağı ve pratikte uy-gulayacağı İslam’ı da bu parametre ve kısıtlar esasında tanımla-mıştır. Örneğin Kemalist seçkinler, Erken Cumhuriyet dönemin-de toplumda yaygın olan İslami inanç ve uygulamaları “karma-şık, yapay ve hurafelerden oluşan” ve ayrıca “Osmanlı uleması-nın gerici, Ortodoks, devlet yanlısı dini” olarak görmüşlerdir. Ancak Kemalistler kendi aydınlanmış İslam anlayışlarının “bi-lince karşı çıkmadığını veya ilerlemeyi engellemediğini” iddia
104
etmiş; “gerçekliğe, akla ve mantığa” uygun olduğunu ve daha “makul” ve “mantıklı” bir nitelik arz ettiğini savunmuşlardır. Bu çerçevede Kemalist seçkinler, İslam’ı “modern”, “milli” ve “yaşa-nabilir” bir din haline getirmek için reformlar başlattıklarını savunmuşlardır (bk. Sakallıoğlu, 1996: 234; Ulutaş, 2010: 390).
Görüldüğü üzere Erken Cumhuriyet dönemi Kemalistleri İslam’a karşı açıkça düşman değillerdi; din ve vicdan özgürlüğüne inanı-yor (bk. Afetinan, 1971[1930]: 98) hatta onun bir tür toplumsal çimento olma işlevinden faydalanıyorlardı (bk. Köker, 2004: 135). Kemalistler yalnızca, modernleşme ve Batılılaşmanın o dönemde toplumda hakim olan ve onlara göre “gerçek” İs-lam’dan sapmış dini düşünce ve pratikler yoluyla sağlanamaya-cağına inanıyorlardı. Ayrıca dinin bir politika aracı olarak kulla-nılmasına da karşıydılar (bk. Kılıç, 1955: 57). Onlara göre bilim, rasyonalite ve modernlik ancak laiklik ve ilerleme idealinin pa-rametreleri içinde tanımlanabilirdi ve modernite,- toplum top-yekun sekülerleşmeden sağlanamazdı. Bu üçüncü savın, bu ça-lışmanın ilk bölümünde saptanan ve kapsamlı doktrin olmanın en önemli parametresi olan belli bir iyi hayat anlayışı ve dünya görüşünü, devlet tarafsızlığı pahasına bireye özel alanında da empoze etme özelliği dikkate alındığında, erken dönem Kema-lizm’ini kapsamlı bir doktrin olarak tanımlamayla sonuçlanabi-lecek en güçlü potansiyel sav olduğu söylenebilir.
Sav IV: İslam ve Kimlik İlişkisi: Dördüncü ve son sava göre ise Kemalistler, Erken Cumhuriyet dönemindeki ulus inşası sü-recinde “kapsamlı bir yaşam biçimi” olarak laikliği ve İslam’ın kendi versiyonlarını topluma empoze etmenin yanı sıra, homo-jen bir ulusal kimliği, yani “Türklüğü” tercih ederek, İslam’ı yurt-taşların kimlik belirleyicilerinden biri olmaktan çıkarmaya ça-lışmışlardır. Bu amaç yukarıda bahsi geçen sekülerleşme projesi ve olumsuz İslam algısı doğrultusunda gerçekleşmiştir. Dördün-cü sava göre bu tercih aynı zamanda, Kemalistlerin farklı dini ve ahlaki kimlikleri yeni cumhuriyetin varlığına yönelik potansiyel iç tehditler olarak görmelerinden kaynaklanıyordu. Bu devletçi, “güvenlik” ve “tehdit” odaklı yaklaşım, devletin bekasına, sadece
105
diğer devletlerin değil, Türkiye’deki bazı etnik veya dini grupla-rın da meydan okuyabileceği inancı üzerinde temellenmiştir. Kimlikle alakalı bu sava göre, Kemalist seçkinler, “eski kültürel anlamları” ve “kültürel işaretleri” ortadan kaldırarak, “Türklük” fikrinden hareketle homojen bir ulus devlet yaratmaya çalışmış-lardır. Türk toplumunun önemli bireysel kimlik belirteçlerinden ve ortak kimlik kaynaklarından biri olarak İslam kimliği ise he-defteki ana unsur olmuştur. Bu görüşe göre Kemalistler, “İslam ile tüm bağların kesilmesini teşvik ederek bireysel kimlik fikrini manipüle etmişlerdir” (Sakallıoğlu, 1996: 235). Bu bağlamda, laikliğin 1937’de anayasaya dahil edilmesi e bahsedilen amaç doğrultusunda yapılmıştır: Kemalistler, bunu, diğer tüm dini ve etnik kimliklerden kopuk ve hepsinden öte olan, “Türkiye için modern bir sosyal uyum tarzı” (Keyman, 2010: 146) olarak ana-yasal çerçevede kurulmuş bir laik kimlik yaratmanın ilk adımı olarak görmüşlerdir. Özetle, yeni Türkiye Cumhuriyeti vatandaş-larının yeni kimlik işareti hem “Türklük” hem de “laiklik” refe-rans alınarak tanımlanmış ve bu şekilde “laiklik; ulusun homo-jen, tek etnikli (Türk), tek dilli (Türkçe) ve tek mezhepli (Sünni) [bir varlık olarak görüldüğü] tanımıyla iç içe geçmiştir” (Sakallı-oğlu, 1996: 234; bk. Köker, 2004: 151). Pınar Tank (2005: 6)’a göre Anadolu insanı, daha önce olduğu gibi, öncelikle dini terim-lerle değil, “seküler bir ulusal kimlik” ile kendilerini tanımlama-ya teşvik edilmiştir. Kimlikle ilgili sava göre bu “seküler ulusal- kimlik” (Tank, 2005: 6), veya Keyman (2010: 147)’ın tabiriyle “seküler ethos”, açıkça, “çoğulculuğa yer bırakmadan tek tip bir toplumda tek tip bir vatandaş yaratma” (Hermann, 2003: 272) girişimidir.21
21 Pamukkale Üniversitesi https://gcris.pau.edu.tr Erken Cumhuriyet Dönemi Türkiye (1923-1950 ...
106
XII...Nihayet her yerde plânını gerçekleştiren, bu arada Türkiye’de dilediği fuhuş, ahlâksızlık ve iktisadi çöküş iklimini tutturan gizli imparatorluğunun maketi minik İsrail devletini kuran, onunla İslâm alemi ve petrol dünyasının en nazik noktasına kazığını kakan, arı ko-vanı hummasıyle çalışan, çabuk seferber olmakta dün-yada birinci orduyu meydana getiren, çevresinde ken-disinden en aşağı 10 misli büyük Arap âlemini ifsata uğratan, hep o...
Kemalizm Türk cumhuriyetçiliğinin resmi adıdır ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün özel rolüne atıfta bulunur. 1930’lar bu özel rolün ideolojik bir metne dönüştürülmesine tanıklık eder. 1931’de toplanan CHP üçüncü kongresinde kemalizm 6 ok diye bilinen bir ilkeler bütünü halinde açıklanır, bir yıl sonra Kadro dergisi kemalizmi ideolojik bir formata kavuşturmak için yayınlanmaya başlar. Bu kurumsal çabaların yanısıra tek tek yazarlarına kemalizmi hem açıklamak hem savunmak için kitap-ları yayınlanır. Bunlardan biri 1936’da basılan Kemalizm’dir . Bu aynı zamanda Kemalizm başlıklı ilk kitaptır. Yazarı Tekin Alp’dir. Tekin Alp’in ilk ismi Moiz Kohen’dir. Bir Osmanlı Yahu-disi olarak 1883’de Serez’de doğan Moiz Kohen, Selanik’de içle-rinde Ziya Gökalp’in de bulunduğu ittihatçı çevre ile arkadaşlık kurmuş ve bu ilişki, hayatının sonuna kadar belirleyici olmuştur. Nitekim Moiz Kohen’in Tekin Alp’e dönüşerek Türkleşmesi de bunun bir göstergesidir. Tekin Alp İkinci Meşrutiyet döneminde (1908-1918) Türkçülüğü entelektüel açıdan desteklemek için faaliyetlerde bulunmuştur. 1923’de Türkiye Cumhuriyetinin ilanıyla başlayan dönemde ise, Tekin Alp kemalisttir. Kemalizm’i yayınlamasını da bu kimliğin bir yansıması saymak gerekir. Ke-malizm (İstanbul: Cumhuriyet matbaası,1936) bir çok bakımdan önemlidir. İlkin konjonktürel değeri; dönemin havasını yansıtan, kemalizme ilişkin tartışmaları aktaran yönü önemlidir. Milliyet-çilik, liberalizm ve laiklik etrafında T.Alp’in yürüttüğü tartışma-lar da kemalizmin ideolojik açılımlarını izlemeyi mümkün kıl-maktadır. 1930’ların kemalist figürlerinden Tekin Alp için de inkılabın hamlesi ‘garb kültürü’ (Alp 1936:181)ne doğrudur. Ata-
107
türk’ün büyük gayreti milletine ‘garb kültürü’(Alp 1936:101)nü benimsetmektir. Türk inkılabının kültürcü modernliğinin strate-jik yönü, yeni rejimin farklılığını modernlik üzerinden sahneye koymaktaki kararlığıdır. Modernlik 1923’de başlamaz, Tanzimat modernliği o tarihte bir birikimi temsil etmektedir. İmparator-luk gibi renklidir, resmi bir başlangıcı olmakla birlikte sivil-yerli dinamiklerle etkileşime girmiştir ve dolayısıyla açık uçlu bir yönü vardır. Şark ve garb bir aradadır. Falih Rıfkı Atatürk’ün bu birliktelikden müşteki olduğunu bildiriyor: ‘Mustafa Kemal De-niz kızı masalına inanmıyordu. Ya balık ya insan vardır. Mustafa Kemal geri bir memlekette medeniyet meselesi halledilmedikçe hiçbir meselenin halledilmeyeceğini biliyordu. Şarklı-garpliya inanmıyordu. Ya şark, ya garp vardır’(Atay 1969 :435). T.Alp de şarklı-garbli’ya inanmaz, bu bağlamda yeni Türk ruhu İstan-bul’un kokuşmuş havasından uzakta Ankara’da gelişecektir: ‘..Türk devletinin merkezi,13 Eylül 1923’te ilan edilen bir kanun-la, Büyük Hitit imparatorluğu başta olmak üzere, binlerce yıl birçok Türk imparatorluklarına sırasile merkez vazifesini gör-müş olan Orta Anadolu yaylasına yerleşti. Yeni Türk ruhu, ancak eski Bizans payitahtının mütefessih muhitinden, ucu şu veya bu suretle, doğrudan doğruya, yahud bilvasıta Sultan ve Halife sa-raylarına, yıkılan İmparatorluğun eski ricalinin konaklarına ulaşan çeşid çeşid dallar budaklarla dolu muhitten uzak olarak inkişaf edebilirdi. (..) Kemalizm’in idealist ruhu, Boğaziçi’nin teshir edici sahillerinde karşılaşan kozmopolit ve beynelislam cereyanlarla sık sık çarpışmış olacakdı’(Alp 1936:95-96). Yazarın resmettiği İstanbul, Bizans’dır, sultanın sarayıdır, rical konakla-rıdır, kozmopolittir, hulasa kötülüklere tekabül eder. Bu kötülük özelikle yeni Türk ruhu açısından ve Orta Anadolu yaylası’ndan bakıldığında barizleşen bir farktır. Bu tema, her bir kültürün sadece o kültüre özgü mekanlarda kendini gerçekleştirebileceği fikri, romantik bir temadır. Bu temanın devamında romantizm her biri farklı ontolojilere sahip kültürler arasında bir alışverişi hem anlamsız ve hem de yararsız görür.
Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletiyle Türk devleti arasındaki uzun hasretin sona ermesidir. Bu haliyle Tekin Alp’in tarih anla-
108
tısı lineerdir; Türk kimliğinin mayalandığı, Türk seciyesinin tebellür ettiği antik-mitolojik dönem, Türk ruhunun ancak hal-kın bilinç-altında yaşayabildiği karanlık (islami) orta çağlar ve milli ruhla milli bünyenin bir şefin mucizevi müdahalesiyle bir araya getirildiği modern zamanlar... Türk ruhunu esarete mah-kum eden şark kültürü ve şeriat zihniyetidir ve Atatürk Türkleri ortaçağdan kurtardığı için büyüktür: ‘ Türkiye’de şark kültürü yerine Garb kültürünü tesis etmiş, softa zihniyeti yerine modern zihniyeti getirmiş ve şeriat zihniyetinin söndürdüğü milli şuuru, milletin ruhunda uyandırmıştır’ (Alp 1936:13). Bu ifadelerin yazarın politik çizgisi ve Türk devriminin niyetleri açısından bilgilendirici yönü açık olmakla beraber, Tekin Alp’in inşasına çabaladığı tarih mantığı açısından gediklerle malul olduğu da muhakkaktır. İlkin fetihçilikle tebellür eden ilk ve saf Türklerin aynı zamanda medeni karakterle de yüklü olmaları nasıl müm-kün olmaktadır? Şark kültürü ile Türk kültürü arasındaki ilişki negatif farklılık ilişkisi olduğuna ve bu yüzden Türk ruhunun kuvveden fiile geçmesi engellendiğine göre, Garb kültürü le Türk ruhunun pozitif karabeti nereden neşet etmektedir? Yazar ikinci soruya cevabı Türk tarih tezinden sağlamaktadır. Tez keza Türk inkılabının garpçılığındaki bir kalıba ilişkindir. Bu kalıp medeni-lik noktaı nazarından Türk kültürü-zihniyeti ile Garp kültürü-zihniyeti arasında tarihi-etnik akrabalıklar kurar. Fatih Türk tematiği şimdilik bir kenara bırakılır ve medeni Türk’e ari ve Avrupalı bir etnik köken atfedilir. Bu sebeple kemalist tarihte iki Türk imgesi; İstiklal harbini veren, Osmanlıların, şeriat taassu-bunun kimliklerini unutturduğu hakiki Türklerle Orta Asya’da sakin muhayyel medeni-ârî Türkler, yan yana yer alır. Nitekim Tekin Alp İstiklal harbini anlattığı sayfalarda Türk kavmini fe-tihçi-şefçi bir nitelikle tanımlarken, Devrim yıllarının Türk’ü artık tarihen medeni ve Avrupalı geçmişinin izinden yürür. Te-kin Alp tezi sahiplenmekle rejimin çizgisinde yer aldığı gibi, hem Avrupacılığına destek sağlar ve hem de eski T. Alp’de yer alan Gökalpçi miras tashih edilir: ‘Gerek şarklı ve gerek garblı müver-rihler, hatta bizzat Türk müverrihleri, ötedenberi,Türk’lerin Moğol ırkına mensub olduğunu iddia etmişlerdi. Türk mekteble-
109
rindeki tarih muallimleri ve Üniversite profesörleri, kendi men-sub oldukları milleti, daima Sarı Irk’a mensub milletler arasında göstermişlerdi. Şimdiye kadar, bu hurafelere itiraz etmek cesare-tini hiç kimse gösteremedi. Ziya Gökalp’in, başlarında bulundu-ğu Türkçüler Moğol tabiri yerine, korka korka , Turan veya Altay tabirini koydular. Fakat bu suretle ancak zevahiri kurtarabildiler. Irki tabir yerine coğrafi bir tabir konulmuş oluyordu. Türk’lerin Hind-Avrupai denilen büyük aileye nisbeti isbat edilmiş olmu-yordu’ (Alp 1936:135). azar, yaklaşık yetmiş sayfa önce Ata-türk’ün Cengizler’in soyundan geldiğini yazarken şimdi Türkle-rin Moğollarla birlikte zikredilmesinden rahatsızlık duymakta-dır. Bu çelişki Türkçülerin Orta Asyalı saf –fatih Türk’ünün ya-nında ikinci bir türk, tarih tezinin medeni Türkü’nün yan yana bulunmasının yarattığı çelişki, Türkçülüğün ve kemalizmin sen-tezinin kaçınılmaz sonucudur. Tekin Alp bu yüzden ikinci Türk’e börk değil şapka giydirir. Şayet iki Türk imgesi olmasaydı, me-deni-ârî Türk’ün medeni-ârî Avrupalılara karşı İstiklal harbini vermesi anlamsız bir kardeş kavgası olurdu. Türk Tarih tezi ve bu bağlamda T. Alp için belirtilmesi gereken, Avrupa ırkçılığın ithamlarına cevap vermek için o ırkçılığın epistemolojisinin, bu çerçevede medeniliği ırk bağımlı bir sabitlik olarak görmenin sahiplenildiğidir. Türk Tarih Tezinin pozitif ırkçılığı, Tekin Alp tarafından ‘Alpli veya brachycephale, uzun boylu, mavi gözlü' eski ve saf Türklerin unutulmuş ve fakat şimdi keşfedilmiş rolleri bol örneklerle tadad edilir: ‘Türk’lerin, miladdan 4000 yıl önce, Anadolu’da Hitit medeniyetini kurdukları da yeni asarı atika keşfiyatı ile sabit olmuştur. ..Garbe doğru ilerleyen Türk kitlele-rinin bir kısmı, bidayeti, miladdan 4000 yıl evvele irca edilebilen ve zamanla inkişaf ederek, tarihe Trua, Girid, Lidya ve İoniya adile maruf kültür merkezlerini vücuda getiren Ege medeniyetini yaratmıştır. ..Yunan-Latin medeniyetini yaratan Etrüsklerin, Anadolu’dan geldikleri bugün sabit olmuştur’(Alp 1936 :144-145).18 Atatürk ‘Türk tarihinin Osman aşireti ile doğmayıp belki milattan onikibinyıl önce mevcut olduğunu,Türk’lerden başlıya-rak bütün dünyaya öğretmenin zamanı çoktan gelmiştir’ diye düşündü. Artık Türk’ler ve bütün dünya bilmelidir ki, bu tarih,
110
400 çadırlık bir aşiretin değil, yüz milyonlarca nüfusluk büyük bir milletin tarihidir. Osmanlı Türk’lerinin menkıbeleri,Türk milletinin tarihinde ancak bir devreyi gösterir ve bu millet, her biri ayrı ayrı azamet ve ihtişam devirleri yaşamış olan daha bir-çok İmparatorluklar kurmuştur. Türk’ün, Moğol veya Mongoloid ırkına değil, Alplı veya brachycephale ırkına mensup olduğunun öğrenilmesi zamanı gelmiştir’(Tekin Alp 1936 :133). Tez, tarihin milliyetçi kodlar üzerinden ideolojileştirilmesiydi. Hanedan veya siyasi teşekküllere değil bir kavim veya ulusa tarihsel anlatıda aktörlük verilmiş oluyordu. Osmanlılar böylelikle daha uzun bir öykünün içine yerleştiriliyor ve ancak bu yerleştirmenin içeriği dolayısıyla da tarihsizleştiriliyordu. Türk tarih tezi esasen tarih dışıydı ve bu sayede politik hedefler için elverişli kılınabilmişti. Tekin Alp tezin bu yönünün farkındadır: ‘1930 senesinden beri her Türk çocuğu, mekteb sıralarından geçerken, hakiki Türk’lerin, yabancıların ve bizzat kendi müstebid idarecilerinin, dini cehaletin ve yabancı sosyal ve kültürel müesseselerin esareti altına sokulan kimseler değil, belki, miladdan binlerce yıl evvel Orta Asya’da, medeniyetin ilk temellerini,bütün dünyada ilk defa olarak atan ve sonra, bu medeniyeti dünyanın muhtelif kısımla-rına neşreden insanlar olduğunu öğrenmektedir’(Alp 1936:146). Tekin Alp, yeni ve medeni ambalajı içindeki Türkü, zaten esas gayenin bu olduğundan şüphesi yokmuş gibi, Avrupalıların tak-dirine sunar: ‘Medeni milletler, kendi saflarına yeni giren bu milletin bir sığıntı değil, belki kendilerinin en kıdemlisi olduğu-nu anlamak için, Türk milletinin kendi kendine sahip bulunma-dığı o kısa inhitat devresini nazarı itibara almamalıdırlar’(Alp 1936 :134
Yani garb kültüründen iktibas yapmak fikri romantizmle açıkla-namaz. Zira Türk inkılabı soylu vahşiyi, yani halkdan biri olarak Türk’ü, öne çıkartmakla yetinmez; onun ideal tipi sadece Türk değil Asrî Türk’dür. Tekrarlamak gerekirse kemalist terminoloji-de Türk kadar önemli ve pozitif bir diğer kavram medeniyet’tir. Medeniyet pozitif bir kültürle desteklenmedikçe medeniyet sıfa-tını kazanamayacaktır. Osmanlı kültüründe anti-medeni unsur-ların ciddi bir ağırlığı vardır. Bu unsurlar Marx’ın tarihin insan-
111
ların üzerinde yük oluşturması dediği şeye tekabül eden fikir ve zihin özgürlüğünün önündeki engellerdir. Bu engeller ilkin Türk kimliğini engellemiş ve muasır medeniyetin Türkler tarafından gerçekçi algılanış imkanlarını köreltmiş ve bulanıklaştırmıştır. Laiklik Türk kimliğinin üzerindeki islami örtünün, Arap –Fars etkisinin kaldırılmasını sağlayacak milli bir siyasettir. Kemalizm müellifinin Soyadı kanunu vesilesiyle yazdıkları laik milliyetçilik açısından oldukça verimlidir: ‘Artık 1935’teyiz. On iki senelik bir müddet zarfında, yeni Türk, kendine yeni bir ruh, yeni bir ahlak, yeni bir tarih, hatta, Allah’ı artık Tanrı diye andığı için, diyebili-rim ki yeni bir Allah yaratmıştır. Türk’ün şimdi kafası başka, serpuşu başka, alfabesi başkadır. Onun şimdi, başka bir devleti, başka bir ekonomisi ve nihayet, başka bir dili vardır. Fakat, baş-ka bir şey daha vardır ki görünürde ehemmiyetsiz olmakla bera-ber, bu istihalelerle yakışık almıyordu. Yeni Türk, hala teokrat olduğu zamana ait şarklı ve maziye râci ismi taşıyordu. Bu ismi Arapların Acemlerin ve bütün öteki din kardeşlerinin taşıdığı isimlerin aynı idi. Yeni kafası, yeni kültürü, yeni ruhu, binlerce senelik milli tarihe doğru ilerleyerek ırk ve kan kardeşlerine ulaşıyor,halbuki ismi,onu,binlerce senelik milli tarihine ve garb medeniyetine erişmek için kültür bakımından kendilerinden ayrıldığı müslüman milletler ailesine karıştırıyordu’(Alp 1936: 171). Laik milliyetçiliğe güçlü vurgu T.Alp’in Kemalizm’inde asli önemdedir ve İslamın toplum kültüründeki eski egemen konu-munu hedef alır. Şeriat ona göre ‘çöl hayatından mülhem kanun-lardır’ (Alp 1936:99) ; aynı kanunlar ve aynı muzır zihniyet Türk milletini kafeslerin ardına, Garb kültüründen uzağa itmiştir (Alp 1936:94). Yazar laiklik bahsine tahsis ettiği 11. Bölüme ‘ Kahrol-sun Şeriat Hükümeti’ başlığını atmıştır. 16 Aşağıdaki satırda T.Alp milliyetçiliği ümmet çağını takip eden asrın gerçekliği olarak takdim eder: ‘Kamâl Atatürk- İslamiyet rabıtasının artık öldüğünü, Türk milleti için, milli şuurun uyanmasından başka kurtuluş yolu olmadığını çok iyi biliyordu’ ( Alp 1936:97). Laikli-ğin milliyetçi yönünün yanı sıra medeni yönü de önem arz etmiş-tir. Her iki yön Türk inkılabının medeniyetçi tasarımında salt siyasi değil kültürel alanı kuşatan kültürcü bir siyasete dönüş-
112
müş ve laiklik bu siyasetin temel referansı olarak alan genişlet-miştir. Başka bir ifadeyle Türkiye Cumhuriyetin erken dönemin-de laik politikalar sadece devleti değil toplum, sokak ve sembol-leri hedef almıştır. Tekin Alp için manevi İstiklal harbinin niçin gerekli olduğu sokak manzaralarından anlaşılabilirdi: ‘Sokaklar-da dolaşıp duran şu milyonlarca kırmızı külahın, şu köhne fesin karşısında nasıl göz yumulabilirdi? Bu feslerin sembolik bir ma-nası yok muydu? Bu fesler kendilerine acaib birer serpuş vazifesi gördükleri başların, garblı insanların başlarına benzemediğini anlatmıyorlar mı idi? Bütün Türk kadınlarının gözlerini ve yüz-lerini örten bu kalın ve siyah örtüler ne demekti? Milyonlarca kadının güzel ve zayıf cinse, başka yerlerde, içtimai vazifesi neşe, şetaret ve cemiyet içinde yaşamak zevki vermek olan bir cinse mensub oldukları için, arkasında kapalı kaldıkları bu kafeslerin ne manası vardı? Ya Anadolu’nun büyük küçük her şehrinde tesadüf edilen o binlerce sarık, içinde yüzlerce işsiz, güçsüzün, bağdaş kurup cennetin nimetlerini tahayyül ettikleri,binlerce meczubun döndüğü şu tekkeler, bütün bunlar, Türk milletinin mukadderatında hiçbir değişiklik olmadığını gösteren şeyler değil miydi?’(Alp 1936:50-51 Tekin Alp için Lozan muahedesi ile İstiklal harbinin birinci kısmı biter, manevi İstiklal harbi başlar. Bu kez mücadele edilecek düşman, fesler, Türk kadınlarının gözlerini örten bu kalın ve siyah örtüler, içlerinde binlerce mec-zubun döndüğü şu tekkeler, ekonomik ve mali esaret, Bizans’ın levanten muhitlerinden devşirme ifadelere sahip bir nesir, teok-ratik şeriat rejimidir. Atatürk bu ikinci evrede artık anlatının doğrudan merkezindedir. O ‘Çankaya’daki fevkal insan’dır, T.Alp kahramanını bir roman yazarı gibi anlatır: ‘Lozan muahedesinin imzasından sonra Atatürk’ün parolası şu olmuştur:’Harb bitti, yaşasın harb!’Maddi silahlar kahrolsun! Yaşasın manevi silahlar! Yaşasın, ecdaddan intikal eden milli ruhun tecellisi olan manevi silahlar! Etten ve kemikten düşmanları mağlup ettik, hain ve sinsi düşmana karşı, zihniyetimize musallat olan ve milli şuuru tahteşşuura süren yabancı manevi kuvvetlere karşı savaş!.’ (Alp 1936 :55) Bu savaş ‘yeni devleti, yeni vatanı ve yeni Türk’ü ya-ratmak’ için verilecekti. Bu savaşın komutanı Kamâl Atatürk’dü.
113
Atatürk ilkin bu gayede birlikte hareket edeceği kadroları tan-zimle işe başlar. Garb demokrasilerinin ‘millet marifetile ve mil-let için’ prensibinde Tekin Alp kusurlar bulur. Bu kusurlar aşa-ğıdaki satırlardan anlaşılacağı üzere, şefe yer açmak için demok-rasiden fedakarlığı içeren bir boyuta taşınır: ‘Millet için idarei hükümet edilişini anlarız, fakat millet marifetile idare nasıl olur? Bugün ,hiç kimse milli hakimiyet prensibini inkar etmemektedir. Fakat bu hakimiyeti nasıl kullanmalı? Milletin emelini nasıl keş-fetmeli ve nasıl anlamalı? Halk kitleleri şekilsiz ve şuursuz değil midir? (..) Harbde, harekâtı idare, ona kumanda eden, ordu, yani asker kitlesi mi, yoksa erkanı harbiye zabitleri midir? Ma-dem ki herşeyde vücudu idare eden baştır, bütün bir milletin mukadderatının mevzuu bahsolduğu siyaset işinde niçin böyle olmasın?’ (Alp 1936 :72-73)
T. Alp’in satırlarındaki Atatürk özellikle devrimlere karar verdi-ğinde bir mite dönüşür:‘‘Günün birinde, 24 Nisan 1925 te,sabahın saat 5 buçuğunda. herkes ve herşey uykuda iken, Ata-türk şehirden ayrıldı. Nereye gittiğini bilen yoktu (T.Alp 1936 :101). ‘.. günün birinde, daha doğrusu gecenin birinde, Kamâl Atatürk, dimağının içinde aşkla beslediği bir fikri, milli bir sırrı, halka doğrudan doğruya açmağa karar verdi’(Alp 1936 :112). ‘İstanbul’un ve büyük şehirlerin kadınları, peçeleri yırtmak ve Avrupalı hemşireleri gibi şapka giymek için Büyük önder’in bu işaretini bekliyorlardı’(Alp 1936 :123). ‘Bütün millet, hep Büyük Önder’in idaresi altında olarak ve şimdiye kadar birçok defa yaptığı gibi hep aynı şiddetle, maziyi, kendi tarihini fethe atladı. Son dört sene içindeki diğer inkılablarda olduğu gibi, pişdarlar, dinamik hamleyi, yine Çankaya’daki tatbikat mektebinden al-mışlardı.(..) Sakarya ve İnönü’nün Başkomutanı arkeolojik haf-riyat ve tarihi araştırmalar başkumandanı oldu. Verdiği emirler, maiyetindeki kıtaları birkaç kilometre ileri değil, belki birçok asırlar geriye sevketmektedir’(Alp 1936:136)
Fakat aşağıdaki uzun cümleler kemalist Türkiye’nin Batı’yla olan benzerlik arayışlarındaki sınırları gösterme açısından benzersiz-dir: ‘Kemalizm doktrini ve ideolojisi, ancak hadisatın ve sarih
114
vakıaların ışığı altında tarif edilebilir. Kemalist fikirler ve pren-sipler, klasik kelimeler ve formüller içine sıkıştırılamaz. Zaruri ve sadece işari mahiyette olarak kullanılan bu formüllere değer verecek olursak, Kemalizm’in tezadlarla dolu olduğu vehimesine kapılırız. Misal olarak birkaç tipik hal zikredelim: Kemalizm demokratik midir? Evet, çünkü Partinin 6 remzinden biri de-mokrasiden bahseder. Fakat, Kemalizm’in amiyane manasile demokratik olmadığını sık sık görmekteyiz. Yeni Türkiye’nin en salahiyetli söz sahipleri, her fırsat düştükçe, demokrasiyi açıkça zemmetmekte tereddüd göstermiyorlar. Kemalizm’in çok şiddet-li bir disiplin taraftarı, çok otoriter bir rejim olduğu hiç kimse için bir sır değildir. Bu ise, klasik telakkilere göre, demokratik prensiplerin tam zıddıdır. Kemalizm liberal midir? Evet, zira iliklerine kadar Cumhuriyetçidir ve esas prensibi sınıf farkı gö-zetmeksizin bütün millet efradının refah ve inkişafıdır. Maama-fih, tatbikat sahasında, ferdin hürriyeti mahduddur. Devlet mü-dahalesi, millet faaliyetinin her şubesine şamildir. Kemalizm millici midir? Evet, hem de koyu millicidir. Hatta millicilik, Par-tinin başlıca remizlerinden birini teşkil eder. Buna rağmen, milli telakki edilen bütün ananeler yıkılmakta, yahud yok olmaktadır; milletin şuurunda derin surette kök salmış akideler, bîmuhâbâ, arka arkaya sökülüp atılmıştır. Şu halde Kemalizm, şeniyet ile ideoloji arasında tezadlardan ve tenafürlerden ibaret midir? İşte bundan dolayı, Kemalist akide ve ideolojiden bahsetmek için realiteyi göz önüne getirmek ve klasik kelimelerle klasik formül-lerin, Kemalist zimamdarların ağzında, başka yerlerde kullanıl-dığından büsbütün ayrı mana ve mefhum taşıdığını nazarı itiba-ra almak lazımdır’(Alp 1936 :201-202).22
22 Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı Atatürk Döneminde Kemalist Metinler: A’râfda Bir Kemalizm: Tekin Alp ve Kemalizm (1936) Yrd.Doç. Dr. Mehmet ÖZDEN*
115
XIII...Şu anda kolları karnının altında saklı bir ahtapot gibi, bir koluyla Suriye, öbür koluyla Irak, daha öbür kollarıyla da Kuveyt, Hicaz, Mısır ve Libya istikametle-rini kollayan bu rolünün tahakkukuna zemin hazırla-mak için bir dünya felâketine muhtaç bulunan, bunun için de Rus-Amerika rekabetini kızıştıran ve türeme-üreme yatağı emperyalizmayı besleyen, kısaca topye-kûn medeniyetleri eritme yolunda büyücü kazanını durmadan karıştıran, yalnız O...
Bu bölüm için istifade edilen İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu isimli raporda kısaca İsrail’in tarihine, sosyal yapısına ve siyasi oluşumlarına değinilmekte ve İsrail çalışmalarına giriş mahiye-tinde muhtasar bilgi ve analizler sunulmaktadır. Birinci bölümde erken dönem İsrail’in siyasi ve sosyal yapısı ele alınmakta ve İsrail’in kurucu aktörleri, yapıları ve ideolojileri tartışılmaktadır. Bu bölüm İsrail’deki güncel siyasi oluşumları daha iyi anlamak adına bir arka plan oluşturmaktadır. İkinci kısımda İsrail’in seçim sistemi, parlamento yapısı ve yargı sistemi incelenmekte ve sıklıkla seçimlerin yapıldığı bir ülke olan İsrail’in siyasal sis-temine dair önemli ipuçları verilmektedir. Üçüncü bölümde ise İsrail’in önde gelen siyasi partileri incelenmekte, liderlerinin biyografik analizi verilmekte ve partilerin tartışmalı meselelere karşı tutumları ve seçmen kitleleri değerlendirilmektedir. Bu çalışmada seçim öncesi ittifaklardan ve seçim sonrası birleşme arayışına girecek partilerden ziyade İsrail siyasetinin ana dama-rını temsil eden siyasi partilere ağırlık verilmiştir. Son bölüm İsrail’in askeri yapısını ve hem sağ hem de sol kesimden belli başlı sivil toplum kuruluşlarını incelemektedir. STK’larla siyaset yapımı arasındaki bağlantıya da değinilen bu bölümde ülkede güçlenen sağ kesimin sosyal tabanına da daha yakından bakma fırsatı sunulmaktadır. Sağcı STK’lara nazaran daha az etkin olsa-lar da solcu STK’lar üzerinden İsrail toplumundaki aykırı sesleri tanıyabilme imkanı verilmektedir. Aynı bölümde İsrail yayılma-cılığının ve işgalinin ana vasıtası olan yerleşimler üzerinde du-rulmakta ve yerleşimlerin barışın önündeki en büyük engeller-den birisi olduğu tezi işlenmektedir. Son olarak da fiziken Orta-
116
doğu’da yer alan İsrail’in zihni coğrafyası irdelenmekte ve İs-rail’in dünya kamuoyunda yılmaz savunucusu olan Amerikan ve Avrupa diasporasından, kurdukları lobi kuruluşlarından ve faa-liyet alanlarından bahsedilmektedir. Eser hazırlanırken İbrani-ce’den Arapça’ya, İngilizce’den Türkçe’ye birçok kaynaktan fay-dalanılmış ve İsrail’e dair temel malumat en güncel şekliyle ve-rilmeye çalışılmıştır. Bu haliyle elinizdeki eser, hem İsrail’in genel siyasi yapısını hem de yaklaşan parlamento seçimlerini anlama kılavuzudur.
Diaspora
Amerikan Diasporası
Amerika’ya göç eden ilk Yahudi toplumunu, 1492’de İspanya’dan sürülmelerinin ardından yerleştikleri Hollanda’dan 17.yüzyılda Yeni Dünya’ya geçen Seferad Yahudiler oluşturmuştur. Kıtaya yerleştikleri ilk dönemden itibaren finans ve ticaretle uğraşarak güç kazanan Yahudi toplumu New York ve New Port gibi liman kentlerinde yoğun olarak yaşamaya başlamıştır. Yahudiler, Ame-rikan Bağımsızlık Savaşı sırasında küçük bir topluluk olmalarına karşın, savaş için sağladıkları mali destekle yeni kurulan ABD’de daha iyi bir konum elde etmeye başlamışlar, yine bu tarihten itibaren Yahudi olmayanlarla da iyi ilişkiler geliştirmişlerdir
Askeri, Siyasi ve sosyal yapılar
19.yüzyılın başlarından itibaren Almanya ve Doğu Avrupa kö-kenli Eşkenazi Yahudilerin ABD’ye göç etmesiyle birlikte ülke-deki Sefarad ve Eşkenazi nüfus dengesi Eşkenaziler lehine de-ğişmiştir. Bu dönemde gelen Yahudi göçmenler New York, Chi-cago, Detroit ve Cleveland gibi şehirlerde yoğunlaşmışlardır. 19.yüzyılın ikinci yarısı ve 20.yüzyılın başlarında Rusya’da devlet politikası haline gelen anti semitizmi takiben Rusya’dan Ameri-ka’ya yeni bir göç dalgası başlamış, bu dönemde ABD’ye göç eden Yahudilerin tamamını dönemin Rusya topraklarından göç
117
eden Yahudiler oluşturmuştur. Yahudilerin Amerika’ya yönelen son büyük göç dalgasını ise II. Dünya Savaşı öncesinde Nazi Almanya’sının uyguladığı soykırımdan kaçan Yahudiler oluş-turmuştur. Böylelikle, ABD’de 20.yüzyılın başlarında 1,5 milyon olan Yahudi nüfusu, Avrupa’dan gelen son göç dalgası ile birlikte bugün 5 milyonu aşmıştır. Günümüzde nüfusu 6 milyona ulaşan ve New York, Miami, Los Angeles, Philadelphia ve Chicago’da yoğun olarak yaşayan Amerikan Yahudi toplumu, güçlü bir ce-miyet yapılanması üzerine inşa edilmiştir. Yahudilerin günlük ve toplumsal hayatına ilişkin tüm bağlantılar, belirli organizasyon-lara bağlı olan gönüllü yerel kurumlar aracılığıyla gerçekleşmek-te ve bu organizasyonlar aracılığı ile Yahudilerin bireysel ve top-lumsal ihtiyaçlarına cevap verilmektedir. Yerel düzeyde örgütle-nen bu kuruluşların bir arada hareket etmesi için de ülke gene-linde üst organizasyonlar bulunmaktadır.
Yahudi Federasyonları Konseyi
Council of Jewish Federations (CJF), B’nai B’rit, Hadasa ve American Jewish Congress gibi organizasyonlar, güçlü yerel ağlara sahip olmaları ve etkin faaliyetleri nedeniyle öne çıkmak-tadır. İsrail’in kuruluşundan önce kurumsallaşan bu organizas-yonlar, Amerika’da yaşayan Yahudi toplumunun yardımlaşma ve dayanışmasını hedeflemektedir. Yahudi Federasyonları Konseyi (CJF), cemaatin büyük kısmına gerekli fon ve yardımları sağla-maktadır. Amerikalı Yahudilerin dayanışmasının sağlanmasın-da önemli rol oynayan örgütlerden biri olan B’nai B’rith, ABD’nin en eski Yahudi yardımlaşma örgütüdür. 1843’te Yahudi toplumunun ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan örgütün bu-günkü üye sayısı yarım milyona ulaşmıştır. Örgütün İsrail ve Ortadoğu ajandasına bakıldığında, terörizmle mücadele, İsrail’in meşru müdafaa hakkının savunulması, İran’ın nükleer silahlan-masının önlenmesi, Kudüs’ün bütünlüğünün korunması ve İs-rail’in güvenlik endişelerinin garantiye almak kaydıyla İsrail- Filistin sorununun çözümünde diyaloğun desteklenmesi gibi başlıklar ortaya çıkmaktadır. 1912’de Yahudi toplumu arasında yardımlaşma örgütü olarak kurulan Amerikalı Siyonist Kadınlar
118
Örgütü Hadasa antisemitizme karşı kampanyalar yürütmüş, bugün ise İsrail’de yaşayan Yahudilerle özellikle eğitim ve sağlık alanında işbirliğini öne alan bir örgüt haline gelmiştir.1880’li yıllarda Çarlık Rusya’sındaki Yahudi aleyhtarlığı nedeniyle bu topraklarda yaşayan Yahudilerin ülkelerini terk etmeleriyle şe-killenen ve Fransa’da yaşanan Dreyfus Olayı ile doruk noktasına ulaşan Siyonizm, ABD diasporası arasında hemen bir karşılık doğurmamıştır. Yine de ABD Yahudileri arasında gerek bulun-dukları ülkelerdeki antisemitizmden kaçarak ABD’ye göç eden Yahudilerin getirdiği Siyonist fikirler doğrultusunda, gerekse Avrupa’da yaşanan Holokost’ın etkisiyle Siyonizm yayılmaya başlamıştır. Siyonizm’in ABD Yahudileri arasında taraftar bul-masında 1929 Büyük Bunalımı sonrasında yaşanan genel eko-nomik krizin etkisi de büyük olmuş, bu dönemde Yahudi karşıt-lığından çekinen Yahudi cemaati arasındaki bağ daha da güç-lenmiştir. Ekonomik bunalımın etkisiyle ABD’de Yahudi aleyh-tarlığının yayılacağı endişesine sahip Yahudiler, önceleri soykı-rımdan kaçan çok sayıda Yahudinin ABD’ye göç etmesine kaygı ile yaklaşmış, ancak Hitler Almanya’sının gerçekleştirdiği soykı-rımın ABD’de Yahudilere karşı sempati yaratmasıyla beklenile-nin tam aksi bir durum ortaya çıkmıştır. ABD Yahudileri arasın-da yayılan Siyonizm, bu toplumda Avrupa’dakine kıyasla farklı şekilde tezahür etmiştir. Zira Avrupalı Siyonistler arasında Siyo-nizm’in nihai hedefi, dünyanın dört bir tarafına yayılan Yahudi-lerin Filistin’e büyük göçü olarak görülmekteyken, Amerikalı Yahudiler Siyonizm’i Filistin’e göç etmek yerine bu topraklarda Yahudi devletinin kurulması ve güçlü bir şekilde varlığını sür-dürmesi için bu devlete her türlü desteğin sağlanması olarak görmüş ve bu vizyon Siyon’suz Siyonizm olarak adlandırılmıştır. Siyonizm’in ABD siyasetinde güç kazanmasının önemli nedenle-rinden biri de ABD’de yaygın olan Evanjelizmin ve Protestanlı-ğın çeşitli kollarının Siyon hareketine dini olarak bağlı olmaları-dır. İsrail Lobisinde de oldukça etkin konumda olan Yeni Muha-fazakar Hıristiyanlar, İsrail’in desteklenmesine ABD’deki Yahu-dilerden çok daha etkin şekilde destek vermiştir. Savaş sonrası dönemde, Amerika’daki Yahudi toplumunda önemli değişiklikler
119
meydana gelmiştir. Nitekim bu dönemde ABD’nin II. Dünya Savaşı’na kadar izlediği yalnızcılık politikasını sonlandırmasıyla birlikte Amerikalı Yahudiler de içe dönük yaşam tarzını terk ederek uluslararası politika ile özellikle de İsrail’le ilgilenmeye başlamıştır. Ayrıca bu dönemde hem ABD bir dünya gücü haline gelmiş, hem de Nazi Almanya’sının Yahudi soykırımını takiben Dünya Siyonist Hareketi merkezini ABD’ye kaydırmıştır. Ameri-kan Yahudi diasporası, ABD nüfusunun %2’lik bir oranını oluş-turmasına karşın, gerek sahip olduğu ekonomik avantajlar yo-luyla, gerekse ABD siyasetinde oldukça etkin durumda olan İs-rail Lobisi sayesinde oldukça güçlü etki alanına sahiptir. ABD’li Yahudiler, ülke ekonomisinde etkin oldukları bankacılık, borsa, emlak ve eğlence sektörü ile çok önemli bir güç haline gelmişler-dir. ABD Yahudi diasporası sahip olduğu bu ekonomik avantaj sayesinde seçim kampanyalarında oldukça etkin bir rol oynaya-rak yerel ve ulusal düzeyde pek çok adayın seçim kampanyasına büyük meblağlarda bağışlarda bulunmakta ve böylece ülkede nüfuslarından çok daha fazla oranla temsil edilmektedir. Bunun yanı sıra çok sayıda Yahudi, başta senatörlük ve milletvekilliği olmak üzere üst düzey çeşitli bürokratik ve siyasi kurumlarda görev yapmaktadır. ABD’deki Yahudi diasporası denilince akla gelen İsrail Lobisi, ülkedeki Yahudi nüfusunun tamamının genel tutumunu yansıtmasa da, geçmişte Yahudilerin yaşadığı baskı ve soykırımlar üzerinden İsrail’in varlığının ve güvenliğinin sağ-lanması için kendi iç ve dış dinamikleriyle ABD’nin karar yapıcı-larını etkilemeye yönelik faaliyetler yürütmektedir. Lobi, ABD dış politikasını İsrail’in çıkarlarıyla örtüşecek şekilde etkilemek için büyük çaba harcayan Amerikalı Yahudilerden, Evanjelist Hıristiyanlardan ve sağcı Yeni Muhafazakârlardan oluşmaktadır. Lobi’nin ABD’deki kurumsallaşması, II. Dünya Savaşı yıllarına uzanmaktadır. İngiliz yönetiminin Filistin’e Yahudi göçü sorunu için hazırladığı Beyaz Kitap’ın, Yahudi göçünün Filistin’de yaşa-yan Araplar üzerindeki olumsuz etkisi hesaba katılarak sınırlan-dırılmasını öngören tutumu karşısında Dünya Siyonist Örgütü İngiltere’ye karşı ABD’nin desteğini aramaya başlamıştır. Bu noktada ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrasında başat güç olarak
120
dünya siyasetinde yer almaya başlamasının da büyük payı bu-lunmaktadır. Diğer yandan ABD’li Yahudiler, Avrupa’da yaşanan soykırımın neden olduğu Yahudi sempatisinin verdiği güvenle ABD’nin İsrail’e her tür destek ve yardım sağlanması için aktif siyasi hareketlerde yer almaya başlamıştır. Bu doğrultuda Ame-rikan karar alma mekanizmasında etkin hale gelmeye başlayan Amerikalı Yahudiler özellikle İsrail’in kurulmasıyla birlikte bu devletin varlığının devamı için ABD’den destek arayışı üzerinde çalışmalarda bulunmuşlardır. ABD’de İsrail lobisinin etkinliği-nin artmasında İsrail’in 1967 savaşını kazanmasının önemli bir rolü olmuştur. İsrail’in bu başarısı, hem ABD Yahudi diasporası arasında Yahudilik milliyetçiliğini ve İsrail desteğini artıran bir etki yaratmış, hem de ABD’nin Soğuk Savaş döneminde Sovyet destekli Mısır’a karşı 1967 savaşından güçlenerek çıkan İsrail’i desteklemesine neden olmuştur. Reagan dönemi ise 1967’den itibaren her geçen gün güçlenen İsrail- ABD ilişkilerinde önemli bir basamak olmuş, bu dönemde İsrail lobisinin pek çok kurumu ortaya çıkmıştır. ABD’deki İsrail lobisi, yüzlerce siyasi ve sosyal örgütü içinde barındırmakta, resmi ve resmi olmayan iki kanat halinde faaliyetlerini yürütmektedir. Yardımlaşma kuruluşu olarak ortaya çıkan B’nai B’rith ve Hadaşa gibi örgütler, İsrail’in kuruluşundan önce Yahudiler arasında yardım ve dayanışmanın artırılması ve ABD’de antisemitizme karşı mücadele faaliyetle-rinde bulunmuş, İsrail’in kuruluşundan sonra ise ABD-İsrail ilişkilerinin güçlendirilmesi için çeşitli faaliyetler yürütmüştür. Siyonist ajandaya sahip ve doğrudan ABD karar yapıcılarını etki-lemeye yönelik siyaset yürüten AIPAC, ZOA,
AJC ve ADL gibi örgütler ise İsrail lobisinin merkezini oluştur-muştur.
Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi
(American Israel Public Affairs Committe), Diğer adıyla Ameri-kan Siyonist Konseyi şemisyesi altında olan AIPAC, 1951’de Washington D.C.deki 14 Siyonist grubun birleşmesiyle oluşmuş-tur. Örgütün amacı İsrail adına Amerika’da kamuoyu faaliyetleri
121
sürdürmektir. Kısa süre içinde İsrail lobisinin en güçlü örgütü olan AIPAC, ABD’nin en etkin çıkar grubuna dönüşmüştür. İs-rail’in 1967 savaşı sonrasında ABD’nin dış politikasındaki öne-minin artması üzerine AIPAC’in de ABD dış politikasındaki etki-si artmıştır. 1967 savaşı sonrasında daha da güçlenen örgüt, ABD Savunma ve Dışişleri Bakanlığı üzerinde artan bir etkiye sahip olmaya başlamıştır. Kongre üyeleri ile doğrudan bağlantı kuran örgüt üyeleri, ABD dış politikasında, özellikle Ortadoğu’da ol-dukça etkin hale gelmiştir. İsrail’e verilen desteğin yanı sıra mali yardımda da AIPAC’in büyük rolü bulunmaktadır. ABD-İsrail ilişkileri konusunda ABD’deki en etkin organizasyonu olan AI-PAC’ın Demokrat ve Cumhuriyetçi kanattan olmak üzere 100 bini aşkın üyesi bulunmaktadır. AIPAC üyeleri, bürokraside ve diplomaside üst düzey görevler yürüten, siyasette etkin olan ya da akademinin önde gelen isimlerinden oluşmakta ve üyeleri Senato’da ya da Temsilciler meclisindeki tüm oturumlara katıl-maktadır. ABD ve İsrail arasındaki ilişkileri güçlendirmek ama-cıyla kurulan örgüt, İsrail’e mali yardım, hükümetler arası işbir-liği ve terörle mücadele konusunda ikna etmek için Kongre üye-leri ile düzenli olarak bir araya gelmektedir. Pek çok ABD lideri, önemli siyasi figürler AIPAC’te konferans vermektedir. Örgüt, Filistin konusunda iki devletli çözümü savunmakla beraber, İsrail’in Yahudi karakterini öncelemekte ve kurulacak Filistin Devletinin silahsızlanmasını istemektedir. Likud Partisi’nin ge-nişlemeci ve saldırgan politikalarını savunan, Oslo Barış Anlaş-maları dâhil olmak üzere Filistinlilerle ve Arap dünyası ile tüm anlaşma ve müzakerelere karşı şüpheli yaklaşan AIPAC, bölgede terörle mücadelede ABD ile işbirliği yapacak tek demokrasinin İsrail olduğu argümanını ve İsrail’in sert politikalarına yöneltilen eleştirileri antisemitizmle itham etme metodunu kullanarak ABD’nin İsrail’e şartsız desteğini sağlamaya çalışmaktadır. AI-PAC dışında, 1898’de kurulan Siyonist örgüt ZOA Zionist Orga-nization of America (Amerika’nın Siyonist Örgütü), 1906’da kurulan ve İsrail’in ve dünya genelindeki Yahudilerin güvenlik ve refahını amaçlayan American Jewish Commitee (AJC) ve anti-semitizme karşı çalışmalar yürüten Anti Defamation League
122
(ADL), İsrail Lobisinin önde gelen örgütleri arasında yer almak-tadır. Sadece lobicilik faaliyetleri için yılda yarım milyon dolar harcayan ADL, 2011’de ABD üniversitelerinde İsrail karşıtı ey-lemlerin yaygınlaşmasına karşı girişimlerde bulunmakta ve kampüslerde Filistin yanlısı eylemlerin düzenlenmemesi için üniversite yönetimlerine baskı yapmaktadır. Bu örgütlerin yanı sıra, 1916’da American Jewish Commitee’den ayrılan Doğu Av-rupa Yahudi göçmenleri tarafından kurulan Siyonist bir örgüt olan Amerikan Yahudi Kongresi (American Jewish Cong-ress) de İsrail Lobisinin önde gelen örgütlerindedir. Öncelikli olarak İsrail’in güvenliğinin sağlanmasını hedef alan örgüt, İs-rail’in NATO’daki rolünü artırmak için çalışmalarda bulunmak-tadır.
ABD’deki İsrail Lobisi’nin önde gelen kuruluşlarından birisi de Ulusal Güvenlik İşleri Yahudi Enstitüsü’dür (JINSA- Jewish Institute for National Security Affairs). 1973 Yom Kippur savaşı-nın ardından 1976’da kurulan bu düşünce ve araştırma kurulu-şunun misyonu, ABD ulusal güvenlik kuruluşları ve kamuoyunu İsrail ve ABD’nin güvenlik çıkarlarının örtüştüğüne ikna etmek-tir. Kuruluş, ABD’nin ihtiyacı olan ulusal güvenlik stratejisinin İsrail ve ABD arasındaki güvenlik işbirliği ile inşa edileceğini savunmaktadır. Washington merkezli sağcı bir kuruluş olan JINSA, İsrail ve ABD’nin stratejik işbirliğine yönelik çalışmalar yapmakta, bu doğrultuda terörizme ve ‘haydut’ devletlerin silah-lanmasına karşı iki ülke arasında füze savunma sistemleri ve güvenlik stratejileri üzerine işbirliğinin sağlanmasına yönelik faaliyetler yürütmektedir. ABD savunma sanayiinin önde gelen isimleriyle yakın ilişkilere sahip kuruluş, 17 bin civarındaki üye-sinden aldığı bağışlarla finanse edilmektedir. JINSA’nın Obser-ver, Journal of International Security Affairs ve Islamic Extre-mism Newswatch gibi periyodik yayınları da bulunmaktadır. Lobinin akademi dünyasındaki etkisi de azımsanamayacak ölçü-dedir. Akademisyenlerin İsrail ve ABD dış politikasına ilişkin çalışmalarını yakından takip eden lobinin bu konudaki en büyük silahı İsrail karşıtı yapılan yayınların antisemitik olarak değer-lendirilmesi ya da İsrail’in varlık hakkının sorgulanması olarak
123
algılanmasını sağlamaktır. ABD İsrail Lobisi, ülkedeki düşünce kuruluşları üzerindeki etkisinin ötesinde 1985’te kendi düşünce kuruluşu olan WINEP’i (Washington Instititute For Near East Policy) kurmuştur. WINEP, İsrail’le olan bağlantısını öne çıkar-masa da, kurumun kurucu ve yöneticileri İsrail’le derin bağlantı-sı olan isimlerden oluşmaktadır. ABD’deki İsrail lobisi aynı za-manda Eski Ahit’te bahsi geçen Yahudi topraklarına uygun ola-rak bir İsrail devletinin kurulmasını dinî bir hedef olarak gören Evanjelik Hıristiyanları da içinde barındırmaktadır. Lobide yer alan ve Hıristiyan Siyonistler olarak adlandırılan Yeni Muhafa-zakârlar, İsrail’in öncelenmesinde pek çok Yahudiden daha aktif davranmaktadır. ABD’deki İsrail Lobisi, Batı Şeria ve Gazze’deki işgalin desteklenmesini ve ABD’nin İsrail’e silah ve mali yardı-mın sağlanması için çalışmaktadır. Amerikalı Yahudi liderler, İsrailli yetkililerle sıklıkla temas halindedir. Lobicilik faaliyetle-rini yürütenler, İsrail siyasetini eleştiren fikirlere karşı oldukça ön yargılıdır. ABD’deki İsrail Lobisinin stratejisi, Kongre ve ya-sama organının aldığı kararları etkilemek ve Amerikan kamuo-yunda İsrail’e ilişkin olumlu imaj oluşturmak üzerine kurulmuş-tur. Lobinin en etkin olduğu alan, İsrail’in eleştirilerden muaf olduğu bir atmosfer oluşturulan Kongre’dir. Bu noktada AIPAC, tek başına Kongre üzerinde oldukça büyük bir etkiye sahiptir. ABD seçim sisteminin ağırlıklı olarak finansal güce dayanması, lobinin ajandası ile örtüşen adayların desteklenmesine, projelere destek vermeyen adayların ise büyük ölçüde İsrail karşıtlığı ve antisemitizmle suçlanarak karşı kampanyalar düzenlenmesine neden olmaktadır. Lobinin Filistin sorununa yaklaşımı, İsrail sağ kanat partileri ile örtüşecek şekilde oldukça sert çizgiler taşımak-tadır. İsrail Lobisi’nin etkin gücü sayesinde ABD, işgal edilen topraklardaki İsrail genişlemeciliğine imkân sağlamaktadır. Lobinin İsrail’in politikalarını eleştiren her düşünce ve adımın antisemitik olarak algılanması yönündeki çabaları ise, hem İs-rail’in saldırgan tavrının hem de Filistinlilere yönelik sert tutu-munun ve insan hakları ihlallerinin sorgulanmasının önünde büyük bir engel teşkil etmektedir. Oslo Anlaşmalarının uygu-lanmasına, Suriye ile olası bir barışa ve genel olarak bölgenin
124
istikrarı ve güvenliğine ilişkin her türlü girişime karşı çıkan Lobi, bu sayede hem İsrail’in hem de bölgenin güvenliğini tehlikeye sokmaktadır. Bununla birlikte Lobi, Amerika’da yaşayan Yahu-dilerin genel tutumunu yansıtmamaktadır. Amerikalı Yahudile-rin İsrail- Filistin sorununa bakışında lobi, sağcı ve uzlaşmaz bir tutum sergilerken lobi faaliyetleri dışında kalan Yahudilerin önemli bir kısmı konuya daha liberal bir yaklaşımla eğilmekte-dir. Bu görüşe uygun olarak ülkede İsrail’in politikalarını eleşti-ren ve bu politikalar aleyhine kampanyalar düzenleyen pek çok Yahudi bulunmaktadır.
Diğer yandan Amerika’daki Yahudilerin önemli bir kısmı, İs-rail’le doğrudan bir bağı olmadığını ifade etmektedir. 2004’te yapılan bir araştırmaya göre Amerikalı Yahudilerin %36’sı İs-rail’le duygusal bir bağının olmadığını ifade etmiştir. ABD’de diğer Yahudi örgütlerden farklı olarak İsrail’le yan yana yaşaya-cak Filistin devletinin kuruluşuna destek veren örgütler de bu-lunmaktadır. 2008’de Jeremy Ben Ami liderliğinde kurulan J Street bu örgütlerin başında gelmektedir. Kendisini İsrail ve barış yanlısı olarak tanımlayan örgüt, Filistin devletinin kurulu-şuna verdiği destek nedeniyle İsrail’in tepkisi ile karşı karşıya kalmaktadır. Arap- İsrail sorununun çözümünde barışçıl yön-temlere gündemde tutmak için çaba sarf eden örgüt, Aralık 2008’deki Dökme Kurşun Operasyonu sırasında İsrail’e acil ateşkes çağrısında bulunmuştur. J Street, barışın tesisi için Go-lan Tepelerinin Suriye’ye bırakılmasını, İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesini ve Kudüs’ün paylaşılmasını savunmaktadır.
Avrupa Diasporası
Avrupa’ya doğru ilk Yahudi göçleri Roma İmparatorluğu döne-minde başlamıştır. Fransa’da ve Almanya’da 4. yüzyılda, İspan-ya’da ise daha erken tarihlerden itibaren oluşmaya başlayan Yahudi cemaatleri, 8. ve 10. yüzyıllar arasında belirgin bir top-luma dönüşmeye başlamıştır. Avrupa’daki Yahudiler, Orta çağ
125
boyunca büyük çapta bir toplumsal ve siyasal baskı ya da dış-lanma ile karşılaşmamıştır. Monarşilerin idaresinde yaşayan Yahudilere koruma sağlanmış, bu halka yönelik saldırılar ceza-landırılmıştır. Bu durumun sebebi olarak, Kilise tarafından Hı-ristiyanlara yasaklanan bankerlik işini yapan ve ticaretle uğraşan Yahudilerin elde ettiği yüksek gelirden alınan vergiler gösteril-mektedir. Bununla birlikte, Avrupa’daki Yahudi toplumunun ekonomik olarak gelişmesi, Hıristiyanların bu topluma karşı tavır almasındaki en büyük nedenlerin de başında gelmiştir. Ekonomik sebeplerin yanı sıra Hıristiyanlıkta İsa Mesih’in Ya-hudiler tarafından öldürüldüğü inancı, Avrupa’daki Yahudilerin Hıristiyanlar tarafından baskı altına alınmalarının diğer önemli sebebi olmuştur. Bu doğrultuda Haçlı Seferleri sırasında saldırı-lara maruz kalan Yahudiler, 13. yüzyıldan itibaren Yahudi karşıtı ayaklanmalar ve salgın hastalıklar nedeniyle İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya gibi Batı Avrupa ülkelerinden ko-vulmaya başlamıştır. Batı Avrupa’daki ülkelerden kovulan Ya-hudilerin büyük bir kısmının Polonya’ya yerleşmesiyle temel olarak Doğu ve Batı olmak üzere iki farklı Yahudi Avrupası şekil-lenmiştir. Batı Avrupa’daki Yahudiler, çeşitli dönemlerde baskı-lara maruz kalmalarına karşın 18. yüzyıldan itibaren özellikle Fransız İhtilali sonrasında yayılan Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik doktrini doğrultusunda diğer halklarla eşit haklar elde etmeye başlamışlardır. Ayrıca 18. yüzyılda yaygınlaşan Aydınlanma’nın ardından doğan hoşgörü ortamı da Yahudi hayatını serbestleş-tirmiş, bu dönemde Yahudilerin Avrupa’nın kültürel, bilimsel, sosyal ve siyasal hayatındaki etkileri ve katkıları önemli ölçüde artmıştır. Diğer yandan Batı Avrupa’daki Yahudiler, 19. yüzyıl-dan itibaren yayılan antisemitizme karşı mücadelede, milliyetçi-lik akımları doğrultusunda yaşadıkları ulus devletler içinde asi-mile olarak vatandaşlık elde etme yolunu benimsemişlerdir. Doğu Avrupa’da ise, özellikle 18. yüzyılda Polonya’nın bölünmesi sonrasında Rusya’da kalan topraklarda yaşayan Yahudiler yoğun şekilde baskı ve şiddete maruz kalmışlardır. 19. yüzyılda ulus bilincinin yayılmasıyla Rusya başta olmak üzere Avrupa genelin-de yayılan antisemitizmin etkisiyle Doğu Avrupa’da, özellikle de
126
Yahudi diasporanın temel yerleşim yerleri olan Rusya ve Polon-ya’da pek çok Yahudi, başta İsrail olmak üzere ABD, Kanada ve Avustralya’ya göç etmeye başlamıştır. 19. yüzyılın sonlarında Rusya’da devlet politikası haline gelen Yahudi aleyhtarlığı ve ardından Fransa’da meydana gelen Dreyfus Olayı ile birlikte Avrupalı Yahudiler arasında Siyonizm fikri gelişmeye başlamış-tır. Esasen Siyonizm’in ortaya çıkışındaki tarihsel arka plan ol-dukça eskidir. Roma’nın Filistin’i işgal ettiği birinci yüzyıldan itibaren Avrupa’ya yerleşmeye başlayan Yahudiler, bir gün tek-rar kutsal topraklara dönme fikrini hem geleneklerinde hem de dini ritüellerinde yaşatmışlardır. 19.yüzyıla gelindiğinde Yahudi-lerin maruz kaldığı baskı ve dışlanma ortamı arttıkça ‘eve dönüş’ hayalinin gerçekleştirilebilmesi için siyasi girişimler başlatılmış-tır. 1880’lerde Rusya’daki Yahudilerin maruz kaldığı pogromlar şiddetlenince Yahudilerin bu baskıdan ancak kendilerine ait bir vatan buldukları takdirde kurtulacakları fikri yaygınlaşmıştır. Bu doğrultuda Avusturyalı bir Yahudi olan Theodor Herzl, Yahudi-lerin tüm çabalarına rağmen var olan Yahudi düşmanlığı nede-niyle Avrupalı milletlerle bütünleşemediğini savunarak Yahudi-lerin zulüm görmekten kurtulmasının tek çaresi olarak gösterdi-ği bir Yahudi Devleti’nin kurulması fikrini “Yahudi Devleti” adlı kitabında şekillendirmiştir. Bu kitabın Doğu Avrupalı Yahudiler üzerinde büyük etkisinin olduğunu söylemek gerekmektedir. Rusya’da Yahudilerin uzun süreli baskıya ve şiddet olaylarına maruz kalması ve 1894’te Fransa’da yaşanan Dreyfus Olayı son-rasında Herzl öncülüğünde Yahudi sorununa çözüm olarak ulu-sal devlet arayışı başlamış ve bu doğrultuda vatan arayışına giri-şilmiştir. 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk Dünya Yahudi Kongresi’nde kurulan Dünya Siyonist Teşkilatı ile Yahu-dilerin örgütlenmesi ve devlet kurması için gereken somut siyasi adımlar atılmaya başlanmıştır. Teşkilatın başkanı Herzl’n bu tarihten itibaren aradığı siyasi destek I. Dünya Savaşı koşulla-rında oluşmuş, İngiltere’nin 1917’de hazırladığı Balfour Dekla-rasyonu ile Filistin’de Yahudilere bir yurt oluşturulması kararı alınmıştır. Avrupalı Yahudilerin maruz kaldığı en büyük şiddet olayı Nazi Almanyası döneminde gerçekleşen Holokost olmuş-
127
tur. 1933’te Şansölye olan Hitler, Yahudi kimliği üzerine Yahudi sorunu adını verdiği yeni politikalar geliştirmiş, öncelikle kamu görevlerinden uzaklaştırdığı Yahudilerin 1935’de çıkarttığı Nü-renberg Yasaları ile vatandaşlık hakları ellerinden almıştır. Bu dönemde ekonomik krizler, ırkçı Yahudi düşmanı yasalar ve savaşın yaklaştığı korkusu ile birçok Yahudi Avrupa’dan kaçarak Filistin, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’ne yer-leşmiştir. 1933-1945 yılları arasında Almanya, Avusturya, Polon-ya ve Fransa’nın bulunduğu ülkelerde yaklaşık “6 milyon” Yahu-di sistemli bir şekilde katledilmesi ile Avrupa’daki Yahudi nüfusu büyük oranda yok olmuştur. Günümüzde Avrupa’daki Yahudi nüfusu, yaklaşık 1,5 milyon civarındadır. Bu nüfusun 1 milyon 100 bini AB sınırları içerisinde yaşamaktadır. Yahudi nüfusunun artan bir şekilde Batı Avrupa’da yoğunlaştığı Avrupa diasporası-nın 500 bini Fransa’da, 300 bini İngiltere’de, 120 bini Alman-ya’da yaşamaktadır. Nüfusun diğer
kısmı Belçika, Macaristan, İtalya ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşamaktadır. Sovyetlerin dağılma süreci ve sonrasında bu top-raklarda yaşayan 1 milyona yakın Yahudi, İsrail başta olmak üzere çeşitli bölgelere göç etmiştir. Günümüzde eski Sovyetler Birliğini oluşturan cumhuriyetlerde, 200 bini Rusya Federasyo-nu’nda olmak üzere toplam 330 bin Yahudi yaşamaktadır. Birin-ci yüzyılda Kudüs’teki Mabed’in Romalılar tarafından yıkılması-nın ardından Avrupa’da varlık göstermeye başlayan Yahudiler, Avrupa dilleri ve kültürleri ile etkileşim içinde olmuşlardır. Ken-dilerini Avrupa’nın kurucu öğelerinden biri olarak gören Avru-palı Yahudiler, kimliklerini de Avrupalı olarak tanımlamaktadır. Bu doğrultuda Avrupa Yahudi diasporası Avrupa’ya sonradan göç eden azınlıklarla bir tutulmamaktadır. Bu durumla bağlantılı olarak İsrail’e Avrupa’dan göç eden Yahudiler, kendilerini Avru-pa’ya ait hissetmekte, İsrail ve Avrupa arasındaki tarihsel ve kültürel bağlar nedeniyle İsrail’deki pek çok siyasi parti AB üye-liğini savunmaktadır. Bulundukları topluma uyum sağlamak için asimilasyon politikası izleyen Avrupa diasporasının bazı küçük ultra-Ortodoks gruplar dışında yakın zamanda yok olacağı ve Avrupa’da Yahudi kimliğinin silineceği savunulmaktadır. Bu-
128
nunla birlikte Holokost sonrasında Avrupa’daki Yahudi kimliği tekrar gündeme gelmiş, bu konuya dikkat çekilecek çeşitli çalış-malar da yapılmıştır. Bu doğrultuda Avrupa’daki Yahudilerin artık eskiden olduğu gibi asimilasyon yanlısı politikaları savun-mak yerine bulundukları sosyal, siyasal ve kültürel ortamlarda dinlerine e kimliklerine vurgu yaptıkları söylenmektedir. Yine de II. Dünya Savaşı sonrasında bugün üç büyük Yahudi merkezi olan Avrupa, İsrail ve ABD arasındaki Yahudilerin temsili ve güç merkezi açısından hiyerarşi sıralamasında büyük değişim oldu-ğunu ve İsrail’in öncü merkez haline gelmesi ve ABD diasporası-nın Lobi faaliyetleri aracılığı ile dünya siyasetinde güç kazanması sonrasında Avrupa diasporasının eski merkezi konumunu yitir-diğini söylemek mümkündür. Avrupa, ABD’ye göre siyasi olarak daha parçalı bir yapıya sahip olması nedeniyle buradaki Yahudi diasporasının homojen bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Mevcut bazı ortak organizasyonlara karşın, Avrupa diasporasının tarihsel olarak farklı cemaatler halinde örgütlendiği ve bu cemaatler arasında önemli kültürel farklılıkla-rın olduğunu belirtmek gerekmektedir. Sovyetlerin çöküşünden itibaren de Avrupa’daki Yahudi toplumuna ait organizasyonlarda önemli değişimler yaşanmaya başlamıştır. İsrail ve ABD’de bu-lunan organizasyonların özellikle Doğu Avrupa’daki Yahudiler üzerindeki etkisi artmış, bu organizasyonlar bölgedeki Yahudile-rin din, eğitim, kültür ve sosyal hayatında oldukça önemli yer edinmeye başlamıştır. Avrupa’daki İsrail yanlısı Yahudi Lobi-si’nin Avrupa dış politikası üzerindeki etkisini 1917 Balfour Dek-larasyonu’ndan itibaren görmek mümkündür. İngiltere’nin Filis-tin’de Yahudi yerleşimlerini desteklediği 1917 Balfour Deklaras-yonu, Avrupa politikasında Siyonizm’in etkisinin en üst noktası olarak görülmektedir. Günümüzde Lobi’nin Avrupa dış politikası üzerindeki etkisi, İsrail ve Avrupa’nın siyasi menfaat ve stratejik çıkarlardan doğan ilişkisinin doğal sonucu olarak değerlendiril-mektedir. Bu bağlamda İsrail Lobisi’nin, 1914’ten itibaren hem Avrupa’daki emperyal yarışı kullandığı hem de Avrupalı devlet-lerin stratejik çıkarları ile İsrail devletinin kuruluşu arasında bağ kurduğu savunulmaktadır. Avrupa’da faaliyet gösteren pek çok
129
İsrail yanlısı örgütün ABD’de olduğu gibi açık olarak değil de üstü örtülü faaliyet gösterdiği bilinse de, İsrail’in politikalarını savunan ve AB dış politikasını İsrail’le işbirliği doğrultusunda yön vermeye çalışan belli başlı örgütler mevcuttur. Bu örgütlerin başında Avrupa Yahudi Kongresi (EJC) gelmektedir. 1986’da kurulan ve merkezi Paris olan Avrupa Yahudi Kongresi, Avru-pa’nın farklı ülkelerinde yaşayan Yahudi toplulukları tarafından seçilen 40 lider tarafından yönetilmektedir. Kongre, Avrupa’da eğitim adalet ve güvenlik alanları başta olmak üzere antisemi-tizmle mücadele etmek, Avrupa siyasetinin İsrail’e yönelik poli-tikalarında etkin olmak, Avrupalılar ve İsrailliler arasında diya-loğun tesis edilmesi ve Orta ve Doğu Avrupa’da bir zamanlar var olan zengin Yahudi kültürel hayatı yeniden canlandırmayı hedef olarak belirlemiştir.807 Avrupa Yahudi Kongresi, İsrail’in politi-kalarının eleştirilmesini Yahudilerin suçlanması olarak değer-lendirmektedir. Avrupalı Yahudilerin büyük çoğunluğu Siyonizm ve Yahudilik arasındaki ayrımın farklında olmalarına karşın Avrupa’daki İsrail Lobisi bu ikisi arasındaki farklılığı bulandır-maya çalışmaktadır. ABD’deki İsrail Lobisi’nde olduğu gibi Av-rupa Yahudi Kongre’si de İsrail’in izlediği politikalara karşı gö-rüş bildirenleri kolaylıkla antisemit olarak adlandırılmaktadır. İsrail’in hedef alınması, sıklıkla Yahudi varlığının hedef alınması olarak gösterilmektedir. Örneğin EJC, İsrail’in Mavi Marmara operasyonu sonrasında İsrail askerlerinin öldürdüğü 9 kişi hak-kında karalama kampanyası başlatmış, yardım organizasyonunu düzenleyen İHH’nın terör örgütleriyle bağlantılı olduğu yönünde açıklamalarda bulunmuştur. Avrupa’daki İsrail yanlısı kuruluş-lardan birisi de European Friends of Israel’dir (EFI). Avrupa Birliği’nin 27 üye ülkesinin parlamentolarındaki İsrail dostluk gruplarının bir araya gelmesiyle 2006’da kurulan EFI, İsrail’in Avrupa ile olan ortak kültürel değerlerini ön plana çıkaran bir örgüttür. EFI’nin hedefi, AB karar yapıcılarını İsrail ve Ortado-ğu’daki gelişmelere ilişkin bilgilendirmek, Avrupa ve İsrail ara-sındaki siyasi ilişkileri güçlendirmek ve AB’nin İsrail’e olan des-teğini güçlendirmektir. EFI, ABD’nin önde gelen İsrail yanlısı örgütü American Israel Public Committee’yi model almakta ve
130
Likud gibi sağ kanat parti politikalarını desteklemektedir. ABD’deki İsrail Lobisi’nin faaliyetlerini model olarak alan Avru-palı İsrail yanlısı Yahudi kuruluşlarından bazıları, doğrudan ABD İsrail Lobisi ile bağlantılı olarak çalışmaktadır. Bunların başında Amerikan Yahudi Komitesi’nin Avrupa’da faaliyet gös-termek için kurduğu Transatlantic Institute (TAI) gelmektedir. Brüksel merkezli bir düşünce kuruluşu olan TAI, ABD’deki İsrail Lobisi’nin AB’de faaliyet gösteren bir kuruluşudur. ABD ve AB ülkeleri arasındaki ilişkileri güçlendirmeyi hedefleyen kuruluş, AB üye ülkelerinden gelen temsilcilerle 2004’ten bu yana hafta-lık toplantılar düzenlemekte ve transatlantik diyaloğun gelişti-rilmesi için küresel güvenlik, Ortadoğu ve insan hakları konuları üzerine yoğunlaşmaktadır. Avrupa Yahudi Kongresi, iki diğer önemli Yahudi kuruluşu olan B’nai B’rith ve EFI’nin katılımlarıy-la çalışmalarını sürdüren TAI, AB kurumları, AB ve NATO’nun diplomatik temsilcilikleri ve sivil toplum kuruluşlarıyla temas-larda bulunmaktadır. TAI’nin hedefi, antisemitizm ve ırkçılıkla mücadele, terörizm ve nükleer silahlanmanın önlenmesi ve İs-rail-Filistin sorununda iki devletli çözümün tesisi olarak özet-lenmektedir. İsrail- Filistin çatışmasında İsrail hükümetinin resmi çizgisini izleyen kuruluş, özellikle Yahudi yerleşimcilerin korunması hususuna oldukça güvenlikçi perspektiften yaklaş-maktadır. Enstitü çoğu zaman İsrail’in savaş suçlarını örtmeye çalışmakla ve İsrail’i İran’a saldırması gerektiğine dair propa-ganda yapmakla suçlanmaktadır. Avrupalı Yahudilerin kurduğu teşkilatlardan bir diğeri olan B’nai B’rith Avrupa, 1843 yılında kurulan ve dünya çapında faaliyet gösteren yardımlaşma kuru-luşlarından B’nai B’rith’in Avrupa birimidir. Avrupa genelinde 29 ülkeyle temsil edilen
Brüksel merkezli örgütün 5000’den fazla üyesi bulunmaktadır. Kurumun amacı antisemitizm ve ırkçılıkla mücadeleye katkı sağlamak, İsrail’in politikalarının Avrupa nezdinde savunulması ve Avrupa’daki Yahudi kimliğinin, kültürünün ve mirasının ko-runup desteklenmesidir. European Jewish Community Centre ise Avrupalı Yahudilerin kurduğu bir diğer teşkilattır. Örgüt, Avrupa’daki Yahudi kimliğini güçlendirmek ve Yahudi kültürü-
131
nün daha geniş kesimlerce anlaşılmasını sağlamak amacıyla kurulmuştur. Bu kuruluş, sinagoglardaki ibadet ve faaliyetlerin desteklenmesi ve çocuklara yönelik Yahudilik eğitimi verilmesi gibi Yahudi kimliğini ön plana çıkaracak pek çok aktivite düzen-lemektedir. Avrupa’daki İsrail Lobisi, ABD’deki Lobi kadar etkin değildir. Nitekim çoğu zaman, Avrupa Parlamentosu’nun İsrail yanlısı grupların baskılarının üstesinden gelmekte ABD’deki karar yapıcılardan daha başarılı olduğu söylenmektedir. Örneğin İsrail’in Ocak 2009’daki Gazze operasyonu sonrasında Avrupa Yahudi Kongresi (EJC), saldırının savaş suçu sayılmaması için Avrupa Parlamentosu’na oldukça yoğun baskı yapmış ancak Parlamento, İsrail’in söz konusu operasyonda savaş suçu dâhil ciddi ihlallerde bulunduğuna dair deliller sunan Goldstone Ra-poru’nu oy çokluğu ile onaylamıştır. Yine de bu durum, Avrupa Parlamentosunun her zaman İsrail aleyhinde karar verdiğini göstermemektedir. Nitekim 2003’ten bu yana, biri 2006’da Lübnan’a, diğeri 2008-2009’da Gazze’ye yönelik olmak üzere iki büyük saldırı düzenleyen ve Mayıs 2010’da uluslararası yardım filosuna saldırıda bulunarak açık bir şekilde uluslararası hukuku çiğneyen İsrail, AB ile ilişkilerinde her hangi bir sorun yaşama-mıştır. Bu durumun nedenleri arasında İsrail ve Avrupa’nın stra-tejik ve ekonomik işbirliğinin devamı için çalışan ve AB ve İsrail arasındaki ideolojik yakınlığın devamlılığını sağlayan İsrail Lo-bisi’nin çalışmaları büyük önem taşımaktadır. Diğer yandan yine İsrail Lobisi’nde yer alan ve İsrail’in güvenliğinin teminatını dini bir görev addeden Hıristiyan Siyonistlerin Avrupa siyasetindeki etkisi de bu durumun nedenleri arasında sayılmaktadır. Günü-müzde Avrupa Yahudi diasporası Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya’da yoğunlaşmaktadır. Avrupa’nın en geniş Yahudi toplu-munu barındıran Fransa’da 500 bin Yahudi yaşamaktadır Roma döneminden itibaren Fransa’ya yerleşmeye başlayan Yahudiler, Fransız İhtilali sonrasında eşit vatandaşlık hakkı kazanmış, 19.yüzyıldan itibaren ise pek çok alanda oldukça aktif hale gel-mişlerdir. Amerika’ya geçişlerde transit noktası olarak kullanılan Fransa’ya göçler 1900’lerde artmış, bu dönemde Kuzey Afrika, Türkiye, Ukrayna ve Polonya’dan pek çok Yahudi Fransa’ya yer-
132
leşmiştir. Fransa, Nazi Almanya’sından kaçan Yahudilerin de sığındığı bir ülke olmuştur. Mevcut nüfusa II. Dünya Savaşı son-rasında Kuzey Afrika’dan pek çok Yahudi de eklenmiştir. Ülke-nin Yahudi cemaati yaklaşık yarı yarıya Sefaradlar ve Eşkenazi-ler arasında bölünmüş durumdadır. Ülkede pek çok Yahudi oku-lunun yanı sıra Fransızca konuşan Yahudiler için din adamı ye-tiştiren Yahudi İlahiyat Okulu bulunmaktadır. Pek çok üniversi-tede İbranice okutulmakta, Paris Üniversitesi’nde ise Yidişçe eğitimi yapan bir bölüm bulunmaktadır. Ayrıca Yahudiler, aylık ve haftalık olmak üzere pek çok yayına sahiptir. Yine de toplam Yahudi nüfusunun %15’inden azının sinagoga gittiği Fransa’da Yahudi diasporası seküler bir toplum olarak öne çıkmaktadır. Fransa’da Yahudilere ait üç büyük şemsiye organizasyon bulun-maktadır. Bunlardan ilki, 1808’de kurulan ve Fransız Yahudile-rinin merkezi dinsel örgütü olan Consistoire Central Israélite de France’tır. Başhaham öncülüğünde ülkedeki din işleri bu kurum tarafından yürütülmektedir. Fransa’daki ikinci büyük örgüt en önemli seküler Yahudi organizasyonu olan Conseil Représentatif des Institutions juives de France (CRIF), ülkedeki Yahudi Kuru-luşların Temsil Konseyi olup Dünya Yahudi Kongresi’ne ve Av-rupa Yahudi Kongresi’ne bağlıdır. 1943’te Vichy rejimi sırasında Yahudilerin varlıklarının korunması amacıyla kurulan örgüt, savaş sonrasında Avrupa’daki Yahudi toplumunun tekrar inşası için faaliyet göstermiştir. CRIF’in misyonu, Fransa’da ırkçılık ve antisemitizme karşı faaliyet yürütmek ve Fransa siyasetinin İs-rail’le bütünlük ve dayanışma içerisinde olmak kaydıyla Ortado-ğu barışına katkısının sağlanması olarak belirtilmiştir. CRIF ayrıca, İsrail’in yanında kurulacak bir Filistin devletini destek-lemektedir. Fonds Social Juif Unife (FSJU) ise Fransa’daki diğer büyük şemsiye organizasyondur. 1949’da kurulan ve sosyal, kül-türel ve eğitim alanında faaliyet gösteren bir kuruluş olan FSJU, özellikle Fransa’ya yeni göç eden Yahudilerin entegrasyonunun sağlanması için çalışmaktadır. Kuruluş, özellikle genç nesilde Yahudi kimliğinin yerleştirilmesini hedefleri arasında göster-mektedir. Bunların dışında, ülkede Fransa Siyonist Hareketi, Öncü Kadınlar ve B’nai B’rith gibi Yahudi organizasyonları ol-
133
dukça etkin durumdadır. Ayrıca antisemitizme ve Irkçılığa Karşı Ulusal Cephe (LICRA) ve Irkçılık Karşıtı Hareket (MRAP) gibi örgütler yasal olarak antisemitizm yaptırımlarının uygulanması için faaliyet göstermektedir. 1949’da Nazizm’e ve Fransa’nın Nazi yanlısı Vichy rejimine karşı kurulan MRAP, Avrupa’da hem Yahudilerin hem de Arapların en yoğun yaşadığı ülke olan Fran-sa’nın yanı sıra, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı faaliyet yürütmektedir. Fransız Yahudileri, daha İsrail devleti kurulmadan önce Yişuv’daki Yahudilerle bağ-lantı halinde olmuş, Filistin’deki Yahudilerin Filistinlilere düzen-ledikleri saldırıları ve yıpratma eylemlerine maddi ve manevi destek sağlamıştır. 1956-67 arasında Fransa ve İsrail ilişkileri de en üst seviyede işbirliği şeklinde gelişmiş ve bu dönemde İs-rail’in en büyük destekçisi ve silah tedarikçisi Fransa olmuştur. De Gauelle’ün Ortadoğu politikası revizyonu sonrasında ise İs-rail, Fransa desteğinden mahrum kalmış ve bu dönemde Fransa Arapların yanında hareket etmiştir.
Bu durum genel olarak 1981’de Mitterand’ın Cumhurbaşkanlığı-na dek sürmüş, bundan sonra ise Fransa İsrail yanlısı bir tavır sergilemeye devam etmiştir. Avrupalı Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerden biri diğeri de İngiltere’dir. II. Dünya Savaşı sonrasında %40 oranında azalan nüfus sonrasında bugün İngil-tere’de 300 bin kadar Yahudi’nin yaşadığı bilinmektedir. %97’sini Eşkenaziler’in oluşturduğu ve geriye kalan az miktarda-ki Sefarad nüfusun Ortadoğu’dan gelen göçmenlerden oluştuğu İngiltere Yahudileri arasında 19. yüzyıl başbakanlarından Ben-jamin Disraeli gibi önemli isimler de çıkmıştır. 12. yüzyıldan itibaren belirgin bir Yahudi cemaatine sahip olan İngiltere’de Yahudi toplumu bankerlik ve ticaretle uğraşmış, tarihin belirli dönemlerinde ülkeden kovulmuş, sonrasında tekrar bu ülkeye kabul edilmişlerdir. 17. yüzyıl, İngiltere’de yaşayan Yahudilerin bu ülkeye tekrar yerleştiği dönem olmuştur. İngiltere’deki Yahu-di cemaati küçük ve münferit cemaatlerden oluşmaktadır. Bu cemaatler özel kurum statüsüne sahiptir. Bununla birlikte sina-gog toplulukları tarafından seçilen 450 delegeyi içeren Delegeler Kurulu, devlet onayını almış bir kurum olup 1975’te Dünya Ya-
134
hudi Kongresi’nin kurucu üyelerinden birisidir. İngiltere’deki Yahudi yardım kuruluşları arasında öne çıkanlar, B’nai Brith, Joint, Yahudi Ulusal Fonu ve Siyonist Federasyonu’dur. Günü-müzde 120 bin kadar Yahudi’nin yaşadığı Almanya’daki Yahudi varlığı ise 4. yüzyıla dayanmaktadır. Toplumsal olarak örgüt-lenmiş Yahudi cemaatinin 10. yüzyıldan itibaren görüldüğü Al-manya’da 11. yüzyıl itibarıyla çeşitli baskı ve aşağılanmalara ma-ruz kalan Yahudi toplumu, 17. yüzyıldan itibaren daha iyi şartla-ra sahip olmuş, 19. yüzyıldan Nazi iktidarına kadar olan süreçte Almanya’daki Yahudi yaşamında önemli gelişmeler görülmüş-tür.834 1933 Almanya’sında 500 bin olan Yahudi nüfusunun 300 bin kadarı Nazi iktidarının ilk yıllarından Almanya’yı terk etmek zorunda kalmış, 150 binden fazlası ise soykırım kurbanı olmuştur. Tamamına yakını Eşkenazi kökenli olan Yahudi top-lumu oldukça yaşlı bir nüfustan oluşmaktadır. Ülkedeki Doğu ve Batı cemaatleri, Soğuk Savaş’ın sona ermesini takiben 1990’da birleşmiştir. Merkezi Bonn olan Almanya Yahudileri Merkez Konseyi, Dünya Yahudi Kongresi’ne bağlıdır. Babil sürgünü son-rasında Rusya, Ukrayna, Ermenistan ve Gürcistan civarına yer-leşmeye başlayan Yahudiler için Rusya, Yahudilerin uzun dönem yaşadıkları merkezlerden birisi olmuştur. Ancak 19.yüzyıl sonla-rına doğru Avrupa ülkelerinin birçoğunda Yahudilere verilen vatandaşlık hakkı Rusya’daki Yahudilere tanınmamıştır. Rus-ya’nın güneyinde Osmanlı’nın kaybettiği Yahudi nüfusu barındı-ran toprakların ve Polonya’nın parçalanmasıyla Yahudilerin yaşadığı toprakların Çarlık hâkimiyetine girdiği dönemden itiba-ren katı yaptırımlara maruz kalan Yahudiler, 19.yüzyılın sonla-rında artan antisemitizmin neden olduğu büyük göçlerle ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. 1880’lerde başlayan I. Aliya’yı 1905’te II. Aliya takip etmiş, göçler Filistin başta olmak üzere ABD ve Arjantin merkezli olmuştur. III ve IV. Aliya’lar ise 1920’lerde gerçekleşmiş ve ülkedeki Yahudi nüfusu büyük oran-da azalmıştır. Çarlık rejimine karşı Bolşeviklerin yanında yer alan Yahudiler, Sovyetler döneminde dini kısıtlamalarla karşı karşıya kalmışlardır. Gorbaçov’a kadar olan dönemde merkezi bir Yahudi örgütü ya da organize olmuş bir Yahudi cemaati bu-
135
lunmayan Sovyetlerin çöküşünden kısa bir süre önce ise SSCB Yahudi Örgütleri ve Cemaatleri Kongresi düzenlenebilmiştir. Dünya Yahudi Kongresi ve Yahudi Ajansı ile bağlantı haline ge-çen kongre, Sovyetler boyunca yasaklanan Yahudi dini ritüelle-rin tekrar canlandırılması için faaliyetlerde bulunmuştur. 23
XIV...Yine o, hep o, yalnız o, daima o...
XV...Ve bu incelikleri kavrayamamak ve içyüzleri gö-rememek bakımından, memleketimiz, yine o, hep o, yalnız o, daima o...
Mustafa Cabat KEK Vakfı tarafından yayımlanan İki Kavram Analizi Laiklik-Aksiyon adlı kitabında Ferisilerle ilgili olarak dipnot bilgisi vermiş, şu şekilde; Ferisilik İsa zamanındaki Ya-hudiliğin başlıca mezheplerinden birisiydi. Ferisiler, büyük bir özenle Tanrı buyruklarını ve din yetkililerince saptanan kaideleri (yani Yahudi Şeriatı’nı) tutmaya uğraşırlardı. Çevrelerindekilere dindar, “iyi insanlar” olarak görünürlerdi. Gerçi bir dereceye kadar iyiliği severlerdi, ama aynı zamanda onların arasında gu-rurlanma, kendini beğenme ve başkalarını hor görme çok yay-gındı. Çoğu zaman yoksul, zavallı kimselere karşı gerçek bir merhamet duygusundan daha çok, bencil bir sevap kazanma düşüncesi ve insanlar tarafından övülme arzusu, davranışlarını yönlendirirdi.24
İslam Ansiklopedisi’nde de Ferisilik şu şekilde açıklanmaktadır:
23 (Ufuk Ulutaş, Selin M. Bölme, Gülşah Neslihan Demir, Furkan Torlak, Saliha Ziya) Rapor İsrail siyasetini anlama kılavuzu
24 Yusuf Çetin, Süryani-Ortodoks Toplumu Patrik Vekili
136
Ferîsîlik. İkinci mâbed döneminin üç büyük yahudi mezhebin-den biridir. “Peruşim” kelimesinin İbrânîce kökü olan “prş” (İbrânîce paraş, Ârâmîce peraş) “kendini ayrı tutmak, temiz olmayan kişilerden ve eşyadan uzak durmak; açıklamak, tefsir etmek” anlamlarına gelir. Toplumdan uzaklaşıp kendilerini halk-tan ayrı tutan bu grupla ilgili iki yorum vardır. Birinci yoruma göre bu isim, onları üst düzey din adamlarından oluşan Sadûkīler’den ayırmak için muhtemelen Sadûkīler tarafından verilmiştir. Diğerine göre ise bu ad, mezhep mensuplarının dinî kurallara titizlikle riayet etmeleri sebebiyle dinî temizlik konu-sunda hassas davranmayanlardan ayrılmalarını ifade etmektedir (IDB, III, 776; ER, XI, 269). Ferîsîler kendilerine Haverim (kar-deşler) demekte ve Rabbinik literatürde bu isimle anılmaktadır-lar. Ferîsîler’in dinî görüş ve inançlarının, Filistin bölgesinde ve Pers İmparatorluğu topraklarında yaşayan yahudiler arasında Tevrat’a dayalı bir Yahudilik tesis eden Ezrâ ve Nehemya dö-nemlerine (m.ö. V. yüzyıl) kadar uzandığı kabul edilmekle birlik-te genel anlamda Hasidîlik’le alâkalı görülmektedir (IDB, III, 776). Zira Ferîsîler Yazılı Tora’nın yanında Şifahî Tora’yı da va-hiy mahsulü saymaktadır. Şifahî Tora, Mûsâ’dan itibaren nakle-dilerek peygamberlerden büyük meclisin (Sanhedrin) üyelerine intikal etmiştir. Bu meclis üyeleri yahudiler arasında dinî mesajı yayan, Şifahî Tora’yı yorumlayıp açıklayan, zaman içinde ortaya çıkan dinî yorum ve gelenekleri muhafaza eden kişilerdir, Ferîsîler de bunların takipçileridir. Doktrinde böyle olmakla birlikte Ferîsîler’in sosyal ve dinî bir hareket olarak ortaya çıkış-ları Haşmonayim (Haşmonay) dönemine (m.ö. 140-37) kadar uzanmaktadır. Bunların diğer yahudilerden ayrılmasını Makka-biler dönemindeki dinî ayrışmaya bağlayanlar da vardır. Buna göre Makkabiler dönemindeki isyan hareketinde mâbedi yöne-ten yüksek rahiplerin, “Âhiret yoktur” sözlerine karşılık, sadece yazılı Tevrat’ı değil şifahî Tevrat’ı da ilham mahsulü sayarak âhiret inancını kabul eden, dolayısıyla Makkabi isyanlarında ölenlerin şehid olduklarına vurgu yapanlar ve bu fikir etrafında toplananlar Ferîsîler’i oluşturmuştur.
137
Ferîsîler’in rakipleri mâbed yönetimini ellerinde bulunduran aristokrat Sadûkīler’di. Ferîsîler, Sadûkīler’in mâbed merkezi-yetçiliğiyle mücadele etmişler; Tanrı’nın her yerde mevcut oldu-ğunu, O’na mâbed dışında da ibadet edilebileceğini, Tanrı’ya karşı tâzimin tek yolunun kurban sunma olmadığını söylemişler; sinagogu ibadet, dua ve çalışma yeri olarak toplum hayatında önemli işleve sahip bir kurum haline getirmişlerdir. Buna karşı-lık Sadûkīler mâbedi kendi mülkleri saymakta ve günlük takdi-melerin parasının kendi hazinelerine ödenmesi gerektiğini iddia etmekteydi. Ferîsîler ise hazinenin kimsenin malı olamayacağını söylemişler, mezbahta kesilen takdimelerin fakir halka verilme-sini istemişler, mâbedden geçinen Sadûkīler’in aksine daha sivil ve halka dayanan bir hareket ortaya koymuşlardır. Bu sebeple Sadûkīler, Sanhedrin’i ellerinde bulundursalar da yahudiler üze-rindeki hâkimiyet Ferîsîler’in elindeydi. Siyasal açıdan Ferîsîler, Zelaotlar’ın aksine yabancı egemenliğini kabullenmişler, şeriatın uygulanmasına engel olunmadığı sürece siyasî kargaşaya yol açmamışlardır. Kaderi ve ölüm sonrası hayatı inkâr eden Sadûkīler tamamen kaderci bir görüş benimseyen Essenîler’le karşılaştırıldığında Ferîsîler’in bu konuda orta bir yol izlediği görülür. Ferîsîler’e göre her şey kaderle ve Tanrı ile bağlantılıdır, ancak insan aynı zamanda özgür iradeye sahiptir, bu sebeple dünyada iradeleriyle yaptıkları her şeyden sorumludurlar. Ferîsîler’e göre bütün ruhlar ölümsüzdür, fakat öteki dünyada sadece iyi insanların ruhları tekrar diriltilecek, kötü insanların ruhları ise ebedî cezaya mâruz kalacaktır. Ferîsîler’in bir özelliği de yahudi şeriatına bağlılıklarıdır. Onlar, Tanrı’nın Mûsâ’ya yazılı ve sözlü olarak bir şeriat verdiğine, din konusunda ehliyetli kimselerin zamana ve şartlara göre bu kurallarda değişiklik ya-pabileceğine inanmaktadırlar.
Siyasî alanda da Ferîsîler’in en büyük rakipleri Sadûkīler’dir; buna rağmen Haşmonaylar döneminden itibaren Ferîsîler’in siyasal otorite üzerinde her zaman belli ağırlıkları olmuştur. Özellikle Jean Hyrcan döneminde (m.ö. 135-104) kendi düşün-celerini açıkça ortaya koyan Ferîsîler, Salome Alexandra döne-minde (m.ö. 76-67) güçlü siyasal bir etki göstermişlerdir. Milât-
138
tan önce 63’te bölgenin Romalılar’ın eline geçmesinin ardından Ferîsîler asıl görevlerine dönerek yahudi hukukunu yorumlama-ya ve toplumdaki ihtilâfları çözmeye koyulmuşlar, ancak Romalı-lar’a karşı başlatılan 66-70 ve 132-135 yılları ayaklanmalarında düşüncelerini ortaya koymaktan ve siyasî meselelere müdahale etmekten geri durmamışlardır. Sadûkīler’in mâbed vurgusuna karşılık Ferîsîler sinagog ve Tevrat öğretisini ön plana çıkarmak-ta ve çoğunlukla yazıcılar ve din âlimlerinden meydana gelmek-tedir. Yine Sadûkīler’den farklı olarak Ferîsîler’in dinî inceleme-ler yaptıkları akademileri vardı. Hillel ve Şammay okulları milât-tan önce I. yüzyılda gelişmeye başlamıştı, Yavneh şehri de mâbedin yıkılışından (m.ö. 70) önce geleneksel metotla yazılı ve sözlü Tevrat’ın öğretildiği bir yeşivaya sahipti. Mâbedin yıkılı-şından sonra bu Yavneh şehri, sahip olduğu Yohanan ben Zakkai başkanlığındaki akademisi sebebiyle Kudüs’ün yerine âdeta bir dinî incelemeler ve Rabbinik yönetim merkezi haline gelmiştir. Yohanan ben Zakkai’nin ardından Rabbi II. Gamaliel’in başkan-lığı döneminde Yavneh Akademisi daha çok önem kazanmış, dinî takvim, günlük ibadet ve Hillel okuluna ait görüşlerin kabu-lü gibi önemli kararlar almıştır. Talmud’da halakah meselesinde Ferîsîler’le Sadûkīler arasında bulunan birçok farktan söz edil-mektedir; Şavuot bayramının tarihi, Sukkot bayramındaki bazı törenler, yalancı şahidin cezalandırılması gibi konular bunlar-dandır. İki mezhep arasında âhiret hayatı, diriliş ve mesîh husu-sunda da görüş farklılıkları vardır.
Üstad son noktalama olarak da, Yine o, hep o, yalnız o, daima o... Ve bu incelikleri kavrayamamak ve içyüzleri göre-memek bakımından, memleketimiz, yine o, hep o, yalnız o, dai-ma o... Demiş ya, bu derlemenin amacı da, tüm sayılan incelikle-rin kavrandığı, iç yüzlerin görüldüğü, bilindiği ama problemin Yahudilikte olduğu, yukarıdan aşağıya insanımızın bu bulaşıcı illete yakalandığını ayrık otunun görünen yüzü Ferisiler örneğiy-le anlatabilmek...
139
KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI (KİTAP)
1- İki Kavram Analizi(Laiklik/Aksiyon)-Mustafa CABAT (3.baskı-2015)
2- Evsa –Mustafa ÖZER(2.Baskı2012-şiir)
3- Düşüşten Sonra–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Deneme)
4- Sis ve Selva –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
5- Çağrı Sayfaları –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
6- Sanat ve Aksiyon İçinde Bir Portre Denemesi–Mustafa ÖZER(2.Baskı 2012-Deneme)
7- Ses ve Heves–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
8- Şapkamda Saklanan Azrail –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
9- Birlikte Ayrılmak –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
10- Çalakalem Çiçekler –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
11-Düşüşten Sonra-2 –Mustafa ÖZER (2012/Deneme)
12-Necip Fazıl ve Büyük Doğu-Ali BİRADEROĞLU (2012-Deneme)
13-Gönüldaşlarımıza Mersiye (2013-Biyografi)
14-Siyasi Bir Tavır Olarak BÜYÜK DOĞU- Mustafa ÖZER (2013- Deneme)
15-Tarih Üzerine/1 -Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
16-Tarih ve Değişim-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
17-Düşünme Üzerine-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
18-Oportünist Değişimin Aktörleri-Ali BİRADEROĞLU (2014- Deneme)
19-Tarih Üzerine-II (Trajik Sevinç)- Ali BİRADEROĞLU(2015- Deneme)
20-Muzdarip- Mustafa ÖZER (2015-Şiir)
21-Sığ Kıyıdan-Mehmet KASAP (Biyografi)
22- Oportünizmin İtham ve İlzâmı-1- Ali BİRADEROĞLU(2015-Deneme)
23- Errisaletülledüniye-İmam-ı GAZALİ –(tercüme-Ergün TE-LİS)
24- Meliklere Altın Nasihatler - İmam-ı GAZALİ (2016-tercüme- Ergün TELİS)
25-Düşüşten Sonra-III Mustafa ÖZER (2016/Deneme)
140
26-Mektubat-ı Rabbanî-İmam-ı RABBANÎ (2017-Tercüme- Er-gün TELİS )
27-Bizim Oturma-1 –Mehmet KASAP (2017-Deneme)
28- Vefeyat ve Mersiye (2018-Biyografi)
29-Yavuz Sultan Selim Divanını Türkçe Söyleyiş- Mustafa ÖZER (2018/Şiir)
30- Bizim Oturma-2 –Mehmet KASAP (2018-Deneme)
31-Sofrada Usul (Zeriatüt-taam) Abdürrezzak bin Mustafa (2019-Tercüme Ergün TELİS)
32-Akaidi Ömer Nesefi-Tasavvufun Hulasası-Errisaletül Vele-diyye (2019- Tercüme Ergün TELİS)
33-Deneme Tahtası- Galip BOZTOPRAK (2019-Deneme)
34- Dörtyüz Güzel Söz Emir Pir Mehmed İbn-i Abdülvehhab (2020) Tercüme-Ergün TELİS
35-Övülen ve Yerilen AHLAK Hüseyin el –Kasir (2020) Tercü-me-Ergün TELİS
36- Bizim Oturma-3 –Mehmet KASAP (2021-Deneme)
37- Esin ve Derme –Mustafa ÖZER (2022-Şiir)
38-Yemin ve Yesar- Mustafa ÖZER (2022-Şiir)
39-Yalı Çapkını- Mustafa ÖZER (2022-Şiir)
40-Cümle Kapısı(Bekir Yıldızla Röportaj)-(2023-Biyografi)
DİJİTAL YAYINLAR
1-Konferanslar(Necip Fazıl KISAKÜREK-Kendi sesin-den//Ayasofya, İman ve Aksiyon, Dünya bir İnkılap Bekliyor/ 12cd)
2-Konferanslar-2 (Necip Fazıl KISAKÜREK-Kendi sesin-den//Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu,Tiyatro ve Tesi-ri,Komünist İhtilali / 12cd)
3-Sesli Kitap (Çöle İnen Nur- Necip Fazıl KISAKÜREK)- okuyan Emin Baykırkık

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top