Duyurular

kiymetli gonuldaslarımız , vakıf binamızdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Egitimci yazar Mehmet Ayman ın Gazzali düsünce sisteminde bilgi ve süphe adlı sohbeti ile devam etmektedir .27/04/2024 Cumartesi saat 13.00 da Adı geçen sohbete Tüm gönüldaşlarımız davetlidir.


<p>Kiymetli gonuldaslarımız , vakıf binamızdaki cumartesi sohbetleri Bu hafta Egitimci yazar Mehmet Ayman ın Gazzali d&uuml;s&uuml;nce sisteminde bilgi ve s&uuml;phe adlı sohbeti ile devam etmektedir .27/04/2024 Cumartesi saat 13.00 da Adı ge&ccedil;en sohbete T&uuml;m g&ouml;n&uuml;ldaşlarımız davetlidir.</p>


Başbuğ Velilerden 33

 

Ezelle ebed arası Allah'a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kolbaşılı "Altun Halka - Silsile-i Zeheb" çerçevesidir ki, keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi O'ndan alır.


«Velîler Ordusu» kitabında hayatı anlatılan 333 Velînin içine, «Bir» sayısını Allah Resulüne verdikten sonra mukaddes emaneti O’ndan alıp günümüze kadar getiren, O’nunla beraber 33 büyük velî, esere bilhassa alınmamıştı. ... 


VAKFIMIZIN YENİ YAYIYININI BEKLEYİN 
                 

             "CÜMLE KAPISI"

                YAKINDA


Kayseri Hava Durumu
Anket
Döviz Bilgieri
Merkez Bankası Döviz Kuru
  ALIŞ   SATIŞ
USD 0   0
EURO 0   0
       
Özlü Sözler
En güzel edeb, İslami ahlaktır
Sponsorlarımız
CÜMLE KAPISI (Bekir Yıldız’la röportaj)

CÜMLE KAPISI
(Bekir Yıldız’la röportaj)
Röportajı yapan:Mustafa KANLIOĞLU
Yayına hazırlayan:Mustafa CABAT

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları:

40

2

*Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları:40
*Birinci Basım;Mart-2023 Kayseri
*Tashih ; Mustafa Cabat
* İrtibat : www.kekvakfi.gen.tr
*Baskı-cilt : Express Baskı Merkezi- Kayseri

3
CÜMLE KAPISI / Mustafa ÖZER
20. yüzyılın başlarında dağılan devasa bir devlet ve onun medeniyetinin
aydınlığını kaybeden aydınlar;
“Şehirlerde insanlar ortasında daha bedbahtım. Kendim
istedim, kendim kaçtım. Telaşlı, neşesiz halkla dolu sokaklar, şekilsiz,
intizamsız gölgeler ve kasvetli evler; boş ve bakımsız mabetler; kaba
ve gürültülü, sakin ve uyuşuk meclisler. Hep bu, hep bu değil mi?”
(YakupKadri-Yeni Mecmua, Sayı: 38, Erenlerin Bağından) diye
yazıyorlardı. Çünkü evlerin çoğundan şehitler çıkmış, geride kalanların
eli ayağı tutmazlaşmış ihtiyarlar ve çocuklar kalmıştı. Daha doğrusu
onlarda kalakalmıştı işte. İşgale maruz kalmış bölgeler kadar, iç bölgeler
de böyleydi. Bu demdeki siyasi gayretler eski elbiseler gibiydi. Onarmak
bile imkansızdı. Yüreklere kuşku ve sinsi şeytan sinmişti. Acısını bile
anlayamamak gibi bir sürüklenmedeydi halk. Aydınlar ise küçücük
çakmak taşı kıvılcımından “medet” umabiliyordu.
“Semadan çimenler üstüne çiçekler döküldüğü gibi bazen de
yıldırımlar düşüyor. Düşkünlükle mutluluk bazen, el ele koşuyor.
Gençliği ihtiyarlık, hastalığı ölüm kovalıyor. Kadınlar ihanet ediyor,
dostlar unutuyor. Bilemiyorum; fakat uyanık, iç açıcı, rind bir kâlb
için düşkünlüğün de ayrı bir zevki var. Böyle kâlbler sihirli imbikler
gibidir. En fena nesnelerden en güzel iksiri çıkartır.” (Yeni Mecmua,
Sayı: 38, Erenlerin Bağından)
Aynı aydın ister hikâye etmek gibi sanat neşesi olsun, isterse bir
otokritik veya yaşadığı ortamın zehirlerine karşı dillendiren de aynı, aydın
kendisi olarak toplumun karşısına çıkıyor.
“Son zamanlarda hepsi baykuşlara döndüler. “Bunalım” diye
bir sıkıntı yarattılar. Ciddiyet ve ağırbaşlılık diye çirkin bir giysiyle
örtündüler. Bin türlü kapkara hayal oyunlarından, bin türlü korkunç

4

haramlardan başları üstüne ağır kubbeler kurdular. İşte şu dakikada
o kubbelerden biri senin tepende duruyor. Bu çirkin ve ağır örtünün
gölgesinde asıl güneş aydınlığına kavuşmak ve onda kamaşmak sana
nasip olmayacak.” (Yeni Mecmua, Sayı: 38, Erenlerin Bağından)
Yakup Kadri böyle diyordu demesine ama; halk yüreğinin bir
köşesinde sakladığı öz aydınlığının haysiyetiyle ayağa kalkmanın ilk
adımlarını atmaya başlamıştı.
Hayat hikayesi yazmak çok zor Türkiye’de. Yalan her yerde, her
zaman, en ucuz ulufe gibi herkesin dilinde, kaleminde, hafızasında,
mevcut haldedir. Her yazılan, anlatılan bu yalan dünyaya mevhibedir.
“Hepinizi kaba ve çirkin bir zorbanın yorgun oyuncuları
şeklinde görüyorum. Ne aşklarınız aşka, ne hırslarınız hırsa, ne
gamınız gama, ne neşeniz neşeye benziyor. Dostlukta bencil, kinde
korkak, özveride gösterişçi. Ömrünüz iki basık kutup ortasında paslı
bir çember gibi dönüyor. Kadın ve para. Halbuki kadını da parayı da
gösteriş için istiyorsunuz. Bu son kalan dininizde bile içten değilsiniz.
Hâkimlerinizin zulmünde cinayet, mahkumlarınızın isyanında
kabalık var.” (Yeni Mecmua, Sayı: 38, Erenlerin Bağından)
20. yüzyılın ilk yarısı böyle düşündü. Bizler bu duygu ve
düşünceleri sadece okuduk, işittik ve fakat aklımız almadı. Zira iyilik,
merhamet ve güzelliklere hasret kalmış bir nesilden bize bunların aktarımı
olmadı. Devletin “yaptırım”larından “ben”i düşünmeğe, kurmağa sıra
gelmiyordu. Biraz da inatla “okunmuyor” diyorlar. Okunacak “resmî
matbuatın” “tamim” ve emirlerinden, ha bir de jandarmaya “ifade”den
başka ne vardı da okunmadı. Bizden önceki nesilden ortaokul mezunlarını
bile yedek subay alıyorlardı. Bizim babalarımız hayatı işinden
öğrenenlerdendir. Belaya bulaşmadan, ailesiyle sessizce yaşayanlardandır.
“Gündüz insanlar yaşarsa, bence geceleri de tabiat yaşar.
Herhalde karanlıkta tabiat ve eşya insan hayaline ve sinirlerine
hakim oluyor. İnsanlarda, bulundukları çevre ve zamandan başka
bir de kalplerinde sakladıkları bir dünya ve geçmiş hayatın izleri
silinmeyen tatlı ve acı yolları var.” (Halide Edip, Dağa Çıkan Kurt,
Sh.221. İstanbul-1989).
Kapitalizme yeni geçen Türkiye’nin o günleri, sessizliği sesimiz,
yoksulluğu ekonomimiz idi. Acı, tatlı geçen yüzyılın ikinci yarısına

5

ömrümüz yaslanmıştı. Ne siyasi açıdan, ne ekonomik açıdan, devletten
halk bir şey bekleyemezdi. Sadece diploma en gerekli ve devlet kapısının
anahtarıydı. Ailemiz sadece okumamızı istiyordu. “Gömleğini satan”
babanın tek derdi “okuyacak, adam olacak” çocuğunun diplomalarıydı.
Ortaokulda birikmeye sıfır noktasından başlamıştık. Yavaş yavaş,
hem okulu başarıyor, hem de, sosyal olaylara kulak kabartıyorduk.
İnsanın hiçbir kimseden beklentisi olmayınca, ya sabır ve akl-ı selimi
gelişiyor, ya da kibir sahibi oluyor. Çok çocuklu bir ailede bireyin kibrine
kimse itibar etmediğinden olacak, o yanımız ailecek budanmıştı. Babamın
ibadette devamlılığı bizi güzel koku gibi yakalamıştı. Annemizin sakin ve
metanetli, müşfik ve ikramının bol oluşu, misafirlerinin eksik olmaması,
bizi de ihmal etmemesi, sözlerini dinlememizi sağlıyordu. Kısaca
ibadetimiz bizi diğer benzerlerimizle ortak paydada dengeye taşıyordu.
Derken Büyük Doğu dergisi ile müşerref olduk. Arkası geldi.
Büyük Doğu Fikir Kulübü ve Necip Fazıl Kısakürek... O’nun
konferans ve kitapları, şiir ve tiyatroları...
Aynı kulübün üyelerinden Bekir Yıldız ve daha niceleri.
Necip Fazıl ki, yirminci yüzyılı nerdeyse tümüyle idrak etmiş ve
ikinci yarıda birinci yarı aydınlarından kopmuş, tasavvufun engin
kanatlarında huzuru bulmuş, hiç değilse “eski dinine” sahip çıkmış, her
türlü resmi, sosyal, kamuoyu baskısına maruz kalmış, ama O “divanesi
ikimiz kaldık Allah yolunun” derken Sakarya Türküsü ’nü tutturmuş,
metanetle, neşeyle, imanının sesini dinlemiştir.
Bekir Yıldız kardeşimiz, O sesten bir notayı taşımayı kendine
onur bilmiş bir bilgemizdir. Sessizliğinde büyükdoğu’nun
güzelliklerinden ışıklar taşır. Sabrı O’nunla aydınlık, gücü O’nunla
merhamettir. Sabrının fotoğrafını sessizliğinde yansıtan Bekir Yıldız’a
lise yıllarında arkadaş olduk. Ziya’nın dinleyicisi ve dert ortaklığı sevgili
Yıldız’ın sabır eğitiminin çok derinlerde oluştuğunu gösteriyordu. Hele
bir de Mehmet’e omuz vermesi, O’nun, gerçekten dayanıklılıktan öte,
sabır küpü olduğunu anlatan seçkin örneklerdi. O güzel günler uçarı,
cennet zamanları... Gülmeyi becerirdik. Şakalar sulu sepken, espriler
gırla... Günler geldi geçti.

6

Epey bir arkadaşımızla İstanbul’a “coğlaşmıştık”. Üniversite ve
taşralılığımızı, orman fidanları gibi birbirimize yaslanarak atlattığımızı
yıllar sonra fark ediyoruz.
Gençlik yılları... 20. Yüzyılın ikinci yarısını kapsayan yıllar...
Devasa yıllar... Aile ocağı ev’in ev olduğu evreler... içerisinde
yaşadığımız (uygar) çağ. Değerleri istatistiklere düşmemiş, hataları ve
beğenisizlikleri adliyelik olmayan çağlar. Aile ve bireylerinin ayrı birer
yıldız olduğu ve bir gökyüzü oluşturduğu demler... Büyükbabalar...
büyükanalar... halalar... emmiler... dayılar... teyzeler... ablalar... abiler...
birer yıldız ve doğan yıldızın tanıkları... evdeki yeri, değeri sonsuzluk
içinde... Ev çevresinin geliş gidişleri yarım pabuç kadar yakın. Randevu
ve ruhsata gerek duymayan... iç içe... acılar ve sevinçler ortak.
Komşuluk ilişkilerindeyse; gökyüzünü paylaşan yıldız kümeleri
görüntüsünde; akşamları yokluklarını anlarsınız, onlarda kendi evlerine
çekilmişler ve cümle kapılarını kapatmışlardır. Camide buluşurlar,
imecede buluşurlar... düğünde dernekte, yaslı günlerde beraberdir
birbirlerinin işine karışmasalar da hallerini açıklamaya gerek görmezler...
Açık topluluklardır. Herkesi komşusu daha iyi bilir haldedirler.
Misafirperverlikte bilinmeyenlerin başında, otel ve kültürü gelir.
Tanrı misafiri... Başlı başına bir değerli konu... Hasbîlik konuğu memnun
etmekle ilgilidir. Ajan ve ayrılıkçı düşünce bir başka uzayda kalmış bir art
düşünce.
Bu insanların yaşadığı dönem, dünyanın en büyük devletini
kaybettikleri bir yüzyılın birinci çeyreğiydi. Yeni kurulmuş bir devlet
vardı... Modelini galip devletlerden almıştı. Ve fakat milleti, millet olma
sıfatını yüreklerinde bir “inci” tanesi gibi saklamışlardı. Dış dünya,
küreselci, emperyalist, müstevli, sömürgeci sıfatlarıyla çok yönlü ve
sürekli baskılıyordu bu genç devleti ve halkını.
Gençlik yılları...son gördüklerimizi sonrakiler görmedi...Öncekiler
de kayıplarının cenaze törenine gözyaşı dökmekten, gelen çağı
anlayamadı...algılayamadı... Onları sonsuzluk sanısıyla saklayıp, koruyup
kollayamadan kendi şaşkınlığımızda tıkanıp kaldık.
Bizden önceki nesil emir kuluydu devlete. Bizler ise eski
medeniyetle yeni medeniyetin arakesitinde duruyorduk. Her şeyi
okuyarak öğrenme modunda bizden öncekileri ukalalığımızla tasnif edip

7

kendilerini güvensizlik boşluğunda tutuyorduk. Üstadın üzerimizdeki
uyarı ve alarm zilleri bizim yanılgılarımızı kulaklarımıza üflüyordu. Onun
için O ve O’na inananları mukaddes bir ölçüyle dirliğimize dahil
ediyorduk. Sevgili Yıldız’ı takdir makamında değil ama hakikate
merbutiyetinden görmek borcumuzdur.
O yıllar... O yıllar evler vardı... hayatları vardı... gökyüzünü
seyrettiğimiz... Ocakları vardı... çatılmış, tandırları vardı... mis gibi
ekmek kokularını etrafa yayan... Üzüm salkımları sarkardı... Yeşil
yapraklar arasından. Zırh gibi duvarı ve sokak kapısı vardı sokağa açılan.
Evin kapısı evet evin kapısı Cümle kapısıydı. Sözün kapısı... cümlenin
kapısı ve evin kapısı tek olsa da, çatal olsa da cümle kapısı kocaman bir
“zemberekli” tutacak yeri ve koskoca bir anahtarı olurdu... cümle kapısı
evin içiyle, dışı arasındaki büyük kapı. Genelde üzeri kemerli ve kemer
kısmı oval veya yarım daire pencereli olurdu. Her evde bulunması
nedeniyle sıradan izlenimi verdiğini bugün anlıyorum. Oysa
medeniyetimizin giriş ve çıkış alanı imiş. Ah o deli günler... Kavak
yelleriyle geldi geçti. Cümle kapısı dilimizde kaldı yadigâr...
“Cümle Kapısı” yürek kapısı gibi... sevilenin, aşkın ebedi olanı...
Ne zaman sabırlı, sakin, mümin, hüzünlü birini görsem bu “cümle
kapısı”nı hatırlar gönlüme küserim.
Bekir Yıldız’ı küçük yaşlardan beri tanırım. Pelitli sokakta
otururken tanışmıştım. Derli toplu bir çocukluğu vardı. Üç yolun birleştiği
bir “çat”taydı evleri. Cümle kapısı sokağa bakardı sanki... pencereler
sokağa sarkar gibiydi. Daha sonra, lise yıllarında arkadaştık ve aynı
derneğin müdavimiydik. O yine derli toplu... kısa kesilen saçıyla,
sessizliğiyle, yıldızlığını kaybetmeden... dostluğumuz sürdü.
Bekir’in sessizliği kadar derin ve derinliği kadar analitik bir akıl-
hafıza ikizine sahip olduğuna tanık olurdum birçok olayda. O
yalnızlığında çoğul ve sosyal bir bünye taşır. Sabrında olayları
özümseyerek olandan ve olanlardan sonuçlar çıkarır. Bu yapı ona azmi ve
cesareti hediye eder diye düşünürüm. Gerçekten Bekir, eline alıp da
başlayıp bitirmediği iş yok gibidir. Azim ve cesaret analitik bir akıl ve
hafıza üzerine inşa edilince sonuçları da kolay anlaşılabilir, ekonomik ve
hesap verilebilir olmaktadır. Kısaca “Mühendis aklı” diyebileceğimiz bu
akıl yapısı iman ile saygı ve hüzünle beslenince sosyalleşiyor. Bu akıl
“özen”li bir akıldır. Aburcubur ve malayani ile asaleti ayıran bir akıldır.

8

Sadeyi, güzeli, iyiyi tercih ederken gösterilen “özen” insanın iç değeridir.
Beğeninin “akıl karı”dır.
Türkiye’nin hatırı sayılır entelektüellerinden biri olmasına karşın,
halk ve aile ilişkilerini ıskalamadan, nefsine bunalım felsefesinin fesadını
sokmadan yaşar. Mühendisliğin bütün yararlı mekaniğini kullanmasından
moderniteyi çok iyi kavradığını ve yararlandığını görüyoruz.
Uzun yıllar mühendislik yaptığına ikna olmak için Yıldız’ın iş
hayatına bakmak yeterli iken, yüzeysel ilişkilerden onun sosyalliğine
karar verirsiniz. Gerek, İslâm’ın hayat üzerine cennet değerlerini, sadece
bilmediğini, üstelik bunun asaletine çok özen gösterdiğine tanık
olursunuz. Bilmediğiniz için buraya derç ediyoruz, bir gün olurda yazıları
çıkarsa, yayınlanırsa zevkle okuyacağımızı bilmesini isteriz.
Zira aklı bu denli gergin, sabrı böyle engin, tavrı kesin kararlarıyla
çerçeveli, ahlaki boyutları sosyal, siyasal, teknik, ticari her tür eğitimden
geçmiş, malayani ve korkaklığa prim vermeden düşünen ve yaşayan bir
kişinin en azından kendine sakladığı anıları vardır. Geleceğin tarihçisine
bu anıları inikas ettirerek de olsa bize hatırlatma görevi sayarız. Zira
Türkiye’nin yarım asırlık bir döneminin tanıklarıyız. Biz şöyle böyle
enerjimizi ve görüşlerimizi küpte bulaşık kabilinden bir atık kalıncaya
dek boşaltıyoruz.
İslâm ve Büyük Doğu
İslâm ve Türkiye
Türkiye’nin uyurları
Türkiye’nin uykusuzları
Türkiye’nin dönekleri
Türkiye’nin enerji kaynakları
Kısaca Cümle Kapı’nın dışında ve içindekileri Yıldız imiyle yazmalı
yazdırmalı. Yalnızca Cümle Kapısının aralığında durmak bize göre değil.
İyi ki varsın arkadaş.
Var olasın Gönüldaş...

Mustafa ÖZER /Şubat 2023 – LEVENT

9

Efendim röportajı kabul ettiğiniz için öncelikle Teşekkür
ediyorum. Buradaki amacımız Bekir Yıldız’ı Kayserinin ağabeyi
hatta Türkiye’nin Ağabeyi olan Bekir Yıldız’ı, yaşamış olduğunuz o
dönemlerdeki hatıralarınız ve sizi anlatan bir röportaj olması için
uğraşacağız inşallah, isterseniz ilk sorudan başlayalım
Sizden ailenizden bahseder misiniz?

BEN ve AİLEM

14 Aralık 1951 yılında, Kayseri&#39;de Bozatlı paşa Mahallesi leblebici
Sokak 1 nolu evde doğmuşum. Babam Mustafa, annem Hikmet.Babam
ben bir buçuk yaşlarındayken Hakk&#39;ın rahmetine kavuşmuş. Babamı
farkında olarak dünya gözüyle görmedim babam Devlet Demir Yolları
işçisi idi. Yazır köyünden annemle evlenip demir yolu işçisi olarak
Kayseri’ye yerleşmiş .O günlerde Kayserinin merkez köyü olan Yazır bu
gün Kocasinan belediyesine mahalle olmuştur. Oğuzun Yazır boyundan
Türkiye’nin muhtelif yerlerine yerleştirilmiştir. Anadolu’nun
İslamlaşması sırasında göçen Türk beyliklerinden bir Beylik . Köyde ana
tarafıma Uzunoğlu, Baba tarafıma da Haşim hocalar derlermiş. Ben de
bunu daha sonra oradaki yaşlılardan öğrendim. 3 erkek kardeşiz en
büyüğü Ömer abim Allah’ın rahmetine kavuştu. Ahmet abim o da vefat
etti. Ömer ağabeyim 1942 doğumlu Ahmet abim 45 doğumlu. Ömer
abim babamın yerini erkenden doldurmaya çalışmış .Babam 38 yaşında
vefat etmiş ve Ankara Devlet Demiryolları Hastanesi&#39;nde vefat etmiş.
Ömer Ağabeyimi ilkokuldan hemen sonra, demiryollarında çırak okuluna
babamın yerine almışlar. çırak okullarından biraz bahsetmek lazım .O
yıllarda Hava İkmal merkezinin çırak okulu var. Anatamir Fabrikasının
çırak okulu var bir de Devlet Demir Yollarının çıraklık okulu var ki
bunlar kendilerine çocukluktan alıp erbap zanaatkâr yetiştirirler. Babam
revizörlükte çalışıyormuş. Ömer abim onun yerine çocukken işe alınmış
çırak okulunu tamamlamış, orayı tamamladıktan sonra lokomotif
makinisti olarak, o zaman, kömürlü daha sonra da dizel makinisti olarak
devam etti. Ağabeyimin lakabı da Ömer usta, Kayseri Devlet Demir
Yollarının Ömer ustası olarak bilinirdi.Ahmet abim esnaf olarak hayatına
devam etti . Üç erkek kardeşiz dayılarımız, amcalarımız, halalarımız

10

falan olmakla beraber köyümüz, şehrimiz, adresimiz kardeşlerimizin
durumu bu .
“BEN ZARURİ OLARAK ÇALIŞMAK AZİMLİ BİR ŞEKİLDE
ÇALIŞMAK DURUMUNDA KALDIM. “
Şimdi ailenin en küçük çocuğu,babam vefat ettiğinde kundakta veya bir
bir buçuk yaşlarında bir çocuğum. Fakat o gün itibariyle üç çocukla
ortada kalmış bir kadın gibi düşünmek lazım annemi.. Ben dört yaşlarında
etrafı görmeye, tanımaya başladım. Dört yaşlarına kadar
hatırlayabiliyorum azdan çoktan. Ahmet abim okumadı, okula hevesi
yoktu. Ticarete hevesi vardı. Ömer abim irade kullanmadan Devlet
Demiryollarına işçi oldu, daha sonra memurluktan emekli oldu. Bana
gelince zaruri olarak azimli bir şekilde çalışmak durumunda kaldım. Hem
kendi maişetimi harçlığımı çıkartmam hem de eve katkı sağlamak üzere
aşağı yukarı dört beş yaşlarında alışveriş yaparak o günkü şartlarda
Şemşamer, mısır patlağı, tapa, tapa tabancası, çat pat gibi alınıp satılacak
ne varsa çocuk nispetinde. Daha sonra ilkokula kayıt oldum. Fakat şöyle
söyleyeyim. Bunların her biri bir ayrı başlık olabilir ama ilkokula
başladığımda büyük bir zorlukla karşılaştık. Zorluk öğretmenler ve okul
idaresi açısından idi. O da şu. Ben gazete de satıyordum. Çukur
Kitabevi&#39;nden gazete alıp istasyonda ve şehrin içinde. O günler itibariyle
demek ki benim doğumum Demokrat Parti dönemine geliyor. Menderes
iktidarına. Biraz ilkokula doğru yaklaşınca Altmış ihtilaline doğru
yaklaşıyoruz. Yani sekiz dokuz yaşlarında iken altmış ile ihtilali oluyor.
Gazete satarken gazetelerde bir tasnif var. Son havadis, Kudret, Zafer
gazeteleri, Demir kırat gazete diye , Cumhuriyet, Ulus, Dünya İnönü&#39;nün
gazeteleri olarak bilinirdi.
-Cumhuriyet ta o zamandan var.
Evet. Üçer üçer gazete. Hürriyet, Milliyet gibi magazin gazetesi var. Bir
de Hürriyet tamamen magazine yönelik. Fakat çok sinsi bir gazete. O ayrı
bir şey. Biz çocukken bunları satarken en azından Halk Parti&#39;ye mensup
kanaatlerini taşıyanlar bu gazeteleri alır. Demokrat olanlar o bahsettiğim
son havadis, Kudret, Zafer gibi gazeteleri alır halkın gazete satışından da
anlaşılacağı gibi yüzde seksen, yüzde seksen beşi. O gün itibariyle demir
gırat . Bir de benim ilk irkildiğim ve gazete satmayı bıraktığım fotoğraf.
Menderes&#39;in idam sehpasında son havadis gazetesinde yayınlanmış siyah
beyaz bir fotoğrafı. O çok ürküttü, tedirgin etti ve gazete satmayı

11

bıraktım. Bir daha gazete satmadım. Fakat gazete satarken de gazete
okumayı öğreniyorsun. Otomatik olarak öğreniyorsun.
“İLKOKULDA İKEN GAZETE OKUYOR”
aşağı yukarı ilkokula başlarken gazete okuyan bir çocuğum ve mahalle de
haber sorarlar. Yani haber genelde olaylar yani ihtilal yaklaşıyor ihtilal
oluyor. İhtilalden sonra Yassıada Mahkemeleri var. Onları kendi
çapımızda biliyoruz . birincisi gazete satmam dolayısı ile, iki evimizde
radyo olması. Radyo da daha enteresan bir şey radyomuz benim kaldığım
odada. Odamın penceresinin önüne kadınlar kocalarını işe çocuklarını
okula gönderdikten sonra evinin temizliğini yapan kadınlar oturduğum
odanın penceresinin önüne otururlar. Altlarında minderleri, ellerinde işleri
penceremin önüne dizilirler kadınlar çene yaparlar, muhabbet yaparlar,
hem de pencereye tıklarlar.
- Bekir&#39;im çocuğum, yavrum şu radyoyu açsan da ajans dinlesek!
Paket ajanslar var. Yani on bir haberleri var. Saat başlarında bir haber
geçer. Haberlerde ilk işitilen şey;
- Elleri bağlı olmayarak sanıklar yerlerini aldılar. Savcı Salim Başol
duruşmayı açtı.
Çok sert biçimde ve beş yüz ila bin kişinin idam edileceğine dair estirilen
bir program rüzgârı. Mahallede aynı oran yüzde seksen, yüzde seksen beş
demirkırat partili olduğu için hepsi bir üzüntü ve keder içerisinde.
Menderes sevilir. Şu veya bu sebepten, o günkü halk arasındaki algı bu.
Ondan sonra bu haberi bölüşürler. Aralarında yorum yaparlar. Bir de
benim gazete satmamdan kaynaklanan, gazete okuduğum, için bazen eve
uğradığımda gazete başlıklarını okumamı isterler, ben de gazete
başlıklarını okurum. Bir yerde haber merkezi gibi olmuşum. Yani sadece
gazete satmıyoruz, tüm mahallenin haber ajansı gibi de çalışıyoruz. Bunu
sonradan anlıyorum. O günlerde radyo her evde yok ve yayın sadece
Ankara Radyosundan alınabiliyor. Anten kuvveti çok yüksek olması
lazım. O günkü şartlarda damda herkes kuramaz o anteni .

12

“TÜRKÜLER YASAK!”.
Radyomuz var. Açarsın herhalde kırk elli saniye sonra ışık yanar ve ses
sonra gelir. Kapatırsın konuşma otuz kırk saniye Sürer. Öyle bir radyo
mahallenin kadınları o radyodan çok beslenirler. Gene radyo diyelim on
birde beş tane türkü söyleyecektir. Çok da kaliteli Türküler var. Türküler
önce on yedi sene kadar yasak edildiği için, ezanla beraber Türkü, Türk
müziği yasak edildi, dinleme tamamen yasak oldu, tamamen Batı müziği
hakim oldu. Radyolarda parça parça olarak batı müziği kondu. O da
insanların pek anlamadığı şeyler. Kültüründe olmayan şeyler pek itibar
etmediler. Küçük bir azınlık, onlar da yöneticiler, Vali, üst düzey adliye
personeli gibi kimseler, şehirde bir grup o müziği dinler. Onun dışında
halkın itibar ettiği bir şey değil. Menderes döneminde bu türküler kısmi
bir serbestlik buldu. Çok kaliteli türküler radyo tarafından toplandı.
Türkiye&#39;de ve radyoda günde beş tane şarkı beş tane türkü okunur. Türkü
saatinde kadınlar türküleri bölüşürler. Benim pencerenin önüne gelirler.
Hangi sanatçının ne söyleyeceği belli değildir ama faraza birinci türkü
benim bahtıma diye bölüşülmüştür.
-İkinci türkü Firdevs halanın bahtına.
-Üçüncü türkü Memduha ablanın bahtına.
Oraya otururken beş tane türkü söylenecek kadın sayısı fazla ise
kalanlarda yarınkini bölüşür. Fakat o günkü türküler de ağıttan ibaret.
Yani çok dertli, kederli, hal böyle olunca türkü çok ciğer yakıcı olur
Neriman Altındağ tüfekçi, “kışlalar doldu bugün” diye bir başlayınca
zaten kadınlar hüngür hüngür ağlar . Öyle neşeli bir türkü, bir oyun havası
falan böyle bir şey yok ortalıkta. Hasılı yokluk, hastalık, verem hastalığı
çok yaygın o dönemde ve hatta yollarda adam elinde destan satar, veremli
kızla alakalı. Ondan sonra o kadınlar o türküyle kendi kaderlerini
hayatlarını, maceralarını buluşturarak, hissederek dinlerler. Ve bende
beşinci türküden sonra bir ajans varsa dinletip, ajans yoksa radyoyu
kapatırım.Görevim mahallede sadece radyoculuk yapmaktan ibaret değil.
Bahsettiğim gibi Kayseri&#39;nin o yıllardaki yani elli, altmış arasındaki siyasi
yapısı yüzde seksen, yüzde seksen beş demirgırat diye bilinir mahalle de
de aynı yansıma var. Hak Parti diye kısaca ve İnönü ile özdeşleştirirler ve
İnönü hakkında çok ağır sözler söylenir. Çünkü her kadın veya erkek
babalarımız veya analarımız İnönü&#39;nün bir zulmünden bahseder. İnönü&#39;yle
ilgili uğradığı bir kötülükten bahsederek ondan hiç hazzetmezler ve çok

13

ağır lakaplar takarak onun hakkında konuşurlar. “Sağır İsmet” bunlardan
en çok kullanılanı. Evet, ilkokula böyle başladık ama okulla
öğretmenimle arayı bulamıyoruz. Öğretmen sağa doğru bir sayfa çizgi
çizdirecek. A harfini öğretecek. Ben zaten okuyorum ve mahallenin
mektubunu yazıyorum. Mahalleye gelen, giden mektupları okuyorum,
yazıyorum. Bu farklı bir durum ama öğretmenin böyle bir çocuk karşında
yapabileceği bir şey de yok. Sonunda bana bir formül buldular. Süt tozu
dağıttırmaya başladılar. Süt tozu. O zaman Marşal yardımı ve Amerika ile
NATO&#39;ya giriş, Kore&#39;ye asker gönderme kararları konuşuluyor . Marshall
yardımıyla beraber Türkiye&#39;deki süt katledildi tam bir süt katliamı yapıldı.
Ondan bahsedeyim biraz. Şimdi köyleri bırak köyler süt deposu zaten.
Süt ve süt ürünleri eksik olmaz. Mahallede avlulu evler var. Avlulu
evlerde Küçük bahçeler var, ağaçlar var. Yüzde ellisinin ahırı var. Odanın
biri ahırdır. Sabah çifte önü tarafına inekleri, koyunları gönderirler.
Akşam hayvanlar geri döner. Aşağı yukarı yüzde ellisinde bol süt
bulunur. Hatta fazla gelir, kendi yoğurt, peynir vesaire ihtiyaçlarını
yaptıktan sonra konu komşuya da süt dağılır. Fakat süt tozu çok cazip
hale getirildi. Ben de sabah erken gidiyorum. Yani okul öğrencilerinden
daha erken, okulun müstahdemiyle beraber müdür odasında gaz ocağı
yakıyoruz. Orada, büyük kovalar var. Süt tozunu ve karşıdaki çeşmeden
su alarak karıştırarak çocuklara süt haline getiriyoruz. Küçük güğümlere
dolduruyorum. Görevim o oldu. Çokta seviyorum görevi. Sıradan
başlıyoruz bir iki üç dört beşinci sınıflara kapıdan. Bazen her birinin
bardağını ben dolduruyorum. Bazen güğümünü bırakıyoruz sınıftan
birine. Bir de balık yağı var. Adi kokar kimse onu sevmez. Böyle bilyeler
halinde gelirken patlar çok da kötü kokar. Çocuklar onu almadan süt
tozuna bayılırlardı. Enteresan olan ben sabah erken okula giderken
mahalledeki kadınlar benim Bozatlı Paşa İlkokulu&#39;nda süt tozu organize
ettiğimi biliyorlar. Çocuklarından falan duyuyorlar. Küçük aşırmalarla,
kovalarla onların içine üç kilo, iki kilo, bir buçuk kilo artan sütleri var, hiç
kullanılamıyor. Sabah diyelim okul sekizde başlayacaksa ben altı buçukta
falan okula gidiyorum. Giderken ;
-Ya gadasını aldığım Bekir&#39;im oğlum (Bir de tavlayacak);
- Şu sütü götür de su yerine süt tozunun içine kat.
Parlak, on yedi kiloluk yağ tenekeleri vardı. Vita yağı tenekeleri gibi.
Onun etrafında Amerikan bayrağı. Marşal yardımı ve Amerikalı o sırıtan

14

tilkiye benzer bir herif var, Sam amca fotoğrafı. Süt tozu tenekelerinin
üstünde onlar var. İşte ondan şu kadar katıyoruz. Şu kadar su katacağız-
bize böyle söylediler- ben sütleri oradan bir aşırma, iki aşırma ancak
alabiliyorum. Sütü veremeyen kadının morali bozuluyor sütü dökmek
zorunda kalıyor. Biz onu götürürüz, suyu o kadar eksik dökeriz. Köylerde
de aynı durum olmuş. Yani bütün Türkiye&#39;nin köylerinde de böyle mis
gibi süt döküldü. Ve süt tozu çocuklara içirildi ne idiği belirsiz bir süt
tozu. Evet, süt tozu bahsinden de böyle bahsetmiş olalım çocukluk
döneminde. Bir de yaşadığımız mahallenin atmosferinden bahsetmek
gerek çünkü o günlerdeki mahalle ve sokak yapısı çok farklı.
Yardımlaşma ve dayanışmanın esas olduğu bir yapı içerisinde büyüyoruz.
Bir evin hanımı hasta oldu. O yemek pişiremiyor diyelim ki, mahallede
zaten güdücüler var erkek ve olgun. Herhangi bir şahsi çıkar veya art
niyeti olmayan kadın erkek ayrı ayrı olur. Bizim mahallede sandıkçıların
Mustafa amcaya (Allah rahmet etsin) ve onun hanımı Fikrîye hala
mahallede herkesin saygı duyduğu insanlar. Diyelim mahallede bir çocuk
evlenecek . O kızın annesi veya oğlanın annesi görücü usulü ile işe
başlayacak
-Ya o çocuk, o çocuğa uymaz. Başka nasibine bak.
Der kısaca. Veya
-O, çocuk, ona çok iyi olur, uygundur. Ne güzel olmuş .
Bunu söylerken ezbere söylemiyor, bir şeyi yapmak veya bozmak için de
söylemiyor. Çocukları doğuşundan itibaren tanıyor, mizacını tanıyor,
karakterini tanıyor. Birbirlerine yakınlığını küfüvvetini, denkliğini bilerek
konuşuyor. Kadın ve erkek. O yaşlı zatlar yardımlaşmada nezaret ederler.
Diyelim evin hanımı hasta oldu. Horantanın yemeği için mahalleli
otomatikman sıraya geçer. O hasta ayağa kalkana kadar her gün akşam
sofrada bir tepsi içerisinde bugün diyelim ki Hatça abla, öbür gün Firdevs
hala öbür gün falan böyle o programlar, otomatik programlar gibi, yemeği
getirir, eve bırakır çocukla veya oğlunun biriyle. Yemekten sonra da
bulaşık yıkamaması için kapları da alır götürür hasta ayağa kalkana kadar
bu böyle devam eder. Veya hastaneye gitmiştir. Bu bir yemek
uygulamasıdır. Ramazanda iftarda kalenin üstündeki top atılır, ezan
hoparlörleri kuvvetli değil. Her camiden ezan sesi gelmez. Küçük
mescitler var. Orda minber minarelerde müezzin ezan okur ama
duyulmazdı. Gülük Camii&#39;nin Minber minaresi vardı. Orada hoparlör var.

15

Duyulursa da kıraatle ezan okuyan bir müezzini yoktu. Okumasa daha iyi
olurdu. top atılmaya yakın çocuklar gençler hepsi top bekliyor. Şöyle
mahallenin sota orta yerinde tapalar, tabancalar tapa tabancaları
çatapatlar, gürültü çıkartacak ne kadar şey varsa, tiryakilerin ağzında
sigara elinde çakmak top atılmasını bekliyor. Ayağım sokakta olduğu için
çarşıda olduğu için dört beş yaştan itibaren alışverişe gidiyorum. Satış
yapıyorum Kayseri&#39;nin o günkü kahvelerini tek tek dolaşarak mısır patlağı
satıyorum. Gece taş domino oynatan kahvelerde satıyorum. Adem
Ağa&#39;nın evinin altında büyük bir kahve var, bunu geçince ileride bir
Kızılırmak kahvesi var amele pazarına doğru. İleride Kiçikapıda bir kahve
var. Geçersin büyük sinemanın arkasında Cıngıllının kahve var. Oradan
Kervansaraya geçersin. Kervansaraydan geçip Çamlı Köşk&#39;e, Camlı
Köşk&#39;ten Kurşunlu Camii&#39;nin karşısında Büyük Bahçeli kahve var. Bu
kahvelerde böyle bir tur atardım. Anam mısır patlatır popcorn diyorlar ya
ondan, onu yarım torba şeker torbasında taşırım. Parayı miktar olarak
tanımıyorum şekil olarak tanıyorum. O gün delikli para var adı yüz para.
Anam yüz parayı göstererek,bir bardak verirsen şu paradan alacaksın diye
gösterirdi. İki verirsen bu paradan alacaksın. Şu kadar verirsen bu
paradan. Yüz para iki buçuk kuruş ya beş kuruş, on kuruş, yirmi beş kuruş
var. Bir lira, elli kuruş sonradan basıldı. Hasılı sokağı tanıdığımız için top
atılmaya yakın pencereden Hanife abla
- Ya gadasını aldığım- bu tabir Kayseri&#39;ye ait bir şey- Bekir&#39;im bir tane
bizim sofraya fukara getir.
-Olur.
Biz o Düvenönünde ‘Tıngalanın Şabanın gave’nin önünde (bugün orada
bisikletçiler var.) o zamanlar at arabacılarının mekanı. Kimsesizler,
yoksullar, garipler birden fazla bulunur. Ben de onları tanıyorum, benden
bir tane fukara fakir istendi. Tamam diyerek seğirtiyorum o tarafa doğru,
onu duyan öbür komşu pencereden
- Ya kurbanım iki tane de bana getir ha.
Tembih ediyor. Derken birkaç tane böyle sipariş yükleniriz. Diyelim beş
kişi oldu orda tanıyorum garipleri . O gariplere gelin dediğimiz zaman
zaten boynu bükük bekliyor. Yani o gel desen de gelme desen de çaresiz.
Onları evlere dağıtırız, o arada da top patlar. Fakat enteresan evlerdeki hal
o gariplerden çok daha farklı değil. Bir tas çorba var ortada, bir de kendi

16

yoğurup pişirdiği ekmek. Kendi horantasıyla sofranın başına oturur. O
garip de sofraya oturur. Hiç yadırgamaz kimseyi yadırgamaz. Oruç tuttu
mu, tutmadı mı zaten sormaz gelen de bir oruç tuttuydu, tutmadıydı, var
mıydı? Hiç öyle bir şey sorulmaz. Afiyet olsun, sofranız bereketli olsun,
adam çorbasını veya işte Allah ne verdiyse sofrada bulunanlardan yer,
geçmişlerinizin canına değsin der, kalkar gider. Bu yardımlaşma ve
dayanışma içindeki mahallede evin birine kömür gelmiş, odun gelmiş
veya bir eşya gelmiş. Bir yerden bir yere taşınacak. Çocuklar birbirine
hemen işaret eder. Otomatik kimse bir şey talep etmeden o eşya, o kömür,
o odun veya o neyse nesne, bağdan inme veya bağa göçme zamanlarında
yerine yerleştirilir. Evet biz bu çocukluktaki kendi oluşumumuzu da
tamamlıyoruz. İnsan gördüğüyle, yaşadığıyla duyduğuyla eğitilir. Bir de
ben çocukken belki başka şey yoktu. Bir radyo vardı ama masal dinlemek
çok hoşuma giden bir şeydi. Masalcı da fazla yok ortada. Birkaç tane
kadın, yaşlı, masalcı vardı. Sabah altı buçukta okula gidiyorum. Beş
buçukta masal dinlemeye giderdim. Kış günü. Allah rahmet etsin. O da
kimsesiz Hafize ana (Hafızana) derdik. Hafıza anne, yaşlı ve kimsesiz.
Mahalleli, el kol olmuş bir çıkmaz sokağın içinde. Bir oda, bir karyola,
bir saç soba… O sabah namazına kalkar biz varmadan, yatağının içinde
kılar. Hafıza ana. Yaşlı, kimi kimsesi yok. Mahalleli bakar ona. Ben onun
sobasını yakarım. Sobasının üstünde küçük bir çaydanlık var. İçinde
Ihlamur kiraz sapı vesaire, bitkisel suyla kaynayan, ondan bir bardak
içerim, yatağına oturturum. Ondan sonra sırtına yorgan veya ilave
battaniye falan korum Hafızana kendine gelir. Sever ve dua eder.
- Namazınızı kılın diye öğütler. Elemtereden aşağıya okutur. Biz masal
anlatmasını istiyoruz ona severek hizmet ederiz . Halâ bildiğim elem
tereden aşağı dualar o sayede aklımda kaldı . O günlerde elimize
alabileceğimiz, ulaşabileceğimiz bir kitap yoktu . Basılı bir kitap yoktu .
masal anlatırken onlar bir büyüklerinden falan dinlemişler, masalcılar,
benim büyük yengem de çok iyi bir masalcıydı. Çok rüşvet verdim ben
masal dinlemeye .Rüşvet nedir biliyor musun? Çeşmeden güğümle su
getirmek. Tabi evlerde musluk Yok. Mahalle çeşmesinden kaplarla
güğümlerle su getirilir. Masalcı aynı o pencere önündeki kadınların
türküye kendi hayatını koyduğu gibi türkü dinlerken kendini macerasını,
acısını, hastalığını, ayrılığını, yokluğunu, yoksulluğunu, şununu, bununu
tefekkür ediyor, dalıyor ve artık bir ağıt haline geliyor. Masalcılar da
kendi hayatıyla birleştirerek anlatır. Kendi hayatının acılarıyla, çileleriyle,

17

yokluklarıyla, sevgi ve sevdiklerine ulaşamadığını masalla bütünleştirerek
anlatır.
KAFDAĞI’NIN ARDINA GİTMEK.
Masalın başı Kafdağı’nın ardına. Nasıl gidileceği, hangi araçla gidileceği
bir hangi kuşun sırtına binileceği, o kuşun ekmek, su, bilmem ne gak
dedikçe su, guk dedikçe ekmek o kısımlar falan ama ballandıra ballandıra
dillendirilir anlatılır biz öyle sessizce aman ha kıpırdamadan çarpılmış
gibi dinleriz. Bir yerinde der ki hep menzil geçecek, menzil aşacak. Bak
bir kapıya bir yere vardın atın önünde et, itin önünde ot var. Sen itin
önündeki otu atın önüne koyacaksın. Atın önündeki eti itin önüne
koyacaksın. O zaman kapı açılır, diye tembih eder. Masal ustası
çaprazlama yapıyor ve onu tembih ediyor bir sonraki yere geçtiğinde.
Önceki tembihler. Açık kapı göreceksin, bir de kapalı kapı göreceksin.
Sen kapalı kapıyı aç, açık kapıyı kapat. Çünkü açık kapının arkasında yol
yok, kapalı kapıyı açacaksın gibi böyle imajlı şeyler var. Hasılı böyle bir
masal dinlemem de var Allah rahmet etsin masalcılar o gün bunları
anlatırken o günkü insan ilişkilerini, mantığını, manasını da anlamış
oluyordu insan. Ha genel bir yoklukta var yalnız. Yani varlıklı olan
varlığını gösterecek durumda değil. Fileyi, ayıp ve yasak, kabul eder,
dışarıdan gözükeni evine getirirken göstermez bağcılar bağdan döndüğü
zaman geldiği zaman Tabii olarak kurular, kayısı kurusu, üzüm kurusu,
iğde kurusu. Pekmez ve ürünleri, süt ve ürün sebil vaziyette olur konuya
komşuya dağıtılır önemli olan çalışmak, ter dökmek çabalamak.
Bunlarsız bir yere varılmaz diye diye herkes daha hayata adımını attığı
zaman bunu kabul etmiştir. Tembele hayat yok. Bu hayatta yer yok
manasına gelen bir şey aslında. Öbür taraftan okuyabileceğimiz herhangi
bir kitap yok. Ben dördüncü, beşinci sınıflarda biraz kitap bulsam
okuyum falan gibi başladı zihnimde okuma fikri. Çarşıda, pazarda kitap
falan yok öyle kitapçılarda. O günkü Kültür Bakanlığı batı klasiklerini
basmış. Başka da yerli bir şey yok. Daha sonra biraz motlar değişti. Bin
temel eser, daha sonra tamamlanamadı. Bin bir temel esere döndü falan
derken onun hikâyesi ayrı

18

babam rahmetliye Devlet Demiryolları&#39;ndan bir defter vermişler sarı, bir
defter. Benim hayatımda babamdan kalan tek şey. Herhangi bir para, mal,
mülk, yok. Zaten öyle bir yapı da yok ortada , o defter rast geldi.
Herhalde üçüncü dördüncü sınıftayken ve o sıralarda rast geldi. O yeni el
yazısını mekteple beraber öğretilen el yazısıyla biraz zor söküyorum.
Okudum o defterde otuz iki farzı yazmış. El yazısıyla biri yazdırmış daha
doğrusu. Daha sonra ve biraz daha büyüdükten sonra depoda babamı
araştırırken yani demir yollarında nedir, ne değildir, nasıldır? Arkadaşı
kimlerdir, konularını araştırdım. Eskişehir&#39;den Kadiri bir derviş gelmiş
tayinen. Yasak ama bunlara özel üç beş tane arkadaşa bir yerde
toplandığında iş yerinde veya dışarıdan otuz iki farzı yazdırmış. İlk
okuduğum şey bu. Yani metin olarak ve inanarak aaa buymuş dediğim.
Bir de baba rahmetliden kalınca benim için çok kıymetli bir hatıra. Bu
yazıldıktan sonra Yunus Emre Divanı&#39;ndan ezbere, adam bunlara
söylemiş, bunlar da yazmış.

19
Yüzünü görmediğim babamdan kalan tek miras

20

Belki yazan da pek farkında olmayabilir ne yazdığının. Oradan bir cümle
kafama takıldı, okuyorum
” Bir nesneye yanar içim göynür öz&#39;üm
yiğit iken ölenlere göğ ekini biçmiş gibi.”
Bu gök ekini diye yazılıyor. Gök ekini nedir bir türlü bilen yok?
İlkokuldaki öğretmenlerin zaten böyle bir şeyle ilgileri yok . Nazmi Toker
ortaokuluna kayıt oldum ilkokuldan sonra. Orada Türkçe dersi var.
Türkçe öğretmenine sordum;
-Gökte bir ekin tarlası düşün, dedi .
Sonra anladık ki hazret diyor ki:
- Gençken ölüm biraz acı gelir. Buna üzülürüm.
Hepsi bu. Gök ekini gövermemiş gövermek tam yerli kelimeyi bulana
kadar iki üç yıl uğraştım . Rahmetli babamdan bana en kıymetli hediye o.
Şimdi baş ucu kitabım da odur. Allah rahmet eylesin. Ondan sonra Ömer
Nasuhi Bilmen’in İlmihal kitabını bulduk. Ama lisan bizden çok uzak
yani kitabı okuyorum anlamam neredeyse mümkün değil. Çünkü o
tarihten o tarihler dahil olmak üzere otuz yıl veya otuz beş yıl yani bin
dokuz yüz elliyle, bin dokuz yüz yetmiş beşe kadar her yıl değişiyor.
Türkçe değişiyor. Agop Dilaçar Türk Dil Kurumunun başkanı.
Gökgötürsel avrat hostes oluyor. İşte her gün Türkçe değişiyor bir yıl
önceki kitap müfredattan kaldırılıyor. Orta birden, orta ikiye geçiyorsun,
geçen seneki kitap değişiyor. Böyle bir felaket, kökünden kazımak
yetmemiş sonra devam eden bir Türkçe kıyımı. O günlerde Kayseri&#39;de
mahalle çeşmelerinden su temin edilir. Hepsi her zaman akmaz akan
çeşmeleri, çocuklar ellerinde büyük, kova ve kaplarla su götürürler. Şehir
Kiçikapı, Hunat, Meydan, Hacı kılıç, Düvenönü , Çifteönü, Bahçebaşı
yani böyle bir avuç içi kadar bir yer. Benim de ayağım cıvık olduğu için
yani ticaretle meşgul olduğum için Kapalıçarşının en ücra noktasını
herhangi bir sokağın köşesini akrabalar falan da var Kayseri’yi avcumun
içi gibi biliyorum. Nerde çeşme var, nerede virane var, şu var, nerede bu
var hepsi hafızamızda kayıtlı çocukken. Çocukluğumuzda böyle bir canlı
bir çocukluk dönemi yaşadım. İlkokul enteresan. Babalar, analar, halalar,
dayılar, yaşlı insanlar bana hep okulda öğretmenine saygı göster
öğretmenini üzme diye söylediler. Okulda öğretmen diyor ki evinizde

21

ananızı babanızı üzmeyin, saygı duyun hürmet edin dediklerini yapın.
Yani okulla ev arasında o gün okulla aile arasında uyum var birbirine
uyum halinde eğitim var . Okul çocuğu öğretmene itiyor, öğretmen
çocuğu eve barışık ediyor. Bugün çocuğuma bir şey söyledin diye
öğretmeni ipe çekmeye gidiyor veli. Öğretmen de ben karışmıyorum ne
haltın varsa gör diyor. Böyle bir anlayışta öğrenim bile olamaz, eğitimi
bırak. Altmış ihtilali olduğu zaman halkın yüreğinde büyük bir korku esti.
Tekrardan sağır İsmet dönemi başlayacak mı? İşte ne çektiyse o yaşlılar
biliyor sağır İsmet dönemini. Tekrar başlar mı diye yaprak gazeli olmaya
başladı insanlar. Ve ben gazete satarken, mısır satarken hangi partidensin
diye bana sorarlardı. Daha anlamadığım bir şey .
Rahmetli Ömer abimin bir lafı vardı. Onu da söylerdim.
- Biz ekmek partisiyiz !Evet, sokaktan bahsettik. İlerili gerili bir sokak
mevzusu geçsin. Bir iki örnek vereyim;
İstanbul&#39;da Sinematek Derneğine üye oldum. İstanbul&#39;da Edebiyat
Fakültesi&#39;ne severek kayıt oldum. Büyük bir heyecanla, sonra yanlış
yaptığımızı anladık. Okul değiştirdik.
“ECZACIBAŞI MAO’CU MU ?”
Sinematek Derneği Türkiye&#39;de en yetkin sinema eğitim kurumu sayılırdı o
günlerde. Yeşilçam Sineması farklı bir sinema. Eczacıbaşının kurduğu
yürüttüğü ve finanse ettiği bir dernek. Bu bilgiyi de burada peşin
geçelim. Eczacıbaşı ailesi Marksist ve Maocu görüşü destekleyen bir
aile. Çin komünizmini Türkiye&#39;de teşvik eden, finans eden, destek eden
aile. Bu aileden bir tanesine vakıf kurdurdular Eczacıbaşı Vakfı. O
kanaatleri hala devam ediyor. Sinematek derneğinin hamisi de Türkiye&#39;de
Çin yanlısı komünizme hizmet etmek için dergi çıkartır, dernekler
kurulur. Ama sinamatek derneği çok ciddi çalışan bir yer. Gittik üç kişi
üye olduk ! Salih Diriklik, Mesut Uçakan, Bekir Yıldız. Hakikaten ciddi
çalışıyoruz. Kapanıyoruz; konu mesela Fransız sineması. Fransız elçiliği
veya Fransa devletinden Fransız klasiklerinin tamamını temin ediyor. Biz
onları tek tek izliyoruz, yorum yapıyoruz. Haklarında konuşuyoruz.
Geçiyoruz Rus sinemasına. Haftalarca hem halkları tanıyoruz. Rus ne
demek? Rus halkı kim? Yapısı ne? Fransız halkını ,Çek halkını, İspanyol
halkının kimliğini tanıyoruz. Benim o sinema çalışmalarından
bahsetmemin sebebi, Yılmaz Güney&#39;i Türkiye&#39;deki sosyalist sinema lanse

22

etmek istiyor, Yeşilçam sineması bunlardan ayrı farklı bir şey. Sinema
bahsine ayrıca geçeriz ama hatıram olduğu için anlatıyorum; Önce Tarık
Akanı seçtiler, tutmadı. Tarık Akan züppe bir tip canlandırırken sosyalist
devrimci bir tip yapmak istediler, olmadı. Yılmaz Güneyi buldular. O da
Beyoğlu bıçkını rollerindeydi o günlerde. Beyoğlunda bıçkınlık yapar atar
yatar. Meyhane kabadayısı rollerinde filmler çevirir. Bunu tuttular
sosyalist sinemacılar, Umut diye bir film yaptılar. Fakat Sinematek
Derneğinin ağırlığı çok. Oraya Türkiye&#39;deki on, on beş tane sinema ustası
geliyor. Metin Erksan, Halit Refiğ gibi. Ne kadar kültürle alakalı konu
varsa sol ve sosyalist yapılı adamlar ilgileniyor. Biz de oraya çömez
olarak gittik, kaydolduk. Öğreneceğiz kafaya koyduk. Yani senarist
olmak, kamera kullanmayı falan öğrenmek niyetiyle. Dediler;
- Umut filmi görülüp yorumlanacak.
Daha galası yapılmadı. Piyasaya çıkmadı galası da yapılmadan önce
bizim -yani sinematek derneğinin- görüşüne baş vurulur. Seyrettik
aşağıda. Yukarı çıkacaksın orada yorumlanacak. Ama yorumlarken
herkes mutlaka fikir beyan edecek. Her filim için durum aynı . Fransız
sineması için de, Rus sineması içinde durum böyle. Öve öve ayağını
yerden kestiler filmin. Adana&#39;da bir at pazarında başlıyor film. Yorum
sırası bana geldi. Pek gale alınmıyoruz tabii. Çömezlerin yorumu ama işte
orada üyesin. Fazla bir üyesi yok toplam yirmi, yirmi beş kişi falan.
Dedim ki ;
-Bunun kurgusu baştan sona yanlış.
Herkes gerildi.
-Ne demek? Nasıl olur ?
- Anlatayım. Kayseri Düvenönü, güccük gözün Âmet.
Aynen böyle söylüyorum.
-At arabacısı. Atından başka hiçbir şeyi yok adamın. Ana yok, baba yok,
şu yok, bu yok . Birinden gider bir araba kiralar, atını takar, onunla araba
sahibi ile ortak çalışır . Üç beş kuruş bir sigara parası zor temin eder.
Yatacak yeri yok, ana yok, baba yok. Benim ilkokul günlerim .
- Güccük gözün Amed&#39;in atı çatlamış! dediler.

23

-Ahmet ölen atının başına çökmüş. At oraya yığılmış. Zaten cılız ,
çelimsiz bir at, ölmüş. Ahmet de başına oturmuş ağlıyor. Seyirci her taraf.
Ama ben bunu olduğu gibi orada anlatıyorum.
-Siz böyle atıp kütületiyorsunuz da bunlar sizin hayalinizdir. Böyle bir
şey yok Anadolu&#39;da, Düvenönünde tıngalanın Şaban&#39;ın gahve var. At
arabacıları orada oturur. At arabacılar, taş oynar, boştur, sırası gelen.
Yükünü alır gavede oturanlar duydu ki güccük gözün Âmet&#39;in atı
çatlamış. Herkes herkesi biliyor zaten. Ölen atının başında ağlayan
Âmedin başına geldiler. Ben gözlemciyim. Hatırı sayılan yaşlı bir at
arabacısı başındaki kirli papağı çıkardı
- Atın lan, dedi.
Herkes içine kaç kuruş attı bilmiyorum ama. Demir bir lira, elli kuruş,
yirmi beş kuruş gibi.
-Âmet&#39;e at alacağız, atın.
Şöyle bir dolaştı. Atan attı papağın üstünden tuttu içinde bozuk para var.
Ben adamın peşine takıldım pisikletçi kadir amcanın dükkanına girdi;
-Kadir Emmi! Bak Âmedin atı çatlamış. Falanın ahırda at var. On liraya
satın alırız, orada müsait bir at var. Biz aramızda bu kadar topladık.
Kadir emmi masadaki çekmeceyi çekti. Yeşil kağıt onluğu adama uzattı ,
- Al oğlum!
Papağı aldı içindeki bozukluğu çekmecesine boşalttı . Hiç sayma mayma
yok.. Belki iki buçuk lira toplandı. Belki de üç lira topladı bilmiyorum.
Adam seğirtti gitti. Atı satın aldı. Geldi. Âmet hala ağlıyor.
- Kalk lan dedi.Tepti Âmede.
-Kalk dedi.
Yeni atı bağladılar Âmet ne olduğunu şaşırdı. Ölen atı da arabasının
üstüne koydular;
-Git bunu garipler mezarlığının o tarafa at gel ! dediler. İyiler mezarlığı,
Garipler Mezarlığı gibi şehir mezarlığına varmadan mezarlıklar var.
Sokak bunu yaşatıyor. Orada Sinematek Derneğindeki herkes iki büklüm

24

oldu şimdi.Çünkü Sen canlı bir pasaj anlatıyorsun. Ezbere anlatıyorsunuz
ama ben diyorum ki;
-Siz burada böyle kafayı çekerken gidipte Anadolu’ya hiçbiriniz
çıkmadınız.
Ben Kayseri&#39;de yaşanan bir şey söylüyorum, mekân şu, adı şu, olay bu.
Adana&#39;da da olsa durum bu. Erzurum&#39;da da olsa durum bu. Yani bir
nalbant esnafı birbirini boş bırakmaz. Bir berber esnafı da o günlerde
birbiriyle yardımlaşır. Cenazesi vardır, batmıştır, oğlunun başından
macera geçmiştir, yapışık yaşıyor insanlar, yani birbirinin gamını
bölüşüyor, kederini bölüşüyor! dedim .
Sonra tabii ben de biliyorum ki o çıkışım altımızı çizdirdi . Mesut&#39;a
dedim ki ;
-Aman sen devam et. Biz çizdirdik.
Mesut devam etti, Salih&#39;le. Kamera başına geçilecek. Listede benim
ismim yok.
. ALDATILMAK UNUTULMAZ
Gene ilkokula gidiyorum. Kağnı pazarında su satıyorum Kağnı pazarı
nere? Hunat caminin kuzey kapısı ile eski hal binasının arasına kağnı
pazarı derler orada kavun, karpuz bastaları kurulur. Köy garajları var.
Köylerden oraya gelinir. Tam ana baba günü gibi bir pazar yeri Ben de
Gazezoğlu’ndan buz alırım. İki kapılının çeşmeden kovamı doldururum.
-Soğuk su içen var mı otuz iki dişine keman çaldırıyor !
Diye su satarım. Bu kovadan yüz kırk kuruş yüz otuz beş kuruş
çıkartmam lazım. Eve iki tane ekmek alacağım. Ertesi günün buz parasını
temin edeceğim , hesap bu. Hunat Camisinin kuzey tarafına kalabalığa
doğru vardım. Artık suda soğudu, içilir kıvama geldi. Bir tahta
sandalyenin üstünde bir adam dev gibi bir yılanı boğazına sarmış, boğa
yılanı, oynuyor yılan. Herif dikkatimi çekti Acayip bir görüntü yaklaştım
,adam hokus pokus yaptı. Minare gölgesi koydu, davul tozu kattı
gazeteyi külah yaptı, eski bir gazeteyi. Sonra çakmakla ucunu yaktı,
tekrar söndürdü, sonra birer parça koparttı, etrafa dağıttı.
- Bu biraz sonra cebinizde kâğıt para olacak dedi.

25

Hemen bir tane kaptım. Herkes kapış kapışa gidiyor. Onun ateşleyicileri
de var. Az önce aynısını yapmış
-Bak benimki yeşil onluk çıktı!
-Bu benimki fındıkçı güzeli!
Fındıkçı güzeli dediği eski beş liralık kâğıt para.Öbürü ;
-Benimki mor oldu! diyor. Mor iki buçuk liralık kâğıt para. Reklamcılar
kışkırtıyor, çocuk cahil. Kaptığım kağıdı iyice bastırdım cebime. Biz su
satmaya geldik. Hava sıcak, buz eriyor. Adam az sonra sandalyenin
üstüne çantasından penisilin şişeleri çıkarttı. Okulda kapağını silgi
yapardık. Şişenin içinde siyah bir sıvı.
-Bu gördüğünüz ilaç her derdi; mide, bağırsak kurtları, tenya, şerit her
şeyi bi iznillah çözer atar. Hatta soğuk algınlığı gibi ne kadar hastalık var?
Devası bunun içinde. Hediyesi elli kuruş !.
Patır patır satılıyor. Şimdi ben bekliyorum kendi kendime
- Lan en kötü mor olur,diyorum.
İki buçuk lira. Yüz otuz beş kuruştan daha fazla. Bu tereddütle böyle bir
saat falan geçti. Buz tamamen eridi, su ılıdı satılmaz hale geldi.
Ayağımla kovayı devirdim, bekliyorum. Cebime sıkı sıkı bastırarak.
Bütün ümidim cebimdeki kâğıtta . Adam ilacını sattı, işini bitirdi. Kimse
kalmadı etrafında. İndi sandalyeden, sünnetçi çantasına benzer kocaman
bir körüklü çantasının içine yılanını koydu, kapattı. Sandalyeyi de
koltuğuna taktı. Gidiyor.
- Hop! Amca dedim ya. Nereye gidiyon?
-Ne var lan dedi!
Kocaman adam.
- Bakacak mıyım cebime?
-Hast…r lan! Dedi, arkasına bakmadan gitti. Herif bi tane çarpsa biz
uçacağız. Bacak kadar bebe. Hayatta o kadar zoruma giden başka şey
olmadı. Aldatılmışlık çok kötü bir duygu. O gün eve ekmek
götüremedim. Anamdan yediğim paparanın haddi hesabı yok. Ertesi gün
buz parası kalmadı. Fakat öyle bir dert edindim ki bu herif inşallah bir

26

daha gelir diyorum, iki ayda, bir buçuk ayda falan gelirmiş bu adam.
Hakikaten bir müddet sonra, ben gene su satıyorum baktım adam orada.
-Hah! Düştün elime dedim.
Kafaya koydum. O yıllarda Teravihten sonra çıkınca zemin katta çay
içilen dükkânlar var.. Karşıda Nazmi Toker Ortaokulu var. Nazmi Toker
Ortaokulunun arkasında kasa hali var. Ben o dükkânların sote yerine
saklandım. Adam sandalyeye çıktı, başlıyor ilacını satmaya. Yine yılanı
boynunda. Ben uzak köşeden bağırmaya başlıyorum;
- Yalan söylüyor bu adam. Bu adam sahtekâr. İnanmayın yalancı adam!
Adam arkama seğirtiyor. Çocuğu yakalamak mümkün değil .O gelmeden
fırlayıp gidiyorum, kayboluyorum. Tekrar geliyor sandalyesine çıkıyor,
ben gene aynı köşeden biraz daha yüksek sesle
-Sahtekâr, alçak sen aldatıyorsun insanları inanmayın!
İki, üç derken. O gün tezgâhını açamadı. Ama öfkeden beni görse, bir
tutsa parçalayacak. Beni yakalayamayacağını düşünüyorum. Gitti adam.
O günde ben çok keyiflendim. Adamın morali bozuk gitti. Adamı bir
müddet sonra tekrar sandalyede gördüm. Gene köşeye geçtim aynen önce
yaptığımı yapıyorum.
Nasıl ciğerim yanıyor ama?
-Sahtekâr. Yalan söylüyor. İnanmayın bu adama. Diye bağırıyorum.
Adam çaresiz kaldı ,bir cigara yaktı bana doğru ;
- Vallahi billahi oğlum sana hiçbir şey yapmayacağım dedi. Tamam
tamam bir dakika seninle konuşacağım!
- Bak ama dövmek yok dedim.
-Yok, dövmem. Oğlum niye bana kafayı taktın dedi.
Belli , mesafeden konuşuyoruz .
- O gün dedim sen beni haşat ettin. Rezil oldum. Su satıyorduk. Yüz kırk
kuruşumuza mani oldun anamdan şu kadar dayak yedim. Ve sen beni
aldattın.
-Oğlum özür olsun. Şu, yüz kırk kuruşun, benden uzak dur.

27

-Tamam, o kadar dedim.
Bana babacanlık tarafıyla yaklaştı sonra da, ahbap olduk. İşte sokak,
böyle bir şey. Adama sordum;
- Amca şu şişe içindekini çok şişiriyon, bunun aslı ne ?
- Oğlum, bu zararlı bir şey değil. Pekmeze azıcık su katıp koyuyorum.
Hepsi bu .
Bu hadiseyi yaşadıktan sonra, herhangi bir piyango işine herhangi bir
loto, toto şans oyunlarına en küçük bir meylim olmadı. Şans oyunları
hiçbir zaman nazarı dikkatimi celp etmedi . Bana böyle bir katkısı oldu o
olayın. Aldatılmak çok ağır bir duygu o gün adamla çatışmak için her
şeyi göze almıştım. Sokakta olunca ben bunu koymam yanına diyorsun.
Elinden gelen neyse onu yapıyorsun.

--Efendim çocukluk oyunlarınız ve insan ilişkileri?

Bin dokuz yüz elliyle, bin dokuz yüz altmış arası benim çocukluk
dönemim. Bin dokuz yüz altmıştan sonra çocukluğumun ikinci dönemi
Halk Partisi seçimle yönetimden uzaklaşıyor ve Demokrat Parti geliyor.
Demokrat Parti gelince ahalide büyük bir rahatlama, büyük bir ümit var
olma duygusu gelişiyor. Diyelim ki ezan on yedi yıl asli okunuşundan
çıkartılıp başka bir biçimde okutulmaya çalışılıyor bin dokuz yüz otuz
üçle bin dokuz yüz elli arasında. On yedi yıl Tanrı uludur diye bir şey
tutturulmuş, Türkçe Kuran çalışmaları yapılmış. Fakat insanlar katiyen
benimsememiş. Çok yoğun baskılara rağmen cezalara rağmen
müeyyidelere rağmen suskun kalmış, korkak, çekingen kalmış. İşte bu
Demokrat Partinin zannediyorum iktidarı devralmasıyla beraber halk
sanki bir miktar daha rahata zihnen rahata ulaştığını düşünmüş. Ve
Demokrat Parti iktidarının ilk yaptığı işlerden biri de ezanın asli
okunuşuna döndürülerek, Arapça haliyle minarelerden okunmasına izin
vermesi büyük bir memnuniyet meydana getirmiştir. On yedi yılda Türk
musikisi dinlenmesi yasaklanmıştır . Halk arasında terennüm edilen, çok
geçerli türküler bile yasaklanmış TRT&#39;de on yedi yıl türkü diye bir şey
duyulmamış.

28

Türk müziği konmayınca Batı müziğinden parçalar konuyor. İnsanlar da
anlamadığı bu müzik türünü dinlemiyor ve ona lakap takıyor. Demokrat
Parti iktidarıyla beraber Türk müziğinde duyulur dinlenir hale geldi
kendi türküsünü dinlemek için heyecanlanıyor, kuyruğa geçiyor. Çok da
fazla imkânı yok halkın. Bu iki rahatlama topluma büyük bir keyif verdi .
Harf inkılabı diye bir toplumun temelini sarsacak harf-lisan değişikliği
var bin dokuz yüz yirmi dokuzda. O çok köklü ve dünyada eşine
menendine rastlanmayan bir değişim dönüşüm ama en az onun kadar da
Türk musikisinin yasaklanması da bir devrimdir. Çünkü birçok insanın
gönlüne pranga vuruyorsun. Düşüncelerine, zihnine yani gülümsemesine,
neşelenmesine, hüznüne, ağıtına o zaman ne oluyor? Nasıl bir düğün
yapılacak? Veya cenazede nasıl bir tavır alınacak, belirsizleşiyor.
Doğumda nasıl bir tavır alınacak, belirsizleşiyor. Toplumun hüznüne ve
eğlencesine pranga vuruluyor.
Demokrat Parti&#39;nin de NATO&#39;ya girişi, Amerikan yardımlarını kabul
edişi, yerli üretimlerin, dondurulması gibi temel hataları var ama halkın
geneli böyle hafif bir hoşuna gitme, rahatlama hissinde. Altmış
ihtilalinden sonra tekrar bir korkuya dönüşüyor. İşte benim çocukluk
dönemimin sonu diyelim ki dokuz- on yaşlarından sonra biraz daha etrafı
iyice görmeye başladım.
Komşular benden radyoyu sadece türkü dinlemek için istemiyor.
Yassıada Mahkemesi&#39;nin kararlarını dinlemek için de istiyorlar, Demokrat
Parti teşkilatının, başta başbakanın idamı isteniyor. Adet çoğaltılıyor
psikolojik olarak da çoğaltılıyor. Sonuçta üç kişi idam edildi. Kayseri
Kapalı Cezaevindeki müebbetler Celal Bayar ve senatörler cezasını çekti.
Af çıktı dışarı çıktılar. Yani altmış ihtilali tekrardan ilk yasaklı döneme
geçiş gibi algılandı halk tarafından. Eyvah tekrar sağır İsmet devri
başlayacak mı, tekrar zulüm ve baskı altına mı gireceğiz kaygısı, korkusu
herkesi titretti.
Çocukluk ve ilk etrafı tanımaya başladığımda. Kayserinin coğrafyasını iyi
biliyorum o yaşta. Kayseri dediğimiz zaman Düvenönü ,Gülük Mahallesi,
Bozatlı Paşa Mahallesi yan tarafta Kara İmam Mahallesi öbür taraftan
Çifteönüne doğru giden bir birkaç mahalle. Karşı tarafta Çakalız,
Bahçebaşı, Setenönü gibi mahalleler. Kiçikapı, Hunat Mahallesi, Hunat
Mahallesi&#39;nden dönersiniz Sahabiye Mahallesi, Muammer Bey, yani eski
Ahmet Paşa Okulu&#39;nun veya bugünkü Serçeönü mahallesinin bir kısmı,

29

ordu evinin civarı oradan döndün Hacısaki Mahallesi gibi böyle avuç içi
kadar bir şehir.Buralarda akrabalarımız olduğu için biz yürüyerek gideriz.
Gece Sokak lambaları da çocuklar tarafından rahat bırakılmazdı. Altmış
vatlık bu ülfezik derler yani çok mecalsiz yanan lamba onu da çocuklar
nişan alma tahtası yaparlar, kuş lastiğiyle kırarlar.
Direklerin yarısının, lambası yanar. Gece karanlıklarda aile olarak,
akraba ziyaretleri olur. Diyelim ki Çandır&#39;da, Çakalız ‘da, Çifteönünde
olan akrabalarımıza gidip geliriz. O günlerde akraba arası ilişkiler fena
değil. Yani şu veya bu mutlaka her akraba birlikte hareket eder. Yani
birbirini görür, halleşir, hatırlar, hatırını sorar. Yani birbirinden uzak
değil. Mahalle, coğrafya olarak da hepsi yürüme mesafesinde Yani bir
binite ihtiyacı olmadığı için o günkü en önemli binit bisiklet.
Bugünkünden daha fazla bisiklet var şehirde. bugün çocuklar itibar
ediyor. Çocuklarını sevindirmek için kullanılıyor. O günlerde mesela
Sümer bez fabrikasında üç bin, beş bin işçi varsa, üç bin, beş bin bisiklet
vardı. Kayseri&#39;nin temelinde devlet yapısı olarak Anatamir fabrikası.
Devlet Demiryolları. Hava İkmal Merkezi, Sümer Bez Fabrikası, Askeri
Dikimevi bunlara ilave bir de Şeker Fabrikası Kayseri&#39;nin bütün, teknik
altyapısı bunlar. Şeker Fabrikası şehrin çok dışında addedilen bir yer o
gün itibariyle. İstasyonda şehir dışı gibi kabul edilir. Biraz şehrin
kenarında. Eski sanayinin yapıldığını biliyorum bin dokuz yüz altmışlı
yıllarda. Buralar toz, toprak, arazi. Hasılı şehir coğrafyası bu çanak
içerisine yerleşmiş ve nüfusta çok büyük bir nüfus değil. Otuz kırk bin
nüfus var. Aşağı yukarı nüfusun hepsinin birbirini tanıma imkânı var.
Kapalı çarşı esnafı, kadim esnaf, Kazancılar esnafı, kadim esnaf.
Kazancılar esnafı bugünkü gibi sarrafiye falan değil. Kazan adı üstünde
bakırcılar, kalaycılar, demirciler çarşısı. Eski sanayi yapılınca esnaf
gurupları orada toplandı.
“KAYSERİ DE ERMENİLER”
Ermenilerin tehcirden sonra bırakıp gittiği mahalleler var. Oralar biraz
bakımsız kaldı ama Cafer Bey mahallesinde de Ermeniler oturur.
Komşuluk ilişkileri var Cafer Bey Mahallesi&#39;nde. Ermeni Kilisesi de var.
Onlar ayrı bir mezhep. Kayseri&#39;deki Ermeni Kilisesi farklı. Yani müstakil
bir ekümenik kilise. Katolik değil, Ortodoks değil, Protestan değil,
kendine özgü bir mezhep.. Her yıl burada toplanırlar. Ama Caferbey
Mahallesi&#39;nde Ermeni komşular var. Bizim orada akrabalarımız da var.

30

Onlarla ilişki çok enteresan. Yani herkes birbirine büyük saygı gösterir.
Yemekler karşılıklı gider gelir, hatta hatırlıyorum bizim mahallede
Ermeni yoktu ama Ramazan&#39;da yemek yapıp gönderirlerdi iftarlık.
Hürmeten kendileri oruç tutmazlar ama komşularına iftarlık yemek
gönderirlerdi. Müslüman halk da onlara saygı duyardı. Sucuk, pastırma,
taş duvar işçiliği, zanaatkârlık onlar arasında yaygındı. Şehrin yakın
civarında köyler var ; Talas ,Erkilet, Ambar, Molu yakın köyler. Oralara
otobüs kalkar, günde birkaç otobüs gider gelir, bilhassa işçi saatlerinde
işçi toplar, götürüp getirir.
Yapılar pek sıhhati ve düzgün yapılar değil, toplama taş ve çamurla
yapılmış fakir yapı, evlerin yüzde seksen hatta yüzde doksanını oluşturur.
Yonu ve ince işle yapılmış ev sayısı oldukça az. Eski konaklardan birkaç
kalan var. Onlarda virane olmuş, gece oyunlarımızı o viranelerde
oynardık. Her mahallede üç beş tane virane vardı. Terk edilmiş, taşları
yıkılmış, evler boşaltılmış böyle bir yer. Bir denizin üstünde oturmamıza
rağmen evlerde susuzluk çekilirdi. Mahalle çeşmelerinden su getirilir, su
oradan temin edilir, evlerde su yoktu. O çeşmelerde her zaman akmaz,
bazen boruları temizlemek için suyun deposuna talaş basarlardı. Hasılı
akan çeşmelere elimizde kovalar veya güğümlerle su almaya giderdik.
Eski bahçe çeşmesi akıyor mu, akmıyor. Çifteönü çeşmesine geçeriz. Ora
akmıyorsa Çakalız Çeşmesine geçeriz. Kadınlar çamaşırları çeşme
başında yıkamak zorunda kalırlar.
Bin dokuz yüz atmışlı yıllarda okunacak kitap yok işin doğrusu. Halkta
para da yok. Genel olarak bir fakirlik ve yokluk çekiliyor. Bir başkasına
hamdolsun cenabı Allah muhtaç etmedi. Sürekli çalışırdım bizim
mahallede bana hep övgüyle teşvikle, takdirle bakarlardı . Hem çalışıyor,
hem okuyor diye. Hem çalışıp hem okuyan kişiler insanların hoşuna
giderdi. Bu vesileyle o günkü dönemde çalışmak çok aziz ve esaslı bir
şeydi. Çalışmadan bir şeyi temin etmenin mümkün olabileceği kimsenin
aklından geçmez.Ter dökülecek, gayret edilecek. Allah ne nasip ettiyse
helalından bu rızık temin edilecek. Halkın çoğu böyle tabi olarak
düşünürdü. Telkinler; gayret et çalış, çalışkan ol! Bir de Allah muhannete
muhtaç etmesin gibi . Şifahi kültür böyleydi. Bağcılık ileri safhada olduğu
için Kayseri&#39;de çok büyük yük kaldırır. Üzüm, üzüm ürünleri pekmez ve
diğer ürünleri kayısı, kayısı kurusu, ceviz, cevizin ürünleri, erik, erik
ürünleri, elma falan gibi. Bağcılar her mahallede olduğu için sadece kendi
sebeplenmez bütün komşularını sebeplendirirdi. Ramazanlarda vaizler

31

olur. Demirci Hoca Allah rahmet etsin. Şu hoca bu, hoca ramazanlarda
bilhassa kadınlar teravih namazlarına çok takılırlar. Bir de sahurda da
sabah namazına kadar çok kalabalık olur kış günleri cami dolar, içerisi
buharlaşır. Orada vaizden ne dinlediyse kulağında ne kaldıysa ilmihal
bilgisi olarak büyükler bize ancak onları aktarabilir . Büyük bir bilgi gibi
sakın ha buna dokunursan berhava olursun gibisinden…
Çocukken herkes kendi ekmeğinin hamurunu yoğurur mahalle fırınında
pişirtir, getirir. Onu bir hafta on gün ne kadar yerse tekrar hamur
yoğurulur. Uzun sürer sert kışlar. Giysiler falan da sıhhatli değil, ayakta
ayakkabı yok, sırtta palto yok!
“ÜRPERTEN SALACA “
O yıllarda cenazeler evlerin avlularında veya sokakta yıkanırdı çocuklar
bu tarzdan oldukça ürperirlerdi. Yoğurduğum hamuru Gülük fırınına
götürüp orada pişmesini beklerdim. Fırıncı gazi emmi ;
-Fırının içinde beklemeyin dışarı çıkın ekmeğiniz pişince gelin alın derdi.
Dışarısı soğuk …
- Gülük camiine sabah namazına gideyim sobayı yakayım bu arada
ekmek pişer, alıp götüreyim diye düşündüm. Fakat caminin giriş kapısının
sağında ve solunda cenaze levazımatları var salaca ,teneşir, kazan, tabut
gibi ortam karanlık, ürperiyorum …
Gündüz müezzin amcanın yanına gittim ;
- Hocam şu salacayı kazanı caminin içindeki şu yere taşıyayım. Sabah
karanlıkta camiye girerken korkuyorum…
- Höt lan ölümden korkulur mu hepimiz öleceğiz!
Bende vites attı ;
-Sana da, camine de, salacana da…
Ondan sonra daha da Gülük camiine gitmedim. Bunu bu günkü imam
arkadaşların eğitime dikkat etmesi için anlatıyorum .
Allah hepsinden razı olsun Mevlam hepimizi affetsin kusuru söylemek,
bir şeyi faş etmek için anlatmaktan Allaha sığınırım, ama o günkü vaziyet
buydu .

32
“MAHALLENİN MEKTUPÇUSU”
Öğrenciyim. İnsanların takdir ettiği bir durum, mahallenin
mektupçusuyum. Hem okuyup hem yazmaya başladım mektupları.
Önceden okuyordum. Sonra mektup yazmak için takımın olacak. Bir defa
o mürekkepli kalem olacak kâğıdın olacak, zarfın olacak. Eve geldiğimde
müşteri eksik olmazdı. Yani gündüz eve haber bırakırlar;
- Bekir ne olur akşam bize gelsin , mektup geldi...
Asker mektubu daha ziyade. Başka mektup olmazdı. O günün
atmosferini anlatmak için belki birinden bahsedeyim. Eve gideriz, ev
halkı toplanmış yemeğini yemiş. Ev halkı bir arada, mektup okunacak.
Mektup okuyacak kimse yok, yazacak kimse de yok. Ahmet Duran&#39;dan
veya askere gitmiş Harun&#39;dan gelen mektup okunacak;
-Sevgili anacığım ;
Anadan başladı. Babadan başlamazlar.
-Nasılsın, iyi misin? İyi ve sıhhatli olmanı sizleri ve bizleri yaratan
Cenabı Mevla&#39;dan dilerim. Eğer sen de ben kıymetsiz oğlun Ahmet&#39;ten
soracak olursan…
Böyle bir standart giriş. Her zaman böyle başlar.
- Kıymetli babacığım. Nasılsın? İyi misin? İyi ve sıhhatli olmanı Yüce
Mevla&#39;dan dilerim, eğer sen de ben kıymetsiz oğlun Ahmet’ten soracak
olursan… Şudur, budur. Sonra evin bütün nüfusu aynı şekilde zikredilir.
Biraz da eve yakın emmi amca dayı falan komşu, onlar da zikredilir.
Arkalı önlü iki sayfa . Ama bu kadarı bile büyük bir merakla, büyük bir
iştiyakla dinlenir. Büyük bir iştiyakla okunur. Fakat en önemli şey şu:
Mektubun sağ başında küçük bir kare içinde çarpı işareti. Mektubun en
kıymetli tarafı bu. Bir kare kutu içinde böyle bir çarpı olursa bu:
- On liraya ihtiyacım var. Bana on lira gönderin demek. Kare kutu çarpı
iki tane olursa iki kare kutu
- Yirmi liraya ihtiyacım var. Paranız varsa bana harçlık gönderin…

33

Para mektubun içine konur gönderilirdi. Yani zarfın içine mektubun
arasına konur, okunan yazının hiçbir tarafında paraya ihtiyacım var,
parayı gönderin lafı yok. Mektubun içine şifreli yazılmış. Onu
çözeceksin, onu sen bileceksin. Ondan sonra ;
-Ahmet abi on lira istiyor! Diye şifahen söyleriz.
Mektubu yazarım tek tek. Anneyi konuştururuz. Aynı, kelimeler, aynı
cümleler, babayı, hane halkının tamamını , horanta dediğimiz hepsine
cevap veririz ,hiç kimseye sormadan. Onlar sadece;
-Yaz der… Yaz… Yaz. Yazdın mı?
-Yazdım! -Oku !
Böyle bir muhabbet. Kâğıdı benden. Yarın postaya vermesi de benden.
Ooo yarın postaya vereceksin bir de. Ağzını kapatacaksın tertemiz. Asker,
asker sigarası kor gönderir mektubun içine . İçine bir tane asker sigarası
aman o ne kadar kıymetli şeydir.
Tütün sarılırdı o zaman. Birinci, İkinci, Üçüncü sigaraları var. Asker,
askerde verilen bir sigara demek ki. Paket Asker sigarası şimdi Ahmet
Duran askere yeni gitti at arabacısı. Atını ahıra bağladı, askere gitti.
mektubu gelmiş…
-Hacca ablan seni bekliyor mektup okunacak .
Akşam gittik, oturduk. Mektubu getirdiler koydular. Ahmet Duran aynı
şekilde anası babası kardeşleri, amca dayı, halaoğlu, emmioğlu, teyze
oğlu, selam hepsine … Hasretlik diye bir şey var. O gurbet hissi tütüyor
mektuplarda zaten.
Ondan sonra mektubu okudum. Amcaya, halaoğlu, teyze oğlu, bitti.
--Atıma selam eder, gözlerinden öperim. Kamçıya selam ederim.
Ahmet Duran yeni evlendi, gelinin kucağında çocuk var, kapıda dikili
duruyor. Gelin alındı. Üzüldüm. Gelinle göz göze geldik ki gelin hüngür
hüngür gidecek. Yani halaoğlu, emmi oğlu, hala, teyze herkes sayıldı.
Kucağında çocuk ;
-Bana bir selam yok mu ?

34

Hali böyle söylüyor… Mektup daha bitmedi. Kendimden ekledim
Feride’ye de selam eder. Gözlerinden öperim… Gelin ferahladı, kaynana
fitil oldu, aman nasıl öfkelendi , nasıl öfkelendi.
- Vay ... Sen nasıl mektupta geline selam söylersin.
Kalktı fırladı ayağa. Gelinin üstüne doğru yürüdü…
Böyle haller de yaşanıyor o günlerde gelin ve kaynana, gelin algısı,
kaynana algısı çok farklıydı. Sonra kafama çok takıldı bu nereden
kaynaklanır da gelir? Gelini köle görmek… Damadın çocuğunu babasının
yanında kucağına alıp sevememesi. Dinde öyle bir şey yok… Türk âdeti,
Türk örfü mü? Âdette de böyle bir şey yok. Sonra ben bunu şöyle ancak
yorumlayabildim. İki seferberlik yaşanmış. Birinci harp ve ikinci harpte.
Birinci harpte, eli silah tutanları cepheye götürmüşler. Burada kalanlar
hasta. Kadın, çocuk, sakat, kız evladı, erkekler cephede. Eşkıya türemiş,
sürekli eşkıya geliyor, mal götürüyor, altınını götürüyor, takısını
götürüyor. Namusuna, ırzına göz dikiyor. Kadınlar çok korkmuşlar.
Aman bir erkek oğlumuz olsun istemişler bizi güç olarak korur manasına
gelen düşünce şimdi böyle şeylerden bahsetmek söz konusu değil ama o
gün öyle bir dönem yaşandı. Sosyolojide böyle uzun sürelerde iki kutup
arasında tezat yaşanıyor ifrat tefrit diye. Buna da sosyolojik ifrat tefrit
denebilir.

“GARİPLERİN BAYRAMI”
Bir şeyi söyleyeyim çocukluktan mahallede kulağımda kaldı. Eklenerek
geldi ama bu bayramlar yaklaşırken gündeme gelirdi. Yani Kurban
Bayramı&#39; ve Ramazan Bayramı yaklaşırken bilhassa da Ramazan Bayramı
daha duygulu olurdu . Otuz gün bayram mevzusu edilir. Bayramda
sevindirilecekler… Kimler sevindirilecek? Sevindirilmesi derken gönlü
alınması psikolojik olarak rahatlatılması, hediye ikram… Orada şöyle bir
sıralama söylendi. Bir mahalledeki yetim ve öksüz kız çocukları. Birinci
sıra… Mahalledeki yetim kız çocukları. İkinci sıra …mahalledeki yetim
ve öksüz erkek çocuklar üçüncü sıra . Bunu ben sonradan toparladım ama
mahallenin telkini, uygulaması buydu. Üç bak yetimliği ön plana
koyuyor … Önce öksüz ve yetim… Sonra yetim… yetimlik önde. Bu
bittikten sonra mahalledeki dul erkek veya kadınlar. Önce kadınlar,

35

sonra erkekler, kimsesizler, garip gureba dediğimiz, kimsesi kalmamış
kimsesizler. Bayramda aranacak, bulunacak, herkes imkânına göre bunları
sevindirecek. Akraba taallukatında bunlardan varsa öncelikli. Ama
mahallede akraba taallukat ve komşuluk iç içe olduğu için ikisi beraber
harmanlanıyor. Kadim kültürümüzden gelen uygulama, zengin de olsa,
fakir de olsa sofrasında bir fakirin olmasını talep eder, isterdi. Canı
gönülden istiyor. Bir fukara bulunsun. Kendi de fakir, yani ortaya
koyduğu bir bulamaçtan başka bir çorbası yok… Bulamaç diye çok
yaygın bir çorba. Unu katar suyla pişirir... Üçüncü çeşit yok. Soframda bir
tane fukara bulunsun ister. Gider alır gelir, davet eder, bulur. Bulmaya
gayret eder. Zenginde zenginliğinin belirtisini göremezsin , davranış
itibariyle daha olgun, daha mütevazı, daha ara bulucu … İnsanlar arasında
huzursuzluk giderebilen insanların problemlerini danışacak, mahallede
yaşlı bir kadın bir erkek her zaman bulunur. Varlıklı insan bunları da
üstlenir. Çocukların hepsi aynı okula gidiyor aynı sırada oturuyor.
İlkokul birinci sınıftan üniversiteyi bitirene kadar hep sınıf başkanı
oldum. Hiçbirinde de ben başkan olacağım demedim . Sınıf başkanı
olmuşum. Nasıl olmuşsa olmuşum.
Sınıfta süt tozu içen çocuklar , zengin çocuğu fakir çocuğu yan yana
oturuyor İkisi de aynı önlük giyiyor. İkisi de aynı yaka takıyor .
Arkadaşça aynı oyunu oynuyor. Kızlar, ip atlar, çizgi oyunu oynar,
erkekler ise farklı oyun oynar mahallede. Daha erkek tabiatlı oyunlar
oynar. Şehirde zengin ve fakir çizgisi yok , tahin pekmez karışımı gibi
bir şey. Bayramlarda bayram ziyaretlerinde çocuklar toplanır hiç
istisnasız bütün kapılar çalınarak bir numaradan başlanır bütün mahalle
dolaşılır. O evden çıkıp öbür eve öyle kafamızda bu zengin bu fakir
hesabı yok . Bakıyorsun birinde savan veya kaba dokuma kilim öbüründe
çok nefis Bünyan halıları veya el dokuma yün halılar oluyor.
Çocukluğumuzda bunlara dikkat etmezdik. İkramını yapar adam
imkânına göre… Bayramda ikram edilen garip bir şey vardı, sigara.
Pabuçlu sigara. Şeker, lokum vesairenin yanında en olmadık bir ikram.
Yani o günlerde sigara içmek sanki bir maharet ve bir büyüklük, gibi
telkin edilirdi .

36
İlkokul mezuniyet arşivi 7/12/1963

“ERİKÇİ BEKİR”
İlkokulu bitirdim, ilkokuldan sonra okuma falan hiç aklımda yoktu. Okul
diye bir şey yoktu kafamda… Kalenin postane tarafındaki girişinde iki el
arabalık yerim vardı. Erik satardım. Mevsiminde çok uzun süre erik
satardım… Başka şeyler de satardım. O günlerde lakabım “ Erikçi,
Bekir”. Bir ara fındığa yönelmiştim, lisede uzun süre fındık sattım…
İlkokul öğretmenim Mustafa Akşehirlioğlu. Allah rahmet eylesin. Sıcak
bir gün. Baktım, ilkokul öğretmenim geliyor… Yaşlı, boylu poslu , fötre
şapkasını hiç çıkartmaz. Bana doğru geliyor.
-Öğretmenim buyur!
Çektim bir kasa… Arkada bir terazinin gözünde erik yıkadım,
-Hocam buyur.
-Oğlum dedi. Niye diplomanı almadın ?

37

Diploma alınacakmış, aklımda değil okul bitti biz kapattık ,cevap yok.
Almadık diplomayı ...
-Gidip diplomanı alacaksın…
Talimat verdi, biraz böyle sert biçimde . İçinde bulunduğum durumu da
sevmediğini ima etti .
-Bu sana yakışmaz! der gibi… Biz de ticarete kaptırmışız ufak tefek kendi
çapımızda evimizi geçindiriyoruz… Muhannete muhtaç olmuyoruz.
Kendimizi ayakta tutuyoruz…

(Seyyar satıcılık 1965-1966 yılları)
-Ticaret lisesine gidecek. kaydolacaksın …
-Peki ! dedim, saygıdan dolayı.
- Mutlaka yap, gene geleceğim !

38

Kalktı gitti. Düşündüm, bu adam gene gelir üç beş gün, bir hafta sonra,
gittim okuldan diplomayı aldım. Ticaret lisesine gittim. Nazmi Toker
Ortaokuluyla yan yanaydı. Güzel bir bina. Kayseri vilayetiyle aynı,
Kayseri Lisesi&#39;yle aynı yapılı bir ticaret lisesi binası vardı. Öğretmenim
düşünmüş , Allah rahmet etsin.
-Fukara çocuğu bir an önce bir ticaret lisesini bitirsin muhasebecide
hemen iş bulur. Maişet kaygısını atar…
Ben de onu fark ediyorum ticaret lisesine gittim. Kayıtlar dolmuştur
yazıyor.
-Oh hele şükür. Ya elhamdülillah hocaya söyleyecek bir şey buldum,
işime devam. Adam geldi.
- Ne yaptın?
-Kayıtlar dolmuş hocam dedim. Kapanmış kayıtlar, biz kaçırmışız!
Gene sert yaptı.
-Yanında Nazmi Toker Ortaokulu vardı. Niye oraya gidip kaydolmadın?
dedi.
Lailaheilallah ,Yahu biliyorum Nazmi Toker Ortaokulu&#39;nun yanında
olduğunu. İçimden gelmiyor ki okula kaydolmak.
- Gidip Nazmi Toker Ortaokuluna kayıt olacaksın! Tekrar geleceğim.

“SÖZ OLA KESE SAVAŞI
SÖZ OLA KESTİRE BAŞI”
Adam bırakmıyor… Kalktı gitti. la havle vela kuvvet gittim Nazmi
Toker Ortaokuluna, kayıt şartları yukarıda iki tane pul, bilmem ne kadar
resim, diplomayı aldık tamamladım, vardım, sıcak bir gün, bir akasya
ağacının altında tahta masa koymuş, bir adam… Kuyruk var sekiz, on
kişi. Kaderin cilvesi mi bunu çok defa anlattım ama burada da anlatayım
…Bir de öğretmen var, öğretmen var. İnsan var, insan var... Geçtik
kuyruğa fakat üst baş böyle toz toprak, kir, yani sebze çürüğü içinde
tozlu ayakkabı, var mı yok mu…. Ökçe basılı. İki tane de bıçağım var.
Bir sustalı var, bir kasap bıçağım var. Üstümden eksik olmaz. Sokak işte

39

böyle bir şey… Ve kısmi bir heves de var… Ama çevremdeki herkeste
var bu bıçaklardan. Bizim civarımızda itiş kalkış eksik olmuyor. Sıra
bana gelince şöyle bir baktı iğrendi adam benden. Çok rahat
hissediyorum. Çünkü insanlarla çok yüz yüze olduğum için her çeşit
insana mal satıyorsun.
Şöyle baktı.
- On lira kayıt parası ! Dedi, sert sesle…
- Kayıt listesinde böyle bir şey yok.
- Çık sıradan!
Öyle bir ağırıma gitti ki , out&#39;ta kaldım, kenarda kaldım.
-Ben sana gösteririm! dedim. Gittim, en arka sıraya tekrar durdum. Yavaş
yavaş ilerliyor. Ama benden sonra da gelen oluyor. Fakat yaklaştıkça
elimi arkaya atıyorum, bıçağı hazırlıyorum, ondan sonra bıçağı
çakacağım. Çocuğun kafa döndü, kaldıramıyoruz öyle bir şeyi, hakaret
etti, adam bizi azarladı, on lira lafı etti.
- Kayıt parası on lirayı getir !
-Çık
- Senin gibi zibidiyi kim kaydede…
- Ne işin var buralarda…
Orada bir olay çıkartacak çocuk. Tam sıra bana geldi bende telaş, titreme,
ter öfke her şey mevcut. Dışarıdan bakan görüyor. Biz kendi halimizi pek
bilmiyoruz. Sıra bana geldiği zaman adamın bir tarafına çalacağız. Kasap
bıçağı öyle jilet gibi, bana sıra geldi. Adam kafayı kaldırdı. Aynı iğrenç
eda ile;
-Gene mi sen? falan gibi bir laf etti.
Masa var aramızda, kötü bir masa .
- On lira getirdin mi?
Hiç kulağım laf duymuyor.
Omuzumun üstünden şırrak diye masaya bir on lira düştü.

40
–Fazla konuşma kaydet çocuğu.!
Arkamdaki adam çocuğunu getiren bir veli. Uzun boylu bir adam.
Adam, çok emredici bir üslupla söyledi. Dondum kaldım elim arkada
bekliyorum . Hareket de yapamadım.
- Tamam ! Dedi, kayıt yapan.
Diplomayı falan zarfın içinde koydum kaydeden baktı, yazdı sekiz yüz
seksen bir. Bir kötü kâğıda yazdı.
-Numaranız!
Numarammış. Bir şaşkınlık, şaşkınlık değil .
-Ne yapacağım biz neye niyetlendik? Ondan sonra bir adam çıktı…O
kim? Niye on lira alınıyor? Niye veriliyor ? On lira da bizim bir haftada
zor biriktireceğimiz bir para . Kolay ulaşacağımız para değil. Ulaşılır
ama listede yazmıyor.
Adam çocuğunu kaydettirdi. Sekiz yüz seksen iki, Adnan&#39;ın babasıymış.
- Amca niye on lira verdin?
-Oğlum kayıt parası istiyorlar on lira.
- Ben çalışıp sana öderim !
-Oğlum ne zaman istersen bizim Adnan&#39;a ver… Ne zaman müsait olursan
hiç acelem yok. Sakin ol…
Adam arkamda bir müddet durunca hareketi anlamış. Girişimimiz kötü,
tabii arkadan gözüküyor. Eli bıçağa atıyor tekrar koyuyoruz. Kader! Allah
orada korursa koruyor. O adamı da korumuş, beni de. O adam da müdür
yardımcısı İsmail Köroğlu imiş. Daha sonra okula kaydolduk ve
müdürünü yani öğretmenini öğreniyoruz. Bakıyorum İsmail Köroğlu ‘da
öğretmen, Mustafa Akşehirlioğlu da öğretmen …Biri bir meslek, iş zanaat
sahibi olsun diye yemiyor, içmiyor takip ediyor geliyor iki defa
uğraşıyor… Öbürü kapısına gelmiş adam kovuyor … Yukarıda bahsettim
imam meselesi gibi. Ya çocuk camiye gelmiş. Biraz da içinde var olsun.
Davetçi ol, davetkâr ol… Bir şey kaybetmezsin. Hiçbir şeyi genellemek
istemem. Böylelikle Nazmi Toker Ortaokulu&#39;na başladık.

41

Üç yıl Nazmi Toker üç yıl lise. Nazmi Toker Ortaokulu&#39;nda yavaş yavaş
ilmihal kitabı buluyoruz… Ufak tefek bulduğumuz kitaplarla haşır neşir
oluyoruz …
Ortaokulda kitap alakam başladı. Kitabı arıyorum okuyabileceğim kitabı.
Sadece Kültür Bakanlığı ucuz kitap çıkartıyor. Öbürleri mesela Altın
Kitaplar Yayınevinin kitapları falan çok pahalı. Kültür Bakanlığı&#39;nın
çıkardığı kitapların da yerli bir yanı yok. Öyle dinle, örfle alakalı hiçbir
şey yok… Rus klasikleri, Fransız klasikleri, serisinden gidiyor. O
günlerde ben onlara başlamadım.
Nazmi Toker Ortaokul ikinci sınıfa gidiyorum. Gene sınıf başkanıyım
nasıl olduysa sınıf başkanlığı yapışık bana…
LAİKLİKLE TANIŞMAM
Tabiat bilgisi diye bir ders var. defterleri idareye götürüyor, getiriyorum
öğretmenlerle ilişki halindeyim. İzmirli bir kızcağız tabiat bilgisi dersine
geliyor. Fakat o günkü Kayseri&#39;nin yapısına aykırı son derece dekolte bir
kıyafet, mini etek, askılı kollar. Dalyan gibi de bir kız. Fakat öfkeli, çok
öfkeli Kayseri&#39;ye mikroplar nüfusu gibi bakıyor. Sınıfa bir alay mikrop.
Bunlar şedit, pislik, çocuklar gibi davranıyor ...
-Niye geldi öğretmenlik yapıyorsa?
Sınıftaki çocuklar da hissediyor, öğretmenler de hissediyor. Herkes
hissediyor yazı tahtasının bir kenarında silinmesi gereken yazılar kalmış
kadın sınıfa geldi.
-Bu nasıl tahta, sınıf başkanı nerede? vardım ;
-Evet ora unutulmuş, ben siliyorum .
-Dur dur numaraları oku. Bu çocuklar gelsin tahtaya ! Dedi
Okudum numaraları üç beş kişi geldi dizildi. Elinde örmeli kablo cop
olarak kullanıyor. Bileğine takılı .
- Herkes ellerini uzatsın!
Açtık elleri. Sınıf başkanı da cezalı şak şak şak her avuca birer tane
vurdu. Ben sondayım . Bana geldi sıra. Bir bir vurdu.
- Bir dakika ellerini açacaksın. İçine hırsla vuruyor.

42

- Bu çocuklar otursun.
-Bu ne… Allah&#39;ım ya Rabbim. Bir şey yok ortada herkese birer tane
bana, beşer tane … O günlerde yastıkçılık yapıyorum çok iyi yastık
basarım bende zanaat çok, meslek çok. Sağ elimin içi çuvaldızı avuç
içiyle itelediğim için nasırlaşmış ve çatlamış vaziyette . Sağ elin içi
tamamen nasır … Anam ;
- Oğlum çatlağa kına iyi gelir diye elime kına yakmış. Kına da bitmek
üzere, tabii şey… Öğretmen sağ elimde kınayı görmüş…
-Yobaz, gerici, laiklik düşmanı,
Kadın köpürdü, dedim ki;
- Eğer kadın olmasaydın sana gösterirdim!
O kadın bütün hırsıyla , hıncıyla patır patır vuruyor ellerimi
çekmiyorum . İnatlaştık kadın terin suyun içinde kaldı. Bağırıyor bir
taraftan yobazlıkla suçluyor.
-Laiklik düşmanı …
İlk defa laiklik sözünü duydum. Merak ettim . Tamam kadın öfkelendi
gitti, sınıfı terk etti. O gün kafama takıldı. Bu laiklik neymiş? Bilmiyorum
hakikaten. Laikliğin ne olduğu ilk defa o kadının ağzından duydum …
Sağ elime on tane cop yedim. Sol elden vazgeçti. Sağ ele bindirdi. Yani
çatlak olan elime ben de öfkelendim. O öfkeyle kadına çarpsam
yuvarlanır ama kadın diye dokunmadım.
-Sen kadın olmasaydın sana gününü gösterirdim !
-O gün tamam avucumuzun içine cop yedik ama …Lan bu laiklik neymiş,
ilk defa laiklikle böyle tanıştım. Sonradan öğrendik laikliğin ne olduğunu.
Ortaokulu bitirdim. Hiçbir türlü ders sorunum yok , ne kitap var bende ne
defter lisede de, ilkokulda da, ortaokulda da neredeyse üniversitede kitap,
defter taşımayan bir adamdım.
Lisedeyken kalenin içinde güzel kâğıtlar satılırdı. Onu matbaada
kestirdim, zımbalattım. Teksir kâğıdından daha kaliteli kâğıtlar… Hoca
anlatırken, buraya edebiyat dersinden not alırdım, çevirirdim, fen dersi
gelir, not alırdım, çevirirdim, tarih dersi ile üst üste notlar alırdım. Bu da
bana yeterdi.

43

Hasılı hayatta sürekli, ya büyüklerin ananın, babanın, ağız dualı, garazsız,
dua eden insanların duasını almak lazım. Zaten dua deyince beklentisi
çıkarı olmayan bir şeyden bahsediyoruz, Allah eksik etmesin. Hasılı biz
bu şartlarda Nazmi Toker Ortaokulunu tamamladık. Kayseri Lisesi&#39;ne
başladığımda biraz daha etrafı tanımaya başladım. Çünkü okumaya
başladım. Kayseri Lisesi&#39;ne girince de rahmetli Ziya Olgunharputlu isimli
bir arkadaşım vardı. Birinci sınıfta Büyük Doğu ve yayınları ile tanışma
fırsatını buldum. Haftalık Büyük Doğu mecmuası çıkar, çok canlı, çok
güncel, çok dinamik bir dergi. Biz onu bayide beklerdik bir tane satın
alalım diye. Çünkü rahmetli Üstad o gün de güncel mevzularla bütün
Türkiye&#39;de olay meydana getirecek başlıklarla çıkarırdı her Büyük Doğu
sayısını. Hakikaten olay olurdu insanların zihninde. Çok az adetle
basılırdı.
Bu arada müftülüğün arka tarafında küçük bir oda kiraya tuttuk, birkaç
arkadaş burada oturalım, muhabbet edelim gibi düşünerek… Kapıya da
bir levha astık. Türk Ocağı . Biz orada yirmi, yirmi beş arkadaş Büyük
Doğu mecmuası okurduk . O zaman Yüksek İslam Enstitüsü derneği
İdeolocya Örgüsünün ilk baskısını yaptı. Onlar da bizim, tanıdığımız
arkadaşlar... Güzel de bir kitap çıktı. Böyle örgülü, mavi kapaklı bir kitap
gözümün önüne geliyor. Derken Büyük Doğu&#39;nun külliyatıyla tanıştık. O
arada Kayseri Lisesi&#39;nde okuyorum. Tabii insan ister istemez fikirlerini
konuşmak, etrafa sirayet ettirmek gibi bir yaratılış içerisinde. Bizim bu
dinamik arkadaş grubu da bu maksatla, bu gayrette… Bir taraftan
rahmetli Üstad Necip Fazıl&#39;ın kitaplarını okuyoruz kendi kendimize.
Yirmi, yirmi beş arkadaşımızla diyelim ki ”O ve Ben”i okuyor, okuyan
arkadaş onu yirmi beş arkadaşına anlatıyor. Bir hazırlık yapıyor. Diyelim
ki “Tohum”u piyeslerden bazılarını veya “Abdülhamit Han&#39;ı”. Toker
yayınları basardı Üstadın kitaplarını, bize de fiyatı pahalı gelirdi. Bir kitap
okunur. Bir de çay içilirdi , ya böyle, otuz metre kare büyüklükte bir oda
düşünün. Orada bir musluk var, çayımız orada kaynar, biz yaparız, lavabo
orada. Birkaç masa sandalye. Ama çok samimi bir ortam.
Kayseri&#39;de Türk Kültür Derneği diye iş hanının üstünde bir dernek vardı.
Sadece kültür faaliyetlerini o yerde yürütürlerdi. Rahmetli Nevzat
Türkten oranın banisi, kurucusu. Onlar da biraz Nihal Atsız ve Dündar
Taşer arasında gidip gelen bir yapıydı. Nihal Atsız iyice nasyonal
sosyalizm denen kafatası ölçümüne kadar giden bir ırkçılığa doğru
yöneldi.

44

MHP ülkücülük hareketi Türk Kültür Cemiyetinin riyasetindeydi bir
arkadaşlık ünsiyeti içerisinde bizden de seminer talep ederlerdi. Biz
hazırlıklarımızı gider orada anlatmaya çalışırdık anlattığımızda da
sonunda olay çıkardı zaten. Çünkü biz onların kabul edemediği şeyleri
söylemiş oluyorduk.
Bunlar lisede oluyor tabii. Büyük Doğu Dergisi içerikli ve dolu dolu bir
dergi. Bir de güncel bir dergi. O günlük olaylardan azade günlük
siyasetten uzak. Her konuya direk bodoslama dalan bir mizaç.
Onun için dergiyi alınca bir hafta mevzu çıkardı okulda. Çok kolay ve
kendiliğinden çıkardı. Çünkü alternatif söylüyor. Bilhassa Çetin Altan’ la
rahmetli Üstadın karşılıklı yazılarını hararetle takip ederdik.
Daha sonra Üstad Bugün Gazetesine yazı yazmaya başladı. Şevket Eygi,
Bugün gazetesini çıkarırdı o günlerde. Köşe yazıyordu rahmetli orada.
Günlük böyle çok müthiş atışmalar olurdu. O atışmalar günceldi zaten
yani ferdi, şahsi bir atışmadan falan bahsetmiyoruz tabii. Diyelim ki Çetin
Altan sabah Sultan Ahmet Camiinden bahsederken;
-Çorap kokusundan iğrendim! diye bahseder. Üstadda ertesi gün ona
cevaben;
- Senin iğrendiğin koku benim için dünyanın en güzel misk kokusudur.
Moskova lağımının pis faresi! diye başlar.
Liseli yıllarımızda bir kanaat sahibi olmaya başladık. Bir dünyaya bakış
açımız oldu. Dünyayı tanıma açımız oldu. Daha sonra Batı klasiklerinden
istifade ettik. O küçük odada bir taraftan Necip Fazıl&#39;ın kitaplarını okuyup
birbirimize anlatırken bir taraftan da ülkelerin diyelim Fransız edebiyatı
klasiklerinden şunu falan arkadaş okuyacak, anlatacak. İspanyol
edebiyatını falan okuyup anlatacak belli başlı yazarlarla beraber. İtalya&#39;da
İtalyan edebiyatı, İran edebiyatı, Arap edebiyatı, Amerikan, İngiliz
edebiyatı. Bu ülkelerin klasikleri okunur arkadaşlarımız tarafından
anlatılır. Rus klasikleri düşmüştü bana. Ben aşağı yukarı Dostoyevski’nin
elli küsur kitabından tamamını okudum o günlerde. Hatta Kültür
Bakanlığı daha sonra Dostoyevski’nin kitaplarından hepsini bastı. O
yıllarda Kültür Bakanlığı sık sık siyasi olarak irade ve el değiştirirdi. Bin
Temel Eser diye yayınlanan devlet kitaplarının tamamını okumayı
planladım. Onlar yayınlandıkça her sayısından mutlaka aldım. Kültür

45

Bakanlığı , mevcut Kültür Bakanı değiştiğinde iptal etti bu projeyi.
Diyelim bin taneden elli tanesi çıktıysa -tam rakamı bilmiyorum- ellisini
de çıktığında, o yoklukta (tanesi beş liraydı) temin ettim. Fena kitaplar da
değildi. Evliya Çelebi&#39;den tutun Şeyh Galib’e, Kadı Burhanettin
Divanından Farabi’ye kadar birçok eser var. Karma bir şeyler belki ama o
günkü şartlarda yapabileceğini yapmıştı.
Daha sonra Kültür Bakanlığı yayını iptal edince çok daha aranır, satılır bir
şey oldu. Peşinden Tercüman Gazetesi “Binbir Temel Eser” diye kitap
yayınlamaya başladı. Bunun da devamı gelmedi. Listeyi kendi tanzim etti
ama. Yani önceki listeye sadık kalmadan, çıkarttı. Bir yirmi beş otuz
kitap ben onları da temin ettim.
O zamanlarda Türkiye&#39;de ne kitap çıktı? Mutlaka haberimiz olurdu bir
türlü. Yani kitap kültürü, okuma bahsinde olunca -bu liseli yıllarda
oluyor-bize bir avantaj temin ettirmiş. Hakikaten fikri olarak
söyleyeceğimiz çok söz biriktirmişiz. Ehlisünnet akaidi çerçevesinde
okumalar yaptığımız için cemiyetin her kesimiyle çok kolay irtibat
kurabiliyoruz. Biz Kayseri Lisesinde okuyoruz ülkücü çocuklar da var
etrafımızda. Ha belki okudukları kitap falan yok onların. Biraz harekete
meraklı, dinamik mizaca sahip arkadaşlar oraya intisap ediyor. MHP
hareketi var. MHP hareketi de başlarda tam bir ırkçı kafa yapısıyla
düşünüyor, Nihal Atsız’ın fikirleriyle besleniyor . Daha sonra Dündar
Taşer , “Dündar Taşer&#39;in büyük Türkiye’si” isimli, bir kitap yayınladı. İyi
bir kitaptır, o sayede biraz daha Anadolu rengine büründü bu hareket.
Zaten o gün bugün MHP&#39;nin içindeki bu iç çekişme sürüyor. Nihal
Atsız’ın fikirleri ile Dündar Taşerin fikirleri sürekli karşı karşıya geliyor.
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu&#39;nun partiden ayrılış sebebi de budur.
Dündar Taşer&#39;in düşüncelerine adapte olup biraz daha geliştirmeye
çalıştığı için partiden ihraç edilmiştir. Partinin Anadolu&#39;daki yapısı
Müslüman Türk yapılı bir yapı ama polit bürosu, yönetici kadrosu, Nihal
Atsız çizgisinden vazgeçemedi yıllar boyu. Hala bu mücadele kendi
içinde devam ediyor. O ayrı bir bahis.
Bugün bakınca görüyoruz ki liseli yıllarımızda farkında olarak veya
olmayarak kendimizi, dünya kültürlerini tanıma adına çok iyi
geliştirmişiz.

46

O yirmi beş otuz kişi olan arkadaş kadrosu kitap okuyor . Cervantes
okuyor anlatıyor İspanya&#39;yı tanıyorsun. Rusya&#39;yı tanıyorsun. Müzik nedir
onu biliyorsun Çar nedir, onu biliyorsun. Bolşevik nedir, onu biliyorsun.
Birçok insanın el yordamıyla ulaşamayacağı şeylere , Büyük Doğunun, en
büyük katkısı Kayserili o grup arkadaşlara, bu oldu diye düşünüyorum.
Çok kıymetli bir katkı oldu. Biz Büyük Doğuyla orada tanıştık ve devam
ettik rahmetli Necip Fazıl&#39;ın kitaplarıyla, kendisiyle daha sonra
İstanbul&#39;da tanışacağız.
Ondan sonra kitaplarını anlamaya çalıştık.. Doğu nedir? Batı nedir?
Sentez nedir? Antitez nedir? Müslümanlığın kendi içerisindeki
serüveninin doğru bir tarihi seyrini anlatıyor. Tasavvuf, Osmanlı,
mezhep, din bunlara güzel bir tanım yaptığı için hala bundan sonra da
geçerli olabilecek tanımları yerli yerine oturtmuş. O gün ve bugün bile
aynı şey geçerli. Büyük Doğuyla tanışmak bir şans diye düşünüyorum.
Allah&#39;ın bir lütfu, bereketi diye düşünüyorum.
Allah herkese nasip etsin. En küçük bir ziyanımız zararımız söz konusu
olmadı. İnsan gibi düşünmeyi öğrendik , bugüne kadar hiçbir fikren
aldatılmışlık duygusu yaşamadık Ne kadar isabetliymiş!... gerek
Dünyayı, gerek Doğuyu, gerek Batı&#39;yı, gerek dini, gerek itikadî hassasiyet
ve ölçülere riayet hususunu… Kitap ,sünnet, icma ,kıyas , gibi, temel
meseleleri anladık . Diyelim ki bir Komünizmle Mücadele Derneği,
herkes sonradan öğrendi ki bu İngiliz tarafından Irak&#39;ta Selefilik
manasıyla kurulan bir şey.
Daha sonra bir başka bir kola bakıyorsun. O da yine İngiliz veya
Amerika eliyle kurulmuş FETÖ gibi… Müslümanları ve dünyayı ifsad
etmek için. Ayrıca bu yanlış düşüncelere sahip arkadaşlarımızın çoğu
perişan oldu .
Ülkücü arkadaşlar da perişan oldu. Şişirdiler, komünizmin önünde bir
engel zannetti kendisini. Hâlbuki komünizmi de destekleyen derin
devletti, ülkücülüğü de destekleyen… Birbiriyle çatıştırıp şu kadar bin
gencin ölümüne sebep derin devletti…
Büyük Doğu fikriyatına sahip olan arkadaşların ömrü, etraftaki işlerin
yanlış olduğunun izahıyla geçti. Türkiye&#39;de büyük bir zaman dilimi
sürekli boşa gitti. Hasılı liseli yıllarımızda tabii canlı bir siyaset, canlı bir
fikri hayat, canlı bir tartışma ortamı vardı. Biz de bunun merkezindeyiz.

47

Çünkü biz kuvvet kullanma kısmını kullanmadığımız için zor veya kaba
kuvvet mecbur kalmadıkça kullanmak istemediğimiz için, karşımızdaki
konuştuğumuz her insan rahat eder, emin olur. Neticede biz peşinen
söyleriz ki, inansak kafamızı koyarız. Ama inanmadığımız bir kavganın
içinde de bulunmayız. Dahil olurken belki heyecanla dahil olduk, ama
daha sonra hakikaten emin bir sığınakta bulunmuşuz. Doğru bir sığınakta
bulunmuşuz, kadim bir geleneği olan sığınakta toplanmışız.
Arkadaşlarımızın hepsi üniversiteyi İstanbul’da okumak isterdi
İstanbul’da üniversite okumak hepimizin hayaliydi.
İstanbul’a giden önümüzdeki ilk gurup Ali Biraderoğlu, Rafet Cıngıl, Ali
Gengeç ,Hüseyin Arı, Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran, Rifat
Besceli gibi isimler vardı.
İstanbul&#39;a gittiğimizde Milli Türk Talebe Birliği tabla kürek bize teslim
etti kendini. Hiç sorunsuz, ivazsız, garazsız. Hakikaten yönetim kabiliyeti
olan, düşünen, lise mezunu bir çocuk düşünün. Kafasının içi çok dengeli
ve problemi yok. İç çatışma yaşamıyor. Her soruyu kendine göre çözmüş.
İrade beyan ediyor. Üniversiteye yeni başlamış kaç kişi irade beyan
edebilecek ve kararlı olabilecek? O avantajı biz Kayseri’de temin
etmişiz. Dünyanın her kitabını okuyorsun, değerlendirmeli okuyorsun,
önü, arkası, hepsini eleştirerek okuyorsun …derken lise dönemim böyle
geçti.
İlk guruptan sonra İstanbul’a üniversite için giden ikinci gurup
arkadaşlardan bazılarının isimleri Özer Koç, Mehmet Tekelioğlu,
Abdullah Gül, Ziya Olgunharputlu, Galip Boztoprak, Nazım Erinmez
gibi İsimler.
Üçüncü gurup içinde şu isimler hatırımda ; Mustafa Tekelioğlu , Mustafa
Cabat, İlhan Özkeçeci, Fikret Karakaya, Ahmet Gengeç, Ahmet Tahir
Gül, Taner Yıldız, Abdulkadir Seçmeler, Mehmet Sarıçiçek , Mesut
Akçakaya.
Sadece Şükrü Karatepe Ankara’yı kazandı. Bizde latife ederdik.
İstanbul’dan başka üniversite diplomasını kabul etmeyiz diye.
Bahsettiğim bu üç gurup arkadaşlar BD yayınevinde ve MTTB’de önemli
hizmetlerde bulunmuşlardır. Allah hepsinden razı olsun.

48
“MACAR MİLLİ FUTBOL TAKIMI”
Kayseri Lisesi&#39;nde ikinci sınıftayım. Duvar gazetesi çıkartalım dedik.
sınıf başkanıyım. Şu kapıyı yan yatır, ondan daha büyük bir şey . Çuhanın
üstüne çerçeveyi alıyoruz. Onun üstüne yazıları iğneliyoruz Mahmut
Taşkın lisenin müdürü. Dedim ki ;
- Arkadaşlar gidip Mahmut Taşkın&#39;ın iznini alalım. Saygısızlık olmasın.
Çaldık kapıyı.
-Sesimiz isimli bir duvar gazetesi çıkartmak istiyoruz. Sizin izninizi talep
ediyoruz müdürüm!
- Bu çok iyi olur çocuklar . Çıkartın yalnız çıkartmadan önce bir göreyim.
Bizde teşkilat hazır. Kız çocuklarına, sapları kestirip üstünü altın rengi
boyatıyoruz, format ve görüntü mükemmel tamam. Şahane çerçeve ve
hemen el yazısıyla, divitle, okkayla yazı yazdırıyoruz. Üstadın makaleleri,
Sezai Karakoç’ tan alıntılar, Yunus Emre’nin, Baki&#39;nin şiirleri, ama işte
bizim o günkü formatımız.
Anlaşılır şey olsun diye biraz da esprili fıkralar , öğrencilerden bulmaca
falan. İşte duvar gazetesi. Kayseri lisesinde bir olay. Daha önce olmamış
ama öyle bir şey yok. Biz tuttuk bir kişi oradan bir kişi buradan hocaya;
-Hazır ! Bunu asacağız diye, Müdür Mahmut Taşkın&#39;a götürüyoruz. Biz
de altına yazıyoruz Necip Fazıl Kısakürek ,Sezai Karakoç, Mehmet Akif
Ersoy kimin malıysa onun altına ismini
- Yazdık hocam işte hazırladık.
Şöyle baktı. Yazarların isimlerini okudu.
-Bunu asmayın !
-Niye hocam ?
-Hep ,yobaz, gerici adamlar! Altındaki isimleri okumuş.
- Burada bak nur kelimesi geçiyor, bu nurculuk!…
Kayseri Lisesi&#39;nin nura koşan gençleri diye bizim marşımızda var falan
dediysem de;

49

- Olmaz!
-Peki, hocam derhal değiştiririz!
Geldim sınıfa kızları topladım çok güzel divitle yazan kız çocukları var.
-Bu yazıları bir daha yazacaksınız!
Arkadaşlarla konuştuk.
-Ama altına ne yazalım?
O sene Macaristan futbol takımı bir başarı kazandı. Avrupa çapında bir
başarı. Macar milli takımının kalecisinden başlayıp forvetine kadar
hepsinin ismini yazıların altına yazdık. Biri aklımda; Mehmet Akifin
şiirinin altına Frederik Puşkaş denk geldi .
-Hocam getirdik değiştirdik bütün yazıları…
Baktı ; - Hah oğlum işte böyle!

Kayseri Lisesi 1968

50

“KANLI FUTBOL”
Kayserispor –Sivasspor arasında oynanan futbol maçları önceden Sümer
stadında oynanırdı… Her maçta ufak tefek itişme kakışma olurdu…
Stadyum yapıldıktan sonra futbol maçları merkezdeki şehir stadında
oynanmaya başladı.
Yıl 1967… Ay eylül ayı… Lise ikinci sınıftayım… Kayserispor-
Sivasspor maçı var, Kayseri’de…
Ömer ağabeyim DDY da makinist… Sabah Sivas’tan Doğu Ekspresini
getirmiş…
-Oğlum, kalabalık bir Sivaslı taraftar getirdim. Hava çok gergin maça
gitme olay çıkacak…
Fakat ben bir gün önceden 2 küfe ayva aldım. Onu maçtan önce
satacağım…
Tane tane sattığım ayvalar erken bitti. El arabamı Yanıkoğlu
mahallesindeki halamın evine bıraktım ve maçı izlemek için, kapalı
türbine geçtim. Stad kapısı, sinema kapısında bilet kesenler arkadaşım
olduğundan; ücretsiz giriyorum stada… Sivas seyircileri, açık tribündeler.
Kayseri taraftarı kale arkasındalar. Hava çok gergin. Kayserispor bir gol
atınca ,ortalık karıştı . Taşlar havada uçmaya başladı .Seyirci tel örgüleri
yıkarak sahaya girdi. Hakem ve oyuncular, soyunma odasına sığındılar.
Ortada güvenlik namına bir şey görünmedi.
Sivas taraftarı can havliyle çıkış kapısına zorladılar. Fakat kapılar içeri
doğru açıldığından orada 39 kişi, sıkışmadan dolayı can vermiş.
Olay şehre yansıdı. Araba yakmalar, cam kırmalar, çatışmalar sürdü
gitti…
Akşama doğru, asker olaya el koydu… Sivaslı taraftarları otobüslerle
Sivas’a gönderdi… Kayseri’de sabaha kadar durum anlaşılamadı…
Sivas’a, Kayserili bilinenlerin evleri, işyerleri, arabaları, yakıldı…
Coğrafyası ve kültürü aynı olan iki Selçuklu şehrinin arasına husumet
girdi. Uzun yıllar Sivas ve Kayseri bu vahim olayın etkilerini yaşadı.

51

“DENİZİN BÜTÜN SUYU BOĞAZIMA AKMIŞ GİBİ
OLDU…BOĞULUYORUM SANDIM”

Ankara&#39;ya gittim ama İstanbul’a ilk defa gidiyorum. Haydarpaşa garında
trenden indiğim zaman garın deniz kapısına çıktım. Bütün denizin
suyunu ben yutuyorum zannettim. Böyle kesildim kaldım. Dizlerimin
dermanı çözüldü.
Oraya çöktüm uzun süre baktım, insanlar sel gibi aşağıya akıyor, vapura
biniyor. Vapurdan Karaköy tarafına geçiyor. Haydarpaşa, Karaköy. Hasılı
öylece başladık İstanbul&#39;a Edebiyat Fakültesine. Gece bölümüne
kaydoldum. Gündüz iş bulacağım. Mercan, Tahtakale, Rıza Paşa
yokuşunun üstünde Süleymaniye&#39;ye yakın bir yerde bir plastik ham
maddecisinin yanında iş buldum. Kendim aradım, kendim buldum,
sözleştim. Haftalık herhalde otuz beş lirayla falan başladı. Haftalık otuz
beş lira. Para değil o, ama kendi maişetimizi çıkartıyoruz ve muhannete
muhtaç olmuyoruz. Ve böylelikle İstanbul&#39;a okula, ayak basmış oldum .
İstanbul’da şebeke sahibi oldum şebeke öğrencinin kimliğine deniyor.
Hayatı yüzde yüz yüz ucuzlatıyor. Otobüs, yemekler . Tiyatro, sinema
falan ucuz… Gittiğimiz yerde şebeke gösterir ondan istifade ederdik.
Kredi Yurtların Kredi&#39;sine müracaat ettim. Üç yüz elli lira kredi almaya
başladım. Üç yüz elli lira o günkü şartlarda bir öğrenciye yetecek bir
boyutta bir para değil... İşte gelişme çok süratli oldu. İşin gelişmesinden
derken otuz beş lirayla haftalıkla girdiysem, üç ay sonra haftalığım iki
yüz elli lira oldu. İstanbul&#39;a gidince idarehane yani Büyük Doğu
idarehanesi merakımız, Üstat merakımız onu ziyaret edip bir
muhabbetinde bulunmak istiyorum. Mehmet Tekelioğlu Üstadın yanında
neredeyse yirmi dört saat kalmaya başladı. İdarehaneyi tek başına
omuzladı. Başka Kayserili arkadaşlar da vardı. Üstadın Kayserililere olan
muhabbeti bir farklı muhabbetti… Çünkü hakikaten en küçük bir çıkar, en
küçük bir arka plan hesap olmadan orada hizmet edelim meselemiz var,
davamız var. Yayınlar çıksın, kitaplar dağılsın, dergi basılsın gibi.
İdarehane Kayserili arkadaşlara yirmi dört saat açıktı. Mehmet Tekelioğlu
esas bir nolu sorumlu oldu ama diğer arkadaşlarımız da hizmet etti.
Hizmette ne gerekiyorsa o yapılıyor idarehane Cağaloğlu&#39;nda . Milli Türk
Talebe Birliği de Cağaloğlu&#39;nda.

52

Milli Türk Talebe Birliği&#39;nden kısaca bahsetmek de lazım. Bin dokuz yüz
on altı yılında İttihat Terakki Cemiyeti tarafından kurulmuş. İttihatçı
görüşleri destekletmek üzere. Bilindiği gibi İttihat Terakkinin başında
Enver, Talat, Cemal paşalar var.
Cumhuriyet kurulduğunda, İttihatçılarla, Cumhuriyetçiler arasında biraz
itişme kakışma var. Cumhuriyetle beraber MTTB, CHP nin gençlik
teşkilatı gibi düşünülmüş. Bin dokuz yüz otuz beş yılında Cumhuriyet
Halk Partisi&#39;nin içindeki bir münakaşadan dolayı Türk Talebe Birliğini
kapatmışlar. Türk Talebe Birliği, milli unvanını daha sonra almış.
Bin dokuz yüz kırklı yıllarda İnönü tekrar faaliyete geçirmiş. Önce ırkçı
bir yapı, Türkçü, kafatasçı Türkçülüğüne yakın Nihal Atsız İttihat
Terakkinin kafatasçı ırkçı kanaatlerini taşıyor. Daha sonra batıcı laik bir
kavram taşımaya yöneliyor. Daha sonra tamamen Cumhuriyet Halk
Fırkası İsmet İnönü&#39;nün tekeline geçtikten sonra burada İsmet İnönü&#39;nün
halkevi mantığıyla, o zamanki halkevleri kuruluyor Türkiye&#39;nin birçok
vilayetinde. Sonra kapandı bu halk evleri.
Altmışlı yıllarda Fransa&#39;da öğrenci olayları, grip salgını gibi
Türkiye’ye geldi. Sosyalizm grip salgını gibi yayılmaya başladı.
Devrimcilik, sol eli havaya kaldırma ,dört tane slogan söyleme, gençlik
arasında birden bire rüzgâr gibi, esiverdi. Türkiye&#39;ye de geldi bin dokuz
yüz altmış üç altmış beş yılına kadar böyle devam etti .
Altmış beş yılında milliyetçi mukaddesatçı diye tarif edebileceğimiz bir
grup Yüksel Şengel’le beraber kongrede önceki yapıyı bozuyor ve
devralıyor. Bin dokuz yüz altmışaltı yılında ilk defa Milliyetçi ve
muhafazakâr ismiyle o gün için tanımlanan Anadolu gençlerinden bir
grup, devrimci gençlerin elinden Milli Türk Talebe Birliğini teslim alıyor.
Kongre yoluyla Yüksel Şengel’den sonra İsmail Kahraman döneminde
milliyetçi mukaddesatçı çizgisinde bir ayrışma daha oldu. Milliyetçi
yapıya düşünceye sahip olan gençler, yine Cağaloğlu&#39;nda TMTF
(Türkiye Milli Talebe Federasyonu) diye bir federasyonda kümelendiler.
Ve Milli Türk Talebe Birliği&#39;yle TMTF ayrıştı. TMTF Fazla bir varlık
göstermeden kendiliğinden kapandı.
O arada Milli Türk Talebe Birliği&#39;nin Genel Başkanı Ömer Öztürk isimli
güzel bir arkadaş… gayret ediyor. Galatasaray Lisesi mezunu. Özelliği de
İstanbul&#39;da büyümüş. Galatasaray Lisesi&#39;ni bitiren nadir mümin insanlar

53

var. Mehmet Şevket Eygi de bunlardan biri. Onun döneminde Kayseri&#39;li
arkadaşlar Milli Türk Talebe Birliği&#39;nde görev aldı. Basın Yayın kulübü
müdürü Mehmet Tekelioğlu. Tiyatro kulübü müdürü Abdullah Gül, Spor
kulübü müdürü Bekir Yıldız , Kitap kulübü müdürü Galip Boztoprak
oldu. Birden kendimizi Talebe Birliğinin köşe taşları olarak bulduk işin
doğrusu.
Donanımlı olduğumuz için insanlar onu fark ediyor. Zaten oradaki
gönüllülüğe dayalı bir çalışma var . Hiç kimse kimseyi mecbur tutmuyor.
Zorunluluk yok. Milli Türk Talebe Birliği&#39;nde bir fikir boşluğu olduğunu
bu fikrin Büyük Doğu fikriyatı tarafından doldurulmasının çok uygun
olacağını düşündük. Bunu rahmetli Üstada açtık. Konuyu o da uygun
gördü. Zaten o Anadolu turnelerine çıkıyor, çırpınıyor, gazete çıkartıyor
köşe yazıları yazıyor, yirmi dört saati mücadele içerisinde geçiyor.
Mahkemeler devam ediyor. Savunmalar, hapisler. Allah rahmet etsin,
çileli bir ömür geçiriyor…
Hazır Anadolu Gençliği MTTB de …
Çok geniş bir üniversite öğrencisi ve akademisyen portföyü olan bir
yerden bahsediyoruz. Hem de birçok grubun ,cemiyetin, tarikatın şu veya
bu görüşte olan bir mümin insanların şemsiyesi gibi bir yer haline gelsin
istiyoruz.
İmkânları çok, mükemmel bir kapalı spor salonu, çok güzel bir tiyatro ve
sinema salonu mevcut olan bir yerden bahsediyoruz. Kocamanda bir bina
Cağaloğlu’nun merkezinde. Odaları her şeye hizmet verebilir. Sosyal
ilimler enstitüsü, sinema okulu, tiyatro kulübü, fotoğrafçılık kulübü,
folklor kulübü, istediğin kadar faaliyeti yapabileceğin bir mekândan
bahsediyoruz. Aynı zamanda üniversite öğrencisi de bol. Tabii onların
burs meselesi, yurt meselesi, okul meselesi, günün sorunlarıyla da haşır
neşir olunuyor.
O günkü nesil mütevazı bir nesil, verilen şeyin kıymetinin farkında. Çok
büyük talepleri olmayan , ama idealist düşüncelere sahip insanlardan
teşekkül ediyor. Burada Kayserili ekip olarak kendimize büyük bir vazife
atfettik. Doğru bir karar verdiğimizi düşünüyorum. Necip Fazıl&#39;ın veya
Büyük Doğu fikriyatının, külliyatının, Milli Türk Talebe Birliği&#39;ne
montajı diyelim buna… Çok uygun ikisi birbirine denk gelmiş…

54

Kayserili arkadaşlarımızın böyle bir nişanesi var… Böyle tebrik edilecek
bir tarafı var diye düşünüyorum.
Milli Türk Talebe Birliği on iki Eylül bin dokuz yüz seksende
ihtilalciler tarafından kapatıldı .
Kapatılana kadar bu sirkülasyon devam etti. Ve biz en azından Büyük
Doğu fikriyatıyla Milli Türk Talebe Birliği&#39;nin Anadolu&#39;da dört yüze
yakın şubesi vardı. Hepsinde seminer verilebilecek durumda… Hepsinde
kitap kulübü kuruldu. Büyük Doğu kitapları ve uygun kitapların
desteklendiği, beslendiği bir kütüphane teşekkül ettirildi.
Bu çalışma böylece devam etti Milli Türk Talebe Birliği bu milletin
milli değer diye bahsedebileceğimiz değerlerini azami derecede öne
çıkarttı…
Diyelim ki Çanakkale olayı Milli Türk Talebe Birliği tarafından tanıtıldı
Türkiye&#39;ye… On sekiz Mart…
İsmail Kahraman&#39;dan sonra makul ellere geçtikten sonra. Makul
yönetime sahip olduktan sonra binlerce insan Anadolu&#39;dan ve İstanbul&#39;dan
Milli Türk Talebe Birliği amblemi altında Çanakkale&#39;ye anmaya
gidiyor,O kadar bin öğrenci, üniversite öğrencisinin gelişiyle beraber
boğaz komutanlığı harekete geçiyor. Kumanyalar hazırlıyor.
Mihmandarlar veriyor. Orayı anlatmaya çalışıyor. Çanakkale hadisesi
Türkiye&#39;nin gündemine ve öğrencilerin gündemine sokuluyor. Diyelim bir
Söğüt, Ertuğrul Gazi ihtifali, bir Sarıkamış hadisesi... Bunlar milletimizin
hafızasına kaydedilmesi ve sürekli hatırlatılması gereken olaylar, Milli
Türk Talebe Birliği bu hususlarda önemli görevler üstlendi her yıl
Ayasofya açılsın mitingi yapıldı .
İsmail Kahraman, Burhaneddin Kayhan, Ömer Öztürk, Raşit Ürper, Abit
Özmen, Rüştü Ecevit (daha sonra gelen arkadaşları hatırlamıyorum) gibi
güzel insanlar MTTB de başkanlık yaptılar, faydalı hizmetlerde
bulundular. Rabbim hepsinden razı olsun…

55
1974 Ayasofya Mitingi

56

-- MTTB nin Bu faaliyetlerinden rahatsızlık duyan var mıydı ?
Diyelim ki on sekiz Mart, Çanakkale&#39;ye gideceğiz. Denizcilik
işletmesinden gemi tahsisini isterdik. Büyük bir azar yerdik. Bilirdik azar
yiyeceğimizi. Hâlbuki daha önce sosyalist gençlere , seyahati için tahsis
edilmiş olduğunu bildiğimiz için… Çok da büyük rezaletler yaşanmış o
zamanlar o tahsis edilen vapurda. Biz Çanakkale&#39;nin yolunu açtıktan
sonra, ülkücü gençler de harekete geçti. Onlar da üniversite öğrencisi
götürmeye başladı. Ülkücü gençlerin başında Yaşar Okuyan isimli
provokatör bir adam vardı. MTTB beş bin kişi ile gidiyor ülkücü gençler
bin kişi ile katılıyordu.
Yürüyüşlerde, mitinglerde olmadık oyunlar, planlar yaparlardı derin
devletin güçleri. Onlara karşı tedbirlerimizi alırdık. Daha önemlisi Milli
Türk Talebe Birliği olarak prensibimiz (Tabii bu prensipler kendi
kafamızdan ziyade büyüklere danışarak, bu büyükler arasında rahmetli
Necip Fazıl’da var.) bir karar alır, o kararı Talebe Birliği nezdinde
uygulamaya çalışırdık.
Türkiye&#39;de o gün itibariyle günde on, on beş tane delikanlı ölüyor,
vuruluyor. Kim, kime, niye, nasıl, neden, niçin vurduğunu bilmiyor.
Ancak kaba bir kan davasına dönüştü, o onu vuruyor, o onu vuruyor.
Bunun altında devletin derin yapısının olduğunu biz kesin fark etmiş
durumdayız, delilli olarak . Bu kavganın kışkırtmadan ibaret olduğunu,
Anadolu gencini, Anadolu insanını meşgul etmekten ibaret olduğunu ve
başka yere yönelmesin diye birbirine kırdırmak gibi çok kaba ve çok kötü
bir oyun içerisinde olunduğunu anlatmaya çalışmaktan bıkmadık, ama
çok sıkıntı çektik.Çünkü bize siz korkaksınız. Zaten hiçbir şey
beceremezsiniz, beceriksizsiniz! derlerdi. Türkiye&#39;de geniş bir potansiyele
sahibiz, suçlanıyoruz devletin derin yapısı tarafından. MTTB ye gönül
vermiş insanları bu kan gölü içerisine çekmek için çok büyük çaba sarf
ettiler.
Biz de çok büyük direnç gösterdik. Gösterebildiğimiz kadar. Bu hususta
şehit olan çok arkadaşımız da oldu. Allah rahmet etsin her birine. Ayrı
ayrı buradan, rahmetle anıyoruz o mücadelenin temelinde böyle bir şey de
vardı.
Ey ahali duyduk, duymadık demeyin. Bu kavga gerçek bir kavga değil.
Senin benden farkın yok. Onun ondan farkı yok. Anadolu’dan biri

57

Sivas&#39;tan biri Antep&#39;ten biri. Adana&#39;dan gelmiş, Kayseri&#39;den gelmiş,
Uşak&#39;tan gelmiş Anadolu çocuğu. Analarımız, babalarımız sizi bir an önce
üniversiteyi bitirsin, bir meslek sahibi olsun, oğlan işine kızımız işine
başlasın diye gözü patlıyor. Biraz da bunlara kulak verin. Olayları falan
da tanıyın. Olayların içine girmeyin. Uzak olmayın ama tanımak için
çaba gösterin ! Dilimizde tüy bitti, ne kadar başarılı olduk bilemiyorum.
Ama bunun mücadelesini üst seviyede verdik. Olaylara katılmamak,
olaylara katılmaktan çok daha zor bir dönem…Gidip de bir yeri dağıtmak,
bir yeri bombalamak , bir tarafa dört tane kurşun sıkmak çok kolay bir
vaziyetteydi. Düşün ki bu kadar zor bir işin, bu kadar kolay olduğu, kolay
yapılabileceği bu kadar sorumsuzca yapılabileceği bir alandan
bahsediyoruz.
Bu alan içerisinde bu işler yanlıştır. Bu işlere biz bulaşmayacağız. Siz de
bulaşmayın. Bu hususta sosyalist gençlerle devrimci, Maocu, isimli
gençlerle ülkücü arkadaşların birçoğuyla benzer nizalarımız oldu.
Birçok Ülkücü ve devrimci Anadolu gençleri, kahpece vuruldu. Aileler
perişan oldu. Mustafa Bilgi, Sedat Yenigün, Hamdi Zeyrek, bizim
arkadaşlarımızdan. Öldürüldüler… Allah hepsine rahmet etsin.
Provokasyon yaparak, bunlar da silahlansın, kan gölünün içerisine girsin
isteği ile çok mücadelemiz oldu. Kavgadan, kandan medet uman,
kargaşadan nemalanan Kenan Evren’e gazeteci soruyor;
-Niçin beklediniz?
-Biraz daha olgunlaşmasını bekledik!
Yetmiş bin kişi mi ölecekti…? Yetmiş bin delikanlı can verdi.

58

Çanakkale gezisi ve MTTB Bisiklet açık oturumu 1973

Hamdolsun biz o iradeden, bu düşünceden her şeye rağmen
vazgeçmedik. Aradan şu kadar zaman geçti, devrimciler yanıldığını
anladı. Ülkücüler bazı şeylerde yanıldıklarını anladılar. Büyük hüsrana
uğradılar. Ama Milli Türk Talebe Birliğine girip çıkan Büyük Doğu ile
uğraşan bilgi sahibi olmuş insanlar pişmanlığa düşmediler. Pişmanlık,
insan hayatında çok zor bir şey, aldatılmışlık duygusu... On sene, otuz
sene şu mesele arkasında koşuyorsun, bir bakıyorsun ki aldatılmışsın!
İnsanın çöküşü demektir bu! Daha sonra o insan hayatın hiçbir
bölümünde tutunamıyor. Elhamdülillah bizden önceki büyüklerin hepsine
duamız var. Hepsine, vefat edenlere Allah rahmet etsin hayatta olana

59

şükran borcumuz var. Niye? Bize yaptıkları telkinlerden biz pişman
olmadık. Hala o telkinlerin geçerli, yerinde, isabetli olduğunu anladık.
Onun için de bugün göğsümüzü gere gere rahatlıkla genç arkadaşlarımıza
veya etrafımıza bunu teklif edebiliyoruz hiç çekinmeden. Yani bir badala
basmadık, bir çürük tahtaya basmamışız, bu önemli …

- Efendim. MTTB ne tür faaliyetler yapardı?
Kayseri den İstanbul’a. Edebiyat Fakültesi öğrencisi olarak gittim . Orada
bir de iş buldum. Rıza Paşa Yokuşu Mercan&#39;da. Akşam bölümünde
okuyorum Edebiyat Fakültesi, devam mecburiyeti olmadığı için, bana çok
rahatlık sağlıyor, akşam da bazı derslere giriyorum. Bir de lisan öğrenme
hevesim vardı. Osmanlıca, Arapça, Farsça, İngilizce, dördüne birden kayıt
oldum. Biraz mesafe aldık ama lisan da üstünde çalışmayınca unutuluyor.
Ve Milli Türk Talebe Birliği&#39;yle alakamız, çevremiz zaten Milli Türk
Talebe Birliği&#39;ne sürekli gidip gelen grup halinde. Konferanslar
vesilesiyle, spor vesilesiyle, sosyal bilimler enstitüsü vesilesiyle, tiyatro,
kitap vesilesiyle. Tabii bir seleksiyona biz dahil olduk, arayıp sormaya
gerek kalmadan, sanki bizim bir bünyemizden parça gibi. Büyük Doğu
idarehanesi Cağaloğlu’nda. Rahmetli Üstada Kayserili arkadaşlar
hizmette bulunuyor. Geniş bir kadro olarak biz de o arkadaşlara yardımcı
olmaya çalışıyoruz veya idarehaneye zaman zaman uğrayıp bazı işleri
yapmaya gayret ediyoruz. İdarehaneyle Milli Türk Talebe Birliği birbirine
çok yakın. Kayseri&#39;deki arkadaşların, Büyük Doğu okumuş arkadaşların
hepsi, fikri yapısı şekillenmiş arkadaşlar. Milli Türk Talebe Birliği&#39;de
onlara genel olarak bir mekân, bir çatı mekân olarak, bir buluşma mekanı
olarak, bir çay veya hatır sorma , buluşma yeri oluyor.
Anadolu&#39;dan İstanbul&#39;a giden, İstanbul&#39;da okuyan, gençlerin buluşma
mekânı. Üniversitelerdeki o günkü yapılanma da gelenleri zorluyor.
Diyelim sosyalist ,devrimci, komünist, Ülkücü gruplar, temin ettikleri
kontrolü ele geçirip hâkimiyeti sağladıkları okullarda ve yurtlarda başka
bir gurubun barınmasını istemiyorlar. Onları dışlıyorlar. Onlarla kavgalı
hale geliyorlar. Silahlı mücadele devam ediyor. Milli Türk Talebe
Birliğinin yönetici kadrosu bu olaylara bulaşmamak, karışmamak, silahlı
bir eyleme girişmemek, insan kanına bulaşmamak düşüncesinde.
İstanbul’a siz tahsil yapmak için geldiniz. Büyükleriniz , ananız, babanız

60

sizin bir an önce dönmenizi bekliyor. Bitirmenizi bekliyor. Siz bu
gayrette bulunun. Bu çabayla, bu pozisyonda olan insan sayısı da çok.
Olaylara bulaşmayayım diyen çok sayıda önemli bir nüfus var. Bir
sınıfta on kişi devrimci, sekiz kişi, ülkücü falan oluyor ama geriye kalan
gençler kana bulaşmamak istiyor . Bulaşmama çaresi olarak da biz güven
veriyoruz. Milli Türk Talebe Birliğinin şemsiyesini gösteriyoruz. Çünkü
esas kanaatimiz bu. Olayların Amerika&#39;nın bir planı olduğunu biliyoruz.
Hükümetleri de Amerika kullanıyor. O günlerde orduyu, polisi, milli
istihbaratın tamamında Amerika yönetimi hakim. Bunun farkındayız,
delilleriyle farkındayız, sadece kaba bir bilgi olarak veya zan olarak
farkında değiliz, müşahhas olarak farkındayız ... Örnekleriyle farkındayız.
Öncelikle kitap ve kültürle alakalıyız. Biz ehli sünnet akaidi
doğrultusunda ecdadına küfretmeyen bir nesil peşindeyiz. O günlerden
biraz bahsetmek lazım.
Sinsi bir tilkilikle Müslümanların başına ördükleri sapık görüşleri
tanıdığımız için İngilizleri, çok hain bir millet olarak görüyorum.
Müslüman alemini parçalamakta bir numaralı ustalığı gösterdiler,
parçaladıktan sonra da birinci harpten sonra yine durmadan devamlı bir
fikrî bozukluk bir fikrî sapıklık sokmaya çalıştılar. Çok ince
noktalardan… Ve onlar tarafından üretildiğini bildiğimiz birçok kitap
neşriyat, dernek, teşekküllere de mani olmak gibi bir misyonumuz var.
Bu mücadele çok kuvvetli bir şekilde devam etti. Biz neticede İngiliz
fikriyle uğraştığımızı biliyoruz, ama diyelim ki ismine o günlerde Selefi
lakaplı veya İran devrimin etkisiyle veya Orta Doğu&#39;daki birtakım
hareketler, Filistinli silahlı grupların etkisiyle veya Mısır&#39;daki ihvanın
etkisiyle, Suriye&#39;deki İhvanın etkisiyle, Anadolu&#39;da birtakım Türk
milletinin geleneklerine ve inancına uymayan, çok yoğun bir kampanya
başlattılar... Bunun İngiliz zemini olduğunun anlaşılması çok güçtü.
Bunlardan biri Komünizmle Mücadele Derneğidir. Kendilerine ve
Türkiye&#39;ye neye mal olduğu FETÖ vesilesiyle açığa çıktı.
İstanbul&#39;da kaldığım sürece Milli Türk Talebe Birliği&#39;nin her kademesinde
bazen bütün kademelerinde görev aldım, çalıştım. Gayret ettik kendimize
göre. Bu ana çerçevede ;
Bir: Büyük Doğu fikriyatının Anadolu&#39;da yaygınlaşması, İstanbul’daki
üniversite öğrencilerine sirayeti,

61

İki: Olaylara karışmamak ve siyasete bulaşmamak…
Spor kulübünün göreviyle başladım. Şahane bir spor salonu var,
işletilemiyor. Ayrıca spor salonunun üstünde sinema ,tiyatro, konferans
salonu var. Binlerce öğrenci kaydolmaya başladı. Judo, karate, tekvando,
güreş, boks, aletli jimnastik, folklor, voleybol, basketbol, masa tenisi,
halter branşlarında çalışmaya başladık.
İstanbul fakülteler arası basketbol turnuvası, liseler arası masa tenisi
turnuvası tertipliyoruz, Bunlar birer hafta sürüyor.
İstanbul Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğünün beş katı faaliyette
bulunuyoruz . Küçücük bir mekân gibi gözüküyor. Ama kaliteli. Gelenler
ya üniversite öğrencisi , ya lise öğrencisi.
Öğrenciyle ilişkiler açısından da biz gayret ediyoruz, gençler ter atsın,
kavgaya bulaşmasın, enerjisini sarf etsin temel prensip bu.
Bize büyüklerden biri, Allah rahmet etsin.
- Evladım gençlerin enerjisini topraklayın dedi.
-Nasıl topraklayacağız?
-Terini döktürerek, ter toprağa, ter yere damlasın, gibi bir öğütte bulundu.
Ben hala o fikirdeyim.
Enerji dönüşür. Enerjiyi topraklamak icap eder. Spor da bu işe elverişli.
Milli Türk Talebe Birliği, spor kulübünü federe ettirelim. Kararı verdik
federasyona, müracaat edelim. Resmi maçlara çıkalım diye düşündük …

“FUTBOL HARİÇ BÜTÜN BRANŞLAR”
Federasyona müracaat formunun içinde hangi branşlarda faaliyet
göstereceksiniz sorusu var.
O günlerde yirmi bir spor branşında faaliyet gösteriyoruz. Hepsini
yazmaya çalışınca formda yer kalmayacağı için futbol hariç bütün
branşlarda faaliyet göstereceğimizi yazıp Ankara’ya gönderdik.
Beden Terbiyesi Genel Müdürü İsmail Hakkı Güngör;
- Tez bir yetkili Ankara’ya gelsin!

62

Haberi göndermiş.Ankarada Ulustaki Beden Terbiyesi Müdürlüğündeyim
federasyon başkanları ve diğer insanlar beni sorguluyorlar
- Bu ne demek futbola garezin mi var?
Futbola garezimizin olmadığını futbolun çok vahşi sonuçlar getirdiğini,
çok büyük masraflar edildiğini fakat beden eğitimi ve spora bir katkı
sağlamadığını düşündüğümü ayrıca Kayseri- Sivas maçında yaşadığım
olayları nezaketimi bozmadan anlattım. Futbol federasyon başkanı hariç
hepsi çarpılıp şaşkınlığa uğradı. Genel müdür İsmail Hakkı Güngör
babacan bir tavırla;
-Tamam evladım senin kulübü federe edeceğiz . Gidebilirsin, dedi.
-Beni göndermek o kadar kolay değil İstanbul’dan geldim, dönüş için
otobüs bilet param bile yok . MTTB spor kulübü olarak sizin Türkiye’de
yaptığınız organizasyonların beş kat fazlasını yapıyoruz.
-Bir takım halter barı, plastik güreş minderi, boks ringi, beş adet Dunlop
marka masa tenisi masası, üç voleybol filesi, on beş voleybol topu, iki
takım basket potası, on beş basket topu ve bir takım aletli jimnastik
gurubu almadan gitmem, kapınızın önüne yatarım kaldıramazsınız .
-Ayrıca bunları İstanbul’a götürecek nakliye param yok iki kamyon
tutacaksınız ben de binip İstanbul’a gideceğim.
İki kamyon malzemeyi, latifeli bir şekilde olgun bir adam İsmail Hakkı
Güngör. Rahmetli olmuştur büyük takdirlerle, teşviklerle gönderdi bizim
kulübe. Bizim kulüp malzemeden yana ihya oldu. Milli Türk Talebe
Birliği Spor Kulübünün İstanbul&#39;da bulunmayan malzemelerini temin
etmiş olduk ve bir atak daha yapmış olduk.

63

Savunma Sporu ve 1973 MTTB. Veleybol takımı

64

İngiltere Milli takım antrenörü, Dünya tekvando ustaları basın toplantısı

65

“İFSO KAMPLARI”
Milli Türk Talebeleri Birliği; dünyadaki halkı Müslüman olan ülkelerin
öğrenci teşekkülleri var. İFSO veya FOSİS diye anılır. Üyesi olduğu için
,İFSO veya FOSİS diyelim kısaltılmış her yıl ülkelerin birinde diyelim
Libya&#39;da, Mısır&#39;da İngiltere&#39;de, Hindistan&#39;da, Pakistan&#39;da halkı Müslüman
olan bir ülkede İFSO ev sahipliği yapar. Üye teşekküllerden iki eleman
talep eder. Sürekli her yıl iki elemanla bu İFSO nun kamplarına katılırız.
Herhalde yetmiş dört yetmiş beşli yıllarda İFSO ya İstanbul&#39;da ev
sahipliği yapmıştık.
Orada Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek&#39;inde konuşmuş olduğu
hafızamda…Güzel bir konuşma yapmıştı. Oraya katılmanın şartı şu;
Arapça veya İngilizce bilmek zorunda ve Müslüman olmak zorunda.
Kampta iki soru var; Birinci soru,
- Müslüman aleminin şu andaki durumu nedir?
Bu soru üzerine iki üç gün çalışılır
İkinci soru;
-Bundan sonraki Müslüman alemde olabilecek ihtimaller nedir, neler
gelişebilir?
Kamp raporları İngilizce Arapça ve her katılan ülkenin lisanına
çevriliyor sonra yazıya dökülüyor rapor haline geliyor.
Geniş bir organizasyon .
“ERMENİ ASALA ÖRGÜTÜ”
Ermenistan dışındaki Ermenilerin kurduğu Asala diye bir terör örgütü
var. Türk Büyükelçiliklerine baskın yapıyorlar periyodik olarak her hafta
bir tane öldürüyorlar. Veya on beş günde bir tane öldürüyorlar. O günkü
Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin tısı çıkmıyor, bir beyanat vermiyor.
MTTB olarak izinli şekilde biz Fransız konsolosluğunun önüne gideriz,
bildiri okuruz, siyah çelenk koyarız, sözlü bir açıklama yapıp olayı
protesto ederiz. Avusturya konsolosluğu önünde aynı eylemi yaparız.
Çekoslovakya büyükelçiliği önünde aynı eylem.

66

“MORO’LU GENÇ”
İstanbul’da , İslam ülkeleri dış işleri bakanları toplanıyor .MTTB turizm
müdürlüğü de gelen heyetlere İstanbul’u tanıtmak için yardımcı oluyor .
Kuru, kırk beş elli kilo gelir gelmez bir deri bir kemik kalmış güneş
yanığı Morolu Müslüman delikanlı MTTB de beni buldu. Libya’nın
müşahidi olarak toplantıya katılıyor. Adadan adaya yüzerek üç aylık bir
macera sonunda Libya’ya gelmiş Moro Müslümanlarının halini anlatmak
için Kaddafi bu delikanlıyı Libya heyeti içine katmış. Moro’lu
mücahitlerin günde bir avuç pirinçle yetindiğini anlattı, orada
Hristiyanların kendilerine yaptığı işkencelerden bahsetti.
-Keşke bizde Türkiye’ye yakın olsaydık . Türkiye Kıbrıslı Hristiyanların
Kıbrıslı Müslümanlara yaptığı zulmü Kıbrıs’a çıkartma yaparak önledi .
Biz yakın olsak bizi de kurtarırdı!...
En zorda kaldığım hallerden biri! Gencin bu samimi düşüncelerine;
-Ahh içi seni yakar, dışı beni! Diyemiyorum.
.“YÖRÜK PİLAVI”
MTTB de icra konseyindeyim, orta yaşlı öfkeli bir Yörük Başı geldi,
önüme bir davetiye koydu “693. Ertuğrul Gazi ihtifali”(Anma, yad etme)
davetiyesi ve kızgınlığının sebebini anlattı;
-Geçen yıl pilavımızı, bize bile parayla sattılar! Sizden bu yılki olaya
müdahalenizi bekliyoruz!
Anadolu’daki bütün Yörükler her yıl eylül ayı başlarında Söğüt tepelerine
on binlerce çadır kurarak Ertuğrul Gaziyi ve Osman oğullarını yad
ediyorlar…On binlerce kişilik tereyağlı bulgur pilavı, ayran, üzüm ikram
ederek birkaç hafta orada kalıyorlar.
Geçen yıl Bilecik valisi ve Söğüt belediye başkanı;
-Siz durun bu yıl biz organize edelim!
Demişler fakat on binlerce tabak pilavı tabağı iki buçuk liradan, pişirenler
de dahil gelen misafirlere satmışlar. Bu yılda aynı organizasyonu devam
ettirmek istiyorlar. Yörüklerde aralarından bir temsilci göndererek olayın
önlenmesi için MTTB den yardım istiyorlar.

67

Ertesi gün Bilecik valisinin karşısındayım yüksek sesle;
-Nasıl pilavı iki buçuk liraya satarsınız!...Sizde hiç mi ahlak yok!...Hiç mi
utanma yok! Yörükleri niye istismar ediyorsunuz!
İsmini Mehmet olarak hatırladığım vali… Karşısında bir kişi ama
arkasında MTTB var…Adam olgun bir adammış;
- Ben de böyle olmasını istemedim ama Söğüt belediye başkanının
başının altından çıktı bu iş…
- Ama davetiyenin altında sizin isminiz var ve tertip komitesi
başkanı olarak siz gözüküyorsunuz! İlave ettim;
- Bu ve bundan sonraki yıllarda Yörüklerin pilavlarına
karışmayacaksınız. Toplanan Yörükler diledikleri gibi pilavlarını
ikram edecekler !...Ve ben şimdi Söğüt’e gidiyorum.
Beyaz tozlu yollardan hurda bir dolmuş minibüsle Söğüt’e vardım.
Dolmuştan indiğim yerde bazı Osmanlı sultanlarının basit olarak
büstlerinin olduğu bir yer pislik içinde… İnsan ve köpek pislikleri.
Komünist olduğunu ilan eden belediye başkanı beni belediye binasının
önündeki geniş sahanlıkta adamları ile beraber karşıladı.
-Bu ne pislik… Belediye başkanısın birde… İki temizlikçi gönderip
ecdadın büstlerinin bulunduğu alanı temizletemez misin?
-Yörüklerin pilavına da el koymayacaksın! Onlar istediği gibi pilavlarını
dağıtacaklar !
-MTTB gençliği olarak üç otobüs gelip ihtifale katılacağız ona göre
ayağını denk al!
Adamda bize attı kütletti ama bir olay olmadan ben tekrar İstanbul’a
döndüm.
İstanbul’daki tarihçi zatlar , akademisyenler, Osmanoğullarından yurt
dışında bulunan iki temsilci (o günlerde Osmanoğulları’nın Türkiye’ye
girişi yasaktı. Bakanlar kurulundan iki kişi için Türkiye’ye geçici gelme
izni çıkarttık. ) Otobüsün biri bunlardan oluşuyordu. İkinci otobüs
Edebiyat Fakültesi, tarih, sosyoloji öğrencilerinden oluşuyordu. Üçüncü

68

otobüste hem fiziki temizlik yapabilecek hem de bir olay çıkarsa cevap
verebilecek gençlerden oluşuyordu.
Gurup halinde Yörüklere katıldık çok lezzetli bir toplantı oldu. Bilhassa
sabah vakti şeyh Edebali hazretlerinin türbe ziyareti üstümüzde çok etkili
oldu .
Yörükler yüzyıllardır bu geleneği devam ettiriyorlar şimdilerde devlet
organize ediyor … Eylül ayında gidilmesini tavsiye ederim…

Söğüt 1974
-Efendim peki şöyle bir şey sorabilir miyim?Allah razı olsun canhıraş
bir şekilde bu işlere böyle sarılırken, Necip Fazılı nasıl tanıdınız?
Nasıl tanıştınız?
BİZ BİR TANE FIRÇA ATSA BİZE DİYE ÇIRPINIRDIK. YANİ
BİZİ BİR AZARLASA. ÇÜNKÜ ONUN AZARLAMASI ÇOK
USTURUPLU. ÖVÜYOR MU? YERİYOR MU?
Rahmetli Üstatla önce kitaplarıyla Kayseri&#39;de öğrenciliğimiz yıllarında
tanıştık. Sonra İdeolocya Örgüsünü ilk defa Kayseri Yüksek İslam
Enstitüsü Talebe Derneği bastı. Bu kitap basılırken biz baskısında falan
da epey çabaladık, gayret ettik. Bizden önceki İstanbul’da okuyan
abilerimiz, büyüklerimiz Necip Fazılın yanına gidip gelir onu anlatırdı.

69

Zaten biz Burada Büyük Doğu dergileri, kitapları falan sürekli takip eder
durumdaydık. İstanbul&#39;a gidince Büyük Doğu idarehanesiyle tabii
seleksiyon halindeyiz. Bizden bir öncekiler idarehanede çalışıyor, biz de
idarehaneye hizmet maksadıyla gidiyoruz. Hizmet maksadıyla gidince de
Necip Fazıl rahmetlinin yakınında oluyorsun. Yani zaten iki tane küçük
küçük oda bir kapıdan giriyorsun işte orada küçük bir kapı daha var. Bir
masa var. O çalışma masası. İç ve dışı bu ilk temasımız öyle oldu. Daha
sonra Milli Türk Talebe Birliği&#39;ne davet, orada işlerini organize etmek
konferansları, konuşmaları organize etmek, günlük kahvesi yani günlük
oturup bir kahve ikram edilmesi falan derken Necip Fazıl rahmetliyle bir
ünsiyette başlamış oluyor. Hem grup halinde ünsiyet hem de ferdi bir
ünsiyette denilebilir. Etrafındaki arkadaşların hepsinin birbirine benzer
tarafları yok. Hepsi ayrı ayrı insan. Oğlu da böyle. Herkeste ayrı bir
mizaç var. Rahmetli bu mizacı bir görmede keşfeder ve mizacına göre de
mukabele ederdi ve biz bir tane fırça atsa bize diye çırpınırdık. Yani bizi
bir azarlasa. Çünkü onun azarlaması çok usturuplu. Övüyor mu? Yeriyor
mu diye bir süre düşünürdük. Kişiye göre yani şahsın kendi yapısına göre.
Onun dışında da işte derken böyle içli dışlı oluverdik. Benim çok özel
ikili hatıralarımız var ama bunu nakletmek durumunda değilim. Ben biraz
Büyük Doğu çerçevesinde ve fikirler çerçevesinde dolaşmak isterim.
Yoksa zatiyle olan ilişkilerimiz iki şahıs arasıdır. Onlardan bahsetmeyi
pek sevmem. Bugüne kadar da pek bahsetmedim çok özel şeylerde o işe
şahit olan arkadaşlarımızdan bahsederiz ama gerek yoktur benim
açımdan. Niye? Ortada Türkiye ve dünyayı ilgilendirebilecek bir fikir
örgüsü, bir fikir yapısı, bir düşünce sistemi var. Ve karşımızda öyle bir
şey var ki, Allah&#39;ın veli kuluna rastladıktan sonra beyninde ve gönlünde
ihtilal olan bir adam, ihtilal yapıyor, bir öncesini siliyor. Yepyeni bir
nizam içerisine giriyor. Ve o yepyeni bir nizam içerisinde müthiş bir
meydan. Agoraya yani meydana çıkıp bir mücadeleye giriyor. Şimdi
bunun bu kısmını görmezden gelip de yok işte kaşı şöyleydi, gözü
böyleydi cinsinden ikili ilişkilerden bahsetmek bence basit şeylerdir.
Bizim dikkat ettiğimiz şey onun gençlere ne anlatmak istediği, hangi yola
sevk etmek istediği, İslam düşünce akidesinin İslam fikrini, İslam
düşüncesinin hangi yapılarla doğru kavranabileceği, çünkü o günlerde
İngilizlerin gene bize zerk etmek istediği üç zehir vardı. Bir, Osmanlı&#39;ya
düşman olacaksın! İki, tasavvufu inkâr edeceksin! Üç, mezhepleri
kaldıracaksın! Mezhep ne demek ya?! Mezhep nereden çıktı?! Dinde
mezhep mi olur?! Ondan sonra sıra gelirse Dört, hadisleri falan boş ver!

70

Kur&#39;an-ı Kerim yeter! O günlerde başlayan şey de bu dört ana yapıyı
Türkiye&#39;ye enjekte eden İngilizlerdir. İngiliz namussuzluğudur. Daha
doğrusu İngilizlerin yerini şimdi Amerikalılar aldı ama ana fikir
İngilizlerin. Şimdi bütün bunlara karşı da mukavemet etmen gerekiyor.
Rahmetli Üstat bütün bunlara karşı mukavemet gösteriyor. Meydan
yerinde mukavemet gösteriyor, hapishanede mukavemet gösteriyor.
Elinin, dilinin, yazısının, kaleminin yettiği kadar dergidir, bir kitaptır,
köşe yazısıdır, konferanstır, Anadolu&#39;yu uyandırmaya çalışıyor. Ömrünün
bir kısmını adliyelerde, savunmalarda, hapishanelerde geçirmiş bir
insandan bahsediyoruz. O bakımdan yani rahmetli Üstatla ikili ilişkilerde
onun düşünceleriyle alakadar oldum. Zaten o hep düşünce ile alakalanır.
Yoksa ortaya gelen yemekler yenilen içilen çayla pek alakalı değildir.
Tabii bizlere de yemek ısmarlar, cömerttir, şeker hastası olduğu için şöyle
bir tane alır, kalan bizimdir. Bir tane ancak alır, yemekle alakası o. Hasılı
rahmetlinin söylediğim gibi aradığı zeminin, Milli Türk Talebe Birliği&#39;nde
olduğunu gördüğümüz için onu orayla buluşturmaya gayret ettik birinci
olarak. Böyle bir görev ne kadar yapıldı? Ne kadar yapılmadı? O ayrı bir
şey ama yapma gayreti içinde olduk. Kayserili arkadaşlar da bu bir onursa
o onurun sahibi arkadaşlardır istisnasız hepsi de. Büyük Doğu
İdarehanesinde hizmet görmüş arkadaşlar. Ha Talebe Birliğinde hizmet
gördü, görmedi o daha farklı bir şey ama biz Rahmetlinin mücadelesi ile
alakalandık. Yani ben Anadolu şehirlerini müfettiş olarak, teftiş amaçlı
gezerdim. Teftişten önce işte üç yüz, dört yüz teşkilatımız oldu. Bunları
başıboş bırakmaya gelmiyor. Anadolu&#39;da her türlü deminki söylediğimiz
çerçevede dört noktadan saptırma gayreti her zaman sürüyor şu veya bu
şekilde, şu isim veya bu isim altında karşımıza çıkıyor ama temel
söylediğim gibi Osmanlıya küfredeceksin. Yani Osmanlı tu kaka olacak.
İki tasavvufu reddedeceksin. Üç mezhepleri kabul etmeyeceksin. Mezhep
nereden çıkmış diyeceksin. Dört eğer takatin yetiyorsa hadisi şerifleri
bulandıracaksın ve hadislere riayeti kaldıracaksın. E tabii bunun
materyalleri de var. Yani tasavvuf ehlinin erbabıyım diye ortada dolaşan
insanların veya kendini din görevlisi zannederek ortada çıkan insanların
ferdi kusurlarını, montaj yaparak birtakım haklı görüntüler arasında altını
oyma gayretleri falan var. Bunları biliyoruz. Bir doğu turuna turneye
çıktık diyelim. Ben bir otobüs tutuyordum içine kırk kişiyi bindiriyordum.
On tane folklorcu, bir tane türkücü Hasan Mutlucan, beş tane aletli
jimnastikçi, sekiz tane tekvandocu gibi bilmem ne falan hadi sür otobüsü,
Erzurum. Erzurum&#39;da gibi bir gece yapıyorduk. Erzurum halkını

71

topluyorduk başımıza. Kayseri&#39;ye de geldim. Antalya&#39;ya da gittim. İzmir&#39;e
de gittik. Ha rahmetli Üstadı da götürdüğümüz oldu. Mesela İzmir
Konferansı aklıma geldi. İzmir&#39;deki kapalı Spor Salonu&#39;na gidip
kiralamıştım ve rahmetli Üstat orada güzel bir konferans vermişti. Yani
böyle Ankara, İzmir falan gibi de taşırdık. Yani ona uçak bileti bulmaya
çalışırdık. Biz daha önce otobüsle gidip onu karşıladık. Hasılı Erzurum&#39;a
varırdık. O geceyi deruhte ederdik, çok da coşkulu, heyecanlı.
Mesajlarımızı vermeye gayret ederdik Otobüsü tekrar İstanbul&#39;a
gönderirdim ben oradan. Otobüs diyelim kırk kişiyse biri ben otuz
dokuzunu gönderir, ben orada kalırım. Oradan sür Ağrı’ya geç. Yayan
yapıldak Ağrı&#39;dan Van&#39;a geç. Van&#39;dan Erciş&#39;ten Tatvan falan o teşkilatları,
aşağıdan Muş&#39;a, Bingöl&#39;e, Elazığ&#39;a, Malatya&#39;ya, oradan işte Sivas veya
Kayseri, Ankara böyle bir tur atıyorsun, niye? teşkilatları denetleyeceğiz
ve teşkilatlarda denetleme yapacağız. Biz öyle askeri denetimden falan
bahsetmiyoruz ama kitap kulüplerinde ve seminerlerdeki konuşulan temel
şeyleri anlatmaya, aktarmaya çalışıyoruz. Kitap kulüplerinde şu liste
bulunsun, şunlar bulunmasın diyoruz. Yani kitap yoluyla ama mesela
bunlardan bir tanesi Sait Çekmegil adında Malatya&#39;da bir adam. Benim
Malatya&#39;ya geldiğimi duymuş. Talebe Birliğinde bana bindirmeye gelmiş
adam. İbni Teymiye hayranı ve onun etkisinde olan biri. Mümin bir insan
ama orada Teymiye’cilik yapıyor. İbni Teymiye’ciliği kendi kafasına göre
yerleştiriyor falan. Bizim için çok kıymeti harbiyesi olmayan veya biraz
ilerlerse sapık diyebileceğimiz bir şey. Adam bana baskına geliyor. Yani
ben Malatya&#39;dayım. Artı İstanbul’dan geldiğimi biliyor ve Malatya&#39;da
benimle boğuşmaya geliyor adam. E fikir tartışması yapacak. Ona karşı
da kendi üslubumuz belli yani. Birkaç kelime söylüyorsun. Anladı anladı.
Anlamadı hastir oradan!. Hasılı Üstat ve Milli Türk Talebe Birliği
arasında bir koordinasyon yapılma gayreti önemli bir gayretti.
-Efendim o kişiyle bir diyalog oldu mu?
Sait Çekmegil’le mi? Oldu tabii. O olmaz olur mu? Yani adam fikirse biz
de fikrimizi, kanaatimizi söyledik. Adam hayır diyerek bize biraz
dayılanınca, dayılığın biz de usulünü biliyoruz yani. Hani kademe kademe
hemen kimseyle ne tehdit edilir, ne vuruşalım kanaati. Adam vuruşmaya
geliyor. Vuruşmaya fikirse fikir seninki öyle, bizimki de böyle. Kardeşim
bu teşkilatın şartları bu. Yoksa kapatıp geçeriz. Yani Malatya&#39;da böyle bir
teşkilatın veya Milli Türk Talebe Birliği teşkilatının ehli sünnet akaidine
uygun bir çalışma yapmasını hazmedemiyor, kaldıramıyor adam, kısaca.

72

Bu bazen Van’ın birkaç yerinde Bingöl&#39;de falan ufak tefek şeyler oldu. O
Batmanda, Bingölde. yani teşkilat Edirne&#39;yi de dolaşıyor, Sakarya’yı da
dolaşıyor. İşte onun için diyorum ya bir tane Bekir Yıldız olmaması
lazım. Çünkü bu arada sporculuk da yapıyoruz.
-Efendim İstanbul’daki Milli Türk Talebe Birliği&#39;ne girişiniz ve
üstadı, üstadın fikirlerini, kitaplarını, oradaki gençlere adapte etmek
veya o gençlerin üstatla tanışması için birçok çalışmalar yaptınız.
Üstad’a yardımcı olma adına oradaki idarehane dediğimiz çalışma
yerinde sizin birçok emekleriniz geçti. Biz biliyoruz ki sizden dolayı
birçok Kayserili arkadaşımız idarehaneye ve Milli Türk Talebe
Birliğine geldiler. Bunlar kimlerdi? Kimler büyük doğuyla tanıştılar?
BÜYÜK DOĞU FİKRİYATIYLA ZİHNİNİ BESLEMİŞ,
DÜNYAYA, BİR BAKIŞ AÇISI TEMİN ETMİŞ, ÜSTAD’I
KİTAPLARINDAN VE YAZMIŞ OLDUĞU YAZILARINDAN
TANIMIŞ VE ORADAN ETKİLENMİŞ ARKADAŞLAR
Şöyle söyleyelim. Milli Türk Talebe Birliği ve biz idarehane derken
büyük doğu yayınevinin odasını merkezini kastediyoruz. Muhtelif
yerlerde oldu ama son defa Cağaloğlu&#39;nda Milli Türk Talebe Birliğine
yakın hemen o İran Başkonsolosluğu&#39;nun yakınında yürüme mesafesi
olarak otuz elli metre arasında bir mesafedeydi. İdarehane derken Büyük
Doğu Yayınevi&#39;ni kastediyoruz. O belirlensin diye söylüyorum.
Ben ve kendi akranım olan arkadaşlar üniversite için İstanbul&#39;a gitmezden
önce bizden önceki yaşça büyük olan büyük doğu ile tanışmış, orada
gayret sarf etmiş insanlar kimi memleketine dönüyor, kimi İstanbul’da
kalıyor. Biz de zaten biraz grup olarak hem büyük doğunun İstanbul&#39;da
neşriyat yapması hem de üstat rahmetlinin Kayserililere özel ilgi
göstermesi münasebeti ile
Çok Kayserili arkadaşları taltif edici cümleler yazıya kayda geçmiş
cümleler var. Böyle bir şeyle İstanbul&#39;a dahil olduğumuzda öğrenci olarak
üniversite imtihanına girdik ben edebiyat fakültesi gece bölümüne
girmiştim. Girdiğinizde
Ondan sonra Milli Türk Talebe Birliği&#39;nde de bizden önce arkadaşlar
fazla yok. Ama birkaç kişi var ama artık Milli Türk Talebe Birliği de fikri
olarak netleşmiş ve Anadolu&#39;daki Müslüman Türk evladının şemsiyesi,

73

her meşrebin, ekolün, her düşünce yapısının ve ehlisünnet akaidine aykırı
olmayan her düşüncenin yer bulabildiği bir mekân haline gelmiş
olduğunu görünce Milli Türk Talebe Birliği&#39;ni hem bir buluşma, görüşme
hem, hem de faaliyet alanı olarak gördük. Çok doğal, çok tabii seleksiyon
içerisinde olduk. Şimdi burada birçok Kayserili arkadaş zaten kafasında
üniversiteyi Ankara&#39;dan ziyade İstanbul&#39;da okuma fikri sabit halinde
haldeydi. Ben bazı isimlerden bahsetmek isterim. Bu isimler Büyük Doğu
ve Milli Türk Talebe Birliği etrafında olan arkadaşlar büyük doğu
fikriyatıyla zihnini beslemiş, dünyaya bakış, bir bakış açısı temin etmiş.
Üstadı kitaplarından ve yazmış olduğu yazılardan tanımış ve oradan
etkilenmiş arkadaşlar.Hemen yan yana faaliyet alanı olarak da Milli Türk
Talebe Birliği. Tabii bizlerin esas maksadı milli Türk Talebe Birliği
Türkiye gençleri için çok uygun bir alan. Bir ara dört yüze yakın şube
olmuştu Türkiye&#39;nin. Çok önemli bir rakamı bu ve bu yapının fikri
örgüsünü Büyük Doğu tarafından doldurmayı makul, çok doğru bir
düşünce olarak gördüğümüz için bu hususta bilerek çaba sarf ettik.
Bu çabanın içinde bulunan arkadaşlar mesela bizden önceki nesilden Ali
Biraderoğlu ki ben daha burada öğrenciyken o okulu bitirip dönmüştü
Kayseri’ye felsefe öğretmeni olarak. Rafet Cingil’dan bahsedilebilir.Allah
rahmet etsin vefat etti. Rıfat Besceli, İstanbul’da mukim Allah rahmet
etsin, Rıfat abi de vefat etti. Daha başka isimler var ama çok fazla da
genişletmeden bizimle beraber kuşak olan Rıfat abi de okulu bitirmişti
ama o esnada İstanbul’da kaldı. Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu,
rahmetli olanlardan; Ziya Olgunharputlu, Mustafa Dinçel, Hamdi Zeyrek,
Mustafa Özküçük vefat eden gönüldaşlarımızdan, aynı burada tanıdığımız
Mekânı cennet olsun arkadaşlarımızın. Özer Koç, Mehmet Kasap, Salim
Yılmaz, Mehmet Emre ve yeğeni Akif Emre, Mehmet Emre kardeşleriyle
ve yeğenleriyle beraber bu meselenin içindeydi. Hatta amcaları Ali Emre
de hayatta ise Allah&#39;tan uzun ömür diliyorum. Mehmet Emre ailesiyle
beraber yeğenleriyle, kardeşleriyle, amcasıyla bu meselenin içinde olan
İstanbul&#39;da kaldı Mehmet Emre. Hasan Nail Canat rahmetli Kayseri&#39;den
gitti. O pek öğrenim görmedi ama orada tiyatroya takıldı. kendisine göre
çok önemli. Eserler sahneledi. Sonra televizyonda da birçok filme katkıda
bulundu. Rahmetli Mustafa Miyasoğlu, Durmuş Akçakaya, Mesut
Uçakan bunlar Kayseri’den Durmuş&#39;un kardeşi Mesut Akçakaya.
Bunların nesil sıralaması biraz önce sonradır ama ben hepsinin isminden
bahsediyorum. Mustafa Cabat, Kenan Kuzuimam, Mustafa F. Tekelioğlu,

74

Ahmet Gengeç, Recep Bekarlar, Ahmet Tahir Gül, Kadir Seçmeler,
Mehmet Sarıçiçek, İlhan Özkeçeci, Fikret Karakaya, İbrahim Ulueren,
Ömer Ulueren, Mehmet Tekelioğlu, Seyit Ali Kahraman, Mahmut
Danacı, Mustafa Kanlıoğlu, Taner Yıldız, Faruk Yükselen, Ahmet
Kocaoğlu, Mehmet Kocaoğlu, Yaşar Karaman, İbrahim Baysan, Mustafa
Akbulut, Hasan Akbulut, rahmetli olanlardan Nuh Naci Özlü, Recep
Harman, Murat Yerlikan gibi arkadaşlar geniş bir kadro halinde.
Atladığınız isimler olursa bağışlasınlar. Ondan sonra birçok arkadaş
gönüllü olarak hem milli Türk Talebe Birliği&#39;nin bir ucunu tuttu. Hem de
idarehanenin kenarında, civarında. Şu veya bu şekilde bulunarak oraya
hizmet etmeye çalışan arkadaşlar. Böylelikle Kayseri&#39;den fikri bakımdan
kendisi altyapısını temin etmiş olan bu genç grup İstanbul&#39;a gittiğinde
idarehaneye ve Milli Türk Talebe Birliğine destek oldular.
Milli Türk Talebe Birliğinde değişik müdürlükler var, kültür, spor, basın
yayın, tiyatro, sinema, sosyal bilimler enstitüsü, folklor müdürlüğü gibi
müdürlükler var. Bunların ekipleri faaliyet alanları var. Böyle birçok
ihtisas konuları ve ekipleri var. Aşağı yukarı yüzde altmışını falan
Kayserili arkadaşlardan teşekkül ettiği için biraz da Kayserili bu grup
ismini saymadığım bazı arkadaşlar da olabilir. Millî Türk Talebe
birliğinde etkin görevler aldı. Yani meccani bir görev, gönüllü bir görev.
Karşılığı sadece Allah rızası güdülerek yapılan bir hizmet. Galip
Boztoprak Kitap kulübü müdürlüğümüzü yapmıştı. Mehmet Tekelioğlu
basın yayın müdürü oldu. Sonra Mustafa Fikri Tekelioğlu da basın
yayında çalıştı. Yaşar Karayel ve ben Milli Türk Talebe Birliği&#39;nin
değişik yıllarda birçok icra kurullarında ve yönetim kurullarında
bulunduk. Müdürlükler de yaptık, biz unvana pek fazla bakmayız koşar
koştururduk. Mesela teşkilatlarla alakalı komisyon veya müdürlük. Hasılı
Kayserili arkadaşların Milli Türk Talebe Birliğindeki bu gayreti fikri
bazda da rahmetli Necip Fazıl Üstadın davet edilmesi, fikrinin oraya
davet edilmesi kendisinin oradaki fiili olarak bulunmasıyla ortaya bir
güzellik çıktı. Milli Türk Talebe Birliği çerçevesinde şemsiyesi altında
toplanan arkadaşlar, daha ziyade Büyük Doğu ile tanışır orada Üstadı da
ziyaret eder hale geldiler. Diğer şehirlerden gelen arkadaşlar da var.
Böylece bir canlılık çok dinamik, çok hareketli bir ortam sağlanmış oldu.
Ve Büyük Doğu’da bu arkadaşların bahsettiğim Kayserili arkadaşların
birçoğu bizzat vaktini vererek zamanını ayırarak Üstadın hizmetinde
bulundular. Birçoğu zaman zaman bulundu. Birçoğu gitti geldi. Ve bin

75

dokuz yüz yetmiş altı yılında İstanbul&#39;dan ayrılmıştım. Birkaç yıl sonra
öğrenci olayları çok genişledi. Bin dokuz yüz seksen ihtilalinde bütün
derneklerle Türkiye&#39;deki siyasi partilerle milli Milli Türk Talebe
birliğinde kapatılmış oldu ve bu faaliyet bu dönem faaliyet olarak geçici
bir şekilde sonlandı.
- Efendim Milli Türk Talebe Birliği&#39;nin Büyük Doğu fikriyatına
gönül veren bilhassa Kayserililerin milli Türk Talebe Birliği&#39;nden
bir ayrılış süreci olduğunu biliyorum. Bunun nedeni nedir ve neden
ayrıldılar?
Şimdi burada ayrılma derken zaten bizim uygulamak istediğimiz siyasi
kararlarımızdan biri de öğrenciyken siyasete bulaşmamaktı. O gün
şartlarında siyasete bulaşma, kana bulaşmak gibi de düşünülebilir. Yani
Cumhuriyet Halk Partisi&#39;ni devrimci gençlik kollarından birçoğunu parti
gençlik kolları gibi kullanıyor. Dev genç veya işte değişik isimlerde
yüzlerce sosyalist yapı, komünist yapılı dernekler var. Bunlardan büyük
bir kısmını Cumhuriyet Halk Partisi istismar ediyor kullanıyor diye
düşünüyorum. Ülkü Ocakları ve Milliyetçi Hareket Partisi de ülkü
ocaklarını parti gençlik kolu gibi kullanıyor. Şimdi böyle bir şey
karşısında biz Milli Türk Talebe Birliği&#39;nde siyasi gayret içerisinde olan
arkadaşlar buraya dahil olmasın bize bulaşmasın ama gönlünde bir siyasi
düşünce olabilir, sevebilir ama bizim hareketimiz yetişmek üzerine
kendimizi tamamlamak üzerine, fikri örgümüzü tamamlamak üzerine ve
kesinlikle kanlı olaylar içerisine girmemek üzerine gibi kurallarımız,
prensiplerimiz var.
O günkü Milli Selamet Partisi&#39;nin yönetenleri başta Allah rahmet eylesin
Necmettin Erbakan Oğuzhan Asiltürk, Şevket Kazan, İsmail Müftüoğlu,
Hasan Aksay gibi Yönetim kadrosunda, yönetime hakim olan isimler. Bir
ara Milli Türk Talebe Birliği&#39;nin anahtarını istediler bizden. Yani bu
gençler ki bize hizmet etsin dediler. Biz de bunun çok yanlış bir fikir ve
tasarruf olacağını. Zaten buradan mezun olan iş güç sahibi olacak. O da
ileride ilerleyen tarihe yetişmiş eleman olarak isteyen istediği siyasi
partiye sizde veya bir başka partide hizmet edebilir. Onun için buraya
girmezsek bu fikri buraya bulaştırmazsak çok isabet olur gibi önce normal
şartlar altında cevaplar verdik. Fakat Oğuzhan Asiltürk başta olmak üzere
çok ısrarcı oldu illa dedi olmaz böyle bir şey. Daha sonra MTTB
yönetimiyle MSP yönetimi arasında bir restleşme oldu. Nasıl vermezsin?

76

Siz gönüllü vermezseniz biz önümüzdeki genel kurulda aday koyarız.
Zaten alırız formatına gittiler. Biz, bu iş biraz zor, sizin alabileceğiniz bir
görüntü yok ortada falan dediysek de Allah rahmet eylesin. Mustafa
Karahasanoğlu riyasetinde bir liste çıkardılar. Ve yüzde bir, yüzde yarım
öyle çok küçük bir oranla kaybettiler ondan sonra çok gerildi ortalık. Yani
yediremedi Oğuzhan Asiltürk, İçişleri Bakanlığı veya daha sonra o
dönemler böyle biz kapatırız Moduna bile gittiler. Biz de dedik
- Bak on iki Mart&#39;ta Naim Talu hükümeti üçlü kararnameyle MTTB&#39;ni
kapatma kararı aldı. Ama elli elli beş gün direndik. Bu kapatmayı
gerçekleştiremedi Siz de gerçekleştiremezsiniz. İstediğiniz kararı alın
dedik. Burada MTTB ile MSP arasında bu konudan dolayı bir serinlik
girdi. Daha sonra soğukluğa dönüştü. O arada Üstad rahmetli de şöyle bir
kanaat taşıyordu. Bu raporlarda da mevcut, Akıncılar ve Milli Türk
Talebe Birliği bunlar yerli fikirdir. Yerli üretimdir bu kökü dışarıda
olmaktan ötedir. Diğerleri tamamen ya Amerikan ya Rus güdümünde olan
ülkücülerin ve devrimci devrim ocaklarının bazı gruplarında da yine
Amerika kontrolüyle istihbarat teşkilatının veya askeri istihbaratın
kullandığı istismar ettiği genç gruplar. Biz birbirimize rakip olmayalım.
Yani ülkücüdür, akıncıdır, MTTB.lidir. Bunlar arasına bir diyalog
kurulsun, harp hali oluşmasın diye bir adım atıldı. Bu adım da Milli
Selamet Partisi tarafından anlaşılmadı veya tamamen yanlış anlaşıldı. Ve
neredeyse rahmetli Üstad Necip Fazıl Kısakürek&#39;i MSP aforoz etti.
Aforoz edince. Biz de gerekli tavrı gösterdik. Milli Türk Talebe
Birliği&#39;yle MSP arasına daha keskin bir çizgi çektik. İşte bu arada Milli
Selamet Partisi bu genel kurul sonrasında gelişen olayları kabul etmediği
için, bir de rahmetli Erbakan da illa bana intisap edeceksiniz, kontrolüm
altına gireceksiniz. Bütün hareketler ve benim bilgimde, tasarrufumda ve
talimatımda olacak gibi bize göre o gün yanlış bugün de yanlış
bulduğumuz bir tasarruf hakkı istedi. Fakat bu istek yanlıştı ve
yanlışlıklar getirdi. Ama gel gör ki aradan çok da geçmedi hatta bin dokuz
yüz doksan bir yılında Türkiye&#39;deki Refah Partisi ve Milliyetçi Hareket
Partisi ittifaka girdi. Türkiye&#39;deki bütün seçimlerde ikisi de beklemediği
bir sonuç aldı. Rahmetli Üstadı bir mücahit olarak nitelerim ben yani
şairdir, edebiyatçıdır, tiyatro senaristidir falan gibi bir görmem. O bir
Allah rızası için koşturan ve Abdülhâkim Arvasi Efendi hazretlerini
tanıyıp ona intisap ettikten sonra gerçek bir şeyhin minderine oturmuş bir
mücahit insan. Allah rahmet etsin onu rahmetle anarız. O insanın siyasi

77

alandaki bu tasarrufu yıllar sonra çok net olarak zuhur etti. O gün
söylediği şeyler çok kötü karşılık buldu. Bir takım ve bin dokuz yetmiş
beş, yetmiş altılı yıllarda bu başarılı olamayınca Milli Selamet Partili
güdücüler, yönetim kadrosu Oğuzhan Bey başta olmak üzere Akıncılar
teşkilatını, Milli Türk Talebe Birliği Ankara Mühendislik Mimarlık
Akademisi Öğrenci Derneği&#39;ne kurdurdu. Ayrı bir mizaç, daha ziyade
partinin sloganlarını taşıyan, partinin bayrağını sallayan, direklere afişini
asan, Parti mitinglerinde vazife gören bir genç nesil istedi ve o da o hale
dönüştü. Akıncıların bu hale dönüşmesi bizim o sibop olarak tuttuğumuz,
kavgaya gürültüye bulaşmamak fikrinde Akıncılar çevresinde delinmeler
oldu. Biz çok katı davrandığımız için Allah da bize nasip etmedi. Bizim
arkadaşlarımızdan öldürülen oldu. Gerek kışkırtmak için, gerek bizi
olaylara çekmek için arkadaşlarımızın katledildiği oldu. Ama biz buna
rağmen -bize göre bu bir oyundu- tezgâhta girmedik. Daha sonra
Akıncıların içinde -tamamı değil- heyecanını yenemeyen genç gruplar
ister istemez bizim de tasvip etmediğimiz olaylara giriştiler. Bunlardan
biri işte Ömer Yılmaz, Yılmaz Yalçıner gibi heyecanlı, çok da dengeli
olduğunu söyleyemeyeceğimiz tipler, hayatında uçağa binmemiş insanlar,
tutuyor, uçak kaçıyor. İran devriminin etkisiyle. Hasılı İstanbul Fatih&#39;te ve
Türkiye&#39;nin başka yerlerinde birtakım istenmeyen silahlı kanlı eylemler,
oldu on iki Eylül&#39;le beraber bu konu hepsiyle birden kapanmış oldu.
“MTTB VE ANADOLU”
MTTB orta öğretim komiteleri Anadolu’da çok yaygınlaştı 400 şubeye
yaklaştı bu şubelerdeki faaliyetler ve denetimleri için sürekli Anadolu
şehirlerini dolaşırdım bir konferans için Üstadı İzmir’e götürdüğümüzü
hatırlıyorum Erzurum’da milli gençlik gecesi Antalya’da birlik gecesi
Kayseri’de, Edirne’de, Sakarya’da, Konya’da birçok şehirde kapalı spor
salonlarını kiralayarak etkinlikler yapılırdı. Bütün bu organizasyonlar
tarafımdan gerçekleştirilirdi. Bazen sıradan şehirlere uğrayarak
denetimler yapardım. Erzurum’dan Ağrı’ya, Van’a, Erciş’e, Tatvan’a,
Muş’a, Bingöl’e, Elâzığ’a, Malatya’ya, Sivas’a, Kayseri’ye, Yozgat’a,
Ankara’ya, Sakarya’ya geniş bir tur yaparak denetim yapmaya çalışırdık.
Denetimlerde kitap kulüplerinin listesi, kitapların ve seminerlerin
ehlisünnet akaidine uygunluğu bd. yayınlarının bulunup bulunmadığına
bakılır, buna göre tertip edilirdi. Bir de kanlı terör olaylarına katılmama
prensibimizi vurgulardık.

78

“CHP nin ÖĞRENCİ OLAYLARI ARAŞTIRMASI”
CHP genel merkezi öğrenci olaylarının sebeplerini araştırmak üzere on
kişilik parlamenter heyeti kurmuş, MTTB den görüşmek için randevu
istedi.
-Buyurun! Dedik.
Bizde on kişilik bir heyet kurup hazırlık yaptık. Birimiz olayları
ekonomik sebeplerine, birimiz sosyolojik sebeplerine, birimiz tarihi
sebeplerine gibi on madde halinde hazırlandık. Abdullah Gül’e İsmail
Cem düştü bana Ali isimli bir vekil düşmüştü. Bir veya iki saatlik
planlanan görüşme iki gün sürdü, CHP heyeti ikiye bölündü. Bizim
söylediklerimize tahammül edemeyenler bir gurupta, Deniz Baykal,
İsmail Cem gibi söylediklerimizi hayret ve hayranlıkla dinleyenler diğer
gurupta…
Yıllar sonra Kocasinan belediye başkanıyım, İsmail Cem Kayseri
milletvekili olarak Dışişleri Bakanı.
-Başkanım Ankara’ya gelirseniz mutlaka misafir etmek isteriz.
Derdi, ben de Ankara’ya uğradığım bir gün nezaketen İsmail Cem beye
uğradım bırakmadı bir balıkçıda yemek ısmarladı.
Yemek üç buçuk saat kadar sürdü ben tedirgin oluyordum adam Dışişleri
Bakanı, vaktini almayayım diye .
Yine Kocasinan belediye başkanıyım Abdullah Gül bey de dışişleri
bakanı. Ankara’ya gittiğimde uğramazsam darılıyor Abdullah bey.
Dışişleri Bakanlığı konutundayız Abdullah beye bir selam verip
Kayseri’ye döneceğim. Dört saat kadar bekledim araya giren diplomatik
telefon görüşmeleri ve şahıslar, kadim arkadaşımla beş dakikalık
muhabbete izin vermedi…
İşte iki Dışişleri Bakanı…
“MTTB -MSP-AKINCILAR-CEMAATLER”
MTTB Türkiye’deki sağ duyulu Üniversite ve orta öğretim öğrencilerinin
çatı kuruluşu, geniş bir tabana sahip ve Büyük Doğu fikriyatının kurucusu
Necip Fazılla buluşmuş vaziyette bir çok tekkeye mensup gençler de bu
şemsiyenin altında faaliyet gösteriyorlar.

79

MSP ve bazı cemaatler MTTB yönetimini kontrolü altına almak
istiyorlardı. Bizse bu halin daha doğru, daha toparlayıcı daha makul
olduğunu söyleyerek bu girişimlere mani olmaya çalışıyorduk.
MSP yönetenlerinden Oğuzhan Asiltürk, İsmail Müftüoğlu, Şevket
Kazan, Hasan Aksay (bunların hepsi o günlerde bakandı.) MTTB yi
kendilerine teslim etmemizi istediler onlar parti gençlik kolu gibi MTTB
gençliğini kullanmak istiyorlardı. MTTB merkez kadrosu olarak bu
düşüncenin yanlış olduğunu defalarca söylememize rağmen 1975 yılında
yapılan MTTB kongresinde; MSP Mustafa isimli bir arkadaşımızın ismi
ile liste çıkarttı, kazanma ihtimalleri de yoktu .
Diğer taraftan MTTB ye çok büyük hizmetleri geçmiş olan Ömer Öztürk
te kendi dahil olduğu tekkenin kontrolüne geçmesi için Rüştü Ecevit
başkanlığında bir listede o çıkardı. Merkez kadronun rızası olmadan o
listenin de kazanma ihtimali yoktu. Kongre günü sabahı Ömer Öztürk
Üstad Necip Fazılı Erenköy’deki evinden alarak, Cağaloğlu’ndaki MTTB
ye getirdi Üstad bana;
-Rüştü Ecevit listesini destekleyeceksiniz! Dedi. Ben de MTTB nin
yükünün büyük kısmını omuzlayan arkadaşlarıma;
-Buradan ayrılıyoruz iki gün boyunca bizleri kimsenin bulamayacağı
yerlere gidiyoruz! Dedim. Seçilemeyeceklerini bildikleri için, bizlerin
rızasını da almadan isimlerimizi Rüştü Ecevit listesine yazıp delege önüne
çıktılar yüzde doksana yakın bir oranla seçimi kazandılar.
Daha sonra rahmetli Üstadın da talebi üzerine hiçbir olay yaşanmamış
gibi gayretimize devam ettik…
1976 lı yıllarda merkez ekip üniversiteden mezun olup İstanbul’dan
ayrılınca Ömer Öztürk güdümündeki MTTB yöneticilerinin ilk işi
Üstadın MTTB ile ilgisini kesmek ve koparmak oldu. Biz başından beri
bu durumu tahmin ediyorduk. Rahmetli Üstad’da bu duruma çok üzüldü.
Diğer taraftan kongrede hezimete uğrayan MSP güdücüleri İçişleri
Bakanı olan Oğuzhan Asiltürk kanalı ile MTTB yi kapatmakla tehdit etti.
Biz de cevaben;
-12 mart ihtilal hükümeti başbakanı Nihat Erim de MTTB yi kapatma
kararı aldı. Biz o zaman o karara hukuki ve fiziki olarak direndik ve onlar

80

MTTB yi kapatamadı. Sizin gücünüz yetiyorsa hodri meydan demek
zorunda kaldık. Ortam gerginleşti ama yine de aklıselim sahibi insanlar
olayı yumuşattı ve ciddi bir problem çıkmadan yara sarıldı. Ama MSP
yöneticileri, gençlik kolları gibi çalıştırabileceğini düşündüğü akıncılar
derneğini MTTB Ankara teşkilatının, ADMMA deki müntesipleri ile
kurdu. Akıncıların ilk kurucu isimlerinden aklımda kalanlar; Tevfik Rıza
Çavuşoğlu, Mehmet Kartın, Hayrettin Çelik. Böylece MTTB içinden
MSP kanaatlerine sahip olan gençlerle Akıncılar derneği kurulmuş oldu…
12 eylül 1980 İhtilali ile de Türkiye’deki bütün dernekler kapatıldı.
“MOON TARİKATI ”
Kayseri’deki Cumhuriyet İş Hanındaki inşaat ofisimde, arkadaşım İrfan
Gündüz ziyarete geldi . İrfan Gündüz o günlerde Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Tasavvuf kürsüsünde akademisyen. Moon tarikatı İrfan
hocaya teklif getirmiş.
-“Türkiye’deki tasavvuf haritasını istiyorlar”. Sen ne dersin ağabey;
Dedi.
İstedikleri şey Türkiye’deki tekke sayıları, bu tekkeler hangi bölgede
faaliyet yaparlar temel düşünceleri nelerdir? Nüfuzları ve nüfusları ne
kadardır? Halka ve siyasete etkileri nelerdir? Gibi teferruatlı bir
çalışma…Cevaben;
-İrfanım, bu hain adamlar bu bilgileri başka yollarla da temin edebilirler
buna sen vesile olmasan iyi olur. Diyebildim.
- Karşılığında dünyalık olarak dile bizden ne dilersen diyorlar.
İrfan Gündüz’ünde bu teklife gönlü razı olmamıştı zaten. Cevaben;
-Hayır! Deyip teşekkür etti.
Yaşar Nuri Öztürk’te İrfan Gündüz’le Marmara İlahiyat Fakültesinde
aynı odada çalışıyorlar. O da Tasavvuf kürsüsünde asistan. O güne kadar
da tasavvuf ve halvetilikle alakalı olumlu eserler neşretmiş vaziyette.
Teklifi Yaşar Nuri Öztürk’e yöneltiyorlar zeki, bilgili Anadolu
delikanlısını teklifi kabul edince Amerika’ya davet ettiler. Yaşar Nuri
Öztürk ABD ye gitti geldi. Ama gidiş o gidiş . Dönüşünde ilk iş olarak o
günlerde Simavi ailesinin kontrolünde olan Hürriyet Gazetesinde sosyete
imamı olarak köşe yazısı yazmaya başladı. Derken tasavvuf aleyhine

81

döndü biraz sonra ehli sünnet mezhepleri hakkında reddiyeler yazdı,
giderek hadislerden sıyrıldı sonunda kendisinin deist olduğunu söyleyerek
öbür aleme geçti.Bu hadiseyi İngiltere’de ve Amerika’da bulunan bazı
kuruluşların Türkiye’deki temiz mümin itikadına sahip insanımızla ne
derece uğraştığının altını çizmek için anlatıyorum. Gâvurun üç temel
prensibi var Müslümanların zihnini bulandırmak için;
Bir; Osmanlıya ve ecdada küfür edeceksin.
İki; Mezhepleri yok sayacaksın.
Üç; Tasavvufu inkar edeceksin. Sonra sıra sahih hadislere gelecek, daha
sonra da Kur’an-ı Kerimin hükümleri ile oynamaya başlayacaksın.!
Gâvurun ve sapıklığın bütün güzergahı bu…

“DOĞRU YOLUN SAPIK KOLLARI YAYINLANDIĞINDA
TÜRKİYE&#39;DE BAŞLI BAŞINA OLAY OLDU.”
Büyük Doğu Yayınları tarafından Doğru Yolun Sapık Kolları isimli kitap
yayınlandığı zaman Türkiye’de büyük yankı buldu. O günlerde ABD den
İngiltere’den Vehhabilikten , Şia’dan veya menfaatten kaynaklanan ne
kadar sapık görüş varsa hepsi yüksek sesle itiraza koyuldular ama kitap
mihenk taşı gibi her düşünceyi yerli yerine oturttu. Geçen zaman
içerisinde görüldü. Üstadın yaptığı o tespitlerde ne kadar haklı olduğu
açığa çıktı .

82
Abdullah Gül ve Bekir Yıldız kampta
“MTTB YAYINLARI”
Milli Türk Talebe Birliği içinde kitap kulübü var. Orada Büyük Doğu
Yayınlarının tamamı var. Başka kitapların yanı sıra Milli Türk Talebe
Birliği’nin Basın Yayın Müdürlüğü olarak çıkardığı yayınlar da var.
Periyodik olarak aylık bülten çıkartır, bütün teşkilatlara ve Türkiye&#39;ye
dağıtır. Basın Yayın Müdürü Mehmet Tekelioğlu&#39; idi. Daha sonra Yaşar
Karayel Basın Yayın Müdürü oldu. Bu bültenler Milli Türk Talebe
Birliği&#39;nde yapılan faaliyetleri anlatır. Görüşlerini anlatır. O ay olan
olaylarla ilgili kanaatlerini özetler ve teşkilatlarına gönderir. Bir de
ortaöğretim komitesi Çatı diye bir dergi çıkartır. Ortaöğretimde okuyan
öğrencilerin, kendi üslupları, kendi yazılarıyla kaleme aldığı bir dergi. Üç
aylık Milli Gençlik diye bir dergi de çıkar. Milli Türk Talebe Birliği
Basın Yayın Müdürlüğü, Milli Gençlik diye bir dergi çıkartıyor. Bu da
genç üniversiteli arkadaşların, yazı kabiliyeti, şiir kabiliyeti, edebiyat
kabiliyeti olanları teşvik maksadıyla çıkartılan bir dergidir. Kongrelerden
önce, mufassal bir faaliyet raporu, büyük kitapçıklar halinde çıkar.
Bu kitaplar bakıldığında Milli Türk Talebe Birliği seçimleri ve
Türkiye&#39;deki olaylarla alakalı bir dokümantasyon hüviyetindedir. Her
genel kurulda bu kitaplar basılır ve dağıtılırdı .
“SPORLA TANIŞMA”
Nazmi Toker Orta Okulundayım beden eğitimi dersimize Kıbrıslı Ali
lakaplı bir öğretmen geliyor okulun arka tarafta bulunan küçük toprak

83

alanda beden dersleri yapılır. Akasya ağacının altında bir şahıs okulun
bütün sınıflarının beden derslerini izliyor ve not alıyor.
Kıbrıslı Ali bir gün bizim sınıftan, beş altı öğrencinin ismini okudu.
-İsmi geçen öğrenciler Pazar günü sabah saat sekizde Kilisede olsunlar
(Kiçikapıda bulunan eski kilise o günlerde spor salonu olarak
kullanılıyordu.) Pazar günü kilisedeyiz. Yüzlerce öğrenci var; Nazmi
Toker Ortaokulundan, Ticaret Lisesinden, Kayseri Lisesinden, Sanat
Okulundan öğrenciler. Ve bu okulların beden eğitimi öğretmenleri hepsi
oradalar akşama kadar çocuklarla tek tek ilgilendiler, birçok değişik
hareketler yaptırdılar. Gençlerin kabiliyetlerinin hangi spor branşlarına
uygun olduğunu tespit ettiler. Akşam yaklaşırken gelen gençlerin hepsine
tek tek üçer branşta faaliyet göstermesinin uygun olacağını söylediler.
Bana da atletizm, voleybol, güreş dediler.
Yapılan bu tasnif çok isabetli sonuç verdi. Tespit edilen bu gençler uzun
yıllar Kayseri’yi Türkiye’de Avrupa’da ve dünyada temsil ettiler.
Bu kıymetli çalışmayı yapan kişi de Kayseri Lisesi beden eğitimi
öğretmeni Hayri Akış imiş .Teşekkür borçluyuz Hayri Akış’a.
İstanbul MTTB spor kulübünde sporun her branşının yapıldığı bir
ortamla karşılaştım . Kempo karate branşında usta oldum voleybol, masa
tenisi ve atletizmin bazı branşlarında müsabık ,hakemlik ve antrenörlük
yaptım. Ayrıca Türkiye’nin her tarafında yapılan her branştaki
müsabakalara serbest giriş hakkım ve gözlemcilik belgem vardı. Gençlik
Spor Bakanlığı böyle bir hakkı bana tanımıştı.

84

Birçok branşta spor yapmama rağmen savunma sporları uzmanlık alanım
oldu .

Antalya Side Gösteri Gezisi 1975
-İstanbul’da hatırladığınız olayları da
anlatabilir misiniz?
Yaşadığım çok olay var hepsi birbirinden farklı
Feriköy Konya yurdundayım. Galatasaray Kimya Mühendisliğinde
asistan Zeynel’in, İstihbarat elemanı olduğunu biliriz. Asistan Zeynel
benden yarın sabah için yirmi beş genç istiyor. Galatasaray Mühendislik
solcu öğrenciler tarafından işgal edildi, sen bana yarın sabah yirmi beş
öğrenci ver, beraber solcuların işgalini kıralım…Sopaları ve silahları ben
temin ederim. Okulun içindeki ve dışındaki şu noktalara bırakırım…
-Bizim bu işlere bulaşmadığımızı bu kavgaya, girmeyeceğimizi biliyorsun
böyle bir teklifi duymamış olayım.

85

Diye sertçe bir cevap verip asistan Zeynel’i gönderdim.
Maraş’tan gelmiş ülkücülüğe meyyal bir gurup genç var aralarındaki
güven ve samimiyet mükemmel…Ben de bu temiz gençleri olaylardan
korumaya çalışıyorum. Bu gençler MHP Şişli gençlik kollarına takılırlar,
Okmeydanı’ndaki devlet öğrenci yurdunda kalırlar.
İçime bir kurt düştü bu Zeynel’i ben başımdan kovaladım ama Zeynel
gider, Maraşlı bu heyecanlı gençleri bulur ve sabah planladığı olayı bu
saf ve temiz Anadolu çocuklarına yaptırır. Zeynel’de araba var hızlı
hareket edebilir. Gece vakti Feriköy’den Şişli camiinin kuzey kısmında
bulunan MHP teşkilatına, koşarak otuz dakikada gittim. İçeride kimse
kalmamış güvenlikçiye sordum;
- Biraz önce sarı saçlı uzun boylu biri buraya geldi mi?
- Evet içeride Ahmet Malkanla konuştular ve ayrıldılar.
Şişliden Okmeydanı’ndaki öğrenci yurduna kadar da koşarak bir saatte
gittim, neredeyse gece yarısı…
-Ahmet,Zeynel’le ne konuştunuz?
-Sabah yirmi beş kişi ile gideceğim ağabey!
-Ahmet yapma provokasyona geliyorsun arkadaşlarını koru dedimse de;
-Ağabey haklısın, ama söz verdim ne yapayım !
Ertesi sabah Yusuf Tanık isimli arkadaşımızı nereden atıldığı belli
olmayan bir mermi ile şehit verdik. Olaylar daha da kızıştı Maraşlı bu
gurup içerisindeki arkadaşlardan Hüseyin Büyükkoz Bomonti’nin arka
sokaklarında pusuya düşürülerek sekiz kurşunla şehit edildi …
Ahmet Malkan’ın yüreğinde intikam hırsı büyüdü ve arkadaşlarının katili
olarak düşündüğü solcu gençlerin bulunduğu okul kantinine dalıp kolunda
sakladığı falçata ile iki kişiyi öldürdü, bir çoğunu da yaraladı. Bir süre
kaçtıktan sonra teslim oldu, yirmi yıl hapis cezası yedi. Doksanlı yılların
ortasında cezaevinden çıktı.
“FOTOĞRAF KULUBÜ”

86

MTTB den gece saat on bir dolaylarında, işlerimizi toparlayıp ayrıldıktan
sonra Cağaloğlu’nda bulunan gazetelerden birine giderdik. Ajans
haberlerini ertesi gün dağıtılacak gazeteleri okumak için.
Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Akşam, Cumhuriyet, Sabah, Bizim
Anadolu gibi birçok gazetenin, idare merkezi ve basım işleri
Cağaloğlu’nda yapılırdı. Kurşun kokuları içinde çalışan matbaa işçilerine
yoğurt ve ayran götürürdük. Köşe yazısı ile meşgul yazarlarla da
muhabbet ederdik. Gazete yöneticileri ve yazarları bizden sürekli foto
muhabiri isterlerdi. O günlerde foto muhabirliği çok kıymetli bir meslek.
MTTB de fotoğrafçılık kulübü kurmak böylece aklımıza geldi.
Fotoğrafçılık sanatında ve bilgisinde usta olan ismi araştırınca Ara Güler
ismi çıktı karşımıza.
-Ara amca bize fotoğrafçılık kursu verir misin? diye ziyaretine gittik.
Ara efendi mahcup, şaşkın hayret içinde…
-Ama ben Ermeniyim!
-Biz sizden fotoğrafçılık dersi vermenizi istiyoruz, ırkınızla
ilgilenmiyoruz!Memnuniyetle kabul etti .
Yine sorduk ki pratik fotoğrafçılıkta “ foto Karlıova “ ustaymış o da
teklifimizi memnuniyetle ve heyecanla kabul etti .
Fotoğrafçılık kulübümüz açıldı.

“VOLEYBOL ANTRENÖRÜ MEHMET”
MTTB voleybol takımı ile Bakırköy voleybol takımı final maçında
kazanan şampiyon oluyor… Yer İTÜ Gümüşsuyu kapalı spor salonu
takım antrenörü olarak sahadayım. Setler iki, iki. Maç final setine kaldı.
Antrenör olarak takıma benim söyleyecek teknik bir şeyim kalmadı.
Saçları hafif beyazlaşmış benden birkaç yaş büyük bir kişi yanıma geldi;
-Arkadaşım maçı almanız için birkaç teknik husus söyleyeceğim izin
verirsen!
-Memnun olurum ! Dedim.

87

-Blok arkası dublaja dikkat edin, üç numara çaprazda manşet beklesin, iki
numara çizgiyi beklesin,bir numara havuzu kollasın…Gibi bir takım
teknik hususlar söyleyip kayboldu. Bana söyleneni hemen takıma
aktardım, beşinci set başladı maçı aldık. Sevinç, coşku diz boyu
seyirciler dağıldı saha görevlilerinden ve hakemlerden saçları kırlaşmış
benden birkaç yaş büyük olduğunu zannettiğim şahsı sordum ;
-Zannediyoruz Mehmet’tir. Dediler.
O arkadaşa teşekkür borçlu olduğumu müsait bir zamanında ziyaret
etmeyi arzu ettiğimi veya onun müsait bir zamanda , MTTB spor
kulübüne uğramasından memnun olacağımı orada bulunan yetkililere
duyurdum.Bir müddet sonra Şahıs , MTTB spor kulübüne beni ziyaret
için geldi. İkram ve teşekkürden sonra voleybol kulübümüze antrenör
olmasını teklif ettim ama sporcu ve antrenörlere ödeyebilecek paramızın
olmayacağını da ilave ettim.
Adam duraksadı…Şaşırdı takdir hislerini belirterek teklifime teşekkür
etti ve ilave etti ;
-Ben Nazım Hikmetin oğlu Mehmet Ran’ım! Dedi.
-Biz baba ile evladı veballeri açısından ayrı tutarız. Senin fikri muhtevanı
bilmemekle beraber, voleybol bilginden istifade etmek isteriz, ayrıca
Nazım Hikmeti okuruz, hakkında bilgimiz vardır ve ona muhabbetimiz
yoktur.
- Bu haberi duysa, çevrem beni aforoz eder ! Ama ben sizin gibi dürüst
insanlarla çalışmayı çok arzu ederim.
Mehmet’le bir süre ikili görüşmelerim oldu ama antrenörümüz olamadı.
Ben İstanbul’dan ayrılınca bağlantımız da koptu .
“İSTANBULDAN AYRILIŞ”
1976 haziran ayında inşaat mühendisliği diplomasını aldım. Gönlüm
İstanbul’da kalıp devam etmek istiyor ama iki sebep İstanbul’dan
ayrılmamı gerektiriyor bunlardan biri Bayındırlık Bakanlığından aldığım ,
mecburi hizmet karşılığı burs…ikincisi de beni seven yakın
arkadaşlarımın;

88

-Sen İstanbul’da çok bilinir bir hale geldin…Seni yaşatmazlar bir müddet
İstanbul’dan uzaklaş! Demeleri…
İstanbul’da meteliğe kurşun atıyoruz . Bayındırlık Bakanlığından bana bir
yazı geldi yazıda Mekanik mukavemet, statik, yüksek matematik gibi
meslek derslerinden yüksek not aldığım için mecburi hizmet karşılığı burs
teklif ediyor .
O gün itibarı ile üçyüz elli lira Kredi Yurtlar Kurumundan aldığım
burstan başka gelirim yok. Bir de ayda bin lira olan bayındırlık bursu
yılbaşından itibaren başlayacağı için altı bin lira peşin para elime geçmiş
oluyor. Teklifi kabul ettim gönderdikleri sözleşmeyi imzalayıp bakanlığa
gönderdim.
Dünyanın en zengin insanı olmuştum. İlk işim kaldığım yurttaki
arkadaşların hepsine yakınımızda bulunan Elazığ lokantasında lahmacun
ziyafeti vermek oldu…İlk takım elbisemi de palto dahil beş yüz tl ye İGS
den almak oldu…
“KAYSERİDEYİM”
Bayındırlık Bakanlığı beni Yapı İşleri Yedinci Bölge Müdürlüğüne, yani
Kayseri’ye kontrol mühendisi olarak tayin etti, böylelikle memur da
oldum…İlk gün tecrübeli Ahmet isimli bir baş mühendis beni mesai
arkadaşlarıma tanıtmak için oda oda gezdiriyor ilk girdiğim odada
gördüğüm manzara beni şaşırttı dolap kapaklarında ses mecmuasının ek
olarak verdiği çıplak kadın fotoğrafları…Odada dört kişi personel var.
Odaya girer girmez afişleri yırtmaya başladım. Hepsini adamların
masasının üstüne atarak;
- Lan bura kerhane mi?…
Oturanlar kalktı, kayboldu. Ben de sertçe kapıyı çarpıp çalışma odama
geçtim. Yedinci bölge binası içinde bir rüzgar esti.
-Manyak bir mühendis geldi…
Diğer Odalardaki tüm afişler kendiliğinden indi.
Ahmet Sıngın isimli betonarme statik konusunda üstad olduğu söylenen
kişi de mesai arkadaşlarım arasında.

89

-Ahmet ağabey senden ücreti karşılığında, mesai dışında statik öğrenmek
istiyorum.
-Öğretmem, benim çizgimde değilsin ben komünistim.
-Senden komünizmi, Marksizmi, kapitalizmi her türlü ortamda tartışırım
statik öğretmeni teklif ediyorum.
Başlangıç ters oldu ama sonuç güzel gelişti. Ahmet Sıngın benim
pratikteki statik hocamdır. Teorik statik konularını okulda öğrenmiştim.
“EVLİLİK”
1977 yılı haziran ayında Hikmet hanımla evlendim. Eşim Hikmet hanımın
da rahmetli babası DDY Kayseri Deposunda çalışırmış. Fatma Betül ,
Mustafa Sabri ve Abdulkadir isimli üç çocuk nasip oldu hepsinden
memnunum işleri rast gide… akıbetleri hayrola… Şimdi yıl 2023 dokuz
tane de torun nasip oldu…
Bayındırlıkta çalışırken Kayseri’de karate öğretiyorum MTTB ve
Akıncılara Gıyasiye Şifahiye medresesi içinde. Vakıflardan kiralayıp
içine girilecek hale getirdiğim salonda kurs veriyorum.
Ülkücü gençlere Sahabiye medresesinin ve Seraceddin medresesinin
içinde kurs veriyorum. Sol görüşlü öğrenci guruplarına da Behice Yazgan
Kız Lisesinin bodrum katını kiralayıp gece saatlerinde kurs veriyorum.
Öğrenci başına aylık beş lira ücret alıyorum kira ve masraflara
yetişmediği için de cebimden takviye yapıyorum.
Maksadım bu gençler arasında anarşi çıkmasın, birbirine saygılı olsunlar.
Aralarında kavga gürültü çıkmasın. O günlerde ülkücülerle akıncılar biraz
hırıldamaya başlıyordu Kayseri&#39;de. İstanbul&#39;da biz bunları önceden
yaşadık. Kayseri&#39;de yeni yeni başlıyordu. Çok sonra gelir Anadolu&#39;ya bu
hareketler. Bayağı faydası da oldu. Birçok ülkücü çocuklar frenlendi.
Önemli boyutta kavga gürültü ölümlü kanlı bir hadise olmadı. Ben de
zaten onu önlemeye çalışıyordum. Sosyal demokrat ailelerin çocukları ve
fikri bir yapısı olmayan çocuklara da spor falan derken terini toprakla,
enerjisini toprakla buluşturma teorisi üstüne bir gün askere gidene kadar
bunlarla uğraştım. Hem Bayındırlıkta çalışıyorum, hem bunlarla
uğraşıyorum. Bu böyle devam etti. Ne kadar başarabildiysek… Bu arada

90

ben bin dokuz yüz yetmiş altıda başladım, bin dokuz yüz yetmiş sekiz de
bitti. İki yılda mecburi hizmeti bitirip dördüncü ayda askere gittim.

Taner

Yıldız’la masa tenisi antrenmanında ter atarken.
Zaten o sporla alakalı olunca uzak, yakın, neredeyse binlerce kişi
etrafında oluyor, tanıyorsun. Bu işle uğraşan, meraklısı geliyor onlarla
özel ilgileniyorsun ayrı, o da ayrı bir ilişki metodu. Hasılı yetmiş sekiz

91

yılının nisan ayında İzmir Gaziemir&#39;e ulaştırma yedek subay olarak
göreve başladık. Dört ay orada İzmir&#39;de eğitimden sonra kurayı
çektiğimizde aynı yer çıktı. İzmir Gaziemir&#39;de kaldık. Çok maceralı bir
askerlik dönemimiz geldi. Askerlik hikâyelerini uzun uzun anlatmaya
değmez. Oradan birkaç enstantane verirsek, çok yakıcı fakat hep
mücadele esaslı. Tabii bunları söylerken biraz kıyaslansın diye
söylüyorum. Bugünkü askeriyenin geldiği seviyeyle, emniyetin geldiği
seviyeyle o günkü seviyeler arasında uçurum var. Anlayış itibariyle, iş
yapma kabiliyeti olarak uçurumlar var. Ben askerde yedek subay olarak
çalıştığım sürede sürekli üretken oldum. Bir kere mesela akünün kutup
başı meselesi kafama takılırdı. Binlerce kutup başı bulana kadar
uğraşırdım ve bir sürü soruşturma gelirdi. Sen niye üstüne lazım olmayan
işi yapıyorsun? Hiç umurumda değildi, Beyaz Saray derler askeriye
içindeki cezaevine. Ben ceza alarak girer girer çıkardım Beyaz Saraya.
Günlük katıksız hapis, dışarıdaki cezaevine değil, askeriyenin içinde
pratik, yani ağızdan çıkan, askeri savcılığa düşmeden takdir edilen cezalar
vardı. Bir onlarla meşgul olduk, bir de hiç kimsenin pek cesaret etmediği
olaylar. Mesela birkaç tane yedek subay arkadaşla Kurban ve Ramazan
Bayramlarında hiç kimse nöbete kalmak istemezken biz hassaten nöbete
kalmak istiyoruz derdik. Senin nöbetini bir, iki, üç, dört, beş gün ben
devralıyorum. İzmir&#39;de Karşıyaka&#39;da ev tuttum, çocuklarımı da götürdüm,
buna rağmen nöbetleri devralmamızın sebebi, kırk bin kişilik bir
garnizondan bahsediyoruz, kırk bin tane Anadolu evladı gelmiş orada hiç
değilse bir bayram havası yaşasın diye. Bu sefer yemekhaneyi kontrol
ediyorsun. Askerlerin belli büyük alanda toplanmasını, onların şenlik
yapmasını, bölgesel folklor oynamasını, davul zurna eşliğinde bir
eğlenme, eğlendirme, oyunları katıyorsun yani yemekte bir bolluk
yapıyorsun. Bayramda üç, dört gün, beş gün, bazen bir hafta aralarda
şöyle oluyor. Subaylar izinli ve garnizon içeride. Yani oradaki erat,
onbaşı, çavuş ve yedek subaylar. Bu arada astsubaylar bazen nöbetçi
kalır. Subay kısmı nöbette kalmak istemez. Biz de bu nöbete talip olunca
otomatikman teslim ederler. O nöbetlerimiz sırasında biz mümkün olduğu
kadar eratın bayramı bayram gibi geçirmesini temin etmeye çalışırdık.
Anadolu çocuğu hepsi genç çocuk hüzünlü, evinde olmak ister, kimi
nişanlıdır, kimi evlidir, kimi çocuğunu anasını, babasını özler. O özlemini
gidermek için buna göğüs gerer ve sürekli bayramlarda çocukları biraz
daha morallensin, neşelensin diye çok çaba sarf ederdik. İmkânlar da iyi
yemekhanede istediğin yemeği çıkarabiliyorsun. Diyelim ben sporla

92

alakalı olduğum için o yıllarda Moskova Olimpiyatları yapıldı. Yani
Dünya Olimpiyatları Moskova&#39;da yapıldı. Bir beton dökülmüştü
askeriyenin işi ben döktürmüştüm betonu da. Şimdi ulaştırmacıyız ama
inşaat mühendisi olduğumuz için birçok iş geliyor bizi buluyor. İnşaat
hali, Alay komutanı veya tabur komutanı askeriyenin işi şöyle olsun
teğmenim diyorlar, teğmen rütbesini de taktım. Askerlik böyle uzun sürdü
çünkü. Şimdiki gibi altı ay, sekiz ay, on iki ay değil. On sekiz ay, yirmi ay
falan yaptık. Her neyse beton kafama takıldığı için ben oradan
Karşıyaka&#39;ya gidiyorum. Bir buçuk saat. Karşıyaka&#39;dan gelişi gene bir
buçuk saat, bir saat kırk beş dakika falan. Gaziemir Karşıyaka birbirine
çok zıt . Betonu döktüm, sulanması lazım. Tembih ettim mutlaka sulayın
falan ama asker bu yani. Evde dururken pazar günü sabah kafama takıldı
evden çıktım. Subay elbisesini giydim garnizona giriş çıkış için.
Dolmuşlar, otobüsler, bir tek araçla gitmek mümkün değil. Dolmuş,
otobüs , yaya Gaziemir&#39;e tekrar geldim, betonu sulattım. Oradan tekrar
çıktım, Aydın yolundan İzmir&#39;e doğru. Arkadan bir alay komutanı arabası
geldi. Beni geçti biz gerekli selamlamayı falan yaptık. Adam böyle elli
metre falan gitti. Araç durdu içinde kim var bilmiyorum ama alay
komutanı aracı beni bekledi. Elli metre gittiyse kırk metre ben vardım on
metre o geri geldi. Kapı açıldı. Azarlayıcı eda ile;
-Asteğmen, bu ne? Bu sıcakta ne geziyorsun burada! Dedi.
Tekmil verdim;
-Komutanım böyle böyle bir beton hadisesi vardı, sulama kafama
takıldığı için gelmek zorunda kaldım! Dedim.
Adam bir çarpıldı. Bu ne manyak adamdır der gibi baktı;
-Tamam, geç arkaya da ben seni Konağa kadar bırakayım!
Ondan sonra vapurla gideceğim. Karşılıklı Konakla Karşıyaka, vapur
Karşıyaka’ya vardık. Yolda giderken şeceremi sordu. Biz o falan cevap
verdik, bölük tabur bilmem ne. Çok hoşuna gitti ama böyle hiç askerde
eşine mihengine hiç rastlanmamış fedakârlık gibi kabul ediyor bu
durumu. Benim için gayet normal beton yanmasın. Beton yanarsa canım
sıkılır, kocaman bir arazi gibi beton dökmüştük.
-Yarın mutlaka şuraya gel! dedi. Alay komutanı.
-Seninle dedi? Özel görüşelim! Vardık ertesi gün.

93

-Asteğmenim senin arzu ettiğin, yapacağın bir proje var mı? dedi.
-Vallahi dedim, bende proje çok.
-Ne var?.
-Çok ilkel şartlarda yapılıyor sabah sporları. Ben spor uzmanıyım. Çok
kötü şartlarda yapılan spor verimden ziyade hasta ediyor çocukları !
-Ne düşünüyorsun?
-Eğer izin verilirse ben malzeme falan da istemiyorum. Yukarıdaki
hurdalıklarda envai çeşit, her türlü imalat yapabileceğim malzeme var.
Kaldırılıp atılıyor, israfın o boyutuna zor rastlanır.
-Tamam, asteğmenim, sen yetkilisin! Dedi. İstediğin kadar eleman al ve
başla!
Bizim bir bölükte bin kişi var. Bizim tabur beş bölük, beş bin kişi var
bizde. Yanında bir beş bin kişi daha var. Bunlar er eğitim alayı.
Aralarında envai çeşit motor ustaları, kaporta ustaları, boya ustaları,
inşaat, duvarcı, kalıpçı, demirci hepsi var. Malzeme de zaten var. Benim
kendi zimmetimde yüz tane mi, yüz elli tane mi araç var. Her türlü askeri
araç var. Kum, çakıl veya malzeme nakliye lazım olduğu zaman
Seferihisar&#39;a bir yol yazıyoruz kendimize. Asker de çok seviniyor. Yani
hani Seferihisar’a gidiş geliş bir muhabbet oluyor. Ve biz büyük bir spor
alanı yapmaya başladık orada. Önceden kimse alakadar olmadı ama alan
çok, yüz bin metrekare üstündeki bir boşlukta çalışıyoruz. Oralarda ova
tepe her taraf. Bir de çok güzel zeytin ağaçları var. Hiç kimse bakmıyor
hepsi altına dökülüyor hasılı ortaya bir şekil çıkmaya başlayınca bölükler
arasında, bölük komutanları arasında bir kıskançlık oluştu hatta tabur
komutanları arasında;
- Bu niye bizim bölüğe yapılmıyor da ikinci bölüğe yapılıyor? Bu niye
işte birinci tabura yapılmıyor da ikinci tabura yapılıyor? Kendi aralarında
bir kıskançlık, bizim hiç düşünmediğimiz bir şey. Çünkü herkesin istifade
edeceği bütün bir garnizonun tugayın, garnizonun istifa edeceği bir tesis
yapılıyor. Hatta yan tarafında Cumaovası hava üssü var. Onlarla da masa
tenisi oynamaya gidip geliyorum, hepsi benim müşterilerim. Onlar da
istifade edecek. Yani içinde beş altı tane voleybol, beş altı tane tenis, beş
altı tane basket sahası olan bir tesis. Atletizmin her türünün yapılabileceği
barfiks, paralel, tarzan, merdiveni. Koşuların yapılabileceği alan. Sen

94

oraya şöyle beş bin kişiyi koy, kaybolur içinde. Ama hepsi de fevkalade
spor yapar. Biz olayı tamamladık. Fakat ben orada iki tane sıra dışı
hareket yaptım. ST-7 10B diye bir askeri nizamname var. Bu askeri
nizamname her şeyi sınırlamıştır. Yapılan her şey ST&#39;ye on-B ye uygun
olacak. Olimpik ölçülere uygun olmayan bazı aykırılıklar var
nizamnamede. Ben onu olimpik ölçüye uygun alıyorum. Yani dünya
standardı ölçülerine göre barfiks yapıyorum, paralel yapıyorum, tarzan
merdiveni yapıyorum. Basketbol sahası voleybol, tenis sahası, futbol
bilmem ne yapıyoruz. Bunların zeminlerini yapıyoruz. Kurduk, çalışmaya
başladı ama müthiş bir olay meydana geldi garnizon içinde ve İzmir&#39;deki
askeri bütün bölgelerde. Ya işte birinci bölükte bir şey var. Acayip bir
şey. Subaylar geliyor, üstelik hepsinin ağzının suyu akıyor, fakat bunu
ikinci bölük yaptı. Birinci tabur, ikinci bölük yaptı. Niye öbürü değil? Bu
kıskançlığa vesile oldu. Ve şikâyet edilmiş bu tesis ST7 ye aykırı!
Garnizon Komutanı, alay komutanına alay komutanı, tabur komutanına,
tabur komutanı bölük komutanına soruyor hiç kimse cevap veremiyor. En
sonunda bana dediler ve ben;
- Evet, ben yaptım. Bunlar olimpik ölçüler. Bizim elimizdeki ölçüler
askeri ölçüler, bu olimpik ölçülerle tutmuyor ama hangi ölçü olimpik
ölçülerdir bunu teyit edebilirsiniz, Beden Terbiyesi İzmir Bölge
Müdürlüğüne yazıyla sorarsanız!
- Tamam! Dediler.
Ama adamlar birbirinden korkuyor. Şimdi bir yanlış mı olur? Bir de
şikâyet edilmiş ya. Ege Ordu Komutanına, Kara Kuvvetleri Ulaştırma ve
lojistik Daire Başkanı Komutanlığına soralım. O oraya sallamış.
Ankara&#39;dan bir general gelecek buraya bakacak. Fakat olay da devam
ediyor orada. Biz sabah sporu yaptırıyoruz. Çocuklar keyiften dört köşe.
Pazar günleri akşama kadar doluyor, herkes kuyruğa geçiyor. Cumartesi,
tatil günleri İzmir&#39;in diğer askeri bölgelerinden de subaylar geliyor. Her
türlü şey var yani spor yapma imkânı açık olur orada diyorlar. Diyelim
buraya gel masa tenisi falan oynarız veya voleybol. Onların bilgisi yok
yakın dövüşte. Onu ben çalıştırıyorum. Sabah sporlarına ben kendim
nezaret ediyorum. Beş bin kişiyi aynı anda memnun ediyorsun. Tertemiz
sporunu yapıyor. Ondan sonra çeşme musluk sıcak su koydum. Tepeden
aşağıya yıkanıyor. Bir mola veriyoruz. Fakat üstümde bir baskı bir
gerilim meydana geldi. Herkes ters bakmaya başladı, subay kısmı

95

özellikle üst rütbeliler ters bakıyor bana. Kimi buradan niye bize
yapmıyorsun da oraya yapıyorsun, çekememezlik kıskançlık derdinde.
Ben işin o taraflarında değilim kulağımda delik de değil öyle fazla, merak
da etmiyorum, yani ne olacak işte gel kullan. Bir haber geldi ki Kara
Kuvvetleri lojistik daire başkanı denetlemeye gelecekmiş. Senin yaptığına
da bakacak. Evet derse kalacak. Hayır derse kökünden kazıyacaksın.
Haydaa! Adam ne anlar? Burada o kadar içinde bulunan adam varken.
Fakat başka da çare yok. Askerde emir demiri kesiyor. O gün gelecek
genel bir denetleme. Bizim geniş arazide bir yolumuz var, şöyle tatlı bir
meyille bir kilometre ilerleyen. Paşa bu yoldan geçecek sonra başka bir
yere gidecek. Paşa Jipin içinde, uzaklaştırıldı herkes, ben dahil hiç kimse
yok. Tabii Paşanın yanında albay var, arabanın içinde bilgi veriyor mu,
bilmiyoruz. Şöyle geçerken araba birkaç saniye durdu ve hareket etti. Biz
yukarıdan görüyoruz. Ne dedi acaba adam? Şöyle bir baktı içeriden.
Araba kapalı cip. Ondan sonra Paşanın aracı arkasında alay komutanları
falan var, apoletli şeyler. Alayın komutanları gidiyor. Sadece burası değil
ama burayı da şikâyet etmişler. Şimdi bana da hiç kimse bir şey demiyor.
Ama benim böyle tuhaflıklar karşısında Beyaz Saraya hapsedilmem de
söz konusu. Yani bu iş yanlış, yık dedi mi tepeme çökecekler! Ben hem
orayı kazıyacağım, dozerlerle ben kazımam ama emir öyle gelir. Ama bu
işi yapmış olmaktan, emre itaatsizlikten ve ST yediye on B&#39;ye ölçü
aykırılığından yatacağız ne kadar takdir ederlerse. O durumla karşı
karşıyayız. Fakat aradan şöyle birkaç gün geçti. Hiç kimse bir şey
demiyor ama;
-Bekir Teğmen&#39;im, Bekir Teğmenim!
Birden bir kıymetlendik şimdi. Böyle bir herkeste saygı, ya nasıl istersen
öyle. Çok güzel. Allah Allah anlayamıyorum ama bir gevşeme var. Bir
şey var. Bir müddet sonra öğrendim. Durum şu; Adam geçerken durmuş
işte demişler;
-Komutanım böyle bir şey.
-İyi olmuş !
Bu kadar! İyi olmuş geç. Allah&#39;tan adam durmuş da şöyle bir bakmış.
Anladığından anlamadığından da değil yani. Olacak ya iyi olmuş demiş
geçmiş. O kadar. Bu iyi olmuş lafı, Ege Ordu Komutanına, Ulaştırma
Garnizon Komutanına, Ulaştırma Alay Komutanlığına, Ulaştırma Tabur

96

Komutanına, Ulaştırma Birlik Komutanına, sicil ve para mükâfatı olarak
verilmiş. Sicil mükâfatı daha kıymetli. Bir de maaşlarında şu kadar ödül
vermişler. Şimdi bana adamlar duyurmuyor. Ben para falan istemedim.
Öyle bir şey zaten aklımın ucunda yok ama onlar nasıl seviniyorlar, biz
bu işten ödül aldık diye. Bu hadiseden sonra da bizim üstümüzdeki
baskılar azaldı, çünkü yedi sekiz tane mahkeme, artık adliyeye
çıkacağımız bekleyen mahkememiz var. Fakat o hep aynı mevzularda.
Ahlaki mevzulara itiraz ettiğimiz için . Mesela Almanlar bize çıkıntı
Kayser araç göndermiş. Kayser araç aracın adı, aracın tipi. Bu işte Jeep
gibi, A 4 gibi A altı gibi arabalar o tabirler öyle. Kayzer ulaşım aracı.
Askeri ulaşım aracı. Bizimkiler kendi renklerimize boyuyor ama yani bin
dokuz yüz kırk beşte Alman&#39;ın terk ettiği arabalar. Parmak gibi benzin
akıyor, altmış kilometrede yetmiş litre benzin yakıyor. Altmış litre
dolduruyorsun, elli kilometre gitmiyor. Hantal iki tane mi, dört tane mi
araç. Alman astsubay gelmiş, bizim subay yemekhanesinde dikiliyor.
- Bu Almanlar ne geziyor burada? diyorum.
Almanlar, aman bir itibar görüyorlar. Bana sorarsan bu iki astsubayı
subay yemekhanesine almam bile. Normal mantıkla, gitsin nerede yerse
yesin. Yani astsubay yemekhanesinde yesin. Hadi neyse yediği önemli
değil ama astsubaylardaki havayı bir görün. Oradaki bizim binbaşıya caka
satıyor, binbaşı gık demiyor. Ağırına gidiyor şimdi senin. O Binbaşı&#39;nın
şahsi tarafına bakmıyorum ki. Yüksek sesle konuşmaya başladım;
-Bunlar kim dedim ya? Dediler ki;
-Bunlar Kayser arabalarını Türkiye&#39;ye İzmir&#39;e, bize şu kadar elli tane yüz
tane araba verdiler.
Merkezi olarak bütün ulaştırma oradan dağılır Türkiye’ye. Askerin her
türlü ulaştırma malzemesi Türkiye&#39;nin diğer askeri bölgelerine dağılır.
Buradaki Kayserlerin çalışma metodunu öğretmek üzere geldi bu
Almanlar.
-Ne kadar ücret alıyorlar?
- Bizim paşalardan daha yüksek ücret alıyorlar. Bilmem ne kadar tatil,
bilmem ne kadar avantaj, bilmem ne kadar yan ödeme.

97

-Lan manyak mıyız biz dedim ya. Nedir bunlara ne gerek var. Ben dedim
bak elimin altında bir tek makine mühendisi asteğmen arkadaşlar var.
Onlar da bunların yaptığı işi gözlerinin önünde bütün Kayzeri parçalarız.
Tekrar takarız. Söker takarız, dizeriz hiçbir sorun yok! Def edin gitsin
bunları!
Biz kendi kendimize bağırarak konuştuk. Bu kayda geçmiş. Suç, suç yani.
Bundan dolayı yargılanıyoruz diyelim ki. Ben inanıyorum ve ısrar
ediyorum, o adamların bize kattığı bir şey yok. Bu arabaları da defolsun
gitsin. Arabaları da bize hasar açıyor. Yani tükettiği yakıta, yaptığın
bakıma yani bin dokuz yüz kırk beş yılında adamlar kullanmış of olmuş,
ıskartaya çıkmış. Ondan sonra sana NATO ikramı denilerek gelen
arabalar. Senin sinirin bozuluyor ama askerler itiraz edemiyor. Ve sen
itiraz edince umumi nizama aykırılıktan veya emre karşı itaatsizlikten
yargılanıyorsun. Bu tür işte sekiz on tane dediğim dava. Sağ olsun orada o
yolda rastladığımız alay komutanı çağırdı.
-Bekir asteğmenim dedi. Bak senin bir ayın kalmış, davalarına da
bakıyorum, bunlar senin başına çorap örer. İyisi mi bunlar şu ödülleri
almışken sayende ben sana teşekkür ederim, kimse gelip de sana teşekkür
etmez. Yani umurunda bile değil. Aldıkları şeye seviniyorlar. Seni izne
gönderiyorum. İznin bitince de teskeren gelir. Teskeren gelince de
gönderirim. Bütün davalar da kapanır dedi.
Allah razı olsun ondan. Allah Allah dedik, askerliği de böyle teslim ettik
geldik ama oraya epey eser bıraktım. Daha sonraki senelerde gittim
baktım. Şakır şakır kullanılıyor.
Yani kaç sene oldu bin dokuz yüz yetmiş sekiz diyelim kırk dört sene.
Kırk dört senede biraz yani beton dayanıklılığı vardır ama bilmiyorum.
Ben gittiğimden on beş yıl sonra falan İzmir&#39;e bir yolum düştü. Hassaten
gittim oradan izin aldım, içeri girdim. Şahane memnunlar tesislerden,
konuştum komutanlarla ama elli sene sonra ne olur onu bilmiyorum . 18
ay boyunca İzmir’de eşim ve küçük kızım Betül’le kaldık. Hasılı böylece
askerliği teslim ettik, döndük geldik.
Askerlik dönüşü, Erciyes üniversitesi inşaat daire başkanlığında çalıştım.
Hastane binasının son kat betonunu attıktan sonra Erciyes
üniversitesinden ayrılıp serbest mühendislik hayatına başladım.

98
Cumhuriyet iş hanında büro açtım .
“BÜYÜK DOĞU YAYINLARI”
Üstad Necip Fazıl rahmeti rahmana kavuştuktan sonra (yıl 1983) Büyük
Doğu Yayınları çıkamaz oldu. Yayınevi kapandı Üstadın evlatları, kitap
yayınlarını sürdürebilmek için gerekli paraya sahip değillerdi.
1984-1985-1986 yıllarında “Necip Fazılı” Anma toplantıları yapıldı . Bu
toplantıların çoğunda “Üstad şöyle sigara içerdi” “Yüzündeki tik
böyleydi” gibi saçma komik laflar edilmeye başlandı. Bazı anlatıcılar da
kendine paye çıkarmak için, konuşuyorlardı. Bir de İBDA-C diye Salih
Mirzabeyoğlu tarafından Üstad ve Büyükdoğu ile alakası olmayan
söylemler dolaşıyordu. Kayseri’den ben, rahmetli Mustafa Özküçük ve
Mustafa Tekelioğlu, BD. Yayınevi’nin tekrar açılması ve Üstadın 100
aşkın eserlerinin basılması için harekete geçtik.
Önce 6 aylık bir etüt ve fizibilite yapıldı. Gerekli miktar sermayenin
toplanması için 33 gönüldaş taahhütte bulundu .
1987-1988-1989 yılında bu miktarlar tarafımdan aylık olarak toplandı ve
Mehmet Kısakürek’e teslim edildi.
Cağaloğlu Vilayet Handa Mehmet Kısakürek riyasetinde tekrar çalışmaya
başlayan “BD yayınları” beyaz kitap serisi ile tekrar yayın hayatına girdi .
O gün bu gün her defasında kaliteli bir şekilde (1987-2023) Üstad
rahmetlinin kitapları okuyucuları ile buluşturuldu . 36 yıl boyunca
Türkiye’nin en çok basılan kitapları oldu. Bu çalışmaya karşılık
beklemeden katılan 33 gönüldaşımıza ve Mehmet , Osman, Ömer ve
Emrah Kısakürek’e yürekten teşekkür borcumuzu ifade etmek gerekir …
“12 EYLÜL 1980”
Kenan Evren ve TSK komutanları planlı anarşiden dökülen kanları yeterli
bulup , ABD kontrolünde 12 Eylül Cuma günü memlekette sıkı yönetim
ilan ettiler .
Binlerce gencin kanı dökülüp binlerce ana babanın yürek yangınından
sonra tutuklamalar, işkenceler ve idamlar yeniden başladı.
Kenan Evren yaptığı açıklamada
- İhtilal yapma ortamının olgunlaşmasını bekledik!

99

diyerek , itirafta bulundu.
“ZİNCİDERE”
Kayseri’de bir belde Zincidere …
Ama 12 Eylül askeri darbesinin cezaevi ve işkencehanesi…
Uydurma bir sebepten ben, Mustafa Tekelli, Macit Gül, Şaban Bayrak,
Yusuf Bozkurt göz altına alınıp Zincidereye götürüldük. Orada kendi
başımızdan geçenleri anlatmaktan ziyade , iki olaydan bahsetmek isterim .
“ÜLKÜCÜ SÜLEYMAN”
Zincidereye götürülenler, önce 3-4 gece uykusuz, susuz, ekmeksiz
bırakılıyor gözleri bağlı olarak. O günlerde 15-16 yaşlarında Yenişehir
ülkü ocağı mensubu olan Süleyman önce sorgu, sonra cezaevinde yatıyor.
Birçok kurşunlama ve olaydan sorumlu tutulan Süleyman kaldığı ceza
evinin bodrum katında bulunan ve “Tecrit” denilen işkence hanede
sorgulanmak için, tekrar tekrar bodrum kata indirilir.
Dar bir koridor ve koridorda dizili sorgu odaları var. Sorgulanacak
şahıslar sabahtan akşama kadar dar koridorda sorgulanmak için gözleri
bağlı olarak duvara dönük, sıralarını beklerler.
Süleyman sorguda sorgulayan emniyet siyasi şubede görevli polis
Abdurrahman …
Süleyman’a Yavuzlar Mahallesindeki solculara ait kahvehaneyi niçin
kurşunladığını soruyor. Süleyman genç yaşta kafayı sıyırmış vaziyette,
olanca gücü ile bağırarak konuşuyor. Koridorda sorgu sırası bekleyenler
konuşmaları duyuyorlar .
-Ulan şerefsiz Abdurrahman bana niye soruyorsun , sen değil miydin gece
Yenişehir Ülkü Ocağına ekibinle gelip, çocuklar üşüdük bir çay yapında
içelim…Diyen !
-Sen değil miydin masanın üstüne iki adet tabanca bırakıp,
Gençler Yavuzlardaki komünistler kahvede toplanmışlar şunlara bir bakıp
gelin diyen, sen değil miydin ? Sen değil miydin ? Şimdi bana niye
soruyon ?!…

100

Daha sonra öğrendiğime göre Süleyman Malatya cezaevine sevk edilmiş.
Orada vefat etmiş…Gençliğinin baharında …

“SARRAF KEREM”
Zincidere’de tecritteyim…Gece sabaha kadar gözü bağlı olarak ayakta
bekletildiğim yere, iri kıyım bir adam getirdiler. Malum uygulamalardan
geçirildikten sonra adamı sorguya götürdüler…
Akşam sorgulamadan sonra dönen adının Kerem olduğunu sonradan
öğrendiğim adam çıldırmış vaziyette;
-Mafiya ne , Mafiya ne ?!
Diye bağırıyor. Onun sayesinde işkencehanede kalanların tamamı epey
cop yedi. Öyle beleş yok ! Kalanlardan kim işkencehanenin kurallarına
uymazsa herkese cop cezası uygulanıyor. Her defasında, beş sağ ele, beş
sol ele…Birinci sorguda Kerem’e Dünya silah mafyası ile ilgisi ve irtibatı
soruluyor. İkinci sorguda, Türkiye’deki silah kaçakçıları ile ilgisi
soruluyor, üçüncü sorguda Kayseri’deki silah ve mermi kaçakçısı Adem
Ruhbaş’la alakası soruluyor…Garibim, Boğazlıyan’dan Kayseri’ye gelip
sarraf dükkanı açmış ,”Mafya” lafını yeni duyuyor. Nihayet Kerem’e
-Senin şu marka bir tabancan var! nerede ?
Diye soruyorlar Kerem de;
-Sıkı yönetim ilanından sonra tabancamı teslim ettim! Diyor. Evine
gidiyorlar ve teslim makbuzunu görüyorlar. Kerem’e;
-Bi daha ayağımıza dolaşma !
Diyerek serbest bırakıyorlar …
Süleyman vefat etti, ama Keremle sonradan buluşup epey muhabbet ettik.
Fezlekeler hazırlanıp sıkıyönetim mahkemesine çıkarıldık mahkeme
başkanı hakim albay, sorguda bir sıkıntıyla karşılaşıp karşılaşmadığımızı
sordu. Dört kişi sükut ettik. Şaban Bayrak morarmış ,şişmiş ellerini
gösterdi. Albay 4 kişiyi tahliye etti. Şaban Bayrak 3 ay kadar cezaevine
gönderildi…
“GİDEMEDİĞİM HAC”

101

1985 yılında yaptığım hesaba göre zengin sayılırdım. Hac üzerime farz
olmuştu …
Müracaat ettim hanıma;
-Bana farz oluştu bu yıl gidip oraları tanıyım ilk fırsatta beraber gideriz!
Dedim. Ankara Esenboğa hava alanındayız. O günlerde Develi’de Saray
Halı Fabrikasını ve kooperatif evlerini yapıyorum. Tören, karşılama,
uğurlama işlerinden hoşlanmadığım için Develiden Allahaısmarladık
deyip Esenboğa’ya yalnız gelip hac kafilesine katıldım.
İhramlar giyildi, telbiye, tekbirle uçağa binmek üzereyken bir emniyet
yetkilisi;
-Bekir Yıldız bir dakika şöyle gelebilir misiniz? Diye beni polis
bankosunun arkasına davet etti . Orada bekletirken uçak kalktı. Niye beni
tuttuklarını polis yetkilileri bilmiyor. Esenboğa semt karakolu, oradan
Ankara emniyet müdürlüğüne getirildim .
6. kat, demir parmaklıklarla bölünmüş nezarethane. 9 kadar sivil polis
görevli…Nezarethane ana baba günü, kalabalık. Gece her türlü insan
getiriliyor. Yankesici, hırsız, kaçakçı, fahişe çeşit bol. Ama her getirilen
suçlu şöyle çömelecek, oturacak bir yer bulduktan sonra, gözüne ben
ilişiyorum. Adamlar önce sırıtıyor sonra;
-Hacı, hadi ben neyse de senin ne işin var buralarda?
Diye alaycı takılıyorlar bana…
Görevli polisler, nezarethanede olay çıkmaması için 5 günde 15 defa
yerimi değiştirdiler.
6. gün, insaf sahibi bir polis memuru bir pantolon bir tişört getirdi.
neredeyse gözaltındayken katil olmaktan kurtuldum…
Olay şuymuş;12 eylül darbesi ile ihtilalciler Bekir Yıldız’ın yurt dışına
çıkışına tahdit yasağı koymuşlar, 4 Yıl sonrada bu yasağı kaldırmışlar.
Ama tahdidin kaldırılması kararı sınır kapılarına ulaşmamış…
Arefe günü Develideki evime döndüm. İki ay kadar ağzımı bıçak açmadı.
Farklı duygular içinde yüzerken, Tombaklı Ahmet amca zihnimi ve
gönlümü rahatlattı. Mekanı cennet olsun…

102

Abdullah Gül o sıralar Cidde İslam Bankasında görev yapıyordu.
Sözleşmiştik. Bulamayınca epey aramış.

“GİTTİĞİM HAC”
Sene 1986,bu sefer hanımla ve tedbirli olarak hacca gittim…
Gece, mescidin üst katında muhabbetli buluşmalar oluyor. Dünyanın her
tarafından gelen müminler, önce kendi memleketleriyle sonra diğer
hacılarla temasa geçiyorlar …
Başlarında Mehmet isimli benden küçük bir delikanlı olan Doğu
Türkistan’dan hacca gelen 10 kişilik gurup, yanıma yaklaştı Mehmet;
-Gözüm seni okşadı …Dedi.
-Benim de gözüm seni bir yerden tanıdı. Gel hele şöyle bir oturalım
dedim, muhabbet koyulaştı.
Çin zulmünden , Tacikistan’a kaçmışlar, oradan Pakistan’a. Derken çok
zor şartlarda Mekke’ye gelmişler. Haccetmek ve Doğu Türkistan’da
yaşananları, Çinin yaptığı eziyetleri anlatabilmek için …
Adresimi aldı ağlaştık sarıldık ayrıldık…
Kayseri’ye dönüşümden aylar sonra Cumhuriyet İş Hanında bulunan
büroma Özbekistan çıkışlı bir mektup geldi. Arap harfleriyle yazılmıştı.
Ama Arapça ve Osmanlıca bilen arkadaşlarım mektubu okuyamadı.
Hunat camiinin doğu tarafında saatçi Mehmet Cantürk’ e mektubu
götürmem söylendi.
Belki o okur ümidi ile, saatçi dükkanına gittim Mehmet Cantürk, İsa
Yusuf Alptekin’den sonra Doğu Türkistan dışındaki Uygur
Müslümanlarının lideri, sözcüsü. 6-7 lisan biliyor. Tefsir, fıkıh, alimi
oldukça mütevazi bir zat. Mektubu görünce;
-Akşam bizim mahalleye gel mektubu orada cemaat huzurunda okuyalım,
dedi. Akşam erkek, kadın, yaşlı, genç, çocuk büyük bir kalabalık dernek
binasında toplanmış Mehmet Cantürk, mektubu okudu gözyaşı sel oldu…

103

Mektup hacda tanıştığım Mehmet’den geliyor…Doğu Türkistan’daki
durumlardan bahsediyor. Dinleyenler arasında Mehmet ve on kişilik
ekipte bulunanların amcaları , dayıları, akrabaları var.15-20 yıldır ilk kez
birinci ağızdan haber alıyorlar.
O vesile ile benim ad ve adresimle uzun süre yazışmalar oldu …
Doğu Türkistan’dan Kayseri’ye gelen muhacirlerin oturduğu mahallenin
adı Garipçorak mahallesi idi. O zamanki Belediye Başkanı Niyazi
Bahçecioğlu mahallenin adını “Vedat Dalokay” Mahallesi yaptı.
Kayseri’de Mimar Dalokay’ın Marksist- Maoist bir komünist olduğunu
bilen de yoktu. Kayseri’deki Doğu Türkistan muhaciri kardeşlerime çok
dokundu bu isim değişikliği. Yetmezmiş gibi Belediye tarafından 1 ay
açık kalan Kayseri fuarına Çin Halk Cumhuriyeti reyonu açılarak 12 ay
faaliyet göstermesine izin verildi. Dünyadaki Doğu Türkistan dışındaki
Doğu Türkistanlıların en yoğun olduğu yer Kayseri idi. Çin bu mahalleyi
izlemek için yakın takipteydi. Belediye görevlilerinin ise yaptıkları işin
ne anlam taşıdığını bilecek donanım ve bilgileri yoktu.
1994 yılında Kocasinan Belediye Başkanı seçildim ilk işim Vedat
Dalokay mahallesi ismini Hoca Ahmet Yesevi Mahallesi yapmak oldu .
Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz bayram sevinciyle karşıladılar.
Çin elçisi olayı protesto etmek maksadı ile Kayseri’ye geldi. Kocasinan
ve Büyükşehir Belediyesi randevu vermediler ve görüşmediler. Erciyes
Üniversitesi rektörü Mehmet Şahin ise Çin elçisine randevu verip
görüştü.!
2010 ‘lu yıllarda Çin’den kaçıp Tayland’a sığınan 500 Doğu Türkistanlı
Ailenin Kayseri’ye getirilip yerleştirilmesinde büyük bir çaba sarf eden
Recep Tayip ERDOĞAN ve eşine şükran borcumuzdur…Tayvan bu
aileleri, Çine teslim etmek zorunda kalmıştı. Çin teslim aldığı anda 500
aileyi katletme noktasına gelmişti! Kayserinin muhacir kabul edip bağrına
basma özelliğinden bahsetmiş olduk…
İNGİLTERE&#39;DEN BİR BUÇUK MİLYON DOLARA YILLIK
UYDU KİRALADIK İNGİLİZ UYDUSUNDAN.
Belediyeciliğe geçmeden önce beni üzen, akamete uğramış bir hatıramı
nakledeyim. Yücel Çakmaklı riyasetinde Mesut Uçakan, Salih Diriklik ve
benim bir televizyon kurma girişimimiz oldu. Türkiye&#39;de o tarihte henüz

104

oynayan bir televizyon yok. Bir Kanal Altı diye herhalde Turgut Özal&#39;ın
oğlu Ahmet Özal’ın televizyonu diye oynayan bir ekran var. Onun dışında
TRT var. Siyah beyaz gidiyor işler. İlk defa Türkiye&#39;de böyle aklı yeter.
İstanbul&#39;daki sağduyu sahibi arkadaşlar tarafından hiçbir partinin de
tekelinde olmayan yani partinin borusu, borazanı olmayan bir televizyon
kurma fikri gelişti ve bunun için adına birlik televizyonu dedik. Ben de
kuruldayım. Yücel Çakmaklı, Zahit Akman falan yani birçok arkadaş
heyecanla uğraşıyoruz ama tabii bu akçeyle olacak bir iş. İngiltere&#39;den bir
buçuk milyon dolara yıllık uydu kiraladık İngiliz uydusundan. O günlerde
uydu da yok. O kadar kısıtlı uydu. Türkiye&#39;nin uydusu olmadığı gibi
birkaç ülkede var. Yani bizim arzu ettiğimiz coğrafyaya yayın
yapabilecek İngiltere&#39;de bir uydu boşluğu bulduk. Kira sözleşmesini
yaptık. Katılım çoğalsın diye çeşitli illerde geniş bir kampanya başlattık
toplantılar yaptık. Çok da heyecan meydana getirdi. Bütün Türkiye&#39;den
diyelim ki on milyon dolar toplanacaksa tam rakamlar aklımda kalmadı
ama Kayseri’ye herhalde bir buçuk milyon dolar gibi bir para düşmüştü.
Ve ben kapı kapı dolaştım, teşvik ettim Kayseri&#39;deki insanlar samimiyetle
katıldı. Belgelerini aldık, şöyle dedik;
- Hiçbir beklentiniz olmayacak. Biz bir televizyon kurmak niyetiyle yola
çıktık. Kar etmez televizyon. Ama siz ortaksınız! Kurulduğunda hissedar
olacaksınız dedik ve insanlar katıldı. Bize düşen kısmı yaklaşık olarak
tamamladık Kayseri olarak. İşte İzmir&#39;de, Ankara&#39;da, Sakarya&#39;da,
İstanbul&#39;da falan. Onlar da tamamladı. Ve biz miktarın yüzde yetmişini
Türkiye&#39;de, yüzde otuzunu Avrupa&#39;daki gurbetçilerden toparlarız hesabı
yapmıştık. İlk defa böyle bir şey için ortaya düştüm. Hiçbir başka para
için kendi grubumuz, kendi cebimizin dışında müracaat ettiğimiz olmadı
ama bu çok büyük bir mekanizma ve Türkiye&#39;de o kadar ihtiyaç vardı ki
çok üzüldüğüm sonuçlandıramadığımız sonucunu alamadığımız bir iş
oldu. Sebebini de söyleyeceğim. Almanya&#39;daki görevli arkadaşlar gidip
aynı heyecanla anlattıklarında gurbetçilerimiz son derece heyecanlandı ve
katılmak girişiminde bulundu. Fakat Allah rahmet etsin Erbakan hoca bir
haber gönderdi Almanya&#39;ya, Türkiye&#39;yle aynı haberi gönderdi ama
tutturamadı.
-Biz Yenidünya Televizyonu kuruyoruz. Birlik Televizyonuyla
uğraşmıyoruz.

105

Halbuki Yenidünya Televizyonu diye henüz bir girişim yok. Ortada hiçbir
şey yok. Recai Bey&#39;le o zaman uzun görüştük ama Recai Bey kibar insan
ne hocayı kırdı, ne bizi. Fakat bir kademe sonra da
-Bunlar bize uymayan sapkın insanlardır!
Diye anons ettiler ve bizim moralimiz çöktü.
Mecidiyeköy&#39;den şahane bir büro kiraladık. Birçok senaryo kuruldu.
Senaryo yapıldı. Birçok film sipariş edildi. Çekimine başlanıldı ve o
çekilen filmler zayi olmadı. Daha sonra ekranlarda gösterim yaptık ama
iki üç tık düşürülerek. TGRT kuruldu arkasından. TGRT bu bizim çekime
başlayan senaryoların hepsinin üstüne çöktü. Tabii biz o zaman her şeyi
bırakmıştık. Fakat bu sefer ilkokul müsameresi gibi çıktı işler. Velilerin
hayatları veya belgeseller, Hicaz Demiryolu Belgeseli, Balkanlar
Belgeseli, Hindistan Belgeseli, Pakistan Belgeseli gibi, Kırım belgeseli
böyle belgeseller, Afrika&#39;da birçok alanda senaryolar yapılıp, çekimler ilk
defa çok da kaliteli çekimler başlamıştı ama bu iş akamete uğrayınca bizi
son derece üzdü. Fakat biz Kayseri&#39;deki arkadaşları tekrar tek tek gezip,
paralarını tek tek iade ettik. Tek tek ve helalleştik;
-Aman biz başaramadık!
Bu işte bizi üzen ikinci şey; O gün Türkiye&#39;de başka özel televizyon
yoktu. O gün bu işe girilebilmiş olsaydı, tabii geçmişe pişmanlık bir
anlam ifade etmez ama bugün Türkiye&#39;de Ümmeti Muhammed&#39;in yani
Müslüman Türk insanının çok önemli bir mekanizması olurdu. Çok
gelişirdi. Yani o çocukların hepsi, bizim arkadaşların hepsi, diğer
televizyonlarda ekmek parası için uğraşıyor. Hâlbuki bunlar idealist
insanlardı. Fikir sahibi insanlardı. Olayları televizyon yoluyla insana
aktarabilecek insanlardı. Daha sonra bu işlere bizle veya bizden önce
başlayan sosyalist grupların elinde kaldı televizyonlar. Bütün
televizyonların yapımcısı yani emekçisi genel müdür veya spiker hep
solcu çocuklardan meydana geldi. Çünkü bu bizim için bir hezimet oldu.
Tabii biz ve bütün Türkiye&#39;deki arkadaşlar girdik bir işe başaramadık,
dedik. Yani Erbakan Hoca&#39;nın veya o günkü partinin böyle bir davranış
içerisinde olduğunu da zikretmedik. Çünkü nifak çıkma durumu var. Biz
bir yerde prensip olarak eğer nifak çıkacaksa mümin insanlar arasına bir
düşmanlık kin girecekse o işte yokuz. Bırakır çıkarız. Neye mal olursa
olsun prensip olarak o prensipteyiz. Ve bunun hâlâ doğru olduğunu

106

düşünüyorum. Birçok olayda da ben bunu kendi hayatımda tatbik ettim.
Müslüman insanlarla kapışmam. Kapıştırılmasını da sevmem. Münafıklık
alametidir diye düşünüyorum. Ama eğer ben kendi tarafımdaki haklardan
vazgeçersem olay kendi istikametine gider. Orada da böyle telakki ettik,
istişareler neticesi. Ve ucundan neredeyse tutma noktasına geldiğimiz bir
mekanizmayı kaybettik, olmadı nasip olmadı. Ondan sonra işte Kanal
Yedi falan çok sonra çıktı ama o ilk çıkıştaki geniş perspektif dünyaya
bakış, ideolojik davranış yani kanal yedinin çıkışı için kötü bir şey
söyleyemem ama programları için de kaliteli diyemem. Çok sonradan
çıktı, yani bir sürü televizyon itine dök olduktan sonra çok geç kaldı.
Ancak Yenidünya televizyonu da belki bu yıllardan yirmi yıl sonra TV5
olarak çok güdük, çok sınırlı bir televizyon olarak kaldı, geçti gitti. Böyle
de bir televizyon, Birlik Televizyonu maceramız oldu. Hüzünlü bir
macera oldu benim ve arkadaşlarımız için. Ama nasip değilmiş. Yapacak
bir şey yok. O olaydan dolayı da biz topladığımızı iade ettik ama bu
tuttuğumuz masraflar, yaptığımız yani filmlerin harcamaları kiralar falan
eksik çıktı. Hepsini cebimizden ödedik. Yani mecburen insanlar bir şey
demesin diye. Olduğu gibi yüz lira aldıysak yüz lirasını iade ettik her kişi
başına. Binlerce kişiyi dolaştım Kayseri&#39;de. Allah razı olsun adamlar
gönülden katıldı. Ve İade ederken onlar da hüzünlendi, biz de
hüzünlendik. Yani biz büroda otururken inşaatçılık yaparken bizi böyle
kevgir gibi delik deşik eden bir olayla da karşılaştık.
“BELEDİYE MACERAMIZ”
1993 yılı sonraları…RP il başkanı Memduh Büyükkılıç, Şaban Bayrak ile
bir gurup büromda ziyarete gelip teklifte bulundular .
1994 Martında yapılacak yerel seçimlerde Kocasinan merkez ilçesinden
belediye başkanı adayı olmamı istiyorlardı. Teşekkür edip misafirleri
gönderdikten sonra uzunca bir süre, Kayseri dışındaki inşaatlarımın
başında vakit geçirdim. Geçen süre içinde başka aday bulacaklarını
düşünüyordum. Üstümdeki ısrarlar arttı kıramayacağım arkadaşlar
devreye girdi. Refah Partisi o gün itibarı ile yüzde on iki dolaylarında oy
alabileceğini hesaplıyordu. Yeni yüzlerle bu oranı artırabileceğini
düşünmüşlerdi. Teklifi kabul ederek, Şükrü Karatepe Büyükşehir,
Mehmet Özhaseki Melikgazi, Bekir Yıldız Kocasinan belediyesine aday
olduk.Çok iyi bir etüt yaparak yoğun bir kampanya döneminden sonra
seçimleri kazandık. Arkamızda sadece vatandaş desteği vardı. Askerler,

107

yargı yönetim kadroları bizi sindiremediler. İzlenen uygun metotlarla,
1999 yerel seçimlerde yüzde kırkla, 2004 seçimlerinde yüzde altmış
beşle, 2009 seçimlerinde yüzde elli iki ile tekrar belediye başkanı
seçildim 1994 te yüzde yirmi dokuzla başlamıştım.
1994 belediye seçimleri, Kayseri tarihinde önemli bir başlangıçtır.
Şehirdeki birçok şeyin değişimi ve başlangıcı olmuştur.
Kayseri otuz yıldır bu anlayış ve mantalite ile yönetilmektedir. ”Hayatı
kolaylaştırmak, şehri güzelleştirmek”.
1994 seçimlerine hazırlanırken bir çok akademisyen, teknik eleman
cemiyet önderleriyle mahallelerin ve şehrin her türlü problemini doğru
tespit etmiştik . Samimiyeti gören vatandaşlar belediyeleri bağrına basmış
ve bütünleşmişlerdi…
“28 ŞUBAT,1000 YIL SÜRECEK DARBE…”
Rahmetli Hasan Celal Güzel 28 şubat girişimcilerinin “Kırmızı Kitap”ını
önceden elde etmiş ve Kayseri’ye bir nüsha göndermişti. Gurup halinde
okuduk. Akla ziyan birçok şey programlanmış.Özeti İslam’ı ve imanı
toplumdan kazımak için herşey mubah ve yapılacak diyor Kırmızı Kitap.
Samet Aybaba Kayserispor teknik direktörü. Bizler de Kayserispor
yönetimindeyiz. Samet, Beşiktaş kökenli. Öteden beri Beşiktaş
yönetiminin MİT (Milli İstihbarat Teşkilatı) ile alakası bilinir.
Konuşulurken duyduğunu bize aktardı.
-Önümüzdeki günlerde Kayseri, Ankara, İstanbul Belediye Başkanlarını
görevden alacaklarmış…
28 şubat darbesi ilan edildi, Hükümet değiştirildi…Giyotin çalışmaya
başladı TSK subaylarından sofrada rakı içmeyen, anasının başı örtülü
olan, kazara Cuma namazına giden hepsi ordudan kovuldu Milli Eğitim
Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve bütün devlet
kurumlarında aynı kıyım uygulaması başladı .
İstanbul, Ankara, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanlarından en zayıf
halka gördükleri Şükrü Karatepe’yle işe başladılar. Başkanın bir
konuşmasını bahane edip hapis cezası verildi. Arkasından belediye
başkanlığından azledildi. Ömür boyu kamu ve avukatlık hizmeti
yapamayacağı hükmü verildi …

108

Uygulama Kayseri’de 28 Şubatçılar adına başarılı geçince hemen İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan için aynı
uygulamayı sahneye koydular…
Ankara Büyükşehir belediye başkanı Melih Gökçek’in ise Süleyman
Demirel ile yaptığı bir görüşme sonucu kıyım dışı kaldığı konuşuldu…
28 şubat paşaları da Amerikan maşası olduğunu unutup İğrenç ve şımarık
bir şekilde bu kararlar 1000 yıl sürecek! Diyordu. Biz de direneceğiz
dedik. Yani direneceğiz. Askeriyenin ordudan hanımının başörtüsü
sebebiyle veya bir başka böyle alakasız şeylerle attıklarını sahiplenerek.
Adam namaz kılıyormuş cuma namazına gitmiş, tespit edilmiş. Askerden
atılma gerekçesi de bu. Milli Güvenlik Konseyi toplanıyor, personelin
yarısını işten çıkartıyor, gerekçeleri de bunlar. Biz imkânlar ölçüsünde bu
arkadaşları yani yargılanacağımızı, sorgulanacağımızı bildiğimiz halde
buyurun dedik. İşe aldık, sorguladılar cevabını verdik. Yani mücadele
edilecekse sen de mücadele edeceksin. Öyle sümüğünü düşürmek yok. Ne
kadar, hangi takatte gücün yeterse hani rahmetli Üstadın bir sözünü
hatırlatayım;
Hani arabalar yolda seyrederken cama küçük küçük sinekler veya
böcekler çarpar, çarptığı an su haline gelir. Sen de silecekle camını
temizlersin.
- Yahu senin takatin gücün nedir ki bu kadar direniyorsun?
Suale verdiği cevap şu;
-Ben diyor küçücük bir kelebek bile olsam sen de tank olsan! Yani karşı
tarafta tank olsa koca bir zırhlı araç tank.
-Bütün gücümle gider o tanka çarpar ve ezilirim!
Mücadeleyi böyle anlıyoruz yani. Bir kelebeğin gücü kadar gider çarpar
orada ezilirsin. Hepsi bu. Eyvallah. Buna da eyvallah. Yani mücadele
deyince illa kazanacağın arkası belli olan bir şey olmasa girmem diye bir
şey yok, şartlarına göre mücadele edeceksin. Biz de karnı gelir sırtı gelir.
Allah kerim. Şartlarına göre direnmeye çalıştık. Ve hamdolsun bütün
Türkiye&#39;de birçok insan direndi, insanlar direndi. Kader de böyle tezahür
etti.
“DOST SİGORTA”

109

Fetullahçı terör örgütünün daha o zamanlar dişini ve tırnağını
göstermediği ancak alttan alta kendisine engel olacağını fark ettiği
herkesi ve her kuruluşu sahte ihbar mektuplarıyla, “dinlemeye takıldı”
numaralarıyla ispiyonladığı dönemdi .
1998 yılları, katılım sigortacılığı statüsünde Dost Sigorta ismiyle Kayseri
merkezli çok ortaklı bir şirket kuruldu.
Bakanlar kurulundan kuruluş izni çıkan şirket hakkında hazineye DGM
ne ve Ankara Emniyetine “Atatürk düşmanları kapanan Refah Partisi’ nin
mal varlığını sermaye olarak gösterip sigorta şirketi kuruyorlar! “ diye
isimsiz ihbar mektubu yollayarak alıştıkları taktiği uyguluyorlar.
DGM savcısı Nuh Mete Yüksel de o günlerin celladı. Hemen atılıp
operasyon emri veriyor.Kurucuları olan ortakları;
Hasan Eser(Silver Şir.Gr.),Mustafa Tekelli (Müsiat Kayseri başkanı)
Bekir Güldüoğlu (Gülsan AŞ),Ali Rıza Güldüoğlu (Gülsan AŞ),
Saffet Arslan ( İpek AŞ), Ömer Kurşuncu (Güneş AŞ),Mustafa Çevik
(Kelebek mobilya), Hacı Ali Aslan (Kent Turizm AŞ)
Kurucu ortakları gece baskınıyla toplayıp Ankara DGM de yargılıyorlar.8
gün “irticai sermaye” yaftası ile sorgulayıp bırakıyorlar.
Basın ise bunu idamla yargılanacaklar diye manşetine taşıma rezilliğini
icra ediyor. Hanefi Avcı hükmü verdi;
-Sizi korkuttular, şirketinizi de mefluç ettiler.
Dedi, öyle de oldu. O günden bu tarafa 24 yıl geçti kurucu ortakların
ticari hayatı katlanarak büyüdü. Nasip oldu her biri, iş yerlerinde yüzlerce
işçi çalıştırıp, Kayseri’ye okul, sağlık ocağı, talebe yurdu, onkoloji
hastanesi, cami yaptırdı.
Hile kuranlardan; Yener Dinçmen (Hazine dış ticaret Müsteşarı)görevini
kötüye kullanmaktan görevinden alındı.
Osman Ak (Ank.Emniyet Müd. Yard.) Tele kulaktan görevinden alındı
Nuh Mete Yüksel (DGM savcısı) Av. Bir bayanla kötü vaziyette basıldı,
görevden alındı .Bunlar kuklaların akıbeti .

110

Kuklacı paralel yapı: Devlete ihanet eden, CIA ve Mossad’a çalışan
istihbarat örgütü ve en önemlisi içinden çıktığı millete kurşun sıkan
MANKURT olarak tarihte yerini aldı.
Kaderin cilvesine bakın ki, o gün dost sigorta kurmak için bir araya gelen
insanlar 25 yıldır muhabbet içinde oturmalarına devam ediyorlar.
-Efendim şimdi devraldığınız bir belediye var. Devraldığınızda biz,
şehrin durumunu hatırlıyoruz. Çok berbat bir vaziyetteydi. Siz
çalışmalarınızla sadece Kayseri değil Türkiye’ye belediyeciliğin nasıl
olacağını, hatta sizden sonra bazı şehirlerde seçilen CHP’liler bile
sizin yaptıklarınız üzerinden belediyecilik yapmaya başladılar. Bu
başarıya siz nasıl ulaştınız? Veya belediyeyi aldığınız zaman durum
neydi? Nereye getirdiniz?
İNSANLAR İŞLERİYLE YETERİ KADAR İLGİLENMEDİĞİ
İÇİN İŞİNİN HARİCİNDEKİ HER ŞEYLE İLGİLENİP İŞİYLE
ALAKADAR OLMUYOR.
Şimdi şöyle bir defa ben şikâyet eden bir adam değilim. En berbat bir
şeyi bile alsam hiç bahsetmem. Kabul ettin aldın. Bundan sonrası senin
derim. Yani vebal altına girdikten sonra şikâyetten hoşlanmam, şikayet
etmem ve şikâyet edenlerin de haz etmem. Ama bu gerçekleri bilmek,
bilmemek manasına üstünü kapatmak manasına gelmez. Gerçekleri de
öğrenmeye bilmeye çalışıyoruz. Şimdi orada temel farklılık şu; İnsanlar
işleriyle yeteri kadar ilgilenmediği için işinin haricindeki her şeyle
ilgilenip işiyle alakadar olmuyor. İnsanlarda böyle bir durum şimdi de
var, geçmiş tarihlerde de var. Biz belediyeyi devralırken de vardı. İnsanlar
belediyeci oluyor, başkan oluyor, müdür oluyor, belediyede görevli
oluyor. Belediyeyle alakadar olmuyor, göreviyle alakadar olmuyor.
Görevi dışında ne kadar çapulculuk varsa onunla alakadar oluyor veya
gereksiz, lüzumsuz, dedikodu, bahane bulma peşindeler. Temelde bir işi
aldıysan onun hakkını vermek zorundasın. Halk seni belediye başkanı
olarak niye seçti? İşte temizliğini yapsın, yolunu süpürsün, asfaltını
döksün, parkını yapsın, suyunu akıtsın, otobüsü çalıştırsın. Neyse işte
insani hizmet. Bu o kadar kolay, o kadar basit. Bak olayı böyle kavrarsan
o kadarı görevim zaten. Ve ben bu görevi dünyada en iyi nerede
yapılıyorsa onu biliyorum daha önce, belediye başkanlığından önce bizim
bir de avantajımız var. Dünyayı tanıyoruz, dünya kültürünü. Ben
öğrenciyken Avrupa&#39;ya kaç defa değişik vesilelere gitmiş bir insanım.

111

Görüyorsun oralarda havaalanını görüyorsun. Otobüs terminalini
görüyorsun, yolu görüyorsun, çarşıyı, meydanı görüyorsun. Aklında
kalıyor, ister istemez gelip de sen kendi şehrine kıyasladığın zaman
kafanda bir şey oluyor. Bunlar tamamlanmıştı. Ve bir de belediye
seçimleri aday olduktan sonra kalan dönemde böyle on, on beş teknik
arkadaşlar yani mimar, harita mühendisi, inşaat mühendisi, makine
mühendisi, elektrik mühendisi, etrafımızda olduğu için çok iyi bir altyapı
ve üstyapı çalışması yaptık. Şehir tamamen tarandı. O çalışmayı bugüne
kadar hiçbir belediye, hiçbir kara yolları görevlisi yapmadığı için boş
kalmış. Biz yaptık, tespit ettiğimiz bu. Bir de, belediye işlerinin yüzde
seksen doksanı müşahhas işlerdir. Mesela yol, yolun yapısı metreyle,
kiloyla, ölçüyle, tartıyla adetli olan bir şey. Sosyoloji yapmıyorsun ki
belediyecilikte.
-Efendim bu kadar basit mi?
İnan ki bu kadar basit. Sosyoloji yapma, belediyecilik yap! Ben esas
temel mantığı söylüyorum. Bir de kendinizi halka gerçekten öyle
numaradan iki yüzlülük yaparak ben bu halkın hizmetçisiyim gibi
pazarlamaya çalışma. Karşılığından maaşını da veriyor. Benim de veriyor,
müdürünün de maaşını veriyor. Orada çalışanın, işçisinin de maaşını halk
veriyor. Bir de öyle kendimiz böbürlenmeyelim. Şimdi sen ben belediye
başkanıyım diye böbürlenirsen aklın başından gidiyor. Halktan da
kopuyorsun, hizmetten işten de kopuyorsun. O zaman bir öğretmen
gidecek okulda öğretmenliğini yapacak. Başka işi yok onun
önce öğretmenliğini yapacak, tam verimli, kaliteli öğrenciyle haşır neşir
olarak kendini vererek yapacak. İş ahlakı böyle gerektirir. Bunun dışında
hangi iş ahlakı olsun? Sakattır, sapıktır yani. Sonuç getirmez. Halka da bir
faydası yok. Biz bir işi tutarken samimi olarak üç arkadaş, üç kardeş gibi,
üç kardeş bile böyle anlaşamayabilir. Ama biz kamu önünde söz
verdiğimiz için birbirimize fotokopisi değiliz. İnsanlar birinin fotokopisi
değil ama üç belediye bir belediye gibi karar aldı. Birinin sözü diğerinin
sözü oldu, birinin kesesi yani bütçe ortak kullanıldı. İşte buradan Cenabı
Allah bereketlendirdi, başka da büyük bir paramız yok. Devlet boğazımızı
sıkıyor. Askerler bizi akrep gibi görüyor. Gördüğün yerde ezeceksin
diyor. Bazı çevreler ya bunlar cahil cühela adamlar çok gitmez birkaç ay
sonra lastikleri patlar, büyük bir hata yaparlar bırakırlar kendiliklerinden
diyor. Bir tek halkla samimi olmuşum. Hepsi ama o da en kuvvetli
dayanaklardan biriymiş demek ki. Biz halktan halkla samimiyiz.

112

Zihnimizde gönlümüzde şey var. Kendimizi biliyoruz ikiyüzlülük
yapmama sözü, ikiyüzlülük yapan her yerde kaybeder. Hâsılı ha bizden
önce bunlar düşünülmemiş. Belediyeyi ben kimseye niye düşündün, niye
düşünmedin? Ne aldık görevi takatimiz yettiği kadar, imkânlarımızı
sonuna kadar zorlayarak en verimli, en akılcı şekilde, uygar bir hale
getirmeye çalıştık şehri. Bunda da ne kadar başarılı olduysak. Burada da
sınır yok ayrıca. Mesela denizin üstünde oturuyoruz, susuzluk çekiyor bu
şehir. Hiç olacak iş mi bu. Denizin üstündeyiz biz. O kadar bol su var.
İçme suyu, yeraltı suyu, yer üstü suyu bol, şehir susuz! Bir rüzgâr esiyor,
her taraf toz, toprak, bir kurban kesiliyor, ortalık kurban derisi ve
kokudan geçilmiyor. İş mi bunlar ya? Bunlar belediyenin en kolay, en
tabii işleri. Çok pratik elemanı var, aracı var, gereci var, imkânı var.
Kuruluş mantığı buna uygun. Yeter ki çalışacak, o kadar. Söylediğim gibi
bazı prensiplerle hareket edildi. Ha bir de biz sadece şehri Belediye
işleriyle ve hizmetleriyle de düşünmedik. Şehri bir bütün olarak
kucaklamak. Yer altıyla birlikte kucaklamak. Yerin altında ne kadar
yanlış yapılanma varsa hepsiyle muhatap olduk. Gelin kardeşim, ya bu
alandan çıkacaksınız ya bizimle belalı hale geleceksiniz! Göze de
alıyorsun tabii. Ve birçoğu sağ olsun o alandan çıktı. Git as levhanı,
tabelanı as, yer üstüne çık, ticaretini yap. Adın, vergin, algın belli olsun.
Yeraltı dünyası falan diye bir şey yok. Önce belediyelerden sonra
kamudan temizlendi belediyeler sayesinde. Ve çok basit şeyler belki
bahsedeceğim ama ben bu belediyecilik işine fazla girmek istemezdim
sadece Kocasinan Belediyesi&#39;nin amblemini ben saydım. Altmış yetmiş
tane belediye amblemi var. Kocasinan Belediye amblemi. Şoförün
kafasına esmiş amblem yapmış. Müdürün kafasına esmiş, amblem
yapmış. Kaldırın hepsini dedik açtık bir amblem yarışması. Bugünkü
kullanılan amblem Kocasinan Belediyesi amblemi olarak sevildi. Çok da
güzel. Kayseri&#39;nin kadim Erciyes&#39;i, kalesi, camisi yani Kayseri tanıtımı.
Yahu bu Kayseri&#39;nin bin yıllar boyunca gelen özelliği Erciyes&#39;ini
görmeden Kayseri mi olur? Ve biz onu kamyonların üstüne belediye
odalarına astırdık, derken büyükşehir renk farkıyla aynısını aldı.
Melikgazi aynısını aldı çok geçmedi vilayette bu güzelmiş dedi. Kayseri
tanımı tek amblem oldu. Burada bir zorluk var mı? Görürsen çok kolay.
Görmesen bin tane amblem çıkıyor. Bin tane amblem çıkıyor hiçbiri
amblem demek değildir. Onun gibi. Hâsılı yani insanlar farkında olursa
işinin farkında olursa kâfi. Ha daha önce yapılmayan birçok iş önüne
gelince insanlar yapar oldu. Bizim fen işleri müdürüne ya kardeşim bu

113

işler böyle olurdu da sen niye bana hatırlatmıyorsun diyen bizden önceki
belediye başkanıyla aynı müdürle çalışıyoruz. Biz de aynı fen işleriyle biz
de aynı imar müdürüyle çalışıyoruz. Ha bir şey yaptım. Kocasinan,
Melikgazi Büyükşehir İmar müdürü, fen işleri müdürü, park bahçeler
müdürü üç, altı, dokuz, bir tane de riyaset koydum başına; gidin
Avrupa&#39;da beş tane şehir, şehir, dağda bir şehir, deniz kenarında bir şehir,
nehir ortasından geçen bir şehir, bilmem ne şehir, beş tane şehir.
Arkadaşlar dedim gidin Avrupa&#39;da eliniz cebinizde dolaşın. Ya başkanım
biz ne yapacağız Avrupa&#39;da? Ya siz okulu bitirdikten sonra gelmişsiniz
Kayseri&#39;ye iyi kötü anneniz babanız evlendirmiş meşakkate düşmüşünüz
Kayseri&#39;nin dışında başka şehir bilmiyorsunuz. Boğaz Köprüyü geçmemiş
insanlar. Boğaz Köprüsü derken bizim Kayseri&#39;deki Boğaz Köprüden
dışarı çıkmayı kastediyorum, zaten şartlar itibarı ile yurt dışına gitmek
falan pahalı. O maaşla gidemezsiniz! Onun için gidin bir şehir görün.
Bizim Park Bahçeler Müdürü bir kadıncağız ;
-Başkanım ben niye gideceğim?
-Orada bir ağaç dibini ve parkı görürsün belki!
- Ağaç dibi olur mu? dedi.
Ya ağaç dibi. Bunlar örnek olduğu için söylüyorum. Neyse gittiler
geldiler. Geldiler hepsinin suratı bir karış asık moralleri bozuk, iki tanesi
dilekçeyi yazmış;
-Ben istifa ediyorum başkanım. Biz bu şehre ihanet etmişiz!
Ağaç dibi mi olur? Ağaç dibi ne demek? Diyen park bahçeler müdürü
hanım arkadaş seksen tane ağaç dibi fotoğrafı çekmiş. Ya bu kadar yani
Avrupalı çok akıllı olduğundan çok, kabiliyetli olduğundan falan değil ki.
Adam düşünüyor, bu. Hayır, bu fiziki bir şey, yani sosyoloji değil, felsefe
değil, bilmem ne üretmeyeceksin, fikir değil kardeşim. Bu müşahhas
eşya, ölçü, tartı asfalt nasıl yapılır? İmkânına göre en iyi asfalt şöyle
yapılır. Bu sabit bir şey yani. Bunu arayıp bulman lazım. Bordürü elli beş
santim yükseklikte döşememen lazım. Yaya kaldırımının asfalt kenarında
bordür var ya. Kardeşim ben inşaat mühendisiyim. Bütün mühendislik
mekteplerinde kamunun kullanacağı rıhlar, merdiven rıhları on altı
santimi geçmez. Okullarda on dört, ilkokullarda on dört santim, on beş
santim falan on altı santimi geçmeyecektir. Elli beş santim rıh yapıyor
adam ya. Bu hangi mühendislik, hangi teknik anlayışla ifade edersin rıhta

114

on beş santim yaparsan olay çözülüyor. Elli beş santimde kadın dört elle
ayakta zor çıkıyor orayı bu işte. Şimdi insanileştirdik güya. Ölçülerin
insanileştirilmesi. Bunun fazla büyük bir şeyle alakası yok. Yani büyük
düşünelim. Dünyayı dört tarafı gezersen o senin için yapmış. Hani hikmet
müminin malıdır. Ha onu alıp getireceksin. En azından onu önce sen akıl
edeceksin. O daha güzel olurdu ama bizimkiler yüz yıl boyunca kös
dövdü. Ne için halka bunların ihtiyacı var. Bunlar insan gibi yaşayacak
diye bakılmadığı için al kötek, çal değnek, hiçbir şeyden istifade etmesin.
Bunlar hayvandır, ahırlarda yaşasın! der gibi bir anlayışla yaşanmış.
-Efendim bu kadar çok yani böyle size göre çok basit ama aslı
tamamen akıl isteyen zor işler değil mi.
Atmosferi farklı diyorum ben işte. Kendi acayip hale getiriyor.
Olayla alakadar olmuyor. Adam ömründe doğru dürüst bir eğitim
görmemiş, karate eğitimi almamış, çıkıyor.
- Ben Türkiye&#39;ye meydan okuyorum! diyor.
Sakatlık bende mi? Onda mı kardeşim? Yani adamda sakatlık var.
Veya meydan okuma da kendini göster. Meydan okumak nereden
çıkıyor? Belediye başkanları arasında Refah Partili olunca bunlar bir
şeyler anlamaz. Sosyal insanlar değil, pısırık, hafız, hoca, bilse bilse bir
kaç ayet, hadis bilir gibi algılanıyor. Yani araştırmayan, soruşturmayan,
bilmeyen, irtibat halinde olmayan kaz kafalı, donmuş beyinli gibi
bakıyorlar. İnsanlar çoğunlukla böyle bakıyor. Bana da böyle bakıyorlar.
Yani genelde insanlar bir şeyi araştırarak, soruşturarak gündeme vakıf
olarak ortaya getiremiyor. Ben bunu en çok sporda yaşadım. Adam iki
tane bir maharet sahibi olmuş, kendini dev aynasında görüyor.
Bakırköy Belediye Başkanı doksan beş galiba tam bilmiyorum yılı. Bir
baktım o günlerde Televole diye bir magazin programı var. Belediye
başkanı çıkmış. Ben şöyle Uzak Doğu sporcusuyum, böyle karateciyim,
önüme çıkan Türkiye’de herkese meydan okuyorum diye bir laf ediyor.
Ben önce ciddiye almadım. Fakat Magazin programı. Biz de biraz uzak
doğu sporları ile meşgul olmuş insanız. Çağırdım buraya Hürriyet&#39;in
muhabirini.Gittik bir salona. Al şu görüntüyü gönder senin televizyonuna,
aynı zamanda Doğan Medya gurubuna bağlı bir televizyona veya Hürriyet
gazetesine aynı guruba bağlı ya bunlar. Çoğu televizyon muhabir

115

göndermiş. Onlar da Allah Allah diyor magazin arıyor. Aha işte sana dedi
Anadolu&#39;dan bir ses restini gördü. Ama bir köpürtüyor, bir cilalıyor.
Müsabaka ayarlandı. Gün tespit edildi, tayin edildi. Bana uçak bileti
geldi. Ben bindim uçağa, İstanbul&#39;a, Yeşilköy Havaalanı&#39;ndan dört tane
kamera, iki tane araba çekiyor. Bakırköy Belediyesi&#39;nin önüne indim.
Bakırköy ahalisinin bir kısmı belediye önünde birikmiş. Bütün belediye
personeli belediyenin pencerelerine yığılmış, magazin çok güzel. Benim
de maksadım bu refah partili belediyeleri hakir görmeyin. Bunların da
bildiği şeyler vardır. Bak mahcup da olursunuz girişimi. Bakırköy
Belediyesi&#39;nin önüne adamın ismini de hatırlamıyorum şimdi belediye
başkanı ama çok büyük konuşuyor. Bilmediği zaten o konuşmasından
belli, kapıyı bir delikanlı açtı;
-Buyur hocam dedi. Bir genç;
- Dedim sen kimsin?
-Ben dedi Bakırköy Belediye Başkanı&#39;nın korumasıyım.
- Ben senin nereden hocan oluyorum? dedim.
-Efendim dedi siz İstanbul&#39;da beni çalıştırdınız, siz hatırlamazsınız. Hatta
sizin öğrencilerinizden ben ders aldım. Dedim ki;
- Sen başkana bunu söyledin mi ?
-Vallahi mecburum çünkü başkanın korumasıyım. Dedim ki başkanım bu
adam gerçekten bu işe çalışmış. Bu işleri bilen bir adam. Sakın öyle
yanlışlık yapma. Rezil olursun!
Yukarı çıktık. Başkan bırakmış gitmiş. Kar suyu olmuş, kaynamış. Her
şey ortada kaldı. Televizyon köpürüyor. Haftalar boyu adamı kötülediler.
Yani böyle birden fazla defalarca yaşadığım olaylardan biri bu.
Daha bir başka bir anekdot geçti de anlatayım şimdi. Abdullah Bey
Cumhurbaşkanı Kayseri&#39;ye geliyor. Sabancı&#39;nın oğullarından Ali Sabancı
da o ekip içerisinde. İstanbul&#39;dan, Ankara&#39;dan birçok insan geliyor.
Kayseri&#39;ye Cumhurbaşkanı geliyor. Birtakım ziyaretlerde açılışlarda
bulunuyor biz de nezaret ediyoruz.
Rahmetli Recep Mamur’un fabrikada, organize sanayide oturuyoruz. Ali
Sabancı, Mehmet Özhasekiyle yan yanayken;

116

-Ben şöyle masa tenisi oynarım. Bu işte böyle iyiyim diye övünmeye
başlayıp Mehmede maç teklif etmiş. Haseki’de masa tenisinin raketini
eline almış birisi değil ama uyanık, ona demiş ki;
- Ya kardeşim ben her önüme gelenle maç oynamam. Bak şurada bir
adam oturuyor. O benim öğrencim olur. Eğer onunla birinci maçı yapıp
yenersen ancak benimle oynarsın!
- Tamam. Kim o?
-Şu adam! Uzaktan bakmış;
Ulan yüz kilo ağırlığında bir amca orada oturuyor. Ben bunu havada,
suda, karada yenerim! Demiş kendi kendine.
Mehmet bahsi bağlamış. Tetikçiler de var. Latife ama biraz da latifeli
olsun diye anlatıyorum. Oradan hemen kalkıp Kayserispor tesislerine
süratle geçildi bütün ekip cumhurbaşkanı nezaretinde, bakanlar
nezaretinde maç izlemeye hazır seyirci, tribünler, masalar kurulmuş
falan. Benim olaydan haberim yok. Dediler ki;
Ya Ali genç, hırslı bir çocuk. Pegasus hava şirketini yeni kurmuş. Bahsin
konusu ne biliyor musun? Eğer Ali galip gelirse benimle yapılan maçta
bir adet kravat hediye edecek Mehmet ona. Eğer Ali mağlup olursa bir
adet uçak verecek.
Ben bahsi sevmediğim için bahis olduğunu bilsem pek fazla sıcak
bakmazdım, girmezdim ama biraz da basit bir maç havasında
Cumhurbaşkanı Abdullah Bey de biliyor benim bir takım maharetlerimi,
kravatına oynandığını bildiğim maç başladı. Alinin daha otuz kazan
ekmek yemesi lazım öyle bir rakiple karşı karşıya gelmesi için. İkinci
sette çocuk hırsından ağladı. Bıraktık raketi tamam abi dedi gelip elimi
öptü. Sana bir uçak vereceğim!
- Ali dedim sen kafayı mı yedin? Ben uçağı nereye bağlayacağım?
Garajım yok, havaalanı yok!
- Bak Kayserispor, Avusturya&#39;da kampa gidecek o dönem. Sen
Kayserisporun Avusturya kampına bütün ekibi götür getir, kamp
masraflarını da ne kadar tutarsa karşıla. Ben dönüştürüyorum bahisleri
tamam mı? Ali buna çok sevindi. Çünkü uçak bir buçuk milyon dolar. Bu,
yüz bin, yüz on bin dolar.

117

Yani birden onda bire indi masrafı. Hâsılı öyle bir çarpıldı ki hani ondan
sonra, Kayseri&#39;ye şu veya bu şekilde her gelişinde birincisi niye geliyorsa
geliyor, ikincisi beni ziyarete gelir.
- Abim sen bana çok şey öğrettin!
Hikâye ederiz, muhabbet ederiz gider. Kulakları çınlasın. Yani bir adama,
bir kişiye, bir gruba bakarken ön yargıyla bakarsan, büyük aldanmalara
uğrarsın. Beş parmağın beşi bir olmaz. Onun içinden o da çıkar, bu da
çıkar yani. Ama eğer ciddiye almıyorsan ve sen de o hususta hazırlıklı
değilsen , dişlerini dökerler adamın, kök söktürürler. Böyle bir şey. İşini
yapan adama her şey kolay gelir. Bir işini yapsın. Bildiği kadar yapar,
takatinin yettiği kadar yapar. Yani bize de tavsiye edilir ama işini güzel
yapar. İşi erbabına ehline vereceksin. Bu bizim temel kuralımız. O
yapacak.
İstanbul&#39;da Fotoğrafçılık Kulübü açıyoruz Ara Güler’e gidiyoruz. Adam
şaşırıyor.
-Ya ben Ermeni’yim. Gelemem diyor, kendi tereddüt çekiyor.
-Ya kardeşim biz senin Ermeniliğini davet etmiyoruz.!
Fotoğrafçılık işine davet ediyoruz , daha ayırıcı, daha analizci bir nazarla
bakıyoruz olaya.
O adamdan daha analizciyiz. O bizim o analiz edici kabiliyetimiz
karşısında şaşkın.
-Biz senden fotoğrafçılık istiyoruz, Ha Ermenicilik yapacak olursan o
konuda da zaten bizim de vereceğimiz cevaplar, konuşacağımız laflar
vardır. Ama sen bu fotoğraf işinde ustaymışsın, fotoğrafını istiyoruz,
fotoğraf hocalığını istiyoruz, diyoruz.
Rahmetli Üstat vefat etti. Bin dokuz yüz seksen üç yılında. Büyük Doğu
yayınları sekteye uğradı. Zaten para yok. Yani rahmetli kendi maişetini de
zar zor çevirirdi. Çünkü evlatlarının içinde de böyle bir gelir sağlayacak
Mehmet, Ömer (Rahmetli oldu), Osman gelir getirecek durumda değildi.
Hepsi rahmetli Üstadın gelirine muhtaç durumdaydı. Kızlar evlendiler
ama torunlar falan hep rahmetli Üstadın eline bakan insanlar idi. Derken
vefatından sonra bizim çok önem verdiğimiz kitaplar çıkmamaya başladı.

118

Yayınevi stop etti. Yine burada bahsettiğim Kayseri’li arkadaşlar daha
genişletilmiş bir grup halinde. Yüz, yüz elli kişi arasında bir topluluk
Büyük Doğu Yayınları&#39;nın devam etmesi, idarehanenin açık kalması için
çok büyük fedakarlıkta bulundular. Bu benim fikrimdi. Çok da gayret sarf
ettim. İnşallah Cenabıhak indinde makbul olmuştur diye düşünüyorum.
Bunun için belki on, on beş kez İstanbul&#39;a gittim geldim. Ondan sonra ve
Allah nasip etti. Arkadaşların da başta rahmetli Abdullah Sarımermer,
Rıfat Besceli, Rafet Cingil ve Kayserili yüzlerce arkadaş yani bazısı ayda
beş lirayla katıldı, bazısı yirmi beş lirayla katıldı. Herkes nispetine göre
bir katılımla ama uzun süreli periyodik bir katılımla herhalde iki üç yıl
sürdü bu aylık topladığımız miktarlara sürekli takviye ettik ve on tane
kadar beyaz kitap serisi çıktı. Ondan sonra o kitaplar çıkıp piyasadan
dönüş yapmaya başlayınca idarehane kendi tekerini çevirmeye başladı.
Bize de sembolik olarak idarehane bir mahcubiyet duymasın diye
bedelimize karşı küçük miktarlarda beyaz kitap alıp üniversite
öğrencilerine daha ziyade mühendislik akademisi öğrencilerine
dağıttığımız olmuştu. O da güzel oldu ve güzel sonuç verdi.
Kayserili arkadaşlara müteşekkirim. Birinci defa Milli Türk Talebe
Birliği ile Üstadın yan yana getirilmesi ve onun düşüncelerinin Anadolu
gençliğine ulaşmasını sağlamak gibi çok doğru ve çok olumlu bir görev
ve misyon üstlendi. İkinci defa da Üstat rahmeti Rahman&#39;a kavuştuktan
sonra idarehanenin bugüne kadar ayakta kalmasının başlangıcını
tetiklemeyi temin etti. Bu bakımdan da önemli görev yaptı. Cenabı Allah
vefat edenlerin hepsine rahmetiyle muamele etsin. Hayatta kalanlarına da
hayırlı ömür nasip etsin.
Bu arada on iki Eylül oldu. Biz bizim de başımızdan bir takım badireler
geçiyor. Meslek hayatında gayret ediyoruz. Türkiye&#39;nin birçok yerlerinde
yine şantiyelerimiz var.
Birlik Vakfı kuruluşu için defalarca İstanbul&#39;a gittim geldim. Birlik
Vakfının önemli bir misyon ifa ettiğine inanıyorum. Birinci defa Milli
Türk Talebi birliği kapandıktan sonra daha önce Milli Türk Talebe
Birliği&#39;nin birbirini tanıyan, birbirine güvenen, birbirine itimat eden,
herhangi bir çıkar peşinde olmayan arkadaşlar tekrardan bir araya geldi.
İsmail abi (Kahraman) nezaretinde buluştu ve bu vakıf teşekkül etti.
Çemberlitaş üzerinde bir bina yıkık, dökük bir binaydı. Epey bir masrafla
onarıldı. Bina herhalde otuz dokuz, kırk yıllığına Bakanlar Kurulundan

119

tahsis edildi. Kamu yararına çalışan bir vakıf haline geldi. Bu vakfın da
kurucusu olarak bulundum. Orada da çok ciddi teferruatlı işler yapıldı,
görevler yapıldı.
Yaşar Karayel&#39;in de o hususta çok emekleri oldu. Allah razı olsun.
“YAMULA BARAJI”
Yıl 1996 ABD Ticaret bakanlığı Türkiye ile ticaret hacmini genişletme
kararı almış…
Türkiye’den 40 adet, muhtelif ve mali bilançosu düzgün olan belediye
başkanlarını ABD ye davet ediyor. Maksadı bu belediyelere iş
makinalarını satmak. Kocasinan Belediyesi de bu davet gurubunun
içinde… Masraflar ABD ticaret bakanlığına ait. Kabul ettim ve gittik.
40 kişilik belediye başkanları heyetini karşıladılar. Meramlarını
anlattılar. ABD den ayrılma zamanı geldiği zaman ticaret bakanı sabah
kahvaltısı veriyor…Bir gün önce kaldığımız otelde farklı siyasi partilere
mensup belediye başkanları ile toplandık. Ticaret bakanına soracağımız
soruları 3 başlık halinde toplamıştık. Soruları İngilizcesi iyi olan
Muzaffer ağabey soracaktı hepimiz adına. Sorunun biri;
-Türkiye’de hükümet kurulurken ABD yönetimi hangi bakanlığa atanacak
isimleri merak eder?O günlerde Türkiye’de sık sık koalisyon hükümetleri
kurulup yıkılıyor, Ticaret bakanı, tabiri caiz ise tam bir domuz surat…
-Başbakan ve Enerji Bakanının kimliği …Dedi.
40 kişinin kırkı da Enerji Bakanlığını beklemiyordu . Sorunun tekrar
sorulması istendi;
-Hatta sadece Enerji Bakanının ! Dedi …
Bu cevap beni çok meşgul etti.O güne kadar enerjinin, dünyada harplere
sebep olduğunu ülke sınırlarını değiştirdiğini pek iyi kavramamışım…
Kayseri’ye dönünce önceden Şükrü Karatepe’nin teklif ettiği ve kabul
etmediğim Yamula Barajı işine evet deyip kolları sıvadım. Ertesi yıl ABD
Houston şehrinde yapılan “Dünya enerji kongresine üye olarak katıldım.
Taner Yıldız’ın Enerji Bakanı olması vesilesiyle daha sonra dünyanın
başka ülkelerinde yapılan enerji kongrelerine katılma fırsatım oldu.
Yamula Barajı diye anılan şirketin adı; KAYSERİ ŞİRKETİ’dir.

120

KCETAŞ tarafından kurulmuş Şükrü Karatepe’nin KCETAŞ yönetim
kurulu başkanı olması ve benim Yamula Barajına yönetim kurulu
başkanı olmamla, proje raftan indi ve oldukça maceralı bir şekilde
başarıyla tamamlandı insanların hizmetine sunuldu. Faruk Molu’nun
projeyi istismar etme çabalarına rağmen devasa bir eser Kayseri’ye
kazandırıldı.
Bu projede; Şükrü Karatepe, Taner Yıldız, Mehmet Özhaseki, Abdullah
Gül, Recep Tayip Erdoğan’ın emekleri ve katkıları olmuştur. Projeyi 25
yıldır yürüten yönetim kurulu başkanı olarak emeği geçenlere teşekkür
borcum vardır.
Yamula barajından bilgi verecek olursam.
-2*50 MW lık HES projesidir.
-5 yılda yap, 20 yıl işlet, devlete teslim et.
-20 yılda üretilen elektrik kilovatı 5 dolar sentten devlete verilecektir .
-2025 yılında devlet işletmesine geçecek olan Yamula barajı sıhhatle
çalışmaktadır.
- Enerji üretiminin yanında “SEYFE OVASI” sulama projesine de havidir
-DSİ sulama kanaletleri yaparak bu maksadı da peyder pey
gerçekleştirmektedir.
- Baraj gölünde kültür balıkçılığı gelişmiştir. Binlerce ton çeşitli balık
türleri yetiştirilmektedir. Türkiye’nin sahillerdeki turistik beş yıldızlı
otellerinde çoğunlukla Yamula barajında yetiştirilen balıklar
satılmaktadır.

121

Kayserinin denizi Yamula Barajının açılışı ve kaptanı gezintide.
“İPEKSİ DOKUNUŞLAR”
1994 yılı belediye başkanı seçilir seçilmez ilk işim Meydanda ve
Düvenönünde bulunan devasa boyuttaki sigara reklam panolarının
kaldırılması oldu.
Amerikan tütün firması, ABD den yetkilisini, Kayseri’ye göndermiş,
reklam panolarının yenilenmesi için. Görüşmeye gelirken de dünyanın en
kaliteli viskisinden bir şişede hediye olsun diye getirmiş. Kaba zekalı
tütün firması yetkilisine, sigara, alkol, uyuşturucuya karşı biri olduğumu

122

anlattıktan sonra sekreterimi çağırıp viski şişesini alıp klozete dökmesini
söyledim. Zavallı (firmanın İstanbul temsilcisi) ;
-Başkanım o çok kıymetli bir viski kullanmıyorsanız bana lütfedin
deyiverdi…İmkan ölçüsünde sigara, alkol, uyuşturucu mücadelesini de
veriyordum.
Her mahalleye bir spor salonu yapılması ve işletilmesi, belediye
projelerimdendi. Yenişehir mahallesinde yapılan spor salonu bitmek
üzereydi…Uyuşturucu ile mücadele kapsamında bir proje geliştirdim.
Projenin birinci ayağı bina, yani vasıflı bir spor salonu idi .
İkinci ayağı, İşletme finansıydı .
Üçüncü ayağı; Tekvando branşında vasıflı ve siyah kuşak sahibi
antrenörlere ihtiyaç vardı. İl emniyet müdürlüğümüzde bu elemanlar
mevcuttu Taekwondo Milli takım antrenörü ve sporcuları polis , komiser
veya başka görevlerde bulunan emniyet görevlileri arasından bir liste
yapıp il emniyet müdürlüğümüze ve vali beye talepte bulundum. Sağ
olsunlar onlar da gönüllülük esasına dayalı bu projeye sıcak ve olumlu
baktılar Taekwondo milli takım antrenörü komiser Hasan Keleş’i bu işe
tayin ettiler .

123

Proje hayata geçti zamanla pilot bölge seçtiğimiz Boztepe ve Sancaktepe
mahallesinin dışına da yayıldı…
Belediyelerin mahallerdeki spor salonları projeye katıldı. Milli Eğitim

Müdürlüğü, Okul Müdürleri ve öğretmenleriyle olaya katıldılar alkol,
uyuşturucuya başlayan veya başlama eğiliminde olan yüzlerce genç
çocuk spor salonlarında Taekwon-do sporuyla eğitildiler. Aileler,
bilhassa anneler çalışmadan ve sonuçtan oldukça memnun oldular.
Kocasinan sınırlarında başlayan bu proje bu günlerde Kayserinin
merkez ilçelerinin tamamına yayıldı .
Binlerce genç uyuşturucudan uzaklaştırıldı, kendine ailesine, yurduna
faydalı olabilecek kıvama geldiler…

124

Dahası yüzlerce genç Türkiye taekwon-do şampiyonalarında madalya
ve derece aldılar.

Kocasinan belediyesi Saffet Aslan ,Kayseri il emniyet müdürlüğü, Sosyal
Yardımlaşma Vakıfları, Aile Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Erciyes
Üniversitesi ve daha başka kurumlar projeye dahil oldular.
Şimdilerdeki gayreti “İPEKSİ DOKUNUŞLAR” projesinin devlet projesi
olması doğrultusunda .Bu hususta Kayseri valisi Gökmen Çiçek gönüllü
olarak gayret etmektedir.Tekrar tekrar “İpeksi dokunuşlar”ın devlet
projesi olarak Türkiye sathına yayılmasını dilerim…

-Efendim bugünkü gençlere o günleri bilen biri olarak neler tavsiye
edersiniz?
Ben genç her insana ta o gün de aynı şeyleri söylerdim. Gençlik
kamplarında, ziyaret ettiğim zaman veya organize ettiğim zaman öğrenci
arkadaşlara, tabii o sıralarda ben de öğrenciyim;

125

- Arkadaşlar öncelikle itikadımızı tam ve doğru öğrenelim. El mevahibül-
ledünniyye, kamplarda bir numaralı baş ucu kitabımız. Allah yazana
rahmet etsin. Çevirenden de Allah razı olsun.
Şimdi biz itikadımızı ehlisünnet akaidini düzgün öğreniyoruz.
Anamızdan, babamızdan geldiği kadarıyla ufak tefek abartılar olsa da
veya şimdi sıhhatli kaynaklar. Birincisi bu. Ancak sana karakteri,
şahsiyeti, itikadını verir, hangi itikattan olursan ol, hangi inançtan olursan
ol. Bakıyorsun herhangi bir şehre, diyelim Moskova&#39;da yukarıda bir
tepeye çıkıyorsun kilise. Yani burası bir Hristiyan şehri diyorsun. Hatta
diyorsun Ortodoks! Ya bak yani kiliselerin kubbeleri veya haçına
Ortodoks mekanı işte. Öbürü Almanya&#39;da bir şehre gidiyorsun. Burası
Hristiyan bir yer. Şehre bakıyorsun, hiç kimseyi tanımana gerek yok.
Bakıyorsun burası Hristiyan beldesi. Hatta bak şu stillerden falan da
Katolik olduğu anlaşılıyor, diyebiliyorsun. Amerika’da bilmem nereye
gittiğinde her taraf havra. Belli bir bölgenin belli bir yöresi havra;
- Burada Yahudi oturuyor! diyorsun.
Bu karakter olmanın belirtisidir. Aynı insan da şahıs da giyimiyle,
kuşamıyla, oturuşuyla, kalkışıyla, tavrıyla, itikadından, inancından
kaynaklanır.
O bakımdan arkadaşlar temiz bir itikat sahibi olun derim. İkinci olarak,
dünya pratiklerini soruyorsun sen ama önce ben bu itikattan dünyada her
insanın maharetli olması lazım diye düşünüyorum. Allah öyle yaratmış.
Maharet en az maişetini çıkartacak kadardır. Yani başkasına muhtaç
olmayacak. Bir maharete sahip olacaksın. Maharetler nedir? İş sahibi
olmak, meslek sahibi olursun, ekmek paranı temizinden, helalinden
kazanmak niyetiyle. Ha bunu da yaptın, bunu yaptıysan arkasından
mutlaka bir veya birkaç lisan çalışmalısın. Lisan, bir lisan hani bugün
Arapça bilmek, İngilizceyi bilmek dünyanın biraz daha gayretle, uzak
Doğu dillerinden, Çince, Japonca birini sökersen, Korece falan sökmüş
olursun.Her iki veya üç tane lisana malik olursan dünya sana serbest ve
açık hale gelir. Kitaplarını okursun, televizyonlarını dinlersin, haberlerini
okursun, internetten Çince okursun. Bilgisayardan İngilizceyi anlarsın.
Uzak kalmazsın ve bu sana hayatta ayrıca çok daha ileri kapılar açar.
Maharetten bunları kastediyorum.

126

Kesinlikle sağlığı yerinde olan bir delikanlının bir gencin spor
branşlarından birine dâhil olması lazım. Sporcu lisanslı olması gerekmez.
Beden eğitimi ve spor arasında bir fark var.
Beden eğitimi yani doğumdan ölene kadar yapılacak bir şeydir.
Faaliyetler hiç kesintisizdir. Herkes bunu yapsın isterim. Zaten yaparken
yaparken branş olur yani. Biri voleybolcu bedene uyumlu, biri diyelim
boksör olmaya, biri atlet olmaya, biri halterci olmaya, biri masa tenisçi
olmaya. Bunlar ilerlerken böyle. Eğer fırsat bulursa bir de lisans çıkartsın.
Birine veya hepsine.
Beden eğitimi yüzde yüz gerekli. Yani bana mecbur oldu manasına. Ben
mecbur tutarım gençleri. Benim yakın evladımı, yeğenimi, torunlarımı
veya arkadaşımı, etrafımı hepsini böyle hissettiririm, konuşurum. Bir iki
branş sporla bulaşıklık olsun. Kesin bulaşıklık. Sen devam et dersen bir
başka alan bir defa insanın midesi ve kulağı, çöp tenekesi değildir. Ayırt
edici olacak. Şu anda kulaklar çöp tenekesi. Mideler de çöp tenekesi.
Önüne gelen her şey doluyor. Kulağa da doluyor, mideye de. Ben
kulaktan bahsedeyim, müzikten bahsediyorum. Bir enstrüman çalma.
Kabiliyeti varsa, benim gibi kabiliyetsiz adam olursa hiçbiri yok. Sen
diyeceksin ki hayatta yani arzu edip de yapamadığın şey ne? Ben buradan
İstanbul&#39;a giderken en öncelikli düşüncem iyi bir ney üflemekti. Ben neyi
elime almadım, alamadın. Demek ki orada da bir farklılık var. Yani
kabiliyet meselesi, kapasite meselesi.
Haydi bir enstrüman yapamıyorsun. Bir bağlama çal. Bir toplulukta üç
beş arkadaş sekiz on arkadaş bir araya gelindiğinde bir efkâr dağıt bir
hissiyat. Yani ağlamayan insandan ve gülmeyen insandan hayır gelmez
diye düşünüyor kendi ölçüm. Bu bana göre gözyaşı gelsin bir adamdan.
Hatta ben bir ara dedim. Çok da ağır gelmiş bazılarına ama ben o
kanaatteyim. Bir televizyon ekranlarından birinde bir mevzu oldu;
-Vallahi,Yemen türküsü söylenince şöyle gözü biraz nemlenmeyen
insanla ben arkadaş olmak istemem! dedim. Hakikaten benim
yakınlarımdaki insanlar biraz merhametli olsun, biraz gözü ıslak olsun,
gülmeyi bilsin, sevilmeyi bilsin. Adam ne üzülmeyi biliyor, ne sevilmeyi,
sevinmeyi biliyor şimdi. Tehlike!
Hâsılı gençlere söyleyeceğim müzikten açıldı da; Bizim ilk budanan
hasletlerimizden biri musikimiz oldu. Evet. Yasaklandı biliyor musun?

127

Daha önceden evet bin dokuz yüz otuz yılında Türk müziği dinlemek
radyolarda yasak. Çok kasti bir iş. Ama şimdi gençlere söyleyeceğim şey
demek ki; İtikadını düzgün şekilde öğren , temelini öğren. Benim babam
rahmetli boyuna dua ederim. Dünya gözüyle görmedim mekânı cennet
olsun. Bana yazdığı bir buçuk defter sayfası otuz iki farz demiş ya o
kadar. Otuz iki farz buna her Müslüman mecburdur. Demiş. Bu bana tesir
etti. Ya küçük bir ilinti. Başlangıcı da öyle oldu. Zihnimdeki fırtına hâsılı.
Ama doğru bir şey yazmış. Ömür boyu her insana geçerli. Bir doğru şey.
O da birinden duyduğunu yazmış, duyarak yazmış. Arkasından misal
verilecek olursa. Meslek zaruret. Bir mesleği olacak! Yoksa mesleği
olmayan adama köle gibi bakılıyor. Köle, köle! Yani parayı kazanamıyor.
Bir şeyi yapamıyor. Kendini geçindiremiyor. Kendini geçindiremezse
ailesini geçindiremiyor. Oldu sana bir cemiyet üstüne yük. Aaa sen
istediğin kadar dernek de, vakıf de, bilmem kuruluş de, gönüllü teşekkül
de ne dersen de, asalak mı değil mi? Fert de aynı cemiyet haline gelmiş,
kurumlar da aynı. Onu ölçmesi çok kolay. Mesleğin var mı? Var. Şu falan
işi yapıyorum. Allah kolaylık versin. Demek ki maişetini çıkartacaksın.
Ha lisan öğreneceksin gençlere öyle söylüyorum. Kendi civarımdaki veya
görüştüğüm kişilere. Bir enstrüman kullanabilirsin. Yoksa dinle, kaliteyi
dinle, müzik dinle, dünyanın neresinde olursa olsun, kaliteli müziği, insan
kulağı ayırt eder. Farkına varır. Çöp tenekesi değil kulağı. Her gürültüyü
dinlemek zorunda değilsin. Çünkü dinlediğin zaman senin gönlünde
sayfalar açar, zihnini durultur. Müzik o işe yarar. İstersen git Latin müziği
dinle. Doğrusunu dinliyorsan. Mesele müzik olarak yapılan eser. Gürültü
çıkartmak için yapılanı değil. Şimdi yemek olarak da aynı, mideni ifsat
etmek için olanlar var. Hepsi bütün mutfaklar ona çalışıyor. Adamın
midesi nasıl ifsat olur? Evet, daha fazla da yüklenmeyelim gençlere.
- Efendim Allah razı olsun şimdiye kadar bir sürü yaşadıklarınızı ve
tecrübelerinizi bizlerle paylaştınız. Sadece Kayseri&#39;nin değil tüm
Türkiye&#39;nin ağabeyi unvanını hak eden birisi olarak yakın tarih,
İslam, kültür sanat ve düşünceye dair yaşanmışlıklar, Müslüman
nesillerin encamına dair, o yılları bilen yaşayan biri olarak neler
söylemek istersiniz? Ve tüm bunları nasıl değerlendirirsiniz?

Ben bin dokuz yüz elli bir doğumluyum. Şu anda da iki bin yirmi üç.
Demek ki bu yetmiş küsur yıllık bir döneme rasgelmişiz. Yani Allah her

128

insanı belirli bir dönemde, belirli bir takvim aralığında bu dünyaya
gönderiyor. Her takvim aralığının kendine göre olayları, değerleri,
farklılıkları var bunu buradan altını çizerek belirteyim. Benim hayatıma
tesir eden, okuduğum kitaplar ve insanlar var. Bunlardan biri de Hızır
Hayrettin Reis, Hızır Hayrettin Paşa. Yani Barbaros diye biliniyor ama
dört kardeşler, Allah dördüne de rahmet etsin. Hızır Reis, Hayrettin
lakabını Kanuni Sultan Süleyman takdim ediyor, senin adın Hayrettin
olsun diyerek. Hızır Hayrettin Paşa olarak bilinir. Ben onun hatıralarını
liseli yıllarımda okuyunca içimden şöyle geçti. O bin beş yüz, bin altı
yüzlü yıllar arasında;
-Ya Bekir dedim, nasip etseydi de Allah seni şu Hızır Reis&#39;e bir Levent
olarak yaratsaydı.
Böyle bir içimden gelmişti hatıratı okuyunca . Çok benimsediğim, çok
üstümde iz bırakan haller var hatıratında. Fakat o zamanki şartlar öyle
Hızır Reis&#39;in merhumun Barbaros kardeşler diye Avrupalı lakap takmış.
Dört kardeşin dördü de çeri. Hikâyesi şöyle, Venedik korsanları
kardeşlerinden birini bulunduğu adadan esir götürüyor. O kardeşlerini
kurtarmak istiyor, hadise başlıyor. Kardeşimi kurtarayım diye küçük bir
kayıkla yola çıkıyor. Nerededir kardeşim? Derken bakıyor ki Akdeniz
sahillerinde epey bir aynı maceraya düşmüş. Evlatları, kocaları,
büyükleri, küçükleri götürülmüş, Venedik korsanları, İspanyol korsanları,
Ceneviz korsanları gibi Akdeniz’e hâkim olanlar çıkıyor karşısına.
Derken, derken Akdeniz&#39;in hâkimi oluyor. Akdeniz&#39;in hâkim olduktan
sonra bunu bir mantık açısından söylüyorum hikaye olarak anlatmıyorum.
Biz başlangıçta diyor Hızır Reis.
-Böyle bir şey ummuyorduk. Böyle bir niyetimiz de yoktu. Bir kral
olalım, bir sultan olalım niyetimizde yok. İyisi mi bunu mevcut sultanlar
arasında kim ehilse götürüp ona teslim edelim! Diyor. Akdeniz&#39;e bütün
sahilleriyle beraber hâkim olduktan sonra Cezayir&#39;de üs kuruyor. Hatta
Fransızlar kendi şehirlerini yönetmek için bunlardan yönetici istiyor
dönem dönem. Birçok şehre yönetici gönderiyor, Türk yönetici.Hasılı o
gün için baktığında Memlukluları görüyor. Bir yanda Safeviler var.
Osmanlı&#39;yı görüyor. Tercih sebebi şu. Bunlar ehlisünnet insanlar diye
bakıyor birincisi bu. İkincisi Resulullah Efendimizle daha önce akraba
olmuşlar diyor kendi ölçüsünde. Kriterlerine bak. Evet, onun hakkında
duydukları da. O garazsız ivazsız ümmeti Muhammed için çalışan bir

129

sultan. Zaten İstanbul&#39;a iki defa geliyor. İkinci olarak cenazesi. Kabri
Beşiktaş&#39;ta şu anda boğazdan geçen bütün dünya devletlerinin askerî
gemileri oradan geçerken Hızır Hayrettin Paşa&#39;ya selam vermeden
geçmezler. Dünya denizcilik tarihinde uluslararası bu karar alınmış.
Yıllardır oradan geçerken askerî selamlama yaparlar giderken veya
gelirken.
Hâsılı Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman’a getiriyor;
-Buyur diyor bizim böyle bir derdimiz yok, hevesimiz de yok. Size
bunları veriyoruz ve size de biat ediyoruz !
Sultan da buna bir hırka veriyor hilat. Dua ediyor ve
-Sen benim amiralimsin yani, Kaputanı Deryamsın. Oralara da tekrar
görevlendirdim seni diyor. Hâsılı bütün gayreti ümmeti Muhammed için
olan para pul dünyaya değer vermeyen Allah&#39;ın sevgili kulu diye
düşünüyorum ben. Hızır Hayrettin Reis şimdi bu soru ile ne alaka
demeyin. İnsanlar Allah tarafından belirli bir aralıkta dünyaya
gönderiliyor. Bu bizim seçeceğimiz bir şey değil. İnsanın tercih edeceği
seçimine bağlı bir şey değil. Annesi, babası nerede doğup, nerede öleceği
falan gibi şeyler. Bu kader, tayin edilmiş bir şey. O bakımdan bizim
neslimizin eliyle şu anda iki bin yirmi üç arasında Türkiye&#39;de ve dünyada.
Türkiye&#39;ye bakacak olursak kritik olaylar var. Bu olayları her nesil
yaşamadı. Bizden önceki dönemde yani diyelim ki bizim dedelerimizin
rasgeldiği şey iki tane dünya harbi var kıtlıkları var, kıyametleri var.
Bizim yaşadığımız dönemde de altmışta darbe var. Yetmişte darbe var.
Seksende askeri darbe var. Yirmi sekiz Şubat var. Yirmi dört nisan e
devlet var. Yani Türkiye’de sürekli bir askeri el koyma var. Biz bunları
nesil olarak gördük, yaşadık. Sebeplerini ve sonuçlarını analiz eden
pozisyondayız. Belki bu açıdan ileriye doğru tarihi bir kıymetimiz olabilir
bizim neslin, benim demiyorum. Bizim yaş grubumuzdaki biraz olaylara
dikkat etmiş nesil. Yani Türkiye&#39;deki askeri ihtilallerin tamamının
içindeyiz, yaşadık. Altmışta çocuktum ama elleri bağlı olmayarak sanıklar
yerlerini aldılar diye, Yassıada mahkemelerini ben radyodan insanlara
dinletiyordum. Salim Başol paket yayın. Kadınların orada ağladıkları o
mahkemenin gidişatını anlatıyor, suçluyorlar falan. Ve sonuçlarını da
yaşadık. Sonuçları ben işte biz Kayseri&#39;deki gördüğümüz burada Doğu
Menzil Komutanı Faruk Güventürk isimli bir general. Hunat Camii&#39;nin

130

önünde askeri cemseleri çekerek camiden başının üstündeki takkeyi
unutmuş, Kaleiçi esnafından zaten kafasında sabahtan akşama kadar
namaz takkesi olarak da iş takkesi olarak da, ter takviyesi olarak da o kirli
takkeyi taşıyan insanları, vay sen namazdan takkeli çıktın, kıyafet
kanununa aykırısın diye cemseye doldurup götüren bir Doğu Menzil
Komutanı. Bugünkü ordu evinin yerini tarif ediyorum. Orada bir askeri
hastane ve Doğu Menzil Komutanlığı vardı. Orada işkence çeken
insanlar. Yine baştaki Cumhuriyetin o otuzlu, o kırklı yıllarındaki despot
yönetimin iz belirtileri, ardından yetmiş on iki Mart&#39;ı kastediyorum askeri
el koyma. On iki Mart&#39;taki olay nedir? Ha bir defa bütün olaylar Türk
Silahlı Kuvvetleri&#39;ne yaptırılıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri de üzülerek
belirtelim ki Amerika&#39;nın kontrolünde, Pentagon&#39;un veya CIA&#39;nın
kontrolünde hareket eden bir kurum. Bu iki bin beş iki bin altı yılından
sonra durum değişti. İşte bunu ayırt etmek icap ediyor.
O güne kadar Türk Silahlı Kuvvetleri&#39;nin dışarıya Kıbrıs çıkartması diye
çok zayıf bir çıkartma oldu mu? Onun dışında bir mermi attığı yok.
Tamamen halkına yönelik bir korkutma halkına karşı bir cephe alma
hadisesi var. TSK&#39;nın değişik dönemlerde. On iki Mart nedir biliyor
musunuz? Atilla Karaosmanoğlu. Kim bu Atilla Karaosmanoğlu?
Amerika&#39;nın Türkiye&#39;ye tayin ettiği vali! Türkiye&#39;nin bütün maliyesi ona
bağlandı. Atilla Karaosmanoğlu Amerika&#39;dan aynı Kemal Derviş gibi,
(Bir ara iki bin yılında da Kemal Derviş, Amerika temsilcisi olarak
Türkiye&#39;yi yönetmeye gelmişti.) Amerika tayiniyle kabul edildi. İlk işi
Atilla Karaosmanoğlu&#39;nun Türkiye&#39;ye gönderilmesi, hükümet kurdular
Nihat Erim kabinesi diye bilinen. Yani Amerika’nın isteklerine göre
Türkiye&#39;yi dizayn etmek. Bütün altmış, yetmiş, seksen, yirmi sekiz Şubat,
yirmi dört Nisan e-ihtilal mi neyse işte böyle bir isim koydular yirmi dört
Nisana. Cumhurbaşkanlığı meselesinde hâsılı tamamen Amerika ile
Amerika&#39;nın emir eri durumuna gelmek ve onun çıkarları doğrultusunda
Türkiye&#39;yi dizayn etme çabaları. Biz bu dönemleri yaşadık. On iki
Eylül&#39;de aynısı. Önce bütün milleti bir birine kırdırdılar. Değişik sebepler
var. On binlerce gencimize mal oldu. Artık mali hesabı, maddi hesabı
yapılamaz durumda. Ailelerin perişanlığını, eğitim kalitesini ve PKK gibi
bir şeyin icat edilip Türkiye&#39;nin başına uzun yıllar bela edilmesini,
hangisini söylersin? Daha sonra FETÖ gibi bir melanetin ve belki
dünyada benzeri çok az görülebilecek bir organizasyonun yapılması.
Bütün bunlar Amerika tarafından planlanıp Türkiye&#39;de uygulanan Türk

131

halkının, Türk milletinin geçmişiyle, din ile bağını kopartmaya yönelik
hareketler. Yani siyaset falan yapmak ta pek hoşuma gitmez ama iki bin
dört, iki bin beş, iki bin yedi yıllarından sonra biraz değişmeye başladık.
Şimdiki dış ülke Amerika&#39;nın, Almanya&#39;nın ve Amerika&#39;nın güdümündeki
devletlerin Türkiye&#39;den rahatsızlığının temel sebebi bu. Daha önce;
- Emredersiniz komutanım. Nasıl istersen ben de hazırım. Daha güzelini
yaparım! modunda. Şimdi bizim bulunduğumuz dilimde daha çok
teferruat var ama ana temalardan biri bu. Biz nasıl bir duruş sergilemeye
çalıştık burada? Bir bu işler tamamen palyatif, bu işler tamamen
tezgahlanıyor, Türk milletinin kendi tezgâhı değil bu Türk milletinin
kendi evlatlarını kırmaya, kırdırmaya yönelik bir hareket olduğunu,
kavramış olduğumuz için. Bakın bu dönemde çok az insan bunu kavradı.
Rahmetli Necip Fazıl&#39;ın buradaki kıymetini takdir etmek değerlendirmek
ve bilmek icap ediyor. Kadrini bilmek icap ediyor. Başka ses yok! Ne
tarih hususunda, ne din hususunda, ne siyaset hususunda ne iktisat
hususunda insanların genel projektörünü, genel durum nedir? Yani
dünyaya toptan bakmayı becerecek bir mütefekkir olmadı diyorum. Hepsi
palyatif küçük alanlarda kimi sosyalist alanda, kimi kapitalist alanda, kimi
işte insani falan diye birtakım sosyal alanlarda küçük küçük bakışlar.
Ama rahmetli Üstad bize bunu kazandırdı. Bunun için ona borcumuz var,
benim büyük borcum var. Üstadı doğru dürüst tanıyan insanların da
büyük borcu var diye düşünüyorum. Neye borcu var? Ona rahmet okuruz.
Hakkında güzel düşünürüz dua ederiz. Açtığı yoldan da gitmeye çalışırız,
sebebi de bu. Bir defa tamamen gömülmüş yerle bir edilmiş bir
medeniyetin, bir tarihin, bir kültürün, bir örfün, bir dinin üstüne çıkıp
tepinilmeye başlanmış. Yani yirmi sekiz Şubat&#39;taki ihtilalcinin ihtilal
komutanının “bu bin yıl sürecek” diye böbürlenerek, kibirlenerek
söylemesinin sebebi, biz onları gömdük, bütün bu değerleri gömdük,
Amerika ne derse o, ondan başka bir değer yoktur! Diye yapılanmış beyni
hem yapılanmış, hem kapılanmış hem de satılmış diyebileceğimiz
mankurtlaşmış bir beynin kibrine, gururuna sebep olan şey, biz bunları bu
fikri, tarihi, dini gömdük artık üstüne betonlar döktük. Buradan çıkması
mümkün değil! Diye inanıyor. Hakikaten başta öyle ama Allah&#39;ın da bir
kaderi var, bir takdiri var. Yani onu söyleyeceğim öncelikle, bundan sonra
Allah ne kadar ömür verir onu bilemiyorum, neler yaşarız onu da
bilmiyorum ileriye doğru. Fakat söylediğim gibi bu neslin altmış yetmiş,
seksen, doksan, her on yılda birazı uzadı, geriye çekilmiş olabilir

132

ihtilaller. Bu ihtilalleri ve bu ihtilallerin mantığını tanımak, şahit olmak
bu nesle nasip oldu. Bana demiyorum. Bu nesle yani ellilerde dünyaya
gelmiş, iki bin otuzlarda bu dünyadan göçecek insanları Allah kimini
biraz daha uzatır. O ömür bizim işimiz değil. Evet, önce bu aralığı
koyduktan sonra şimdi bu inanç ve itikat içerisinde benim düşünce
hayatım da, iş hayatım da veya sosyal hayatım da hep bu mihverde, bu
çerçevede olmuştur. Ya ben ticaret yaparken veya inşaat mühendisi olarak
inşaat yaparken veya bir yerde çalışırken bu fikirlerden hiç ayrılmadım
sadece maişetimi kazanıyorum ama bizim için maişet kazanmanın da
usulleri, yani helalinden kazanıp çocuklarına temiz bir rızık götürme
çabası içerisinde bulunmak, temel kabulümüz, temel itibarımız. Ha gücün
yeterse takatin yeterse kendi ailenin etrafını birinci derecedeki
yakınlarının dışına çıkabiliyorsan ümmeti Muhammed&#39;in derdiyle
alakalanma. Ben olayı böyle telakki ediyorum. Devir, zaman çok da
birbirinden farklı değil. Yani maksimum dediğimiz asrı saadeti muaf
tutarız, olan bu. Bütün devirlerin içinde şeytanın lehine çalışanlar da
ruhun lehine, Allah rızası için onun takdirine, onun rızasını kazanmak için
çalışanlar da her dönemde var. Eksik de olmayacak. Bunların mücadelesi
de kıyamete kadar devam edecek. Bu böyle bir yerde, başlayıp bir yerde
bitecek bir mesele değil. Ama bulunduğumuz zaman dönemindeki şartlara
göre değerlendirme yapacağız. İşte Kayseri gibi coğrafyadasın. Türkiye
gibi bir coğrafyadasın. Tarihin, coğrafyanın getirdiği bir edimler,
yaptırımlar, kader diyelim. Bu kaderin çerçevesinde hareket ediyorsunuz?
Bu çok genel bir cevaplama oldu ama.
-Efendim şöyle söyleyebilir miyiz? Çok güzel bir şeye temas ettiniz.
doğduğunuzla bu zamana kadar gelen dönemde birçok olaylara şahit
oldunuz. Birçok olaylar oldu. Bizim de şahit olduğumuz.
-Evet şahit olamadığımız olaylar da var ama genelde bütün Türkiye&#39;yi,
dünyayı alakadar eden olaylara şahit de oldum ayrıca.
-Efendim bu yönden siz şimdiki nesle göre çok şanslısınız. Diyebilir
miyiz?
Şimdiki neslin de kendine göre durumları var ama bir memlekette her on
yılda periyodik olarak Amerika lehine askeri ihtilal yapılıyor. Devletin
kendi yapısı çökertiliyor. Halkın üstüne bir sürü boyunduruklar takılıyor.
Tekrar ayağına koluna kelepçeler giydiriliyor. Fikrine, düşüncesine,
kelepçeler giydiriliyor. Gönül ister ki böyle bir dönem bir daha

133

yaşanmasın, hiçbir zaman olmasın. Biz bunların hepsini geçmişte
söylediğim tarihlerde, yaşadık. Yani o ülkücü olmuş, devrimci olmuş.
Veya şu olmuş, bu olmuş, hiçbir olaya karışmamış, ağrımaz, başım azıcık
aşım demiş. Ona da bir şey demem ama sosyal olaylarla alakadar
olmayan arkadaşların haricinde herkes bu kaderi paylaştı. Ama burada
biraz daha uyanık, biraz daha dikkatli olmanın sırrını, anahtarını da
Büyük Doğu verdi bize. Evet bu şanslılığı diyelim. Yani artık buna şans
değil de Cenabı Allah&#39;ın bir lütfu diyelim. Teknolojik ve elektronik
gelişimde de bir takım değişiklikler oldu. Mesela o zaman bir radyo
yokken, bugün iletişim araçlarının çok olması veya bir at arabası
bulunamazken şimdi son model arabaların olması. Yani bu nesil bunları
da yaşadı. Hem yokluğu hem varlığı. Ha şimdi zaten şöyle bir soru
soruyorum bazen kendime. Bir insan İsa aleyhiselamla İsa
peygamberimizde hani miladi takvim başlıyor ya onun için söylüyorum.
Şimdi iki bin yirmi iki Kasım ayının yirmi sekizi diyoruz miladi
takvimden bahsediyorum, bir insan diyorum İsa peygamberimizle beraber
dünyaya gelmiş olsun. Bin dokuz yüz altmış yıl da yaşasa, Yani yaşı bin
dokuz yüz altmış olsa. Bir insan da bin dokuz yüz altmışta doğsa hayatı
şimdi devam ediyor olsa, yani iki tane insan var. Biri bin dokuz yüz
altmış yaş yaşamış. Onların da görgüsü var. Ama bir insan da bin dokuz
yüz altmış yılında dünyaya gelmiş ve şu anda hayatta işte iki bin ellilere
doğru gidecek bir insanın ikisinin görgüsü, ikisinin yaşaması, ikisinin
ulaşım, bilişim, bilgilenme -Peygamberler muaflardan orayı
karıştırmayalım.- Bu normal vatandaş için. Normal insan için söylüyoruz,
hangisinin daha fazla zihni meşgul? Hangisi zamanı daha sıkı yaşamış?
Diye sorduğumda ben cevabını vermekte zorlanıyorum ama ikinci
gruptaki, altmıştaki iki bin elliye doğru giden insanın bütün dünya
insanından bahsediyorum, sadece Türkiye’de değil, Amerika, Japonya,
Hindistan gibi bütün dünyada bir insandan bahsediyorum. Evet, bu
dönemde ulaşımda ve haberleşmedeki gelişim bilişim o kadar süratlendi
ki giderek daha da fazla süratlenebilir o ayrı. Yani şimdi dünyanın
herhangi bir köşesindeki bir olayı üç saniye sonra bütün dünya öğreniyor.
Öğrenme şansına sahip. Ulaşım da hakeza öyle. Yani diyelim ki benim
imrendiğim dönem en fazla at sırtında veya yaya, eğer atın da yoksa yaya
gideceksin. Buradan İstanbul&#39;a gitmeyi bir hesapladım, şimdi bir saatte
uçakla gidiyorsun İstanbul&#39;a gibi. Ha bu materyaller insanı şaşırtmasın
isterim. Bunlar dünyanın materyali zaten var olan bir şeyi keşfetmekten
ibaret. Bu işte dediğim bu. Mevcut insanoğlu bir şekilde onu uygulamayı

134

keşfediyor. O gayreti gösteriyor. Ama araştırmak icap eden nokta o.
Keşifler, buluşlar, eşya karşısında insanın gençlerimiz için de,
yaşlılarımız için de söylüyorum apışmaması, şaşırmaması lazım. Onu
hayır yolunda, onu Allah rızası Allah&#39;ın emirleri ve Resulullah
efendimizin istekleri doğrultusunda nasıl değerlendiririm? Mesele burada,
soru burada. Aynı şey. Ya bu doğrultuda değerlendirirsin ya da insanın
nefsani, şehvani veya şeytanın emri doğrultusunda. İnsanın çıkarı
dediğimiz, şimdi kapitalizm denilen olay nedir? Bir buçuk milyar insan
ölürse ölsün hiç umurumda değil yeter ki benim Petrol çıkarım
zedelenmesin, ilaç mafyama kimse çökmesin. Silahı ben satayım. Yani
önemli olan, şu kadar parayı temin etmek. Kapitalist mantıkta çıkarın için
bütün dünyayı yakabilirsin. Yani Allah ve Resulüne dayanmayan bir
mantık bunu icap ettirir. Hâsılı şimdiki gençlerimiz bir bakımdan oldukça
şanslı. Ulaşımları, bilişimleri, iletişimleri çok kolay. Fakat onun seçicisi
olmak lazım. Her şeyi kullanırken bir maksatla kullanacaksın. Maksatsız
kullandığın zaman o sana taarruz eder ve seni kontrol altına alır. Her ne
olursa olsun. Yani Amerika&#39;da gördüğüm insanlar çok fazla iri. Gıdayı
çok önemsemişler. Gıda derken Amerika&#39;da şu anda bir numaralı problem
İnsan vücudunun yağlanması. Fazla kilolarla nasıl baş edeceğini
araştırıyor, gece gündüz bununla uğraşıyor. Adam zayıflığı da istismar
ediyor. Yokluğu da istismar ediyor. Varlığı da istismar ediyor. Onun için
bu ayrı bir sistem ama her ne olursa olsun üstüne haddinden fazla
düştüğün yani putlaştırdığın zaman başına bela olur.
-Efendim belki konumuzun biraz dışında ama. Bu iletişim
araçlarının,teknolojinin bu kadar çok gelişmesi gençlerimize artıları
olduğu gibi bazen eksileri de mi oluyor acaba? Mesela bilgiye çok
çabuk ulaşma gibi.
Eksilerde olur. Yani hiçbir silahın tek taraflı artısı veya tek taraflı eksisi
olmaz ki. Yemek yeterince yersen sana gıdadır hayatta kalman için.
Yeterinden fazla yemek hastalık yapar. Aynı yemek, ne kadar alacağını,
ne kadarıyla yetineceğini, nerede kullanacağını, nasıl tedarik edeceğini,
nasıl sarf edeceğini bilirsen sorun yok. Şimdiki genç arkadaşlarımız,
delikanlılar ölçülere dikkat etsinler. Ha bir de şu büyüklerin nesilleri
birbirlerinden ayırt etmelerinden hiç hoşlanmıyorum. Öyle bir şeyi zihnim
kabul etmez. Dede ile torun birbirini tamamlayan bir bütündür. Yani o
dede torunlarının elini tutmazsa, baba evladının elini tutmazsa, gönlünü
almazsa, hatırını sormazsa, derdini sormazsa, sıkıntısını paylaşmazsa

135

çocuk onun başına bela olarak dönecektir. Bu X, Y, Z bilmem ne kuşağı.
Bunların modu böyle. Yok öyle bir şey, insanın alnına patatesten yapılmış
mühürler vurmanın hemen kategorize etmenin bir anlamı yok. Çok yanlış.
İnsanları kategorize edemezsin. Allah her insanı kendine özel, kendine
has yaratmıştır. Her biri, yani bir insan bir dünya kadar eder mealinde
hadisi şerifler de var ayeti kerimede. O bakımdan eşrefi mahlûkat diye
bilinen insana verilen değer işte bu çocuk için de geçerli. Yaşlı için de
geçerli, özürlü için de geçerli, sıhhatli için de geçerli. Görmeyen için de
geçerli. Sağlık için de geçerli. Onun için insana genelde
Allah&#39;ın yarattığından dolayı böyle bakmak icap ediyor. Böyle bakınca da
iletişim çok kolaylaşır. Sen bilmeyebilirsin çocuğun bildiğini. Önemli
değil ama senin tecrüben, senin görgün ondan daha fazladır. Onun
düşebileceği ateşleri, yanlışları sen daha önce görürsün ama bir de
Türkçe&#39;nin getirdiği bir terslik var. Bizim geleneklerimiz, örfümüz, Türk
örfü kelimelerimizde gizli. Bizim Türkçe&#39;miz vur, kır, al, sat, tut, yat, git,
gel, otur, kalk gibi emir kipindedir. Yani şimdiki delikanlılar, gençler,
hatta öncekileri de emir kipini sevmiyorlar, bize biraz tercih bırak
diyorlar. Anlatabildim mi? Evet denemesi bedava al torununu, oğlunu,
yeğenini, birini al otur de yani sonra oturma bitsin. Yani sen ona tarif
ediyorsun. Şunu yap şöyle veya böyle diyorsun. Hâlbuki konuşurken onu
yapmakta muhayyer bırakman lazım. Seçenek bırak yani bunu böyle
yaparsın bak şöyle şöyle de yaparsın. Senin tercihin daha önemlidir diye
çocuğa kendi varlığını hissettirmiyor bizim üst kuşak. Çocuğu önce ayırt
ediyor, bu Z kuşağı diyor. Kendini de böyle alıyor hop diye bir başka yere
koyuyor. O kendi de ayrı bir hava. Çocuk elini uzattın da senden ne
zaman geri kaçtı? Ha çaresiz kalınca fırlatıp atıyor. Yani zihin fırlıyor.
Hâsılı insanı bir bütün olarak kabul edip tabi dönemleri var, çocukluk
dönemi var gençlik delikanlılık dönemi var, orta ihtiyar, şu ve her dönem
insan için var. O dönemleri de bileceksin eğer eğitime soyunduysan,
kendinden başka insanı dert ettiysen, kendinden başka insan dert
etmediysen bunlarla uğraşmana gerek yok. Bırak her şeyi nasıl giderse
gitsin. Bilginin kendi başına bırakırsan faydalı tarafı da var, zararlı tarafı
da var.
Adam nasıl sağlıklı kalacağını çok rahat bir doktordan öğrenebilir. Ama
yanlış bir yere takıldığı zaman midesini küçülttürür, estetik yaptırmaya
başlar, eliyle, yüzüyle, burnuyla oynattırmaya başlar. Ondan sonra ne
oluyor? Bu da endüstri, sağlık endüstrisi sektörünün eline düşüyor. Artık

136

istismar bedava, kapitalizmin istismarı bedava. Diz boyu istismar eder.
Hâsılı bir bütün halinde düşündüğümüz zaman problem yok. Ayrıştırdığın
zaman problem var. Ha ayrıştıracaksın ama bölüp atmadan, yani
ayrıştırma tanıma manasında, analiz etme manasında. Karakterini analiz
edeceksin. Sevdiklerinin hoşuna gidenleri hoşuna gitmeyenleri böyle
çocukla alakadar olmak öyle kolay işler değil. Otur karnını kaşıyarak.
Hiçbir çaba, gayret, düşünce ter dökmeyeyim ama çocukta istediğim gibi
yetişsin. Yok böyle bir şey. Bütün dünyada birçok kurum bizim çocuklara
talip. Dünyanın bütün çocuklarına talip. Kafasının içine talip. Onlar da
öyle şeytani düşünür, onun yani şeytanın da hükmü işleyecek
Cenabıhakk&#39;ın hükümleri de hükmünü işleyecek. Bu dünya bir
mücadeleyle böyle gidecek.
-Efendim bu bağlamda bizden sonraki nesil geleceğimizin teminatı
olan gençlerle alakalı veya Müslüman toplumlarla alakalı
Müslümanların kurduğu, İslami terimler kullanarak açılan bugünkü
sivil toplum kuruluşları yeterli derecede görev yapıyorlar mı? Bu
konulara yeterince eğiliyorlar mı? Devletin boş bıraktığı yerleri
doldurabiliyorlar mı?
Devlet bir kere boş bırakmaz bir defa orada bir yanlışlık var. Devlet
devletse hiçbir yerde bir boşluk bırakmaz
-Efendim demek istediğim, Dinini, imanını çok fazla öğrenme diyor,
gibi?
Ha öğrenme diyor. O da bu işte bir boşluk bırakmıyor demektir.
Öğretmiyor, öğrenmeye engel oluyor, Doğruları çarpıtıyor. Yani orada
boşluk bırakmamış, kararını vermiş ve tavrını açıklamış manasında
söylüyorum yani senin istediğin gibi hareket etmemesi orada bir boşluk
var manasına gelmiyor. Hani bu FETÖ’yü yetiştiriyor, boşluk dolduruyor.
Baksana bir boşluk var mı devlet, Amerika ile iş birliği yapıyor bir görevi
alıyor, FETÖ diye bir baş belası üretiyor. Cemiyetin içine sokuyor ve
zihinleri karıştırıyor. Esas olan zihinlerde olan şey. Şimdi o pislik nasıl
temizlenecek? Uzun süre gider. Yani maddi hasarları falan belki kolay
geçer ama zihin karıştırmaları itikadî bulaşıklıkları zor geçer. Devlet
şöyle veya böyle boşluk bırakmaz. Biz orada boş alan var falan gibi
algılarız ama ben şöyle düşünmekteyim; kişi veya kurum haline gelmiş
olan kendine yeterli olduktan sonra cemiyete faydalı olabilir. Bu senin
sivil toplum kuruluşları dediğinden her neyi kastediyorsan, dernekler,

137

vakıflar, şunlar, bunlar. O kişiler, bir kişi ile hareket etmiyor, bir vakıf
kuruyor. Ecdat vakfı şöyle kurulmuş;
Şu mülk, şu maksat için (maksat belirtiyor) kullanılacaktır. İlanihaye yani
kıyamete kadar.
Bunun iradı buradan bu mülkten olan gelir dünyanın sonuna kadar şu
maksat için sarf edilecektir diyor, bırakıyor. Böyle gidip de insanlara avuç
açıp bana aidat ver demiyor. Vakfa yardım et demiyor. Sen bana üç kuruş
ver öğrenciye nakledeyim demiyor. İşte ayakkabını getir de ben fukaraya
ulaştırayım. Ha kötü şeyler değil bunlar ama esas olan bu değil, esas olan
sen kendin gayret edeceksin. Bu kuruluşlardan değerlendirilmesi kolay
oluyor o zaman. Eğer kendi yeterli mali yapısını da kurdu da, bir derneğin
vakfın, gönüllü kuruluşun adı her neyse kendinin dışındaki insanlara bir
türlü maksadı doğrultusunda yardım ediyorsa bu başarılı olur. Takati
nispetince başarılı olur. Bütün dünyadaki açları doyacak hali yok.
Bu gönül teşekkülü mantığı ne olmalı adına iki olay anlatayım size;
-Buradan Ankara&#39;ya giderken Himmetdede diye bir kasaba var. Şimdi
mahalle oldu Koca Sinan&#39;a. Ve geçerken himmet dede nedir diye sorunca
orada bir kabristan gösterdiler girdim sordum;
- Baba bu kim yahu himmet dede isminde şöyle bir zat varmış. Ne
yaparmış bu himmet dede?
Adam fazla bir şey söyleyemedi. Fakat dedi ki;
- İnsanlar gelip baba bize dua et, himmet et diye bu adam hayattayken dua
isterlermiş. Duası makbul zannedilen bir insanmış!
-E peki bu baba ne dermiş onlara? Slogan haline gelmiş bu. O adamın
söylediğine göre;
-Baba bize himmet et diyene, oğlum git hizmet et! dermiş.
Yani baba himmet, oğlum hizmet. Bu slogan haline gelmiş. Bir bu
hoşuma gitti. Şimdi hizmet nasıl olacak? Karamustafa Paşa Vakfiyesi
İncesu&#39;da duruyor. Kara Mustafa Paşa Hanı&#39;nın vakfiyesini isterim ki
herkes okusun. Hizmet anlayışını şöyle anlatıyor;
-Buraya gelen her yolcu gerek atlı, gerek yaya hiçbir şey sual edilmeden
misafir edilecek. Karnı doyacak. Temizlik yapacak. Hayvanı ayrıca

138

temizlenecek, nallanacak. Hayvanı da varsa atı da adam da dilediği kadar
yatacak. Dilediği kadar kalacak. Yiyecek, içecek. Kendi ayrılmak istediği
zaman kapıya, atı yoksa Allah&#39;a ısmarladık diyorsa veya atının
üstündeyse, atın yularından tutulacak;
- Arkadaş sen bizim hizmetimizden memnun musun? Memnun kaldın mı?
diye sorulacak.
Bak bunlar vakıfnamede yazıyor. Eğer adam;
- Evet, memnun kaldım derse atının yularını bırak yoluna gitsin. Memnun
kalmadım derse yuları bırakma, memnun edene kadar uğraş! Diyor.
Öbürü ne demiş? Baba himmet, bana dua et. Oğlum git hizmet et! demiş.
Al sana hizmet. Al sana bir ölçü. Daha çok ölçü konabilir ama bu dernek,
vakıf ondan sonra yönetecek neyi kastediyorsan koy böyle bir mihenk
taşına. Böyle bir hizmet ediyorsa sadece Allah rızası için karşılıksız ve bir
de parasını kendi koyacak. Devşirme parayla, bilmem neyle başkasının
parasıyla tüfek atmak yok.
Allah razı olsun Efendim biraz önce değindiniz ama şimdi son
sorumuz olarak böyle çok arzulayıp da yapamadığınız bir şey var
mı?
Şöyle çok arzuladığım bir şey olmadı bir defa. Bir şeyi çok arzu etmedim,
peşine çok düşmedim. Benim hayatım böyle geçti. Niye? Gelişine
yürürdüm gittim, hayatı böyle kabul ettim. Yani çok arzulamayı hala
uygun görmem, görmedim. Başkası uygun görür. Ona da saygı duyarım.
Çok arzu etmenin sıkıntılı bir iş olduğunu düşünüyorum. Sıkıntılı ama
vasıflarını bilirsin. İmkânlar âleminde bu ne kadar gerçekleşebilir bilirsin.
Bizim çok arzuladığımız şey öbür dünyada. Onun için bu dünyada fazla
bir şey arzulamanın gereği yok diye düşünüyorum…

139

Bekir Yıldız Hakkında

Ne Dediler?

140

Seyit Tümtürk /(Doğu Türkistan Milli Meclis Başkanı)
Tarihi Türk ve İslam beldesi olan Doğu Türkistan 1949 yılında
komünist Çin tarafından işgal edildikten sonra dünyada misli görülmemiş
bir asimilasyon ve soykırımla karşı karşıya kaldı. Mao’nun, komünist
sosyalizminin sloganları olan barış, eşitlik ve halkların kardeşliği
söylemiyle işgal edilen Doğu Türkistan maalesef 74 yıldır kan gözyaşı,
ıstırap ve soykırımdan başka bir şey yaşamadı. Bugün Doğu Türkistan’da
insanlık tarihinin hiçbir döneminde yaşanmamış bir katliam yaşanmakta
bizim babalarımız dedelerimiz ninelerimiz ve büyüklerimizde maalesef
bu komünist zulümden nasibini almışlar. Toplama kamplarında
çalışmışlar yokluk sefalet ve açlıkla imtihan edilmişler. Yiyecek ve
giyecek gibi en temel ve doğal ihtiyaçların dahi karneye bağlandığı
dönemleri yaşamışlar. Ateist komünist Çin rejimi İslam dinini afyon
olarak görmüş ibadetler ve İslami faaliyetlerin tamamı yasaklanmıştır. Bu
zulüm devam ederken Çin yönetimi yabancı ülke vatandaşları ülkeyi terk
edebilir diye bir yasa çıkarttığında derhal bir grup ellerindeki pasaport
mektup ya da fotoğraf ya da resmi belgeleri ibraz ederek kendilerinin
yabancı ülke vatandaşı olduklarını ve Çin’den ayrılmak istediklerini
söyleyerek ülkeden çıkma fırsatı bulmuşlar. 1961 yılında yaklaşık 350
kişilik bir kafile büyük çoğunluğu Doğu Türkistan’ın Kaşkar iline bağlı
Yarkent bölgesinden olmak üzere ve yine Kaşkar ve Gulca şehirlerinden
oluşan bu kafile 1961 yılında o dönemin şartları gereği binit hayvanları
üzerinde Pamir bölgesini geçerek 3- 4 aylık bir süre içerisinde vahşi
hayvanlara ve soğuk ile doğal şartlara bir çok kurban vererek
Afganistan’ın başkenti Kabile ulaştılar. Sınıra kadar yolcu etmek için
gelenler kendileri çıkamadıkları için gidenlere“ Eğer hür dünyaya
ulaştığınızda bizim durumumuzu ve Çinin zulmünü anlatmazsanız
kıyamet günü demir tırnaklarımız yakanızda olur.” diyerek çok ağır bir
milli ve manevi sorumluluğu yüklemişler. Daha sonra sınırı geçenler
üzerlerindeki bu sorumluluğu yerine getirmek için ilk iş olarak 1961’den

141

1965’e kadar Afganistan’da mecburi ikamete tabi tutuldukları kabilde
rahmetli dedem Seyyid Abdulveli Efendigil başkanlığında ve
arkadaşlarından oluşan bir grup gayrı Resmi olarak Doğu Türkistan
muhacirler cemiyetini kuruyorlar. Dünyanın bir çok ülkesinden talep
olmasına rağmen biz Türk’üz ve Müslümanız, davamızı ve derdimizi
ancak Türkiye’de anlatabiliriz diyerek Türkiye’yi tercih ediyorlar.
Afganistan’ın başkenti Kabildeki Türk Büyükelçiliği ile irtibata geçerek
Çin işgalindeki Doğu Türkistan’ın son durumunu ve çıkış amaçlarını
anlatıyorlar. O zaman Afganistan’daki Türk Büyükelçiliğinde yardımcı
Katip görevindeki Kaya Toperi bey (Daha sonra rahmetli Turgut Özal’ın
cumhurbaşkanlığı sekreterliğini yapmıştır.) bizleri Türkiye’ye gelmemiz
için desteklemiş Ankara ile yazışmaları yaparak bu süreci başarıyla
tamlamamıza büyük destek vermiştir. Ellerinde pasaport, kimlik veya
ikamet gibi hiçbir resmi evrak olmadığından bir çok zorlukla karşı karşıya
kalıyorlar. Büyük risk alarak yaptıkları siyasi faaliyetlerden dolayı Çin’in
iade talepleri ile karşı karşıya kalan Doğu Türkistanlılar Türkiye
Cumhuriyeti devletinin himayesiyle birleşmiş milletler mülteciler yüksek
komiserliğinin de desteğiyle 1965 yılında Türkiye’ye iskanlı göçmen
olarak getirilmiştir. İlk gelişimiz Ankara Esenboğa havaalanı daha sonra
Kayseri’ye kara yoluyla yaklaşık üç kafile getiriliyorlar. 1965- 66 ve 67
yıllarında gelen bu kafileler iskanlı göçmen olarak yerleştiriliyorlar.
Kayseri halkı gerçek manada bizlere sahip çıkıyor ve Doğu Türkistan’dan
gelen bu muhacir soydaşlarına karşı ensar vazifesini yerine getiriyor. İlk
geldiğimizde kaldığımız Sivas oteli ve burada birkaç ay kaldıktan sonra
Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından yapılan iskan evlerine
yerleştiriliyoruz. Kayseri eşrafı bizim Doğu Türkistan’lıları çok seviyor,
milli ve manevi değerlerine bağlı bozulmamış Müslüman Türk gördükleri
için gerçekten burada herkes elinden geldiği kadar maddi manevi anlamda
sahipleniyor. Doğu Türkistan’lılar Kayseri’ye yerleştikten sonra burada
eğitim iş ve sosyal hayata adapte olmaya çalışıyorlar. Hem devletimiz
hem de Kayseri eşrafının yardımıyla bu süreç başarıyla gerçekleşiyor.
Doğu Türkistan’lıların Kayseri’de ilk yaptıkları faaliyet 1970 li yılların
başında Doğu Türkistan göçmenler cemiyeti adı altında Doğu
Türkistan’daki zulmü ve oradaki Çin soykırımını Kayseri ve Türkiye
genelinde anlatmak oluyor. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile maalesef
bütün demokratik haklar askıya alınıyor ve bizim derneğimizde bu süreçte
kapatılıyor 1989 yılına kadar siyaset yasağından ve demokrasi askıya
alındığından dolayı derneğimiz de faaliyetlerine ara vermek zorunda

142

kalıyor. 1980 yılında kapanan derneğimiz 1989 yılında tekrar Doğu
Türkistan Kültür ve dayanışma derneği olarak açıldı. Ve Ankara’da şube
açtık. 1989 yılından sonra faaliyetlerimiz çok güçlü bir şekilde Türkiye
genelinde kendini gösterdi. Türkiye’de Ankara merkezli olarak Türkiye
Büyük Millet Meclisi siyasi erkan büyükelçilikler uluslararası yabancı
misyon basın medya iş adamları her alanda tanıtmak için yoğun bir çaba
içine girdik. Amerika, Japonya, Kanada , Avustralya Avrupa, Malezya ,
Endonezya, Taylant, Saudi Arabistan, Kazakistan , Kırgızistan gibi birçok
ülkeye yaptığımız seyahatlerde Doğu Türkistan davasını
uluslararasılaştırma girişiminde bulunduk. Gökbayrak isimli bir dergi
çakardık. Dergimizin Türkiye’nin birçok ilinde temsilcilikleri oluşturuldu.
Ve bu dergimiz Türklerin bulunduğu 16 ülkeye gönderildi. Dergimiz yurt
dışında Doğu Türkistan’la ilgili en kapsamlı ve uzun ömürlü bir dergi
olmuştur. 2000 li yıllarda doğu Türkistan davası Türkiye’de gerçekten
tanınır hale geldi. Burada bizim için önemli bir dönüm noktası Doğu
Türkistan’lıların şanslı bir dönemi de diyebilirim 1994 yılında Belediye
başkanı seçilen Bekir Yıldız ağabey 2014 yılına kadar Kayseri’de 20 yıl
Kocasinan belediye başkanlığı görevini yürüttü. Bu süre içeresinde biz
kendisini de yakından tanıma fırsatı bulduk. Bekir Yıldız başkanımızla ilk
tanıştığımız günlerden en son emekli olana kadar geçen süre içerisinde
Doğu Türkistan’la ilgili ne zaman bir fikir ve istişare ihtiyacı hissedecek
olsak kendisini adeta bir akil adam olarak karşımızda buluyorduk. Bekir
Yıldız Bey’in belediye başkanlığı sıfatından daha öne geçen Bekir abilik
pozisyonu Kayseri’ye mal olmuş bir sıfattır. Kayseri’de herkesin her
kesimin Bekir abisi sıfatını kendisine yakıştırılmasındaki özellikleri ise
adaleti ile sözüne güvenilir samimi ve kıymetli fikirleri ile ufuk açan
vizyonudur. Bu özelliklerinden dolayı Kayseri’nin Bekir abisi olarak
ismi markalaşmıştır. Adeta şehrin önemli toplumsal problemlerinde
vizyon gerektiren konularda çözüm üretebilmesi samimiyeti toplumun
tamamı tarafından kabul görmüş bir gerçektir. Doğu Türkistan sorunuyla
ilgili bir kaç somut örnek verecek olursam. Bazen siyasiler Doğu
Türkistan meselesinde ülke menfaati uluslararası ilişkiler ve denge
politikasını güderek doğu Türkistanlılarında kabul edemeyeceği bazı
siyasi adımlar attığı dönemde biz bu rahatsızlığımızı Bekir abiyle
paylaştığımızda devleti yöneten siyasiler kendi görevini yapacaklar siz de
Doğu Türkistan’lı olarak sorumluluğunuzu yerine getirmelisiniz demiştir.
Bu bizim için çok önemli bir sözdür. Bazen bu sözün gereğini yerine
getirirken sıkıntılarla hatta siyasi baskılara maruz kaldığımız günler

143

olmuştur. Bu ikilemde karşı karşıya kaldığımız dönemlerde Bekir
abimizin bu sözü bizi hep rahatlatmıştır. Bunu yaparken de tabi
Türkiye’nin menfaatine de hiçbir zaman halel getirmemişizdir. Özellikle
uluslararası ziyaretlerimde Amerika’ya olsun Avrupa’ya olsun Japonya
olsun değişik coğrafyalardaki ziyaretlerimizde güneydoğu Asya’da tutun
Malezya ve Tayland kadar bu ziyaretlerimizde de yine biz Bekir
abimizden fikir alır ziyaret öncesi kendisiyle istişare eder ve kendi fikrini
de bu şekilde edinmiş olurduk. Bu süreçler cereyanında Çin zulmünden
dolayı Doğu Türkistan’ı terk etmek zorunda kalan Malezya’daki muhacir
konumuna düşen 10.000 Doğu Türkistan’lının Türkiye’ye getirilmesi
safhasında Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’la birkaç
defa istişarelerde bulunarak desteklerini aldık. Bunların Kayseri’ye
yerleştirilmesi konusu ve bu kardeşlerimizin muhacir- ensar seviyesinde
sahiplenilmesi konusunda da kendisinin kıymetli fikirlerine
başvurmuşuzdur. Bu konularda da sürekli bize sempati ve sıcak yaklaşım
da bulunmuş bu konuda ufkumuzu ve önümüzü açmıştır.
Faaliyetlerimizin yapılabilmesi vakıflaşma sürecimiz, Gökbayrak
dergimizin yayın hayatından sosyal tesislerimizin yapımına kadar bir çok
ihtiyaç duyduğumuz konularda Bekir abinin bize önderlik ederek verdiği
destekler içinde şükran ve minnettarlığımızı ifade ederim. Sözün özü
şöyle özetleyebilirim. Bekir Yıldız abimiz Kayseri’de, Kayseri halkının
muhacire ensarlık sorumluluğunu farzı ayn mesafesinde yerine
getirmiştir. Bizler ondan razıyız. Allah’ta ondan razı olsun. Gönül ister ki
Bekir Yıldız abi gibi akil adamların sayısı Kayseri’de üç beş fazla olsaydı
her şey farklı olurdu. 1994 yılından 2014 yılına kadar 20 yıllık Kocasinan
belediyesindeki görevinden ayrılmış olsa da bugün dahi yine biz Bekir
abimizi aktif siyasetin içinde olmamasına rağmen yine danışılacak önemli
konularda kendisini ziyaret edip kıymetli fikirlerinden istifade ediyoruz.
Allah hayırlı ve sağlıklı ömürler nasip etsin. Bekir Yıldız abimiz gibi
insanların mahalli yönetimlerde değil aslında devlet yönetiminde yer
alması bizim en kalbi temennimizdir. Çünkü vizyon ve ufku olan Bekir
abi gibi insanların sadece yol ve köprü yapmak ya da alt yapı ve şehircilik
planlaması değil, ülkemizin geleceği ile ilgili Türk milletinin bekası
birliği ve mazlum coğrafyaların kaderini tayin edilmesi noktasında da
Türk milletine ufuk ve vizyon sunabileceğine inanıyorum.
Ben muhterem Bekir Yıldız abimize bundan sonraki hayatında sağlık
sıhhat ve hayırlı ömürler diliyorum.

144

BEKİR YILDIZ’la hatıralarım / Mustafa CABAT
1971 yılı. Kayseri Lisesinde okuyan bir gurup Liseli öğrenci beni
derneklerine davet ettiler. O tarihlerden çok önce Büyük Doğu Cemiyeti
bizzat Necip Fazıl tarafından kapatıldığı için (Kayseri Türk Ocağı 1967)
yazan tabelası altında dernek faaliyeti yürüten, eski Büyük Doğu Fikir
Kulübü’nün müdavimlerinden oluşuyordu. 1970 li yıllarda fikri
hareketlilik cemiyetin her kesiminde kendisini hissettiriyordu. Özellikle
öğrenciler arasında bir ideolojik arayış vardı ve Kayseri’de kendi
mecrasını bulmak için böyle bir arayış içinde olan gençlerin gidebileceği
birtakım mekânlar vardı. Türk Kültür Derneği, Yeniden Milli Mücadele
Birliği Derneği, Nurcuların evleri(dershane) gibi. Bunların hepsini
yoklamış bir öğrenci olarak ben de aradığımı bu küçücük, tamamı 20
metrekare bir odadan ibaret eski Müftülük binasının altındaki bu dernekte
buldum. Bu mekan, hem arayış içindeki bir öğrencinin sorularına cevap
verebilmiş, hem de bundan sonraki yaşantısına yön vermişti.
Benim bu mekanda tanıdıklarım arasında bir çırpıda sayabileceğim
kişiler: Ahmet Taşçı, Mustafa Dinçel, Özer Koç, Bekir Yıldız, Mehmet
Tekelioğlu, Abdullah Gül, Ziya Olgunharputlu, M.Fikri Tekelioğlu,
İbrahim Ulueren, Recep Bekarlar, Mehmet Biraderoğlu, Kenan
Kuzuimam, Fetullah Dinçsoy, Ahmet Gengeç, Fikret Karakaya, Akif
Özcan, Ömer Ulueren, Seyit Ali Kahraman, Recep Harman, Ali Taşçı,
Şükrü Karatepe ve adı aklıma bir anda gelmeyen daha birçok gencin en
belirgin özelliği, Büyük Doğu dergisini takip etmeleri ve ağırlıklı olarak
Necip Fazıl Kısakürek adında bir yazarın kitaplarını okumalarıydı.

145

Çoğu Kayseri lisesinden ve Kayseri İmam Hatip lisesinden, bir kısmı da
üniversite öğrencisi olan bu insanlar sosyal meselelere ilgi duyan
gençlerin sorularına tatmin edici cevaplar verebiliyordu. Hele hele Lisede
Felsefe Hocamız olan Ali Biraderoğlu’nun o mekanda seminerlerini
dinledikten sonra, sosyal olayları değerlendirişimiz, dünya görüşümüz,
yepyeni bir şekil aldı. Artık eşya ve hadiselere, tarihe, edebiyata Büyük
Doğu ekolünün penceresinden bakabiliyorduk. Zevklerimiz bile
değişmeye başlamış, popüler kültürün bize dayattığı müzik yerine yine o
mekanda Mustafa Bozyel’den musıkî dersi almaya, Osmanlıca
öğrenmeye, Mustafa Nuri Paşanın Netayiç-ül Vukuat adlı eserinden
Osmanlı toprak hukukunu incelemeye varıncaya kadar çeşitli konularda
eğitilmeye başlamıştık. Lise döneminde benim ilgi alanım kimya
olmasına rağmen lise ikinci sınıfta Ali Biraderoğlu’nun dersimize
girmesiyle birlikte meslek seçimim bile değişmiş, liseli bir gencin rol
modeli olarak seçtiği kişinin mesleği ve Üniversitesi benim yeni ilgi
alanım olmuştu. Nitekim 1974 yılında Üniversite Seçme Sınavında ilk
defa Üniversiteye giriş için tercih şartı getirilmişti. Benim o yıl yaptığım
4 tercih şöyleydi;
1-İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe
2-İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
3- İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji
4-İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji .
O yıl tıp fakültelerine çok rahat girebilecek puanla Felsefe bölümüne
kaydımızı yaptırmıştık. Çünkü o günkü anlayışımızda para kazanacak bir
meslek seçmek bizim nazarımızda vatan hainliği gibi bir şeydi. Nesiller
arası değişimi 15 yıl olarak kabul edersek 1943+15=1958 Birinci Nesil
Büyük Doğucular;1960+15=1975 İkinci nesil Büyük Doğucular artık
Türk Ocağı tabelası altında yetişmekteydi. Ciltlenmiş geçmiş yıllara ait
Büyük Doğu dergileri, Üstadın çeşitli yayınevleri tarafından basılmış
kitapları ve Anadolu’nun çeşitli illerinde verdiği konferansların tekerlekli
kasetlere kaydedilmiş sesi, bu mektebin yazılı ve sesli dokümanları olarak
bizim nesle hizmet vermekteydi. Görüntülü dokümanlarımız o tarihlerde
bizde mevcut değildi...

146

Bekir Yıldız’ı işte bu dernekte, bu ortamda tanıdım. Biz Kayseri
Lisesinde okurken o İstanbul’da Üniversite öğrencisiydi. Üniversiteye
girişimizde bana ve benim bildiğim bazı arkadaşlara destansı yardımlarını
unutmak mümkün değildir. O dönem yaşananları bizim çevreden
bilmeyen yoktur zaten. Arkadaşlarından herhangi birinin bir şeye ihtiyacı
var mı? Çözüm Bekir Yıldız’dadır. Bu ihtiyaç soyut bilgiden tutunda
spora , paradan bilek gücüne kadar hayatın her alanını kapsayacak çapta
geniş bir yelpazeden oluşmaktaydı. O; hiç yüksünmeden, yardım alanı
mahcup etmeden, asla incitmeden, kırmadan adeta suyun yatağını bulması
gibi arkadaşının talebini yerine getirmiştir. Birisi karate öğrenmek
istiyorsa onun yardımıyla öğrenmiş, kavgada yardım istemişse o yardım
mutlaka gelmiş, matematik problemi çözülecekse çözülmüş, statik hesabı
yapılacaksa yapılmış, aşka düşmüş bir arkadaş gezdirilecek, derdi
dinlenecekse dinlenmiş, gezdirilmiş ve bütün bunlar yardım alanda
ezikliğe yol açmadan yapılmıştır. Bazen yardım alan arkadaş kendisine
yardım edenin o olduğunu dahi bilmemiştir. O halde onun için şöyle
dememiz mübalağa olmaz; Fedakarlığın ve cömertliğin mücessem hali.
Şimdi Rahmeti Rahmana kavuşmuş olan abisinden bir vakıa dinleyelim;
‘İki yaşını bile doldurmadan babadan yetim kalan küçük Bekir babasının
ölümünden birkaç ay sonra üst üste yakalandığı zatürrelerden yediği
iğnelerden kurtulamamışken bir gece hastalığı daha da ağırlaşmış olarak
annesinin kucağında nefesi kesildi ve boynu yana düştü, öldü. Ev ahalisi
sabaha kadar feryat figan ağladılar. Sabah olunca küçük yavruyu
kefenlediler tahta tekerlekli bir at arabasıyla gömmek üzere taşlı topraklı
yoldan Yazır köyüne götürmeye başladılar. Bu sırada annesi ürpererek bu
kıpırdıyor diyerek kucağındaki yavruyu arabaya yatırdı. Arabayı süren
emmi atları durdurarak kefeni açtı “Bu yaşıyor!” diye bağırdı. Sevinçle,
hayretle geri döndüler, küçük Bekir adeta ikinci kez doğmuştu’.
Kim derdi ki bu yetim yavru ikinci doğumunda bu çetin hayat
şartlarından sıyrılarak Üniversite okumak için İstanbul’a gidecek, orada
talebe lideri olacak, “baba bekir” lakabıyla üniversite öğrencilerine
hamilik yapacak, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le tanışıp onun hasretini
çektiği gözü kara aksiyoncu gençlik örneklerinden biri olacak. Tekrar
memleketine dönünce İstanbul’da bulaşmadığı, MTTB yi de elinden
geldiği sürece uzak tutmaya çalıştığı particiler tarafından zorla bin bir
türlü ikna çabalarıyla 27 mart 1994 yerel seçimlerine sokularak
Kocasinan Belediye Başkanı seçilecek, üst üste dört kez Başkanlık

147

koltuğuna oturacak, beşinci kez adaylığına ve seçilmesine mani hiçbir
durum söz konusu değilken, üstelik “efsane başkan” unvanına sahipken
ben aday değilim diyerek koltuğu reddedecek, seçilmen garanti olduğu
halde niye aday olmuyorsun diyenlere; “Başımıza padişah mı kesildin
derler adama!” diyecek, kendini büsbütün hayır hasenat işlerinde istihdam
edecek bir konumda hayatını sürdürecek. Dünyayı tarasanız buna benzer
bir hayat yaşamış kaç kişi çıkar karşınıza?
Bir öğrencinin ya sayısal yönü güçlüdür, ya da kelimelerle ilişkisi. Bir
bakarsınız öğrenci Türkçe ve Sosyal derslerinden hep iyi sonuçlar alır
fakat Matematiği zayıftır. Ama bazısı da Edebiyatı, okumayı hiç sevmez,
Matematiği, Fiziği çok iyi yapar. Bekir Yıldız bu iki gurupta da çok
başarılı bir insandır. Okuduğu kitabı iyi tahlil eder, yazarının bin bir
çiçekten topladığı usareyi hemen kapıverir ve özümser. Matematikteki
başarısı zaten malumdur. Daha dokuz, on yaşlarında iken, çekirdek, gazoz
ve soğuk su sattığı, ayrıca sebze halinde kantar başında kasaları tartmakla
meşgul olan Bekir, bu yaşta üçer haneli rakamları kafadan çarpabilen
biri. Böyle pratik bir zekaya sahip. Nitekim bu zekası onu bir an yerinde
durdurmamış gerek çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Kayseri’de,
gerekse Üniversite tahsilini yaptığı İstanbul’da o zaman zarfına
sığmayacak ölçüde hayatın her alanını kapsayan çok çeşitli faaliyetlere
sevk etmiştir. Diyelim spor; voleyboldan, masa tenisine, koşudan,
basketboldan savunma sporlarına varıncaya kadar birçok dalda amatörce
başlayıp o sporun hocalığını yürütmeye kadar işi götürmüş, orada
kalmamış bizim arkadaşların çıkardığı Yeni Sanat dergisinin parasını
JuTaeKa adında bir spor dergisi çıkararak o derginin gelirinden
karşılamıştır.

Tiyatro ve Sinema ile uğraşması

148

Kayseri’de başlayarak İstanbul’a taşınmış, MTTB sinema kulübüyle
devam etmiştir. 1970 li yıllarda sinema piyasasında Marksist-Leninist
ideolojik anlayışta sinema filmi dışında film yapmak, haydi yaptın
sinemalarda gösterime sokmak neredeyse imkansızdı. Bekir Yıldız
kurduğu ekiple cep harçlıklarını biriktirerek bu işi de başardı.1975 yılında
Gençlik Köprüsü adıyla sinema filmi çekmekle işi profesyonel filmciliğe
kadar götürmüş oldu. Filmin dağıtımını yapacak şirketin fedaileri
silahlarını göstererek Bekir Yıldız ve ekibine karşı koymaya yeltendi.
Fakat bu sefer karşılarındaki kişinin kuru gürültüye meydan vermeyecek
biri olduğunu unutuyorlardı. Neticede filim dağıtıldı ve bayağı da ses
getirdi. Bir ara fotoğrafçılığa da merak salmış, MTTB’ye fotoğrafçılık
kulübü açarak Ara Güler adlı fotoğraf sanatçısını hoca olarak getirmiş
orada ders vermesini sağlamıştır.
Şimdi eski hatıralarımızı şöyle hafif fırça darbeleriyle resmetmeye
çalışalım; 20 Temmuz 1974&#39;te Kıbrıs Barış Harekatı başlamıştı. Biz
yukarıda bahsettiğim Kayseri’deki 20 metrekarelik derneğimizi (Türk
Ocağı) biraz büyütüp daha çok gence ulaşmak amacıyla M.T.T.B. Orta
Öğretim Komitesi açmaya karar verdik. Genel Merkeze müracaat ettik.
Genel Merkezden Abdullah Gül imzasıyla Orta Öğretim Komitesini
açmaya yönelik “yetki belgesi” benim adıma alınmış oldu. Eski
derneğimize göre epeyce büyük, bir binanın ikinci katında yaklaşık 45
metrekare bir büro kiraladık. Bu mekanda daha çok gence ulaşmak
maksadıyla ‘Üniversite Seçme Deneme Sınavı’ yaparak daha çok
ortaöğretim öğrencisine kendimizi tanıtmaya çalıştık . O sıralarda Kıbrıs
Barış Harekatı&#39;nın başlamıştı. Biz de M.T.T.B. Orta öğretim Komitesi
heyeti olarak o zamanlar merkezi Kayseri’de olan Doğu Menzil
Komutanlığını ziyaret ederek gönüllü olarak harbe katılmak isteğimizi
paşaya arz ettik, o da bize çay ikram ederken odasının penceresinden
aşağıdaki Ahmet Paşa İlkokulu’nu gösterdi. Size şimdilik asker olarak
ihtiyaç yok ama Okulda Kızılay’a kan bağışında bulunabilirsiniz! dedi.
Bunun üzerine tüm arkadaşlarımızla birlikte toplu olarak kan bağışında
bulunmuştuk.
Tuttuğumuz büronun hem kira parasını çıkarmak hem de geniş öğrenci
kesimine yeni derneğimizi duyurmak için paraya ihtiyaç vardı. Para da
bizim semtimize pek uğramayan bir nesneydi. Çözüm yine Bekir
Yıldız’daydı. Bize Kapalı Spor Salonu’nu kiralamamızı söyledi.
İstanbul’da Milli Türk Talebe Birliğinin Genel Merkezinde çalıştırdığı

149

sporcuları Kayseri’ye getirecek burada bir Karate gösterisi yapacak,
Kapalı stadda yapılacak gösterinin bilet satışıyla elde edilecek gelirden
hem stad kirası hem de derneğin kirası karşılanacaktı. Sonuç ne mi oldu?
Neredeyse başarıyorduk ama o gece Kayseri’de bir ilk yaşanmıştı.
Televizyon paket yayını bizim gösteriyle aynı gün ve saatlerde devreye
girmişti. Ahali aylar öncesinden Kayseri’de Televizyon yayını
yapılacakmış diye evlerine televizyon almış, bu olayı merakla beklerken
Şehirde televizyon yayını o gün başlamış, bizim Kayseri Kapalı Spor
salonunda yapacağımız faaliyete önemli bir darbe vurmuş, hasılat oldukça
düşük olmuştu ama yine de hiç olmazsa kiramıza çözüm getirmişti.
Birkaç hatıra da İstanbul’dan nakledelim; Üstad Necip Fazıl’ın 50.
Sanat yılı Jübilesi 23Kasım 1975 tarihinde M.T.T.B. genel merkezi
Konferans salonunda yapılacaktı. İstanbul’daki bu etkinliğe Kayseri’den
gelen bir otobüs dolusu gence yatacak yer temini gerekiyordu. Bizler
İstanbul’da bir bodrum katında daha önceki üniversite öğrencileri
tarafından kiralanmış birkaç nesil devrederek bize kadar gelmiş
Fındıkzade’de bulunan bir evde oturuyoruz. Bekir Yıldız Feriköy’de
Öğrenci Yurdunda. Kayseri’den konferansı dinlemek için gelen gençlere
ev ve yurttaki yataklarımızı terk ederek ,o zamanlar Çemberlitaş’ta
Yeniçeriler Caddesi üzerindeki Yahya Kemal Enstitüsünün bulunduğu
mekanın sol taraf köşesinde bulunan Milliyetçiler Derneğine hep birlikte
uyumak için geldik. Bir kısmımız alt katta tahtanın üstü 10 santimlik
süngerle kaplanmış genişliği en fazla 32 santimetre olan oturma yerlerine
sağ tarafımızı vererek yattık. Sırtüstü yatmaya çalıştığımız anda
kesinlikle yere düşüyorduk. Milliyetçiler Derneğinin tarihi binasının
kubbe altına tahta merdivenle çıkıp altında sünger olmayan kuru döşeme
tahtasında yatanlardan biri Bekir Yıldız’dı. Sabah yukarıda yatanlardan
Yaşar Karayel’in sesiyle tilki uykumuzdan uyandık;
-- Bekiiiir ! Bakkala zeytin almaya mı gidiyorsun, bana da bir sol
dizkapağı al!
Gözü karalığına misal mi arıyorsunuz işte bir hatıra daha;
Yine 1975 yılı galiba. Polis kesin emir almış Edebiyat Fakültesinin
karşısındaki Site Yurdu’nu tamamen boşaltıyor. Yurtta kalan solcu
öğrenciler yurdun girişine sıra ve sandalyelerden barikat kurmuş. Fakat
Polis Panzeri yurdun giriş basamaklarına tırmanıp iki üç darbeyle cam
çerçeve dahil barikatı yıkıyor ve içeri dalıp öğrencileri coplayarak polis

150

otobüslerine bindirip götürüyor. Bekir Yıldız’la ben de olay yerindeyiz.
Yurdun tam karşısında inşaat halinde olan bir binanın üçüncü katından bu
olayı seyrediyoruz. Solcu öğrenciler olayı dışarıdan seyredenlere daha
vahim olarak göstermek maksadıyla kana bulanmış beyaz bir çarşafı üst
kat pencerelerinden aşağı doğru sarkıttılar. Nihayet boşaltma işlemi
tamamlandı. Hemen hemen 10 Polis otobüsü dolusu öğrenci götürüldü
yurttan. Biz de inşaattan indik Bekir Yıldız MTTB’ye gitti, ben de
Fakülteye doğru seğirttim. Niyetim derse girmekti. Tam Edebiyat
Fakültesinin önüne gelmiştim ki ,o sırada küçük bir gurup solcu öğrenci
“Kahrolsun Faşist Polis” diye bağırarak Site Yurdu’nun boşaltılmasına
tepki koyuyordu. Hepsi 25-30 kişi olan bu gurup Veznecilerden Beyazıt
Meydanına doğru inerken nerdeyse 500 kişi oldu. Sultanahmet’e doğru
yürüyüşe geçtiler. Ben de kalabalığı görünce Nuruosmaniyeden hemen
MTTB’ye doğru koştum bir taraftan kalabalığı kontrol ediyordum.
Nihayet Divanyolu Caddesini II.Abdülhamid Han’ın Türbesinin önünden
itibaren polis panzerlerinin yolu kestiğini gördüm. Polis resmen
Sultanahmetten Gülhaneye sarkıp Vilayet Binasının önünde yurdun
boşaltılmasını protesto ederek dağılacak olan solcu öğrenci gurubunun
yolunu keserek, Tercüman gazetesinin eski binasının önünden MTTB’nin
önüne doğru kalabalığı yönlendirmiş, adeta o güne kadar hiçbir silahlı
olaya karışmamış ve karışmama kararında olan MTTB’yi kavganın içine
çekmek için zemin hazırlamıştı. Kendi gözlerimle şahit olduğum bu olay
bana gösterdi ki, anarşik ortamın bitmesi o zamanın Emniyet güçlerince
istenmiyor, bilakis körükleniyordu. Ülkenin ihtilale adım adım
hazırlandığının ipuçlarıydı bu olaylar. Koşarak geldim MTTB.’ye ,
arkadaşlara durumu anlattım. Binanın içinde bizim Kayseri’deki
arkadaşlarımızdan başka hemen hemen kimse yoktu. Başta Bekir Yıldız o
her zamanki soğukkanlılığıyla beni dinledi. İçeride kendimizi korumak
için hemen konferans salonuna girdik. Ben eski sandalyelerin birinin
bacağını sökerek elime aldım. Tabanca, tüfek gerçekten kimsede yoktu.
Fakat gelen kalabalık solcu gurup olaylara hiç girmemiş MTTB’de her
türlü silahın olduğu kanaatinde ve tedirginliğindeydi. Bekir Yıldız eline
ince bir demir çubuk almış kartal gibi bakışıyla gelen kalabalığı gözlüyor.
MTTB’nin bahçe kapısını sadece ikimiz bekliyoruz. Bina girişinin önüne
Polisler etten barikat yaptılar. Kalabalık daha gelmeden camlı kapıları da
kapattırarak 20-25 kişi büyük çoğunluğu Kayserili öğrencilerden oluşan
MTTB’li gençleri içeride tutmaya başladılar. “Kahrolsun Faşistler!”
sloganıyla kalabalık gurup MTTB binasına yaklaşmaya başladı. Bu arada

151

bir ses bombası büyük bir gürültüyle patladı. Ardından da yağmur gibi taş
yağmaya başladı binaya. Benim korku ve sinirden bacaklarım titriyor o
sırada Bekir Yıldız’a göz ucuyla bakıyorum, en ufak bir korku emaresi
yok, elinde demir çubuk, dikkatli gözlerle kalabalığı takip ediyor. Bu
arada taşlar bahçede bulunan ikimizin üstüne de yağmağa başladı.
Dayanamadım; -Abi biz de girsek mi Trafik Müdürlüğünün kapısından
binaya? dedim. Tamam, girelim! dedi ve girdik. Koridordan geçerek
MTTB başkanının odasına baktık. Dışarıdan atılan taşlar camları kırıp
içeri düşüyordu. O zamanki Başkan Abit Özmen adında tıp fakültesinde
okuyan Konyalı bir arkadaştı. Gelen taş yağmurundan korunmak için
geniş makam masasının altına girmişti. Merdivenlerden aşağı inerek
MTTB’nin ana giriş camekanlı kapısına geldiğimizde dışarı çıkıp
solcuların üzerine hücuma kalkan guruptan iki kişi ilk bakışta göze
çarpıyordu Abdullah Gül ve Yaşar Karayel. Fakat polis barikatına takılıp
üstelik daha o yaşta arkası açılmış kel kafasına cop yiyen Yaşar Karayelin
kafasının ancak çizgi filmlerde görebileceğiniz gözle takip edilebilen
şişmesini hayretle seyrettim. O hengamede Bekir Yıldızın sel gibi akan
kalabalığa karşı hiç telaşlanmadan kale gibi duruşu ve MTTB nin olaylara
karışması için yapılan bu provokasyona ustalıkla karşı koyup binadaki
ufak tefek hasarla atlatmayı temin edişi -tabir tam yerinde- mangal gibi
bir yürek taşıdığının şaşmaz delilidir.

152

1970 yılından başlayarak 1980 yılının 12 Eylül’üne gelinceye kadar
Türkiye’nin darbeye adım adım hazırlandığı o hengamede anarşizmin
zirveye çıktığı İstanbul şehrinde bir sabah Hürriyet gazetesinin
sürmanşetten verdiği fotoğraflı bir haber bizi endişeye düşürmüştü.
Gazete güya anarşiyi önleme adına “Çatışan Öğrencilerin Liderleri
olayları tartıştı” manşetiyle çıkıyor, manşette sağcı ve solcu öğrenci
liderlerinin fotoğraflarını koyuyordu. Bekir Yıldız’ın fotoğrafları
manşetteydi. Bugün arşivden bu gazeteyi okuyan birisi -Eee ne var bunda
!- diyebilir. Fakat o tarihlerde İstanbul’da üniversite öğrencisi olan herkes
bilir ki manşete çıkmak hedef haline gelmek demekti. Hürriyet Gazetesi
öldürülmesi gerekli kişileri ilan ve ifşa etmiş oluyordu o haberle. O
hengameden Bekir Yıldız’ın sağ kurtulmuş olması kendisini tanıyanlarca
bilinir ki Allah’ın bir lütfûdur.

29/Ocak/1976 Hürriyet gazetesi manşeti

153

Bekir Yıldız, Üniversite’ye Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümünde
başlamış, aynı bölümden mezun olan Mustafa Miyasoğlu’nun
Türkiye’nin uzak bir ucuna şu kadar maaşla tayin edilişini kendisinden
dinledikten sonra mezun olunca alacağı maaşı öğrenmiş, kendisi ilkokul
çağlarından beri hem çalışmak hem okumak zorunda kaldığı için o an,
çalıştığı özel işyerinin yarısından az bir maaşla Türkiye’nin bir ucuna
öğretmen olarak tayin edilme fikri kendisine mantıksız gelmiştir. Bir
anda, karar vererek Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümü öğrenci işlerine
gidip kaydının silinmesini istemiştir. Öğrenci işleri şefinin kaydını
sildirmesine gerek olmadığına ikna çabaları sonuç vermemiş okulla
alakasını tamamen keserek tam da kendisine yakışır biçimde gemileri
yakarak üniversite sınavına yeniden girmiş ve İDMMA Galatasaray
İnşaat Mühendisliğinden mezun olmuştur. Ta ilkokul çocukluğu
döneminde Kayseri halindeki kantarın başında, kantarın üstüne konan
meyve sebzenin kilosunu ve fiyatını; yani üç haneli iki sayıyı hesap
makinelerinin bile sadece bankalarda olduğu bir devirde zihinden
çarparak söyleyen bir zekaya sahip olan Bekir Yıldız için mühendislik
zorlanmadan edindiği bir meslek olmuştur. Üniversite yıllarında faaliyette
bulunduğu birbiriyle alakasız işleri göz önüne alırsak aslında mühendislik

154

mesleği bir gencin tüm vaktini, enerjisini, doldurması gerekirken o;
M.T.T.B de sporun hem de altı dalında müsabıklık, hocalık, talebe
yurtlarında koordinasyon ve talebe yerleştirmek, MTTB mensubu
gençlere Türkiye’nin muhtelif bölgelerinde spor ve eğitim kampları
organizasyonu

Bekir Yıldız’ın Kayseri’de Kayseri Büyük Doğu gençliğine yaptırdığı
kamptan bir görüntü. Sağ çadır direğinin altındaki Bekir Yıldız, sağ başta
ayaktaki gözlüklü Mustafa Cabat , Bekir Yıldızın solundaki Şükrü
Karatepe, sol ayaktaki gözlüklü M. Fikri Tekelioğlu onun solundaki
Abdullah Gül.
maişet temini için bir işyerinde çalışmak gibi eylemleri de bir arada
zorlanmadan yürütmüştür. Nitekim mesleğini yapmaya başladığı
bürosuna inşaat mühendisi birçok arkadaşının statik hesaplarını kendisine
yaptırmak üzere geldiğine şahit olmuşuzdur.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in fikirleriyle tam bir Büyük Doğucu
olarak yetişen Bekir Yıldız onun sağlığında kendisine birçok yönden
hizmet etmiştir. Özellikle MTTB ile Üstadın organik ilişkisini Bekir
Yıldız ve Abdullah Gül kurmuşlardır. Konferanslarında ve Üstad adına
düzenlenmiş gecelerin baş organizatörü odur. Üstadı lise döneminden
kitaplarıyla tanıyan onun fikirleriyle beslenen Bekir Yıldız, MTTB’deki
faaliyetleri sırasına MTTB’yi fiilen ve fikren ele geçirmek üzere
hazırlanan her türlü hamleyi savuşturmasını bilmiştir. O yıllarda Albay
Muammer Kaddafi’nin Türkçeye Tercüme ettirip gönderdiği bir gemi

155

dolusu Yeşil Kitap ve İslam Sosyalizmi türünden diğer ilkel düşünce
kitaplarını gençlerin eline geçmeden imha ettirmiş, İran İslam Devrimi
adı altında pazarlanan CIA operasyonunu, gençlerimizden uzak tutmak
için çabalamıştır. Malum adının önüne İslam konulan her sahte oluşum bu
ülkede kolayca pazarlanabiliyor. Bir ara Kur’anı musavver (Resimli
Kuran) adında sapık İran düşüncesini ihtiva eden Kuran fasikülleri
dağıtmak gibi faaliyetleri en azından MTTB’li gençlerden uzak tutmak
için gayret etmiştir. Sahte tarikatçısından reformistine, deistinden
rasyonalistine, mezhepsizinden ateistine varıncaya kadar gençlere
empoze edilmeye çalışılan sapık görüşleri Büyük Doğunun şaşmaz ehli
sünnet ölçüsüyle değerlendirerek gençlerin beslenmesi gereken ana
kaynağı onlara göstermeye uğraşmıştır.
Üstadın vefatından sonra onun okunması için gayretini, desteğini,
heyecanını hep sürdüre gelmiştir, emeğini ve parasını hiç esirgememiştir.
Bekir Yıldız’ın en karakteristik özelliği pratik bir insan oluşudur. Eline
aldığı herhangi bir işi en rasyonel yoldan pratik olarak çözüme
kavuşturmasıyla bilinir. Hayatın her alanına ait çözülmez zannedilen
problemler onun elinde en makul biçimde çözüme kavuşur. Bu özelliği
belki de küçük yaşta hayatın tüm sıkıntılarını omzunda hissetmiş
olmasının kazandırdığı bir özelliktir. Bir eski arkadaşı olarak siz nasıl
tanımlarsınız onu? diye sorarsanız, bana göre o; Üstad Necip Fazıl
Kısakürek’in Özlediğimiz Neslin Vasıflarını sayarken belirttiği eşya ve
hadiselere tahakküm ve onları tasarruf mizacına sahip, gözükara, fedakar,
aksiyoncu, güzel ahlakî ilkelerin hemen tamamını özünde toplamış,
yaratılmışı Yaratandan ötürü seven, son derece ihlaslı, dostunu ölümüne
savunan, düşmanlarının korktuğu ama karakterinden ötürü saygı duyduğu,
eşya ve hadiselerin perde arkasını kavramaya müsait zekaya sahip bir
Büyük Doğucu’dur. Karakteri , tarihi şahsiyetlerden Barbaros Hayreddin
Paşa’ya benzer. Nefsine paye vermeyi sevmez, ama koca ülkeleri zapt
ederek padişahın emrine verir. Duamız odur ki; Allah onun gibi insanların
sayısını artırsın.
Bekir Yıldız çocukluğundan yaşlılık dönemine kadar bulunduğu ortamın
tabii lideridir. İlkokuldan itibaren lise bitene kadar sınıf başkanı doğal
olarak o dur. Bunun için bir gayreti mi var diye akla gelebilir. Hayır,
yoktur! Ama doğal olarak o dur. Ebeveynler üniversiteye gidecek
çocuklarını ona emanet ederler. Bilirler ki böyle bir karakterden asla

156

kötülük gelmez. Koruyuculuk görevini de icabında hayatı pahasına yerine
getirir. Nitekim MTTB bünyesinde Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden
gelen gençler doğal olarak onun etrafında toplanırlar çünkü o doğuştan
liderdir. M.T.T.B. Spor Kulübü Başkanlığı yaptığı dönemde 6 branşta
Türkiye çapında müsabakalara katılarak ödül almıştır. Üniversite
talebeliği süresince vaktinin çoğunu MTTB’de faal olarak geçirmiştir.
MTTB’nin yeni başkanını seçmek için 3.8.1975 tarihinde toplanan
53.genel kurulunda o zamana kadar tek listeyle seçimlere gidilirken o yıl
ilk kez üç adayla seçimlere gidiliyordu. Birincisi Erenköy cemaatinin
desteklediği Rüştü Ecevit, ikincisi MSP nin desteklediği Mustafa Öztürk,
üçüncüsü ise Büyük Doğucuların adayı Bekir Yıldız. Bu durumda kim
kazanır başkanlığı? MTTB. denince o zamanlar İstanbul ve tüm
Anadolu’da akla gelen ilk isim Bekir Yıldız’dır: dolayısıyla onun
listesinin dışında herhangi bir listenin seçilme ihtimali yoktur. Öteden
beri gözünü MTTB’ye dikmiş olan parti teşkilatı tamamen ele geçirmek
için tüm gücüyle çalışmakta ve bu genel kurula Koalisyon hükümetinin
içişleri bakanı Oğuzhan Asiltürk’ü göndermektedir. MTTB’nin
misyonunu MSP’nin gençlik kolları gibi olmanın çok üstünde gören Bekir
Yıldız partinin yönetimi almasına müsaade etmemiş, fakat kendi misyonu
olan Büyük Doğu fikriyatının MTTB ve bütün Anadolu’ya hakim olma
idealine bizzat Üstadın “Sen çekil Bekir!” demesi üzerine Üstada
bağlılığının nişanesi olarak ikiletmeden çekilmiştir. Kongre günü eski
başkanlardan Ömer Öztürk Üstadı Erenköy’deki evinden arabasına alarak
genel merkeze kadar getirmiştir. Arabasında Üstada neler söylediğini
bilmiyoruz.(Tahmin etmek pek güç değil.) Sonra Üstadın çekil demesiyle
kongreyi terk eden Bekir Yıldız’ın yerine Erenköy cemaatinin temsilcisi
olan Rüştü Ecevit genel başkan seçilmiştir. Tabii Bekir Yıldız ve
Listesindeki birçok isim listeye dahil edilerek ve kendisine ve listesindeki
Yaşar Karayel’e Genel Merkez icra Konseyi Başkanlığı gibi birtakım
unvanlar verilerek. Bundan sonra ne yazık ki seçilmek için Üstattan
yardım alan ekip, Üstadın ayağını MTTB’den kesmek için elinden geleni
yapmıştır.
Mayıs 1977 yılı Üstad MHP’yi destekleme kararı almış ve bunun sonucu
olarak Kayseri’ye MHP’nin meydanda yapacağı mitingde konuşma
yapmak üzere gelecekti. Ben kendisinden bir gün önce Kayseri’ye geldim
ve Üstadla telefonla konuştum. Bana talimatı şu şekilde oldu;
“Arkadaşlarına söyle beni havaalanında karşılamaya gelin. Beni sakın

157

partililere bırakma!”. Çözüm gene Bekir Yıldız’daydı, ona talimatı
anlattım, hemen duruma el koydu. Afiş, pankart , otomobil ne lazımsa
hazırlattı. Bizim aileye ait siyah Opel (Kapitan) marka otomobilin ön
kaputunun üzerine Mehmet Kasap’ın annesine dokuttuğu Büyük Doğu
amblemli halıyı örttük. Üstadın elle çizilmiş portrelerinin bulunduğu
afişleri temin edebildiğimiz arabalara yapıştırdık, elimize de Bekir
Yıldız’ın kamp çadırlarının üzerine astırdığı Kayseri Büyük Doğu
gençliği yazılı bez pankartı da elimize alarak havaalanında ülkücü gençlik
yazan pankartın tam karşısına mevzilendik. Sayımız particilerden hiç de
aşağı değildi. Particilerin Üstada verdiği çiçeği Üstad bana verdi ve
nerede arabanız? dedi. Koluna girdiğim gibi Rafet Cingil’in Pejosuna
Üstadı bindirdim. Bizim konvoya Siyah Opelle yol vererek havaalanından
Turan oteline geldik.

Büyük Doğucuların konvoyu
partililerden ayrı olarak havaalanından Otele doğru hareket
ediyor.17.5.1975

158

17.5.1975 Erkilet havaalanında Üstadı Karşılama konvoyu.
Partililerin şaşkın bakışları arasında üstadın sağında Bekir Yıldız
solunda ben Rafet Cingil’in Pejosuna Üstadı bindirirken. Direksiyondaki
Rahmetli Ali Pehlivanoğlu.
Bu organizasyon da Bekir Yıldıza aitti ve Üstad bu organizasyonu çok
beğendi. Ertesi gün İskender Kebap salonunda partinin milletvekili
adaylarıyla ve Alpaslan Türkeş’in mihmandar olarak Üstadın yanına
taktığı Taha Akyol’la öğle yemeği yedik. Ben hesabı ödeyerek lokantadan
aşağı indim, benim siyah Kapitan’a Üstadı bindirerek otele götüreceğim.
O sırada Taha Akyol bana partiye kaydolmam teklifini yaptı. Ona; Bak
kardeşim bizim partiler hakkında görüşümüz belli! Üstad Büyük
Doğularda bu konuyu yazdı “Bize parti yoluyla zuhur planı açılmamıştır.

159

”diye. Onun için bizim arkadaşların hiçbiri böyle bir şeye tevessül etmez,
boşa uğraşırsınız! dedim. Nitekim Üstadın parti hakkındaki kanaati
şöyledir;
* Parti, vatanımıza millî bir mahsul değil, Avrupa’lı bir mamul olarak,
Abdülaziz devrinde girer. Topkapı Sarayında, asil Bağdat Köşkü’nün
yanında, ‘Barok’ ve ‘Rokoko’ biçimi Mecidiye Kasrı’nın zuhuru gibi...
* Teftişsiz ve hasımsız taklit yoluyla bizi şahsiyetimizden etmek ve
içimizden yemek isteyen Batı’nın maddî ve manevî emperyalizmasına
yararlı fesat iklimini kurdurma ve kurucularını teşkilatlandırma işi
olmuştur bizde parti...
* Oltasının ucundaki yem de, yutanı ebediyen sersemletmeye yeter, ayağa
düşürülmüş ve hakikatleri tepetaklak edilmiş iki zavallı mefhum:
Hürriyet, Medeniyet...
*Sırayla “Genç Osmanlılar” dan başlayarak “İttihat ve Terakki”,
“Hürriyet ve İtilaf”, “Cumhuriyet Halk Partisi”, “ Demokrat Parti”,
“Adalet Partisi” ve daha nice küçük dallarıyla bizde parti, Avrupalı’nın
tebeşirle yere çizdiği, tavuk hapishanesine benzer bu sihirli dairenin
dışına çıkamamış ve Türk’ün ruh köküne bağlantı kuramamıştır.
*Üstelik, gününü gün etmeğe bakan cüce politika esnaflığı ve tam bir
dünya görüşü yoksunluğu...
*Bizde parti böyle gelmiş ve bir gün topyekûn hesabı görülünceye dek
böyle gidecektir...
Tarih 18.5.1977 İskender Lokantasındaki yemekten sonra Üstad Büyük
Doğu fideliğinin yeni adı olan Söğüt Fikir kulübüne gelmiş, Ali
Biraderoğlu’nu sormuştur. Halbuki o, Üstadın parti mitingine katılmak
üzere Kayseri’ye geleceğini öğrendiğinde Üstadın kendisini soracağını
bildiğinden hiçbir işi yokken Ankara’ya gitmiştir. Arkadaşlar Üstada Ali
abinin Ankara’da olduğunu söylemişlerdir. Ali Biraderoğlu böylelikle
hem Üstad Kayseri’de iken yanında olmayışının bahanesini bulmuş, hem
de Üstadın Türkeş’le beraber hareket etme fikrine karşı olduğunu da
ona hatırlatmış oluyordu.
1976 yılında İDMMA. Galatasaray Mühendislikten İnşaat mühendisi
olarak mezun olan Bekir Yıldız nihayet kurşun yemeden, kalleşçe arkadan

160

vurulmadan, sinsice trafik kazası süsü verilerek yok edilmeden
Kayseri’ye dönme kararını verdi . Gerçekten tek başına okul basan, önüne
kattığı solcu öğrencileri çil yavrusu gibi dağıtan, sinema filmi sektöründe
faaliyet gösteren yeraltı dünyasının adamlarına racon kesen Bekir
Yıldız’ın gürültüsüz patırtısız memleketine dönmesi sadaka verilmesi ve
kurban kesilmesi gereken büyük bir olaydı. Bursunu ödemek üzere
girdiği Bayındırlık Bakanlığı Yapı İşleri 7. Bölge Müdürlüğü&#39;nde &#39;kontrol
mühendisi&#39; olarak çalıştı. Bu süre içinde Türkiye&#39;de meydana gelen
depremleri inceleme imkanı buldu . Askerliğini İzmir Gaziemir&#39;de
Ulaştırma Teğmeni olarak 1978 yılında tamamladı. Askerlik dönüşü
Erciyes Üniversitesi Yapı İşleri Daire Başkanlığı&#39;nda çalışmaya başladı ve
Üniversitenin ilk binaları onun elinden vücut bulmaya başladı. Daha
sonra müteahhit ve inşaat mühendisi olarak Kayseri ve ilçeleriyle birlikte
Mersin, Antalya, Ankara ve İstanbul’da birçok yapıda görev aldı.
Özellikle Kayseri’de Kooperatif evlerinde bitmek tükenmek bilmez
suiistimal ve hırsızlıkları çözmede gene en etkili isim oldu. Birçok dar
gelirli insan onun müdahale ve çözümleri sayesinde ev sahibi olabildi.
İnşaat ve Kooperatif anlaşmazlıklarının çözümünde Bekir Yıldız adı en
güvenilir, adalet terazisi şaşmaz hakem ve çözülmez problemlerin
aranan baş kişisi oldu.
Ocaktan yetişmiş Büyük Doğucu olarak o da siyaseti zerre kadar aklından
geçirmiyorum, kesinlikle düşünmüyorum demesine rağmen particilerin ve
gönlünü kırmak istemediği bazı kimselerin ısrarıyla belediye başkanlığına
aday oldu. Particilerin yaptırdığı araştırmalarda yüzde 10-12 civarında oy
oranlarının bulunduğunu ancak yeni yüzlerle bu oranın aşılabileceği
seçimlerde başarılı olabilmek için yüzde 30&#39;ların yakalanması gerektiğini
Kayseri&#39;de rencide olmamış, yolsuzluğa bulaşmamış, güvenilir, sevilen,
saygı duyulan insanlar sayesinde bu başarının yakalanabileceği,
Belediyeleri CHP’nin elinde bırakmanın vebalinin büyük olacağı…vb.
türden yapılan ısrarlı konuşmalar ve baskılar neticesinde 27 Mart 1994
yerel seçimlerinde Refah Partisi’nden Kocasinan Belediye Başkanı
seçildi. 18 Nisan 1999 Yerel seçimlerinde de Fazilet Partisi&#39;nden 2. kez
başkan seçildi. 28 Mart 2004 Mahalli İdareler seçiminde yüzde 70&#39;e yakın
bir oyla Adalet ve Kalkınma Partisinden 3. kez belediye başkanı seçildi.
29 Mart 2009 tarihinde yapılan mahalli idareler seçimlerinde %51,6 oyla
dördüncü kez Kocasinan Belediye Başkanı seçildi. Halen Yamula
Barajı&#39;nı yaptıran Kayseri ve Civarı Elektrik Üretim A.Ş. (Kepsaş)

161

Yönetim Kurulu Başkanlığı&#39;nı yürütmektedir. İnsan bir makama şeref
kazandırırsa, makamı bıraksa da “şerefi” onunla kalır. O bugüne kadar
hangi makama gelmişse o makama gerçekten bir değer kattı. Günümüzde
işgal ettiği makamın büyüklüğünü kaldıramayan, altında ezilen sürüyle
insanın varlığını hepimiz biliyoruz. Bir makamın kendisine bu kadar
yakıştığı, şahsının makamından çok büyük olduğu kaç insan bulabiliriz
acaba bu ülkede?
Belediye başkanlığı döneminde gene birçok ilki gerçekleştirdi. Pratik
zekasının ürünü olarak bir yaşlı kadının yoldan kaldırıma çıkarken
yaşadığı zorluğu gözlemlemesi ile Belediye fen işleri Müdürüne verdiği
ilk talimat; Şehrin kaldırımlarını, yollarını insani boyutlara getirin! oldu.
Neredeyse 50 cm.yi bulan şehir kaldırımlarının rahatça bir yaşlının
çıkabileceği ölçülere getirilmiş olması göze pek görünmeyen fakat bir
beldeyi yaşanabilir kılan basit ama etkisi büyük bir icraattı. Çünkü insani
boyut fikri o günden sonra belediyenin her türlü imalat ve icraatında
hayata geçirilmişti.
O tarihe kadar Kayseri’de rastlanmamış bir olay daha yaşanmıştı. Şehir
merkezinde Kurşunlu Camiinin hemen kuzeyinde çok katlı betonarme
yapının iki katı imara aykırı boyutu sebebiyle yıkılıyordu. Uygulama
neticesinde şu ortaya konuyordu ki partilimiz, ahbabımız, yakınımız, her
kim olursa olsun hakkının dışına çıkıp kamu malına çökerse Bekir
Yıldız’da onun tepesine çöker. Şu mekan şu mafyaya ait, bu ihale falanca
mafyanındır gibi laflara asla kulak asmadan, yanına koruma falan
almadan direkt o mekana tek başına giderek icap ederse hayatı dahil zerre
kadar pervası olmadığını, bir işi çözmeye karar verdiğinde önünde hiçbir
engel tanımayacağını şov mov yapmadan, makam mansıp kullanmadan,
reklam etmeden mangal gibi yüreğinin gücüyle âleme göstermiş oldu. Ve
Kayseri onu o kadar sevdi ve benimsedi ki Bekir Başkanın olduğu yerde
adaletsiz iş yapılmaz anlayışı zihinlere kazındı. Tüm Türkiye’de
gecekondusu yıkılmasın diye çocuğuyla birlikte dama çıkarak iş
makinasının çalışmasına mani olma, polise zabıtaya taş atma eylemlerine
alıştığımız görüntüler yerini, eline balyozu alıp kendi gecekondusunu
yıkan insanlara bırakmaya başladı. Bu da Bekir Yıldız’ın başlattığı
ilklerden biriydi. Halk biliyordu ki Bekir başkan kendilerini mağdur
etmez, bir işe el attı mı o iş insanların hayrına gerçekleşir.

162

Nitekim Başkan seçilince imar müdürlüğüne getirdiği gönüldaşımız
mimar Mehmet Kasap onun Başkanlık dönemini ve farkını şöyle belirtir;
“Yapılan işlere bakın talep şehrin falanca zengininden mi gelmiş, yoksa
dar gelirli sıradan bir vatandaştan mı? Talep halktan geliyorsa yapılan iş
Belediyeciliktir. Bu talep büyük bir işyerinden geliyorsa ranttır. Bekir
Başkan daima vatandaş talepleriyle ilgilenmiştir!
Kentsel dönüşümün bugün kanunu var kitabı var. Biz bu işe 1995 yılında
Barbaros Mahallesinde başladık. Başarabileceğimize Meclis üyeleri dahi
inanmadılar. TOKİ, Barbaros’ta yaptığımız Kentsel Dönüşümü incelese
bizden çok şey öğrenir.”
Dünya Bankası tarafından da “Örnek kentsel dönüşüm uygulaması”
olarak bu uygulamalar ödüle layık görüldü. Bugün Türkiye’de gecekondu
sorunu olmayan tek il Kayseri’dir.
Sadece konut üretimi değil, esnaf siteleri projeleri ile oto galericisinden,
hurdacısından, dökümcüsünden, matbaacısından, oduncusundan
marangozuna, mobilyacısına varıncaya kadar birçok küçük esnaf, hayal
bile edemezken onun sayesinde dükkan sahibi olmuştur.
Etrafı dikenli tellerle, olmadı demirlerle, sonra da duvarlarla çevrilmiş
olan park yerleri partilerin müsamahası hatta müdahalesiyle birtakım
karanlık işlerle meşgul kişilerin işletmeleri haline gelmişti. Bekir Yıldız
onların elinden yine bilek ve yüreğinin gücüyle bu alanları alarak
duvarları ve çitleri yıktı, halkın istifadesine sundu. Aynı şekilde Cafelerin
o zamana kadar sağlanamayan denetimleri onun sayesinde denetim altına
alındı.
Bütün bu işleri saymasak bile Kayserinin denizi denilen ve dünya
çapında bir proje olan Yamula Barajının yapımı onun ufkunun genişliğini
gösteren ilklerden biri daha oldu. 115 metre Yüksekliği 85.30 km2 Göl
alanı ile Kızılırmak nehrini çeviren bu proje Cumhuriyet tarihi boyunca
Kayseri’ye hem mali açıdan hem de cüsse açısından yapılan en büyük
projeydi.

163
Yamula barajına havadan bakış.

Bekir Yıldıza göre: Beden Eğitimi, vücut sağlığını güçlendirmek ve
psikolojik sağlığı korumak amacıyla araçlı ya da araçsız olarak yapılan
hareketler bütünüdür.
Spor ise; belirli kurallara ve tekniklere uyularak yapılan, bedensel
gelişmeye yararlı, eğlenmek ve yarışmak amacı da bulunan beden
hareketlerinin tümüdür.
İkisinin birbirinden farkı; beden eğitimi, bireyin beden ve ruh sağlığının
gelişmesi için yapılan hareketler bütünü iken, sporun ise fertlerin beden
ve ruh sağlığını geliştirmesi yanında, belli kurallara göre rekabet ölçüleri
içinde mücadele etme, yarışma ve üstün gelme amaçlarını da içermesidir.
Beden eğitiminde yarışma amacı, seyir amacı, reklam amacı yoktur. Ama
sporda bunlar vardır. Bekir Yıldız’ın hayatında yoğun bir yer kaplamış
olan spor onun anlayışında bir kurallar manzumesidir. Türkiye’nin ilk

164

karate hocası olan Bekir Yıldız aynı zamanda voleybol, güreş, karate,
masa tenisi ve dallarında dereceler yapmış usta bir sporcudur. Spor
yaparak kurallı yaşamak hayatın diğer alanlarına da yansır. Kişi hayatında
yoğunlaşmayı, ölçüyü, kuralı böyle öğrenir. Bu anlayışını Belediye
Başkanlığı döneminde İlçesindeki mahallelerde uygulamaya koymuştur.
Uyuşturucu ile mücadele etmek amacıyla bir proje tasarlar . Projenin
birinci ayağını belirli özelliklere sahip bir spor salonu inşa etmek teşkil
eder. İlk olarak Yenişehir Mahallesi spor salonunu mahallelinin hizmetine
sunarak birer birer diğer mahallelere de bu tesisleri yapmaya devam
etmiş, bu binaların işletme giderlerini hayırsever bir işadamına
karşılatarak projenin ikinci ayağını da gerçekleştirmiş, böylelikle
mahallenin çocukları tiner çekme, birbirini bıçaklama, hırsızlık yapma
işlerini bırakarak sporla uğraşmış ve neticede uluslararası alanda
şampiyon sporcular bu tesislerden yetişmeye başlamıştır. Emniyet
Müdürlüğü ile işbirliği yaparak uzman polis memurlarından tesislere spor
hocaları getirterek, gençleri bedenen ve zihnen geliştirmeyi, eğitmeyi,
yetiştirmeyi başarmıştır. Bugün bu mahalle tesislerinden uluslararası
müsabakalarda şampiyonluk elde eden sporcu gençler çıkmaktadır.
1955 yılından bugüne kadar devam eden Çin’in Doğu Türkistan
zulmü yeryüzünde bilinen zulümlerin en acı örneklerinden birini teşkil
etmektedir. Uygur Türklerinin yaşadığı, Orta Asya’nın tam da ortasında
bulunan, önemli kömür ve petrol kaynaklarını barındıran ve Çin’in Batıya
açılan çıkış kapısı olan bu alanda uzun yıllardır Çin mezalimi
yaşanmaktadır. Çinliler tarafından bölge halklarının dinlerini yaşamaları,
dillerini kullanmaları ve kültürlerini yaşatmaları engellenmektedir.
Aslında Çin hükümetinin baskısı altında tutulan Doğu Türkistan’da esas
amacın bölgeyi Müslüman Uygur Türklerinden arındırmak, onları yok
etmek olduğu açıktır. Doğu Türkistan, Uygur Türklerinin çoğunlukla
yaşadığı bir bölgedir. Ancak bu durum Çin için bir tehdit olarak
algılanmaktadır. Bu tehdit karşısında nüfus politikası benimseyen Çin,
düzenli bir şekilde bölgeye Çin vatandaşlarını yerleştirmeye başlamıştır.
Hatta son zamanlarda Türklerdeki aile kavramını tahrip etmek için her
Doğu Türkistanlının evine bir Çinli almak mecburiyeti getirmiştir. Asıl
amacı bölgedeki Uygur Türklerinin varlığını ortadan kaldırmak olan
Çin’in diğer bir amacı ise bölgeyi tamamen Çin Devleti’nin yönetimine
bırakmaktır. Küreselci oligarkların ABD yi terk ederek hedefledikleri
yeni üsleri olan dijital diktatörlük Çin Devleti için insan hayatının tavuk

165

kadar değeri yoktur. Kendi şeytanî planlarını ve uygulamalarını dış
dünyaya anlatabilme potansiyeline sahip her canlıyı telef etmek onların en
önemli vazifesidir.
Çin zulmünden kaçmayı başarabilen Doğu Türkistanlı 500 aile en son
Tayvan’a sığınmış, Tayvan devleti, Çin’in kendilerine teslimi için
yaptıkları yoğun baskıya dayanamamış bunları tam Çine teslim
edeceklerken Bekir Yıldız’ın olayı takibi neticesinde o zamanın
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, hanımıyla Tayvan’a giderek bu 500
aileyi uçakla Kayseri’ye getirmiştir. Bekir Başkan bu Türkleri geçici
barınaklara yerleştirmiş, Şeker fabrikasının boş arazilerini bunlara tarım
alanı olarak tahsis ettirmiş, daha sonra Fabrikaya o arazinin lazım olması
üzerine bir kısmı İstanbul’a giden bu insanlara Akin köyünün ilerisinde
tarım yapabilecekleri bir arazi temin edilmiştir.

Bekir Yıldız Doğu Türkistan Cemaatiyle

Bekir Yıldız’ın dünya yolculuğu, kah kendi çevresinde , kah yurdun uzak
bir köşesinde, kah kuzey Afrika’da mazlumlara, yetimlere, garibanlara

166

kol kanat gererek, dertlerini, sıkıntılarını gidererek halen sürmektedir.
Tahmin edileceği gibi, torun severek, tatil yaparak geçireceği zaman
bulmakta bir hayli sıkıntı çekmektedir. Allah yolunu açık, gayretini daim
etsin.

Kudüs,Mescid-i Aksa ziyareti

167

SPORCUNUN AĞABEYİ BEKİR YILDIZ/ HASAN KELEŞ - A
MİLLİ TAKIMI TEKWANDO BAŞ ANTRÖNÖRÜ- GENEL
KORDİNATÖRÜ
2014 yılında ipeksi dokunuşlarla sokaktan madalyaya uzanan eller
projesine Emniyet Müdürlüğümüzle katılma kararı verdik. O dönemde
Kayseri PMYO da görevli idim. Şu anki gibi tekvando amirliği takım
antrenörlüğü devam etmekteydi. Sancaktepede oturan genelde doğudan
göç almış dezavantajlı gurup saydığımız gençlerimize yönelik tamamen
ücretsiz ve her türlü ihtiyaçlarının kendim tarafımdan karşılanan
Cumartesi Pazar günleri kurs düzenledim. Bunu bir proje haline getirmek
için yazılı hale getirdim. Projenin paydaşları hedef gurubu amacı hepsini
çok ayrıntılı bir şekilde yazdım bu güne kadar dört dünya 6 Avrupa a
milli takımla birlikte Dünya ve Avrupa şampiyonluğunu elde etmenin tüm
mutluluğunu yaşadım. Artık bu gençlerimize sahip çıkarak vatana millete
bayrağa aşık, annesine babasına saygılı, kalbine Allah korkusu ve
peygamberimizin sevgisi olan dünya olimpiyat şampiyonları yetiştirmek
amacı ile yola çıkıldı şu an toplum destekli Polis Şube Müdürlüğü ve
Emniyet Spor Kulübü olarak kullandığım Yenişehir’de bulunan tesis
Kocasinan Belediyemize ait. O dönemde Kocasinan belediye başkanımız
bütün Kayserinin ve sporcunun ağabeyisi olan Bekir Yıldız bey
Başkandı. Biz yeni yapılan yerden belli gün ve saatlerde çalışma izin
talebinde bulunurken cömert ve tek derdi gençlik olan Bekir başkanımız
yeni yaptırdığı binayı 10 yıllığına bize ücretsiz bir şekilde Emniyete
teslim etti. Bu bizim ve projemiz için çok önemli idi bu iş artık oldu.
Projemizin mali yönünü karşılayan İpek Mobilya Yönetim kurulu başkanı
Saffet Aslan ve fikir babası Kocasinan Belediye Başkanı Bekir Yıldız
gibi kimseler olduğu sürece aşkla, moral ve motivasyonla projemize

168

başladık. Bir çok kimsenin üç ayda biter dediği projemiz dokuz yıldır
devam ediyor ve 2030 yılına kadar da şu an için uzatıldı.
9 yıldır 5500 lisanslı sporcu ulusal ve uluslar arası bazda 630 madalya 15
milli sporcu , 200 e yakın siyah kemer birinci dan ve ikinci dan
seviyesinde sporcular ve 8 sporcumuzda Türkiye olimpiyat mevkiine
seçilme başarısı göstermişlerdir. Buraya kadar projemizden bahsettik bu
projenin iki kahramanı görünen baştan her türlü maddi desteği
esirgemeyen kulüp başkanımız Saffet Aslan beye 5500 sporcumuzun
aileleri adına teşekkürlerimizi sunarız. Belediye başkanı, Kayserinin
ağabeyisi benim de sporcu kişiliği ve ağabeyi rolü ile idolüm Bekir
Yıldız başkanım bu dokuz yılda her zora düştüğümüzde kapısını
çaldığımız her zaman bize çözümü aynı anda bizim yanımızda üreten
koca yürekli gençlik sevdalısı, amacı gerçekten tüm hedefi Allah korkusu,
Peygamber efendimizin sevgisini ve vatan millet sevgisini kalbine
yerleştiren, ana babasına saygılı gençlik yetiştirmek olan Bekir Yıldız ,
bizim bu iyi niyetli çalışmalarımıza olağan üstü destekler sağladı ve
sağlamaya devam ediyor. Bekir Yıldız başkanımla her sohbette kendimi
şarz edilmiş hissediyorum. Müthiş donanımlı, özellikle müthiş tarih
bilgisi olan ve bizlere bilgisi ile de destek veren, bizim en büyük şansımız
Bekir Yıldız başkanım ta 1971 yıllarında günlük , JU TAE KA dergisini
çıkartmış ve MTTB ye sporu getirmiş.

169

Ama çok önemli o zaman Bekir başkanımızın önünde bir ağabeyisi yok,
tamamen omuz gücü ile tek başına o kadar büyük ve inanılmaz işler
yapmış ki inanın hayret ve saygı duydum. Şu anki bu projenin Bekir
Yıldız Başkanımın o yıllarda yaptığının yanında çok değerinin olmadığını
düşünüyorum. O dönem de sağ sol olayları var, askeri vesayet var ve
Anadolu’dan İstanbul’a gelen gençliğe sahip çıkacaksın ve bunu yaparken
de öğrenci olacaksın ve önünde bu işe inanacak size destek verecek bir
ağabeyiniz olmayacak ve müthiş bir aylık dergi çıkaracaksın ve her ay bu
dergiyi çıkarmak her babayiğidin harcı değil .
Başkanımızın tüm tecrübelerinden çokça faydalanıyorum. O bu işi 1970 li
yıllarda tek başına hiçbir desteği olmadan böyle çalışmalar yapabilmenin
takdire şayan bir çalışma olduğunu düşünüyorsun. Adanalıyım ve
Emniyet mensubuyum. Öncelikle Emniyet mensuplarının hemen hemen
hepsi, Bekir Yıldız başkanı aşırı sever ve saygı duyarlar. Mertliği ve
dürüstlüğünü takdir ederiz ve saygı duyarız. Bu çalışmaları A Milli Takım
antrenörü olmam sebebi ile Türkiye’nin her yerinden gelen antrenör
olmak isteyenlerin, tekno- taktik derslerine girdiğim için anlatıyorum.
Tüm hocalar bize de Bekir Yıldız başkan lazım diyerek iç çekiyorlar.
Kore büyük elçiliği ve yakın arkadaşı olan Cho Soo Se’dan Hocken-
do’yu Türkiye’ye getiren ilk hocadan bahsettim. Dergideki resimleri
gösterdim çok ilgilerini çekti ve bizlere teşekkür ettiler. Özel olacak ama
bizler eşim ve çocuklarımla başkanımızı ararız müsaitseniz sohbet
etmeye ballı fındıklı yoğurdunuzu yemeye gelmek isteriz deriz. Hemen
kabul eder, biz razıyız Rabbimizde razı olsun inşallah.
5500 sporcumuz ailesi ve Emniyet Spor Kulübü adına Bekir Yıldız
başkanımıza teşekkürlerimizi sunarız. İnşallah başkanımın rüyası olan
“İpeksi dokunuşlarla sokaktan madalyaya uzanan eller” projesini Türkiye
projesi yapmak için hep beraber daha fazla çalışacağız .

170

Komşum Ağabeyim Arkadaşım BEKİR YILDIZ/
MUSTAFA FİKRİ TEKELİOĞLU

Kara İmam Mah.Tuğla Sok.No.10 da bulunan eski evimizden Bozatlı
Paşa İlk Okuluna giderken Bekir beyin evlerinin önünden geçerdim.1961
1966 yılları ilk okul yıllarımdı.O tarihlerde benden hem yaş olarak hem
de cüsse itibariyle bir hayli büyük olan Bekir Yıldız ile birlikteliğimiz lise
yıllarımızda başladı halen hasbi samimi bir düzeyde devam eder.
Mahalemizden tanıdığım Bekir eyi zaman zaman bir el arabasında meyve
satarken, bazen su satarken görür, pratik hayatla olan alakasını adeta
kıskanırdım. Kendine olan güven ve başarısını uzaktan takip
ederdim…Rahmetli annesini ve ağabeylerini de tanırdım..
Yıllar sonra ben lise birinci sınıf Bekir bey son sınıfta iken, kapanmış
olan Büyük Doğu Fikir Kulübünün adeta devamı olan eski müftülük
binasının arka tarafındaki takriben yirmi metrekarelik, levhasında Kayseri
Türk ocağı 1967 yazan bir mekanda buluştuk.

171

Mehmet ve Mustafa Fikri Tekelioğlu Türkocağında
Benim bu mekanın müdavimi olmam çok kolay oldu. Zira önümde
ağabeyim Mehmet Tekelioğlu vardı..Ağabeyim ve Abdulah Gül ayrılmaz
ikili idiler..hem dayı hala çocukları olmaları hem de aynı frekansı
paylaşan yaşıt olmaları sebebiyle benim rol modelim oldular..Adı Türk
Ocağı misyonu büyük doğu fikir kulübü olan bu mekanda 1970 li yılların
fikir hareketliliğini bütün hızıyla burada yaşadık…bu yıllarda lise ve
dengi okullarda sol ve sağ fikir akımları, ırki hassasiyete dayalı dünya
görüşleri ve nur camiasının ev sohbetleri vardı.. Bu atmosfer içerisinde
bizim müdavimi olduğumuz mekanda Necip Fazıl Kısakürek okumaları
,saf fikrin konuşulduğu, seminerlerin yapıldığı bir ortam.1968-1969
yıllarında Sivas caddesinde bulunan Büyük Doğu fikir kulübünde buluşan
ve daha sonra kapatılan bu mekanın müdavimleri ile Türk ocağında
buluştuk. Bizden birkaç jenerasyon büyük olan bu ağabeyler arasında Ali
Biraderoğlu ,Mustafa Miyasoğlu ,Hasan Nail Canat, Bekir Oğuzbaşaran,
Mustafa Ekinci ve bir sonraki jenerasyondan Mustafa Dinçel, Ahmet
Taşcı, Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu, Ziya Olgunharputlu, Özer Koç,
Mehmet Emre, Durmuş Akçakaya, Şükrü Karatepe, Bekir Yıldız daha
adını sayamadığım bir çok ağabey dediğimiz kişilerle bizim
jenerasyondan Mustafa Cabat, Ali Taşcı, İbrahim Ulueren, Ömer Ulueren,
Seyit Ali Kahraman, Ahmet Gengeç, Kenan Kuzuimam, Recep Bekarlar,

172

Fethullah Dinçsoy, Akif Özcan, Mehmet Biraderoğlu ,Fikret Karakaya,
İlhan Özkeçeci ve pek çok arkadaşımızla bu mekanı paylaştık..Yoğun
kitap okumalar ve arkadaşlarımızın okuduğu kitapların tanıtımı ve daha
ciddi hazırlanılmış seminerlerle kendimizi geliştirme gayret ve
çabasındayız.. Ben o günlerde 1970-1971 li yıllar okuduğum bir kitaba
dair seminer hazırlığındayım.. Sezai Karakoçun “İslam Toplumunun
Ekonomik Sitrüktürü” isimli kitabını okumuş ve bu bahse dair sanki pek
çok eser okumuş da ahkam kesen bir eda içerisinde seminer veriyorum!
Demek istediğim buluştuğumuz bu mekanda fikri hareketlilik fevkalade
yoğun. böyle bir ortam bizim olgunlaşmamızda çok önemli bir rol ifa
etmiştir. 1970 li yıllarda Kayseri Lisesinde felsefe ve psikoloji derslerine
giren Ali Biraderoğlu’nun bu mekandaki seminerleri hadiselere bakış
açımızı ve dünya görüşümüzü etkiledi. Artık Büyük Doğu mantalitesi ile
geçmişi, geleceği, kültür dünyamızı hesaba çekiyor, bu kriterlere göre bir
değer hükmü ortaya koyabiliyorduk. Üsküdar Musiki cemiyetinden
yetişme, İstanbul Üniversitesi KlasikTürk Musikisi koristi diş hekimi
Mustafa Bozyelden musiki dersleri aldık, usul ve nota öğrendik.
Anlatmaya çalıştığım bu atmosferde yetişen arkadaşlarımız Üniversite
tahsil hayatında hiçbir bocalamaya maruz kalmadan istikametlerini
kolayca tayin edebilmişlerdir. Abdullah Gül ,Bekir Yıldız, Mehmet
Tekelioğlu jenerasyonu İstanbul’da MTTB genel merkezinde buluşmuş
,yurdun dörtbir tarafından gelen akranlarıyla teşkilatlarına dünya
görüşünü nakşetmenin gayretiyle her biri muhtelif görevler
üstlenmişlerdir.
Bekir Yıldız MTTB de spor kulübü başkanlığını üstlenmiş sahip olduğu
siyah kuşak karate sporunu daha geniş kitlelere ve üniversite gençliğine
ulaştırmak için yoğun gayret sarfetmiştir. O tarihlerde uzak doğu
savunma sporlarına ülkenin içinde bulunduğu kavga ortamında büyük bir
ihtiyaç duyulmuştur. Bekir Yıldızın savunma sporlarında gösterdiği
gayret sebebiyle yurt sathında binlerce öğrencisi olmuştur.
Ülkenin içinde bulunduğu anarşi ortamına MTTB nin de iştirak
etmesini, daha fazla kan akmasını isteyen dinamik güçlerin bu oyununu
sezen, feraset sahibi MTTB riyaset kadrosunda Bekir Yıldızın rolü hiçbir
zaman tartışılmaz. Nitekim 1973-1974 lü yıllarda MTTB nin ambleminde
bulunan kurt resminin yerine kitap (Kur’an) yerleştirilecek ve bu görevin
ifası yine Bekir Yıldız’a düşecektir.

173

Önceki amblem Sonraki amblem

Bekir bey MTTB nin bütün teşkilatlarını tek tek dolaşmış, teşkilatların
onayını almış, anarşiye bulaşmamak için olağanüstü gayret göstermiştir.
Bu hamlelerin temel dinamiği tabii ki fikri alt yapısı ve Büyük Doğu
ekolünden gelen Kayserili akran ve arkadaşlarıdır. Abdullah Gül’ün İcra
Konseyindeki görevi bu dönemde fevkalade önemlidir. Eğer MTTB
gençliği anarşiye bulaşmamış, kaos ortamında vakur duruşunu
koruyabilmişse bunda Bekir Yıldız’ın payı büyüktür.
Mehmet Tekelioğlu’nun ideresindeki basın yayın müdürlüğü Milli
Gençlik dergisini çıkartmaktadır. Teşkilatın her kademesi karınca gibi
çalışmakta, kitap kulübü, sinema ve fotoğraf kulübü , spor kulübü, sosyal
ilimler enstitüsü gibi pek çok dalda gayret sarfedilmektedir.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in MTTB ile ilişkisini Mehmet
Tekelioğlu, Abdullah Gül ve Bekir Yıldız kurmuşlardır. Bu yıllarda
Üstadın büyük doğu yayınevi faaliyettedir ve editörlüğünü
(musahhihliğini) Mehmet Tekelioğlu yapmaktadır. b.d.yayınevi 1972 yılı
yazında Sultanahmet Tavukhane sokakta kurulmuş ,yayın hayatına büyük
bir hızla devam etmektedir. MTTB kitap kulübünde Üstadın kitapları
üniversite gençliği tarafından dikkatle takip edilip okunmaktadır.

174

1974 yılı, 18 Mart Çanakkale zaferinin yıldönümü münasebetiyle MTTB,
kutlamalardaki başat rölünü üstlenecek .Organizasyonda Bekir Yıdız’ın
katkıları tartışılmaz. Üniversite gençliğinin Çanakkaleye intikalinde
onlarca otobüs ve Boğaz komutanlığından temin edilen gemi .hareketin
vakti, zamanı, güvenliği, kumanyası, oradaki düzen, geri dönüşü gibi
onlarca organizasyon..
Hiç unutmuyorum MTTB nin yaptırdığı zafer anıtının etrafında
toplanan üniversite gençliği, büyük bir duyarlılıkla Konyalı Ahmet
Sarıkaya’nın o muhteşem cüssesiyle mütenasip müthiş sesiyle aşr-ı
şerif’ini dinliyor. Hem okuyan ağlıyor hem dinleyenler ağlıyor. Etrafta
hıçkırık sesleri birbirine karışmış vaziyette. Bastığınız her karış toprakta
ecdadın kan ve kemik kokusunu duymamak mümkün değil. Havada
çarpışan mermiler, kemiklere saplanan kurşunlar. Müzelerde gördüğünüz
bu manzara karşısında dehşet bir duygu seli..

Rahmetli babaannem seccadesinin başında ‘’kardaşım, kardaşım
Çanakkalede şehit olan Ali efendi kardaşım’’diye ağladığını ve dua
ettiğini bugün ki gibi hatırlarım. Kayseri Lisesi ile birlikte onlarca lise son
sınıf talebesinin ve ikiyüz ellibin osmanlı entelektüelinin Çanakkalede
şehit olduğunun idrakiyle, bu yıldönümlerinin ehemmiyetini bilenler için
büyük bir mesuliyet. Bekir bey’in bu mesuliyeti bütün haşmetiyle idrak
ettiği kanaatindeyim.
Gururla ifade edebilirim ki yönetim kurulunda bulunduğum Vilayetler
Hizmet Birliği’nin temin ettiği finansman ve organizasyonla tarihi
yarımadada binbeşyüz kişilik yurt yapılmasında önemli hizmetlerim
olmuş ve Çanakkale valiliği tarafından plaketle ödüllendirilmiştim.
1974 ilkbaharında, Beyazıt meydanında MTTB nin düzenlediği Ayasofya
mitingi yapıldı. Organizasyonda yine Bekir Yıldız vardı. İstanbul
Üniversitesinin giriş kapısının her iki yanındaki sütunlara mikrofon
yerleştirme işini ben üstlenmiştim. Muhteşem bir miting oldu. Üniversite
gençliğinin ve halkın yoğun iştirakiyle ve bir provokasyona maruz
kalmadan miting tamamlandı. Bütün bu organizasyonlarda kararlı bir
lider duruş gerekiyor. Bekir bey bu özellikleri taşıyan bir öğrenci
lideridir.

175

1975 yılı ağustos ayında MTTB nin genel kurulu yapılacak ve başkanını
seçecektir. O tarihe kadar tek liste ile yapılan genel kurulların aksine bu
kongrede birden fazla aday vardır. Tabii başkanlığı en çok hak eden kişi
Bekir Yıldız olmalıydı. Fakat öyle olmadı, Daha evvel MTTB başkanlığı
yapan Ömer Öztürk’ün müdahalesiyle ve Üstadın Bekir Yıldız’a çekil
ihtarıyla Rüştü Ecevit tek aday olarak girdiği kongrede başkan seçildi.
1975 yılı kasım ayında Üstadın 50.Sanat yılı jübilesi MTTB konferans
salonunda yapıldı. Bu organizasyonun başında yine Bekir bey vardı.
Üniversite gençliğinin politize olmadan saf fikir etrafında şekillenmesi,
kendi medeniyetini inşaa etme kaygusu taşıması, kendisine dayatılan
popüler kültüre karşı kendi inanç sisteminin özlemini çekmesi vs.gibi
hasletler ancak bir kültür birikimi ile olabilir. Bunun yolu da ehli sünnet
vel cemaat itikadına sımsıkı bağlı olmaktan geçer. Günümüzde
Modernistler, Deistler, Ataistler, Hadis inkarcıları, Kur’an bize yeter
diyen anlayış.. Bu sapık itikatlar nerden çıktılar .Dinin ahkamı doğru
anlaşılmazsa bu sapık anlayışlar tabii ki hayat bulacaklar.
CIA ve Mossad destekli 15 Temmuz darbe teşebbüsünde bulunan
malum camianın elindeki en büyük koz din idi. Müslümanları din ile
aldattılar. Büyük Doğu mektebinden yetişen hiçbir kimse itikat
konusunda inhirafa düşmedi. MTTB nin Üstadla ilgi ve alakasının
ehemmiyetini Üniversite yıllarında idrak eden Bekir Yıldız, Üstadın
vefatından sonra da Büyük Doğu yayınevi ekibi ve Kısakürek ailesi ile
temasını hiç kesmedi.Her zaman ailenin yanında olduğunu hissettirdi.
Nitekim bu amaçla Büyük Doğu ve Üstad alakası olan tanıdıklarla temas
kurarak yayınevine maddi desteğin organizatörlüğünü yaptığına ve
gerektiği zaman da kesesine davrandığına şahidim.
1976 yılında İDMMA.Galatasaray Mühendislikten İnşaat mühendisi
olarak mezun oldu. Aynı yıl Bayındırlık Bakanlığı Yapı İşleri 7.Bölge
Müdürlüğünde mühendis olarak çalıştı. Askerlik dönüşü Erciyes
Üniversitesi Yapı İşleri Daire Başkanlığında çalıştı. Bilahare mesleğini
serbest olarak icra etti. Meslektaşları arasında saygın bir kişiliğe sahip
olan Bekir Yıldız, İnşaat maliyeti ve statik hesap konusunda takdir edilen
bir meslek erbabı olarak bilinir. Şehrimizdeki pekçok ihtilaflı inşaat
maliyetleri ve anlaşmazlıklarda Bekir Yıldız otoritesi adil bir çözüm
oluşturmuş, hiç kimse de buna itiraz etmemiştir.

176

Meslek hayatını serbest olarak devam ettiren Bekir beye 1994 mahalli
seçimlerinde Refah Partisinden Kocasinan Belediye başkanlığı görevi,
hiçbir itiraza fırsat vermeden emrivaki olarak Abdullah Gül tarafından
tevdi edilmiş, böylelikle siyaset arenasındaki yerini almıştır.1999-2004
ve 2009 mahalli seçimlerinde çok büyük oranlar ile Kocasinan Belediye
başkanı seçilmiş, fevkalade başarılı bir yönetim anlayışı ile gerek siyasi
çevrelerin gerekse parti yöneticilerinin teveccühünü kazanmıştır.
Başkanlığını yaptığı Kocasinan bölgesi Kayserinin belediyecilik
açısından en problemli bölgesi olmasına rağmen kentsel dönüşüm
konusundaki uygulamaları bütün ülkeye kriter olabilecek seyiyededir.
Nitekim bu uygulamaların başındaki imar müdürü olan arkadaşımız
Mimar Mehmet Kasap,”Toplu Konut İdaresinin bizden öğreneceği çok
husus var” diyerek başarılarını özetlediğini hatırlıyorum. Gecekondu
bölgelerinde gecekondu sahipleri kendi elleriyle evlerini yıkarak Bekir
Başkanın adil uygulamalarına teslim etmişlerdir. Şimdilerde Kocasinan
bölgesini gezen bir kimse, geniş cadde ve bulvarları, parkları, sosyal
donatı alanları ve modern bir şehircilik uygulaması ile karşılaşırlar.
2009 mahalli seçimleri arefesinde Bekir Başkan, hiçbir zorlama vs.yok
iken son defa aday olduğunu açıklamış ve 2014 seçimlerinde aday
olmamış ve siyasi çevrelerde bu tavır çok takdir toplamıştır.
Bekir Yıldız Kayserinin ‘’Bekir Abi’’sidir, Nitekim bu isimle Rahmetli
Emir Kalkan ve İrfan Birol bir kitap hazırlamışlar ve Bekir Başkana
takdim etmişlerdir. Bir Şehirde ‘’Ağabey’’ olmak kolay bir şey değildir.
Şehrin bürokrasisi de Bekir Yıldız’a ağabey der. Bunu sonuna kadar hak
etmiştir. Özel bir hukuku olduğunu bildiğim rahmetli Murat Yerlikhan
‘’Bekir Ağa’’ der idi. Tabii ki ‘’Ağa’’lık kolay bir sıfat değildir. Kırk
yıldan fazla bir zamandır tanıdığım arkadaşım, ağabeyim, ailecek
görüştüğümüz Bekir Başkana Rabbimden hayırlı uzun ömürler niyaz
eder, iki cihan saadeti dilerim.

177

AZİZ DOST /İbrahim ULUEREN
Arkadaşım Bekir YILDIZ çileli bir çocukluk hayatı yaşadı. Emsali
az bulunur cinsten çetin ve çileli bir hayat … Hayatında ilk dönem
diyebileceğimiz bu çocukluk süreci; kendisi için azimli, mücadele gücü
yüksek geleceğinde her türlü probleme göğüs gerecek bir zemin teşkil
etmiştir.
Bu hengameden sonra kaderin bir ikram cilvesi olarak orta okula
kayıt yaptırır ve İslamî davaya ilk adım diyebileceğimiz zaman orta okul
lise çağlarında başlar, maddi sıkıntı hep devamdadır. Fakat o imanı ile
dimdik ayakta hep ileri ve ufka doğru belli bir gaye etrafında
şuurlaştırmaya başladığı atılımlar içindedir.
Nihayet İstanbul hayatı; Üniversite ile başlayan idealist ve
dinamik hayat: Bekir Abi Necip Fazıl’ın dünyanın en güzel beldesi dediği
metropolü iyi kavradı, hazmetti ve idealist aksiyoncu hayatı içinde hakim
olma ve yön verme gücüne ulaştı. İstanbul, Bekir YILDIZ’ın kimse
karşısında ezilme ve tabii olma psikolojisine müsaade etmeyen
karakterini ve doğal sorun çözme ve yönlendirme kabiliyetini meydana
çıkardı. Potansiyel zeka müsait olunca kaderin sunduğu çevre şartlarını
değerlendirmeyi bildi, olgun bir yapı içinde kendisini buldu. Üniversiteye
adım attıktan sonra sinek vızıltısından daha zayıf gelen maddi sıkıntıların
üstünde tam bir gözü karalık, feda ve şehadet ahlakı içinde ihlas tüten
dava hayatına başladı. Bekir Yıldız gerçekten tam bir yürek ve bilektir.
Yüksek tahsil sürecinde hepimizin Üstadı Necip Fazıl’ı yakından tanıma
ve ortak bir ilişki ağı içinde MTTB ile özdeşleşen gençlik liderliği
döneminde her türlü riski göze alan Müslüman mesuliyetini müdrik bir
aksiyon dönemi idrak etti. Bu dönemle ile ilgili olarak bir hatıramı
anlatmalıyım. Senelerce yakinen tanımaktan büyük şeref duyduğum
Üstad’ın çok nadir olaraktan özür dilediğine şahit oldum. Üstat MTTB

178

seçimlerinde aldığı tavırdan dolayı Bekir YILDIZ’dan özür dilemiştir. Bu
ahlak hepimize lazım. Yıldız oğlu yaşındadır. Büyük Doğu
idarehanesinde yaşanılan bu olayda çay faslı ve sohbet sonrası Üstad
konudan hiç bahsetmeden Bekir Yıldız’ı yolcu edebilirdi. Fakat vicdani
bir dava sorumluluğu içinde mevzuyu kendi açtı ve anlattı.
İkinci bir hadisiyi de anlatmalıyım;
1975 yıllar…
Sağ ve sol olaylarından dolayı herkesin dışarıya çıkmaya korktuğu bir
zemin…
Günde beş-on kişinin öldürüldüğü bir zaman…
1970-80 arası anarşi dönemi…
İslami davanın merkezi sayılan Necip Fazıl; imza attığını yapar dedikleri
Dev-Sol örgütü tarafından her gün evi aranılarak ölümle tehdit
edilmektedir. Üstad ölüm tehditlerine çok sert cevaplar verdi. Tehlikenin
her tarafta kol gezdiği böyle bir zaman ve zeminde Bekir Abi can siperane
bir atılışla Üstadın evi etrafında organize ettiği arkadaşlarıyla tedbir aldı
ve Dev-Sol vazgeçti veya çekildi. Bu sırada Üstad evinin bahçesinde
kahvesini içti, sohbet etti, yazdı. Hiç aldırmadı.
Bu hadisede Bekir Yıldız polat bir imanla saf ve som divane eşme
ahlakı içindeydi ve hiç hesabı yoktu. Herkesin veremediği, imtina ettiği,
sütre altında kaldığı bir berzahta bir imtihan vermişti. Var olmaktan ve
meydan yerinde görünmekten hiç çekinmedi. Sadece birisini anlattığımız
bu olaydan sonra Bekir Yıldız’ın yaşantısı bereketlendi. Sanki, öyle
yapılırsa böyle oluyordu. Biz ne bilebiliriz, herşeyin asli sebebini sadece
Cenab-ı Hak bilir.
Hiç kimse değildir sırr-ı kaderden agah
Mani de ve muti de Hazret-i Allah
Sonra Kayseri’ye döndü, başarılı bir ticari hayatı oldu, maddi
birikimlerinin tamamını bu dönemde elde etti.
Siyasi hayatına ısrarlı tekliflere karşı arkadaşlarına danışarak
başladı. Nefsine tek kuruş geçirmeden dürüst, net, yalansız dolansız
hizmetle dolu şerefli bir başkanlık yaptı. Plan ve proje insanıydı, algı ve

179

reklamı değil hizmeti esas aldı. Yeniden başkanlık ve milletvekilliği
teklifini, önünde hiçbir engel olmadığı halde elinin tersi ile itmiş,
dünyanın geçici unvanlarının, şanlarının peşinde olmadığını siyaseti amaç
değil araç olarak benimsediğini bir kez daha göstermiştir.
Reisliği boyunca gönüldaşlarımızla irtibatı kesmedi. Müşfik, ehli
hayr, merhametli idi. Bu hal içinde biçare insanlara hiç dayanamaz
yardım ellerini uzatırdı. Herkese sahaveti ile gani gönüllü olduğunu
gösterdi.
Bekir Yıldızın insani kalitesi ve itibarı ihraz ettiği makamların
üstündedir. Bekir Yıldız tek cümle içinde ifade edilmek istenilse; İhlas,
cömertlik, vefa ve cesaret demektir. Hatıralarının kitapta detaylı şekilde
anlatılacağını düşündüğüm için bahsettiğim hasletler ile ilgili özet bir
portre çizmeye çalıştım.
Bekir Yıldız benim dünyada tanıdığım çok az gerçek insandan
biridir. Cenabi Hak değerli kardeşimizin imanını, aklını ve sıhhatini
muhafaza etsin. İnşaallah bu yalan dünya sebebi ile asıl dünyada
kazananlardan olur.
AMİN.

180

BİR DAVA ADAMI GÖRDÜM/ Mustafa KANLIOĞLU
70 li yıllardı Söğüt Fikir kulübüne devam ederken arkadaşların teşviki ile
Gevher Nesibe medresesinde, Bekir Yıldızın çalıştırdığı Karate sporu
antrenmanlarına birkaç kez katılmışlığım vardır . O güne kadar
gıyabında birçok hasletlerini duyduğum , takdir edilesi hareketlerin Aynı
fikri yapıda ve kanaatte olmamıza rağmen bulunduğumuz ortam ve bize
yön verenler tarafından görmemezlikten gelinmesi neticesi ,Bekir ağabeyi
ve arkadaşlarına gereken ilgi ve yakınlığı gösteremedik.
Bu bağlamda Mustafa Cabat’ın hakkını vermek lazım diye
düşünüyorum.
Bir hatıra
Bekir ağabeyi belediye başkanı olduktan kısa bir süre sonra, ev
oturmalarının birinde Bekir ağabeyi hakkında eleştirel bir yaklaşım
olduğunda Mustafa Cabat oturmanın ağabeyisini bile karşısına alarak
şiddetli bir şekilde eleştiriye karşı çıkmış ve Bekir ağabeyi son derece
şiddetli bir şekilde gıyabında savunmuştu.
Bekir ağabeyi bizim akranımız olmadığı için, yani bizden bir önceki nesil
bizim ağabeyimiz mesabesinde. Kendi akranları, dava arkadaşları,
gönüldaşları, onunla vakit geçiren, birlikte mesai harcayan ağabeylerimiz
ona dair hatıra ve anekdotları gayet iyi ve geniş bir şekilde anlatmışlardır
diye düşünüyorum.
Ben ise Bekir ağabeyi gıyabında tanımama rağmen gerçek manada ve tam
olarak tanımakta geciktiğim için kendi kendime hayıflanıyorum.

181

Yıl 2005-2006 Bir takım sıkıntılar sebebi ile moral olarak çökük bir
vaziyette idim . Bekir ağabeyinin akranı ve arkadaşı olan İbrahim
Ulueren Durumumdan Bekir ağabeye kısmen bahsetmiş . Bekir
ağabeyinin sadece gönüldaşı olduğunu bildiği birine yardım etmesi
önemli bir erdem olsa gerek. Bu erdem karşısında ,bize de sadece
şaşkınlık ve çarpılmak kalıyor.
2012 yılında İbrahim Ulueren’in girişimi, Mustafa Tekelioğlu nun hiç
tereddüt etmeden büyük bir kadirşinaslıkla eveti ve yönetim kurulunun
oluru ile yabancısı olmadığım tüm gönüldaşlarımın buluştuğu Kayseri
Eğitim ve Kültür vakfında işe başlamamla birlikte Bekir ağabeyi daha
yakından tanıma ve gözlemleme imkânım oldu. Bekir ağabeyi o
dönemlerde Kocasinan Belediye Başkanı idi vakıftan dolayı sık sık
yanına gidiyordum. Gördüğüm manzara. Fiziki olarak Bekir ağabeyinin
çalışma masası her zaman sade, temiz ve karmaşadan uzak, işini temiz ve
eksiksiz yapması yanında bu günün işini yarına bırakmadan hemen
tatbike geçiren birinin masasının örneği.
Belki basit gibi görülür ama, bu makam ve mevkide olan hiçbir yerde
böylesine rastlamak mümkün değil gibi.
Bekir ağabeyi proje adamı olduğu için, kendisinin önemsemediği ve çok
kolay dediği , çok zor ve hayata geçirilmesi mümkün gözükmeyen
projeleri , maharet ve marifet sahibi bir orkestra şefi ustalığı ile hayata
geçirme becerisine sahiptir.
Belediye başkanlığı döneminde sayısız işlere imzasını atan Bekir
ağabeyinin, benim gördüğüm ve takdir ettiğim, en önemli işlerinden bir
tanesi Kayserinin karma karışık ve insanı nefessiz bırakan imar yapısını
büyük bir ölçüde değiştirerek farklı bir imar anlayışı ile şehrin ve
insanların nefes almasını sağlamasıdır. Bunun en bariz örneği Kocasinan
Belediyesi sınırları içerisinde bulunan Hoca Ahmet Yesevi Mahallesinin
imar planıdır.
Eğer Bekir ağabeyinin fiziki olarak yaptıklarını saymaya kalkarsak
sayfalar yetmez gibi ben sadece durumun anlaşılması için birkaç örnekle
yetiniyorum.

182

Diğer yönden bakacak olursak, Bekir ağabeyi Tam ve eksiksiz bir dava
adamıdır. Onun davasına sadakatinin örneğini bu uğurda iddialı olan çok
kimsede görmezsiniz.
O davası ile alakalı her hangi bir işe inansın onun o işle alakalı
yapamayacağı hiçbir şey yok diye biliyorum. Çünkü benim şahit olduğum
birçok olay var, yeter ki yapacağınız işin davaya faydası olduğuna
inansın, yapmayacağı bir şey yok.
Belediye başkanlığı öncesi ve sonrası yaptığı tüm işlerde bir Müslümanın
yapabileceklerini ispat ve sergilemek sureti ile bazı kesimlerin
Müslümanlar aleyhindeki kötü düşünce ve propagandasını tersine
çevirmiştir.
Bekir ağabeyi doğduğundan itibaren hayatın içinden ve hayatın acı
dersleri ile yetiştiği için ,hayatın kendisini olabildiğince tanıma fırsatı
bulmuş, bu yetişmişliğin yanına Büyük Doğu gibi büyük bir fikri yapının
konması ve bu fikri yapıyla hayatı tanıma dersleri birleşince bir Bekir
Yıldız meydana gelmiş.
Bazen hayretle ve neden bu kadar fedakarlık diye bakanlara inat Bekir
yıldız fedakarlıklarını bir misli artırarak ilk günkü heyecan ve aksiyon ile
devam ediyor.
İnanın ondaki dava heyecanı ve inancı çok kişide yoktur. Tekrar
ediyorum davaya fayda ile ilgili gelen hiçbir teklif Bekir ağabeyi
tarafından geri çevrilmez.
Bekir ağabeyinin hayatı ve yaşadıkları ile alakalı bir röportaj teklifimiz
oldu. Daha önce birçok teklif olmasına rağmen hepsini reddeden Bekir
ağabeyi sırf gönüldaşlarım istiyor diye yok demedi bizi kırmadı ve kabul
etti.
Değerli vakitlerinden tam dört ayını bize ayırdı kendisinin çok prensipli
olması dolayısı ile bir işe söz verip başlanınca bir an evvel bitirilmesi
gerektiğini düşünerek dört ay neredeyse her gün 3-4-5 saat çalışarak
röportajı tamamladık inanın ben Bekir ağabeyinin hızına yetişmekte
zorluk çektim. Daha sonra bu röportajı yazıya dökerek kitaplaştırma fikri
oluştu. Bekir ağabeyi röportajdaki çoğu yeri riya olmasın diye çıkarttı.
Kitaba eklenmesini istemedi hâlbuki Bekir ağabeyinin yaptığı ve yaşadığı
işlerin hiç birinde özeli olmamıştır, hatta basit telefon görüşmeleri bile

183

telefonun megafonundan sesi dışarıya vererek herkesin duymasını sağlar
her şey açık ve aşikâr.
Bu röportaj süresince Bekir ağabeyle aşağı yukarı her gün beraber
çalıştık bu tam dört ay sürdü bu süre içerisinde gerek samimi bir şekilde
anlattıklarından gerekse orada yaşadığım ve şahit olduklarımdan Bekir
ağabeyi ve iç dünyasını daha iyi tanıma şansım oldu iyi ki de bu röportajı
yapmak bana nasip olmuş.
Şahit olduğum bir enstantane
Beraber çalışırken beni misafiri kabul ettiği için orada hizmetli olarak
çalışan bir bayana yorulduğumuzu ve bize birer tane saf portakal suyu
getirmesini söyledi fakat söylerken sanki çok lüks bir şey istiyormuş ayıp
oluyor gibi düşünceler ve tavır içerisinde beş saniye sonra
- Bu portakal suyundan oradaki tüm hizmetli arkadaşlarına da
ısmarlıyorum hepsine benden birer portakal suyu, dedi.
O hizmetli bayanın mutluluğu ve gözlerinin içinin parıltısı hiç gözümün
önünden gitmiyor.
Benim tanıdığım Bekir ağabeyi, duyduklarım ve şahit olduklarımın bir
kısmını Mustafa Cabat ın da çok değerli katkıları ile yayınlanan kitapta
bulacaksınız
O çok sert ve kararlı görünüşün altında, bir portakal suyunu dahi yalnız
içmeyi kendine hak görmeyecek kadar merhametli. Yanında çalışan
mahiyetine değer verip onların fikirlerini hiç sıkılmadan ve
küçümsemeden dinleyip değerlendirecek kadar mütevazi, kendisine gelen
hediyeleri başkasına hediye edecek kadar tok gönüllü, Yemen türküsünü
dinleyip te gözleri dolmayanla arkadaşlık yapmam diyecek kadar naif,
cüzdanımızın en güzel yerinde kırışmaması için düzgünce sakladığımız
parayı spor kıyafetinin cebinden kâğıt parçalarına dahi reva görülmeyecek
biçimde cebinde gezdirip lazım olduğunda masaya döküp parçaları
alelade birleştirecek kadar paraya önem vermeyen ve o ölçüde haddinden
fazla cömert, Arkadaşım ve gönüldaşım dediği kimselere sonuna kadar
ahde vefa gösteren, Onları hiçbir zaman bırakmayan vefa örneği. Her şeye
rağmen davası ve Müslümanlarla ilgili meselelerde gözünü budaktan
sakınmayacak kadar cesur, Afrika ülkelerinden birisine Üstadının ismini
koyarak yaptırdığı Necip Fazıl Kısakürek camiinden kimseye

184

bahsetmeyecek kadar riya korkusu sahibi , Ümmetin çocuklarının
yetişmesiyle alakalı kendisini sorumlu sayarak spor tesislerini onların
hizmetine verecek kadar sorumluluk sahibi, Önünde hiçbir engel
olmamasına rağmen belediye başkanlığını ısrarla bırakacak kadar erdem
sahibi. Bir çok şahit olduğum hasletlerini kendisinin memnun
olmayacağını bildiğim için saymaktan çekindiğim.
Siz Bekir ağabeyimi dersiniz, Bekir babamı dersiniz, baba Bekir mi
dersiniz, efsane başkan mı dersiniz, ne derseniz deyin hepsini bir fazlası
ile hak eden Ehlisünnet çizgisinden bir gram bile sapmamış ve
sapılmaması için mücadele etmiş olan Bekir ağabeyi Kayseri İçin bir şans
olarak görüyorum. Allah’ımız hayırlı uzun ömürler nasip etsin Bekir
ağabeyleri çok eylesin.
Kendimi mensubu saydığım ve Allaha şükrettiğim bu davanın önde giden
neferlerinden olan
Bekir ağabeye
Bekir YILDIZ’ a ve değerli ailesine selam olsun.

185
Bekir Yıldızı anlatmak/ Mustafa TEKELLİ
Onu 1973 yılın da otobüslerle Çanakkale zaferinin sene-i devriyesini
anmak üzere Cağaloğlundaki MTTB genel merkezinin bulunduğu binada,
yolculuk için oluşturulan yönetim odasında konvoyun yolculuğunun
organizasyonunu yaparken gördüm. Ama tanışmadık.
MTTB Sakarya teşkilatı başkanı olarak, üç otobüsle ana konvoya iltihak
etmek üzere gelmiştik. Kayserili kimler var dedim. Hepsi de aksaklık
olmasın diye gayret ediyorlardı.
Şu Abdullah Gül, şu Ziya Olgunharputlu şu da Bekir Yıldız dediler. Onlar
bizi görecek halde değiller. Ancak Bekir Yıldız’ın Sakin bir hali vardı. Sonra
MTTB genel kurulunda, iç mücadele olurken görüştük. Sakarya ekibini
köfteciye götürdü. Konuşuyorduk ama karşı ekiple alakalı aşağılayıcı,
kendilerini de yüceltici bir laf etmedi. Bu adam mert birisi diye
düşündüm.
Hala o an cebinde köftecinin parasını ödeyecek hazırlığı yoktu diye
tahmin ediyorum, sormadım. Yok iken de sahavetli, var iken de sahavetli.
Bir gece Sakarya’da Abdullah Gül, Halil Şervanlı, Bekir Yıldız evimize
geldiler. Üstadın torunu Emrah, dayısı tarafından Akyazı’ya kaçırılmış.
Aile içi bir mesele. Onu geri almaya gelmişler.
Kahvaltı gibi bir şeyler hazırladık. “Çocuklar sizin işiniz değil, biz
hallederiz” dediler, hapisten yeni çıkan, belalı dayının elinden Emrah’ı
almaya Akyazı’ya gittiler.
“Bu adamların kalbur gibi yüreği var” dedim.

186

Böyle olaylar beni ona, onu da bana yaklaştırdı, yol arkadaşı olduk.
“Önce selam, sonra kelam. Önce refik ,sonra tarik” dermiş Fethi
Gemuhluoğlu.
O’ nu bilinmeyen bir özelliği, şahsı için kimseden bir şey istememesi. Her
talep kârı da boş çevirmemesidir. Sulha oturan, sulha oturması istenen
şehrin bilge ağabeylerinin başında gelenidir. Şimdilerde “çözüm üretici “
veya ehl-i vukuf demeye en layık kişilerdendir. Kendi aile hayatına,
çocuklarına, torunlarının sağlık ve eğitimine, nev’i şahsına münhasır,
ilgilenir kılavuzluk eder.
Hülasa içimizden birisidir o.

187

KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI

(KİTAP)

1- İki Kavram Analizi(Laiklik/Aksiyon)-Mustafa CABAT (3.baskı-2015)
2- Evsa –Mustafa ÖZER(2.Baskı2012-şiir)
3- Düşüşten Sonra–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Deneme)
4- Sis ve Selva –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
5- Çağrı Sayfaları –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
6- Sanat ve Aksiyon İçinde Bir Portre Denemesi–Mustafa ÖZER(2.Baskı 2012-
Deneme)
7- Ses ve Heves–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
8- Şapkamda Saklanan Azrail –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
9- Birlikte Ayrılmak –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
10- Çalakalem Çiçekler –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
11-Düşüşten Sonra-2 –Mustafa ÖZER (2012/Deneme)
12-Necip Fazıl ve Büyük Doğu-Ali BİRADEROĞLU (2012-Deneme)
13-Gönüldaşlarımıza Mersiye (2013-Biyografi)
14-Siyasi Bir Tavır Olarak BÜYÜK DOĞU- Mustafa ÖZER (2013- Deneme)
15-Tarih Üzerine/1 -Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
16-Tarih ve Değişim-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
17-Düşünme Üzerine-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
18-Oportünist Değişimin Aktörleri-Ali BİRADEROĞLU (2014- Deneme)
19-Tarih Üzerine-II (Trajik Sevinç)- Ali BİRADEROĞLU(2015- Deneme)
20-Muzdarip- Mustafa ÖZER (2015-Şiir)
21-Sığ Kıyıdan-Mehmet KASAP (Biyografi)

188

22- Oportünizmin İtham ve İlzâmı-1- Ali BİRADEROĞLU(2015-Deneme)
23- Errisaletülledüniye-İmam-ı GAZALİ –(tercüme-Ergün TELİS)
24- Meliklere Altın Nasihatler - İmam-ı GAZALİ (2016-tercüme- Ergün TELİS)
25-Düşüşten Sonra-III Mustafa ÖZER (2016/Deneme)
26-Mektubat-ı Rabbanî-İmam-ı RABBANÎ (2017-Tercüme- Ergün TELİS )
27-Bizim Oturma-1 –Mehmet KASAP (2017-Deneme)
28- Vefeyat ve Mersiye (2018-Biyografi)
29-Yavuz Sultan Selim Divanını Türkçe Söyleyiş- Mustafa ÖZER (2018/Şiir)
30- Bizim Oturma-2 –Mehmet KASAP (2018-Deneme)
31-Sofrada Usul (Zeriatüt-taam) Abdürrezzak bin Mustafa (2019-Tercüme
Ergün TELİS)
32-Akaidi Ömer Nesefi-Tasavvufun Hulasası-Errisaletül Velediyye (2019-
Tercüme Ergün TELİS)
33-Deneme Tahtası- Galip BOZTOPRAK (2019-Deneme)
34- Dörtyüz Güzel Söz Emir Pir Mehmed İbn-i Abdülvehhab (2020) Tercüme-
Ergün TELİS
35-Övülen ve Yerilen AHLAK Hüseyin el –Kasir (2020) Tercüme-Ergün TELİS
36- Bizim Oturma-3 –Mehmet KASAP (2021-Deneme)
37- Esin ve Derme –Mustafa ÖZER (2022-Şiir)
38-Yemin ve Yesar- Mustafa ÖZER (2022-Şiir)
39-Yalı Çapkını- Mustafa ÖZER (2022-Şiir)
(DİJİTAL)
1-Konferanslar(Necip Fazıl KISAKÜREK-Kendi sesinden//Ayasofya, İman ve
Aksiyon, Dünya bir İnkılap Bekliyor/ 12cd)
2-Konferanslar-2 (Necip Fazıl KISAKÜREK-Kendi sesinden//Batı Tefekkürü ve
İslam Tasavvufu,Tiyatro ve Tesiri,Komünist İhtilali

Başkan'ın Mesajı
Aidat Borcu Sorgulama
Köşe Yazıları
Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa Özer (özer Koç)

Ahmed ceemal El Hamevi

Prf.Dr.Serdar demirel

N.Mehmet Solmaz

Mustafa Özer (özer Koç)

Mustafa Miyasoğlu

Mustafa Ekinci

Galip Boztoprak

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

Mustafa Kanlıoğlu

Mustafa cabat

Ebubekir Sifil

Ali Biraderoğlu

İbrahim Ulueren

Mustafa Özer (özer Koç)

Ali Biraderoğlu

Mustafa cabat

Günlük Gazeteler
Sponsorlarımız

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

© Copyright 2020  V4.1 Tüm Hakları Saklıdır. | Vakıf Sitesi


Top