Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 0 | 0 | |
EURO | 0 | 0 | |
VEFEYÂT-I
MERSİYE
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları: 28
2
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No:28
1. Basım : Kasım2018
Baskı Yeri :
İrtibat Tel : 0 352 222 54 17
Web : www. kekvakfi. gen. tr
3
İçindekiler
(Kayseri’den Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE)
İkinci
BaskınınÖnsözü……………………………………….,,,,,..........,,,,,,.7
Birinci BaskınınÖnsözü………………………………………….….9
Gönüldaşlar Topluluğu..…………………………...Abdullah GÜL.11
Medhal ……………………………………………Mustafa ÖZER.12
DuaNiyetine………,…………....Prof.Dr.Mehmet TEKELİOĞLU.32
Büyük Doğu Fikir Kulübü Çevresinde…...Mustafa MİYASOĞLU.37
Dostlarımdan Kalan…………….Prof.Dr.Mehmet TEKELİOĞLU.42
Yüreklerine Çamur değmeyenler…………………..Taner YILDIZ.47
İyilerin İzi………………………………….…...Yaşar KARAYEL.48
Büyük Doğu Havuzunda…………………………...Ahmet TAŞÇI.53
Ölüm Gerçeği……………………………………Mustafa CABAT.55
Durmuş Abi (Durmuş AKÇAKAYA)……….…Mehmet KASAP. 61
Dost Bir İnsan (Mustafa BAYIR)………….Mehmet GÜLDESTE.65
Hem abi,hem baba,hem ağa:Rıfat Besceliye dair (Rıfat
BESCELİ)………………...…… Prof.Dr.Mehmet TEKELİOĞLU 68
Abdülkadir BİNBAŞIOĞLU …………………….Mustafa ÖZER.72
İş Disiplininden Cemiyet nizamına (Mustafa BİRADEROĞLU)…….
…………………………………………………….Mustafa ÖZER 80
Hasan Nail CANAT………………………………..… (Biyografi).84
4
Hasan NailCANAT……………Prof.Dr.Mehmet TEKELİOĞLU .89
Memduh CUMHUR……………………………..…… Biyografi.91
Memduh CUMHUR ağabeyin ardından…,,,.Galip BOZTOPRAK.99
Deniz Feneri-Mustafa DİNÇEL………………….Mustafa ÖZER.102
Atilla ENGÜR………………………………… Mustafa ÖZER.114
Atilla ENGÜR………………………………Fetullah DİNÇSOY.116
Dağa Akan Nehir (Akif EMRE)…………………Dursun ÇİÇEK.118
Etyemez-Mustafa EREN………………...………Mustafa ÖZER.127
İlkeler ve Ülküler-Necmettin GEVRİ…………....Mustafa ÖZER.137
Kürsüde Şiir okurken Öldü………………………..….(Gazeteler).141
Mehmet GÖKALP……………………………………(biyografi).147
Ararenk- Mehmet GÖKALP……………………Mustafa ÖZER.148
Doç.Dr.Şükrü Selim HAS………………..,,,Prof.Dr.Kenan HAS.151
Şükrü Selim HAS………………………...…,,, Mehmet KASAP.156
Ahmet KAPLAN…………………...……………Mustafa ÖZER.160
FEVZİ KAYNAK…………………..……………Mustafa ÖZER.163
Deha ve Zeyl-Ömer KISAKÜREK…………...…Mustafa ÖZER.165
Ömer KISAKÜREK vefat etti…………..…………,,,(Gazeteler).171
Kuzuların İmamı-Kenan KUZUİMAM……….…Mustafa ÖZER.175
Kadim Dostum-Kenan KUZUİMAM ……...Fetullah DİNÇSOY.187
Fuat LİVDEMİR…………………...……Mustafa KANLIOĞLU.190
5
Tavşan ve Dağ(M.MİYASOĞLU……... Mehmet MİYASOĞLU.193
MUSTAFA MİYASOĞLU ………...………,,,,,,…BİYOGRAFİ.197
Umut Sularından Rüya Çağrısına……..…… ,,,,,,Mustafa ÖZER .206
Özel Bıyıklar-Rasim ÖZCAN…………...………Mustafa ÖZER.209
Mustafa ÖZKÜÇÜK…………………………Halit KANTARCI.213
Patriyot- Mustafa ÖZKÜÇÜK…………...……,,,,Mustafa ÖZER.216
Dişçi’nin Paltosu-Mustafa Özküçük.…………,,Mehmet KASAP.226
Ekrem SAĞIROĞLU………Biyografi (Furkan dergisi röportajı).228
Sağır Hoca-Ekrem SAĞIROĞLU……..…...……Mustafa ÖZER.237
Kadim Dostum Ekrem SAĞIROĞLU……..…Mustafa EKİNCİ .242
Abdullah SARACOĞLU……………………………. (Biyografi).253
Müsevvidlikten Müftülüğe A.SARACOĞLU…...Mustafa ÖZER.256
Ülfet Halanın Mehmet-M.SOYAK…Prof.Dr.Şükrü KARATEPE.293
Akif ŞERVANLI …………………………...………,,(Biyografi).305
Halil ŞERVANLI……………….…………… ….Mustafa ÖZER.308
Nükte Gezegeni-Ali TAŞÇI….…………….…,,,.Mustafa ÖZER.310
Hafız Mustafa TAŞÇI………………………… Mustafa ÖZER.322
Gönül Dostu bir adam-A.SARIMERMER… Dr. Ahmet ALPAY.327
Büyük Doğu Halkası-A.Sarımermer ……………Rıfat BESCELİ.334
Mustafa ŞENCANLAR vesilesiyle..……..…İbrahim ULUEREN.337
SABAHATTİN ŞENER………………………...Mustafa ÖZER .340
Aşk Ziya’ya Düştü-……..…………. Prof.Dr.Şükrü KARATEPE.343
6
Tekesağan- Ziya OLGUNHARPUTLU…………Mustafa ÖZER.353
Bir Necip Fazıl Delisi- Ziya O,harputlu…...Galip BOZTOPRAK.362
Yıkılan Çınar Ardından (İ.ÜNALMIŞ)……….G. BOZTOPRAK.365
ALİ YILMAZ……………………………...…….Mustafa ÖZER.371
ARKEOLOJİK ALAN Osman YUMAKOĞLU...Mustafa ÖZER.373
Hamdi ZEYREK………………………………….… (Biyografi).377
Anılarımdaki Hamdi ZEYREK………...….Murat YERLİKHAN.378
7
İKİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ
Kayseri’nin durağan, ölçülü, sakin ve yavaş seyri, Tolstoy’un
anlatım zenginliğinin fotoğrafı gibidir. Tolstoy’un “Hacı Murad”
romanında çizdiği Türk tipi de tam Kayseri yerlisine göre uyarlı.
“Sakince gelip, hiç kalkmayacakmış gibi bağdaş kurup oturdu.
Meramını dile getirip kalktı ve gitti” diyordu. Yine Gogol’un
“Ölücanlar”ındaki Çiçikov’u Kayserili esnaf tiplemesine benzetirim.
Kemal Tahir, Aziz Nesin’in “acil”cilikkten uzak tiplemeleri de bu
ufka güneş taşır kanaatindeyim. Mustafa Miyasoğlu’nun
“Kaybolmuş Günler”deki “yavaş” atmosfer Kayseri havasını doğru
terennüm eder.
Kayseri; bu yavaş ve sakinliğinin barış yanını gün ışığında tembel
tembel ısıtırken savaş patlarsa o da bir anda kedi çevikliğiyle
tırnaklarını hatırlatır. Gerinerek savaş baltası patilerini halıya
batırarak keskinleştirir. Tolstoy’da “Savaş ve Barış”ta geniş tablolar
çizerek kelebeğin kanatlarının zerafetini anlatırken bile, kış
güneşindeki gün ışıklarından bal damlaları süzer.
İhtilal oldu 2016 Temmuzunda. Kayseri gibi sakin bir şehir
Nurcuların en güçlü fraksiyonu olan “feto”nun Hasan Sabbah’a taş
çıkartan oyunlarına sahne olacaktı.
Bilinçli yerel yönetimin tedbirleriyle halkın işbirliğini de
sağlayarak bu badireyi de atlattı Kayseri. Bu ihtilal denemesinde
suçlarının içinde boğulanlar da, şehit olanlar da vardı. Şehitlere bu
anlamlı eserde dua ve niyazda bulunmak borcumuzdur.
Batının teknolojisine ve papanın diyaloguna güvenen “feto”
münhezim oldu. Laik (!) olduğu Pensilvanya’da kaldı. Kayseri eski
günlerine döndü. Tolstoy’un anlattığı günlere…
Biz yine eskimez, eski hüznümüzle başbaşayız. Mersiye’nin
yeniden yazılmasını intaç eden yeni hüzünlerimiz vardı. İlk baskıda
anılması gerektiği halde nisyana uğrayan da oldu, bilgilerini elde
edemediklerimiz de oldu. Mümkün mertebe hepsini (büyük
özürlerle) derlediğimizi sanıyoruz.
8
Mustafa Miyasoğlu – Mustafa Taşçı – Osman Yumakoğulları -
Memduh Cumhur – Şükrü Selim Has – Akif Emre – İsmail
Ünalmış –Sebahattin Şener– Ahmet Kaplan – Rıfat Besceli- Akif
Şervanlı – Durmuş Akçakaya – Fevzi Kaynak – Halil Şervanlı –
Atilla Engür- Ali Yılmaz. Necip Fazıl ve Büyükdoğu idealine
bağlı yukarıda hüznümüzün cemileleri olan kardeşlerimize ve önce
anılan diğer muhterem ağabey ve kardeşlerimize de tekraren rahmet
niyaz ediyor, gönüldaşların bu hazin göçlerle çoğalacaklarının
işaretlerini görüyoruz.
Yeni baskinin hazirlanmasinin geregi ve onculugu mustafa cabat'a
aitti. Yazilarin hazirlanmasi ve vefayatin tahkiyesinin ihzari
mustafa ozer'in.yazarligi yaninda yazilarin redakesini yapan galip
boztoprak oldu.mehmet kasap,mehmet tekelioglu dursun
cicek,mehmet miyasoglu'nun yazilariyla yeni baski ya kavusan
mersiye hem bicim ,hem de hacim olarak yeni bir boyuta da ulasmis
oldu.emegini esirgemeyen arkadaslara tesekkur ederiz.
Merhum arkadaşlarımızın elbetteki yoklukları yüregimizde hüzün
olarak kalacaktır. Fakat sahip oldukları mesleki varlıklarının
vefatlarıyla oluşan boşlukları, milli bünyede hissedilen
kardeşlerimizi kamuoyuyla da paylaşmak için bu yeni basımı fırsat
bildik. Bu fırsatın oluşmasında Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfına
ve bu vakfın kitap basımlarında mali desteğini esigemeyen Bekir
Yıldız gönüldaşımıza minnettar ve müteşekkiriz yeni baskıda emeği
geçen vakıf baskanına ve çalışanlarına da teşekkür gönül
borcumuzdur
Yardım ve inayet yalnız Allah’tandır
Allah şahdamarımızdan daha yakınsa
Cennet neden uzağımızda olsun ki
Baki kalan Selam imiş
Selamlar…
Yayın kurulu
9
Birinci Baskının Önsözü:
ÖNSÖZ
Gönül isterdi ki ''Kayseri'den maveraya yolcu ettiğimiz
gönüldaşlarımıza MERSİYE'' adını verdiğimiz bu kitapta o mesud
yolcuların son sözleri bulunsaydı.Sokakları ve işyerlerini
denetleyen kameralardan bu verileri onlardan habersiz
derleyebilseydik.Bu çılgın hayal herkese sürpriz olurdu...Biz ise
bencil yolu tercih ederek bizdeki arkadaşların yansımalarını
perdeye aktardık..İzlenimlerimizi ve hayallerimizi anlattık.Aczimiz
hala sonsuzmuş demek ki.Aczimizi itiraftan da keyf alabiliyor
olduğumuza göre arkadaşlarımızla aramızdaki rabıta sağlam kalmış
olmalı.Buna sevinmek lazımdır.Zira onları kayıp gibi değil yaşıyor
gibi anlatabildik.Zira çok ciddi olarak ele alınabilecek geçmişimizi
didikleyen bu konuyu , bütün açık yüreklilikle ele alıyoruz. Bu
kitabı hazırlarken çocuklar gibi, neşeli ve ağırbaşlı bilgeler gibi
edep içinde , hem de , arkadaşların yüzüne bakabilir durumda
kalmak önemliydi..Bu vaziyeti kavradığımızı ve eserin tesadüf eseri
olmadığını belirtmek isteriz. Sayın Cumhurbaşkanımızın mültefit
yazıları, İzmir Milletvekilimiz Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu’nun
dostça yaklaşımları. Yoğun meşguliyetinin içerisine kitabımıza
değerli katkılar veren Prof. Dr .Şükrü Karatepe, Milli gazetedeki
köşesini bize açan Sanatçı yazarımız Mustafa Miyasoğlu, Kitabın
isim babalığından ve büyük hacmini emeğine borçlu olduğumuz,
sıcak ve canlı terennümleri ve önümüze açtığı renkli tablolarıyla şair
ve yazar Mustafa Özer, kitabın oluşmasındaki teknik yükün
tamamını üslenen ve yazılarıyla tenvir eden Felsefecimiz Mustafa
Cabat, Şirin katkılarıyla Ahmet Taşçı ve bize zaman ayırıp anısını
gönderen; Rıfat Besceli, Dr. Ahmet Alpay, Mehmet Güldeste,
10
İbrahim Ulueren, Mustafa Ekinci, Galip Boztoprak, Murat
Yerlikhan, Mehmet Kasap, Fetullah Dinçsoy, Mustafa Kanlıoğlu,
Halit Kantarcıoğlu, Orhan Taşçı vakfımızın teşekkürünü gönül
borcu saysınlar.Çam sakızı çoban armağanı....
Diğer yandan Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfını himayelerinden
ayırmayan ve bu güzel hizmetlere vesile kılan Kocasinan
Belediye Başkanı Bekir Yıldız ve bu kitabın oluşmasına katkı
sunan Vakıf yönetici ve çalışanlarına da şükranlarımız olacaktır .
Kitaba girecek resimlerin seçimi ve toparlanması ,yazı
alınabilecek arkadaşlara tebliği ve yazıların derlenmesi ile o
yazıların düzelti ve düzeni Mustafa Cabat ve Vakıf müdavimlerine
yüklenmiş olmasına rağmen yüksünmeden bu işi başardıkları için,
teşekkür borumuz onların hakkıdır.
Mustafa Fikri TEKELİOĞLU
KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI
BAŞKANI
11
Gönüldaşlar Topluluğu…………..…./Abdullah GÜL
Bir insanın yaşı ve konumu ne olursa olsun, anlamlı ilk
dostlukların tazeliği, hayat boyu daima devam eder.
Bizim için de bu anlamlı arkadaşlıklar lise yıllarında başladı. Bugün
hasretle andığımız arkadaşlarımızla birkaç sene arayla Kayseri
Büyük
Doğu Fikir Kulübü'nde tanıştık. O günlerde kurulan dostluklar
gerçek anlamda gönüldaşlığa dönüştü. Bazı arkadaşlarımızla
beraberliğimiz üniversite yıllarında da sürdü. Aynı evleri, aynı
yurtları paylaştıklarımız oldu.
Geçen zaman içinde kader hepimiz için farklı yollar çizdi.
Arkadaşlarımızdan iş hayatına atılan da oldu, akademik çalışmalara
yönelen de, devlet kademesinde görev alan da, siyasete giren de.
Ancak gönüldaşlık bağlarımız hiç kopmadı. Hayatın akışı içinde
uzak düşsek de, hep birbirimizi takip ettik, gönüldaşlık ruhunu
koruduk,kalben yakın olduk.
Aramızdan çok erken ayrılanlar olduğu gibi, yakın zamanda
ayrılanlar da oldu. Bir dönemin gönüldaşlar topluluğu, erken
ayrılanları unutmadı. Hepsinin anısı gönüllerimizde bütün
canlılığıyla duruyor.
Bu duygu ve düşüncelerle kardeşlerimize Allah'tan rahmet, geride
kalanlara sağlık, afiyet ve başarılar diliyorum.
12
MEDHAL…………………………………/Mustafa ÖZER
Tarih niçin var ve var olacaksa, bu kitapta aynı nedenlerle
varolmak zorundaydı. Zaman seçimi ise arkadaşların yaşlarına bağlı
bir tercih olduğu kadar, ekonomik sorunlarını kişisellikten
kurtararak toplumsalı daha iyi anlamalarından kaynaklanıyor olabilir.
Bütün hikmetiyle tarih ilmi çerçevesinde bu anıların basım zamanını
göremeyebiliriz. Lakin sisli bir havanın gerisindeki nesneler gibi
yanı başımızda asılı duran arkadaşların anıları, elbette ki ruhumuza
çok şeyler fısıldadığında, sisin gerisinde görünenin de kendimiz
olduğu fikri ortaya çıkmış olmuyor mu? Bütün gayretimizle
unutkanlık süngerinin emmesine müsaade etmek istemediğimiz ,
maveranın güneşleri kendi anılarıyla bizleri de, o süngerin önünden
almış olmuyor mu?Bütün nedenleriyle olmasa bile, kaybolmasını
istemediğimiz ideallerimiz de dahil olmak üzre biz faniler de,
arkadaşlarımızın tarafına geçme fikrinin ürpertisiyle davranmış
olabiliriz.Evet bir çok nedenle bu kitap oldu,olmalıydı, olacaktı ve
birçok gayret bir araya geldi ve ortaya kondu.Hakkı olan herkese
müteşekkiriz.
Bizlerin gayretine şaşmamak mümkün mü? Nostaljik gibi geliyor
önce insana.Konu kaybettiklerimizin nisyanımızı beslemesi ,hem
bizi yıpratıyor hem de kaybettiklerimizin bizde bıraktığı değerlerin
de zamanla eskiyerek azalması ve hatta giderek dağılması erimesi
çözülmesini kanıksıyoruz.Acının kanıksanması bir fecaat gibi geliyor
13
bana.Anılarımızdaki güzelliklerle ya da hazırlandığımız bu mersiye
çevreninde bile öylesine dilemmalarla meşbuyuz ki inşallah başka
bir esere vesile olur demekten kendimi alamıyorum.Ben
Kardeşlerimden uzaktaydım .Alışkanlık haline gelen davranışlardan
da bir an önce sıyrılmak için özel çaba sarf ederdim.Alışkanlıkların
ucuzluğu ve tembelliği beni hep korkutmuştur.
2003 yılında Avustralyalı filozof Glenn Albrecht tarafından ortaya
atılan bir kavram vardı:Solastalgia. Türkçe karşılığını doğduğun
yere olan hasret. “ ben senin yanında bile hasretim sana” diyor ya
şair, ya da “diz dize otururken yüz yüze hasret kaldım”da demiş
olabilirdi şair.Derin hasret çekmek ilk gelişim dönemine.Bizlerin
yaşadığı devirlerdeki Kayseri ve o devir insanlarıyla birlikte
güzeldi.Bu gün Kayseri yerinde duruyor ve fakat bu Kayseri başka
Kayseridir.Bu mersiyeyi dirilten belki de yukarda saydığımız
nedenlerin başında solastalji geliyor
olabilir.Ekonomiden,sosyolojiden,düşünceden elhasıl her şeyden
mücerret bir o günler var.O günler “zaman olur hayali cihan değer’’
diyoruz ya.. İşte o berzahta duruyoruz.Nostalji dilekçemizin “özü”
kısmını üslenmiyor.Gençliğimiz de dahil ailemiz ,arkadaşlarımız
,bitki ve hayvanlarımız da dahil olmak üzere dağlarımız
,derelerimiz, ova ve tozlu yollarımızı özlüyoruz.Bugün bunların
hepsi başkalaşmış,değişmiş bile diyemiyorum.Oysa içimizdeki o
gün özlemi, biraz da bu güne tepkiyi de içeriyor.
Şu devirmek kökünden gelen devrim sözcüğü ne kadar zalimmiş
,ne çok zulmedermiş kişilikli insana, bunu bu gün rahatça
söyleyebiliyorum.Her şeyi değiştirme merakı insanlığın en büyük
ayıbıymış.Şimdi daha iyi anlıyorum.Devrim kirlenmek ve
kirletmekmiş bu gün daha iyi değerlendiriyoruz.Ve devrimci
bataklığına dönmüş güzel yurdumun neden yıllardır süründüğünü
şimdi açıkça gözleyebiliyoruz.Hep bu moda denen illet insanları
kendi kulvarının dışında uçuruyor..Modanın ürettiği albenili
mutantan dünya herkesin ayağını yerden kesiyor.Diğer yandan
ezberin dünyası da başka felaketlere serüven hazırlamaktan geri
durmuyor.Güdücülerin güttüklerine hazırladıkları tuzaklara ,her yeni
çağ, daha çok imkan hazırlıyor.Onun için kendini bilmenin erdemi
büyük olmuştur.Bu giriş ağır olsa da olmalıydı. Büyükdoğu
14
ucuzluğun tembelliğin ,alışkanlıklarla yürümenin ,hayali amaçların
besleneceği bir pınar değildir.Hakikatin ,eşya ve hadiselerin ötesine
geçme sevdasını dava yapan kişilerin uykusuz gecelerinde tek yıldız
vardır:Büyükdoğu yıldızı.O yıldızın altında müsterih uyumasını
dilediğimiz arkadaşlara dönelim.
Gelelim maveradan yansıyan ışınların kelime kalıplarına
dökülüşüne;
Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağmen , oluşumunu
Kayseri iklimiyle ifadelendirebilen , bölgeden aldığı destek ve
teşviki bölgeye ödeme fikrinde olan ve her şeye rağmen , İslamın
emir subaylığı olan Büyükdoğu idealinin alem şümul beyniyle
dünyayı okuyabilen, çoğunluğu da, bu bölgede sonsuzluğa kavuşan
kardeşlerimizi,en azından ailelerinin desteğinde bulmak
için…evet..havzacılığa karşı olduğumuz halde, Kayseri’den
maveraya yolcu ettiklerimiz olarak gördük.İdeal anlayışımıza halel
getirmediğini düşündüğümüz içindir ki, böylesine açıkça isim
verdik.Değilse asaletin topraktan devşirilmediğini, suyu tanıdığımız
kadar biliyoruz.Diğer yandan Kayserinin toprağındaki zirai olarak
negatifliği ise herkes biliyor.
Gönlümüz , Sezai Karakoç’un “Diriliş dergisi”nden, Nuri Pakdil’in
“Edebiyat dergisi”nden ve arkadaşların “Maraş cenahı” diye tesmiye
ettiği grubun çıkarttıkları “Mavera dergisi’’nden ebediyete
uğurladığımız gönüldaşlarımızı da unutmayacaktır,Elbette ki bir
ümmete ait olan hareketi bir havzaya indirgemeye kimsenin hakkı
yoktur.Bizim de bu nedenle havzacı olmadığımızı belirtme gereği
duymamızı , çevremiz anlayışla karşılayacaktır...En azından siyasetin
çizdiği sınırlar içinde kalarak milli olma vasfıyla baktığımızı tebarüz
ettirmek istedik.Ve yine dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar diğer
kardeşlerimize de hep dualarımız açık olacaktır.
Bu kitap ağıt yerine kaim olmak üzere hazırlandı, adını da mersiye
olarak taltif ettik. “Alpertunga öldü mü/ıssız acun kaldı mı /ödlek
öcin aldı mı/imdi yürek yırtılır.’’ Diyen ağıtçı ozanla çok gerilere
gidebildiğimiz gibi,Kanuni Sultan Süleyman Han’ın irtihaliyle,
arkadaşı ve sırdaşı şair Baki’nin “Baki kalan bu kubbede bir hoş
15
seda imiş”dizesinin ışığında yaktığı mersiyesine kadar, şiirsel anıtlar
hem çok, hem de insanlığın ortak terennümüdür.
Şair Baki kırk yaşlarında yazdığı Kanuni mersiyesi divan şiirinin
şaheserlerindendir.Aynı dönemdeki mimari olarak Süleymaniye ne
ifade ediyorsa Kanuni Mersiyesi ‘de edebiyatta onun gibidir.Güzel
sanatların ironik görüntüsüne bakın ki Baki nerede,Sinan
nerede.Diğer yandan Süleymaniye camii ne durumda ve Kanuni
Mersiyesi kimin umurunda.Zamanın çelişkileri bunlar.Erbabınca
bilinen kıymeti büyüktür.Öyle ki Kanuni Sultan Süleyman Hanın
cenazesinin önünde Bakinin mersiyesi bestelenmiş ölüm marşı gibi
orkestra tarafından seslendirilmektedir.
Dostu ,arkadaşı kazaskeri Baki ,sultanı Süleyman Hanın bile
dünyaca toprağa dönüştürüldüğünü içi yanarak anlatıyor;
Ol şehsüvar-i mülk-i saadet ki rahşine
Cevlan deminde arsa-i alem gelirdi teng
Baş eğdi ab-ı tığına küffar-ı engürüs
Şemşir-i gevherini pesend eyledi fireng
Dostunun ayrılık acısıyla inci gibi göz yaşı döktüğünde ne kadarda
samimidir;
Hurşide baksa gözleri halkın dola gelir
Zira görünce akla ol mehlika gelir
Gün doğdu şah-ı alem uyanmaz mı habdan
Kılmaz mı cilve hayme-i gerdun-cenabdan
Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber
Hak-i cenab-i südde-i devlet meabdan
Devlet-i aliyyenin cihangir ve muhteşem sultanı Süleyman hanın
yiğitliği anlatılırken Bakinin coşkusu sultanına bağlılığını ne güzel
ifade ediyor;
Şemşir gibi ruy-i zemine taraf taraf
16
Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları
Aldın hezar bütgedeyi mescid eyledin
Nakus yerlerinde okuttun ezanları
Şair Bakinin Mihrimah mersiyesi de içli nazik ve güllerle donatılmış
çelenk gibidir.
Ebr-i baran ki yağar bağ-ı gülistan üzre
Katreler kim dökülür sünbül ü reyhan üzre
Cuylar kim dolanır damen-i sahralarda
Jaleler kim görünür lale-i numan üzre
Hep o göz yaşlarıdır aktı bisat-ı arza
Ağlaşur ehl-i sema hazret-i sultan üzre(1)
Güncel olan ve özel bir televizyon kanalında gösterimdeki yerli
dizi “muhteşem yüzyıl’’da gündeme gelen ,Kanuni Sultan
Süleymanın büyük oğlu şehzade Mustafanın babasının bilgisi
dahilinde öldürülmesi üzerine dönemin şairi Yahya Bey tarafından
yazılmış bir mersiye parçasını da takdim edelim;
O bedr-i kamil ü ol aşina-yı bahr-i ulum
Fenaya vardı telef ittdi anı tali’-işum
Döğündü kaldı heman dağ-ı hasret ile nücum
Göyündü şam-ı firakında toldı yaş ile rum
Kara geyürdi karamana gussa itti hücum
O mahı ince hayal ile kıldılar ma’dum
Tolandı gerdenine hale gibi mar-ı semum
Rıza-yı hak ne ise razı oldu ol merhum
Hatası gayr-ı muayyen günahı na –malum
Zihi said ü şehid ü zihi şeh-i mazlum
Yıkıldı yer yüzüne aslına rücu itdi
Saadet ile heman kurb-i hazrete gitdi
***
Bir iki eğri fesat ehli nitekim şemşir
Bir iki name-i tezviri kıldı katline tir
Gelür ezelde mukadder olan kalil ü kesir
Hezar kayserün oldu leyal-i ömri kasir
Eceldür ademe derbend-i teng ü tar-ı asir
Zaruridir bi ki uğrar ana cuvan ile pir
17
Yerini zir-i zemin eyledi o mihr-i münir
Yerini gitdi cihandan niteki merd-i fakir
Bu vakıa olamaz halka kabil-i tabir
Ki Erdişir-i vilayetde ola adet-i şir
Bunun gibi işi kim gördü kim işitdi aceb
Ki oğlına kıya bir server-i Ömer-meşreb
***
Sipihrin ayinesinde görindi ruy-i fena
Kodı bu kesret-i dünyayı kıldı azm-i beka
Garibler gibi gitdi o yollara tenha
Çekildi alemi balaya hemçü murg-ı hüma
Hakikaten sebeb-i rif’at oldı düşman ana
Nasibi olmasa tan mı bu cife-i dünya
Hayat-ı bakiye irişdi ruhı ey yahya
Şefikı ruh-ı Muhammed refikı zat-ı_ Hüda
Enisi gayib erenler celisi ehl-isafa
Ziyade ide yaşum gibi rahmetin Mevla
İlahi cennet-i Firdevs ana turağ olsun
Nizam-ı alem olan padişah sağ olsun(2)
Okunma farklılıklarına dikkat edilir ve remizler bilinirse
günümüz Türkçesine yakın bu edebi metin sosyal bir vakıanın da
çığlığı olduğu anlaşılır .Bu anlatımda Şair Yahya’nın büyüklüğü de
tebarüz etmiş oluyor. Hürremlerin ve Mustafaların son olmadığını
yaşadıkça , okuyor, duyuyor ve görüyoruz. ‘’Tarih, geleceğe suyun
suya benzemesi gibi benzer’’ diyen İbni Haldun’u ve ünlü eseri
Mukaddime’yi anmamak mümkün mü hiç? Yunus’u, Mevlana
Celaleddin Rumi’yi nasıl geçelim. Şeb-i Arus törenleri görsel bir
şölen olarakta ağıtsal bir tiyatrodur.Mevlana hazretlerinin
maveraya göçünün ihtifale dönüşmüş halidir.Ölüm bir gerdek gecesi
olarak görülmektedir.Ölüm bir yok oluş değildir.Dini itikatlara
azami özen gösterilerek uygulanan bu törenler,kültürün edebi olarak
yayılmasına da sahne hazırlamaktadır.Hem tarikata bağlı olanlara bir
şölen hem de o yıl içerisinde müridanın ürettiklerine gösteri imkanı
sunmaktadır. Ayrıca cemaatin sürekliliğini temin etmek gibi bir
hayatiyeti de izhar etmektedir.
18
“Bir garib ölmüş diyeler üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar şöyle garib bencileyin’’
Derken Yunus Emre’nin o herkesi kucaklayan dili,bir başka şiirinde
“Yiğit iken ölenlere göğ ekini biçmiş gibi’’diyordu(3).Yunus Emre
hüzün deryası gibidir.O gönülde varlık ve yokluk denilen şeylerin
toplamının, Allah sevgisi olması hasebiyle, ölüm, basit bir
yolculuktu.Elbette Dosta götüreceğin armağanlarını derlemiş
olmalısın yaşarken.
Abdülhak Hamit Tarhan’n makber şiiri de güzel bir ürperiştir ve
yüksek sesle okunmaya müsait tiyatral bir ağıttır.(4) Diğer yandan
Recaizade Mahmut Ekrem , türbedara çıkmış gönlüyle, bir başka
ürperiş,gözyaşı simgesidir. “Şevkiyok” Şirinin, bestesi ve
hikayesini dinleyip te ağlamayan göz ve vicdan olur mu?(5)
.Günümüz şairlerinden Sezai Karakoç ‘un Endülüse Ağıt
hazırlaması da anılmağa değer mersiyelerdendir. Şiirimizde ağıt
ya da sagu, ve yahutta mersiyeler, bir edebi antolojik külliyat
oluşturacak kadar çoktur.Maksadı aşmamış olmak için örneklerle
yetindik, fakat güzelliklerden de bir buket yapmadan edemedik.
Ağıt sadece sözlü sanatlara konu da değildir.Arkeoloji
Müzelerinde “ağlayan kadınlar lahdi” den tutun da, ağlayan
heykellerle süslü mezartaşlarına kadar, antik medeniyetin ve hatta
ilkçağdan kalma objelerin olduğunu müzelerden gözleyebiliyoruz.
Yakın zamanlarda da bir çok alanda tezahür eden teessürün ifadesi
sanat eserlerinde seslendirilmekte ve renklendirilmektedir.
Tasavvufun temelindeki sevgi bu dünyadan göçe de özel bir
anlam yüklemiş anmalara vesile kılmıştır.Fuzuli’nin hadiktül
sueda’sı en güzel örneklerden biridir.Ehl-i Beytin şehitlerine yapılan
muharrem törenleri de mersiyenin görüntüye yansımasıdır.Ölüm
kültürü şiirimizin ana damarlarındandır.Ölüm Necip Fazıl’da da en
belirgin çizgilerden biridir.Yakın zamanlardaki şarkılardan birisinde
ifade edilmişti “ölümden başkası yalan” diye.Yunusta da asli
çizgilerden birisi de ölüm temidir.
Ağıt insan oldukça olacak bir olgudur.Ağıtın esere dönüştürülmesi
ise Maveraya yolcu edilenlerin geride bıraktıklarındaki vicdanın
titremesi ile yakından alakalıdır.Göçmenin yok olmak demek
olmadığını düşünüyorsak, içimizdeki göçene ayırdığımız sevgiyi
19
açıklamakla başlar.Yapıt işi ise çağın vicdanı ve imkanların elverdiği
sınırlar içindedir.Bizler de arkadaşlarımızla ilgili bu eseri başlangıç
olması dileğiyle ilerde daha şümullü ve hayatı kapsayan ve de
herkesle paylaşabilen eserlerin doğmasını dileriz..
Sagu,ağıt ya da mersiye aynı anlamın sanat mahfillerinde değişik
nüfus cüzdanları gibidir.Hele bir yurdun kayboluşuna yakılan ağıt
tam da olgun bir mersiyedir. ENDÜLÜSE AĞIT veya Endülüs
mersiyesi olarak İslam şiir sanatının ölümsüz anıtlarından
biridir.Örneğimizi aydınlatan yıldız tam da bu mersiyedir.Ülkenin
her yanını nehirler ,ovalar, dağlar,tepeler ve şehirler olarak
gezer.Bitkiler aleminin her yanına sarkar.Çiçeklerini, güllerini bir arı
gibi dolaşır.Renk renk ve çeşit çeşit kokularıyla cenneti andıran
çayırları yad eder.Şırıl şırıl suları olanca berrak ve serinliğiyle adeta
size tattırır.Müzik nağmelerinin o eşsiz bestelerini kulaklarınıza
koymuşçasına mest olursunuz .Hele insan emeği göz nuru eserlere
gelince say say bitmez.Ne Gırnatanın sarayları ne Mürsiyenin
sokakları anlatabilir tüm Endülüs’ü.Bir vatan ve önemli bir milletin
yok edilişinin sanat adesesince tespitidir,bu Endülüse ağıt.Başka
milletlere millet olmanın ne olduğunu anlatır.O güzelim sanatçıların
ve eserlerinin hepsi yok edildi.Giyim kuşamından kullandığı
mendillere kadar özel olan bir medeniyet ve bu medeniyetin bütün
kitaba yansıyanlarıyla yok edilmesi söz konusu.Delikanlıları, güzel
kızları olgun ve üretken insanları,anaları,babaları ve olgun sabırlı
ihtiyarları sanki fotoğraftan izler gibisiniz.
Günümüzde kına gecesi ağıtlarından fışkıran “Gesi
Bağları”çığlığı , terörün sonuçlarında yükselen feryatların önünü
aldığı içindir ki, toplum ,isyan yerine barışı tercih ediyor.Onbinlerce
insanın cenazelerde bir ağızdan mırıldandığı dua, elbette toplumsal
anlamda söylenen en güzel mersiyedir. Bu mersiyenin tacı ise , o
güzel şehitlerin mezarlarında dalgalanan ayyıldızlı
albayraklardır.Ne güzel bir kelam-ı kibardır o “Doğarken kendisi
ağlar,velakin maveraya göçerken kendini yolcu etmeğe gelenleri
ağlatır”cümlesi.Evet Üstad Necip Fazıl’da sıklıkla “yek katre hunest
ve hezar endişe” derdi tükettiğimiz hayat için.Yani ,insan: bir damla
kan binbir işkence….Gönüldaşlarımız dünyanın bir debdebe yeri
olmadığını bilirler.Yine bilirler ki maveranın manevra alanı olan bu
20
dünyada öteye hazırlık ve cenneti kazanmak asıl amaçtır.Cenneti
kazanırken başa gelen kazalar mersiyelerin gözyaşartan renkleridir.
Mustafa Dinçel’in ölümü bende dehşetli bir güvensizlik yarattı.Bu
trafik kazaları iğrendiriyor insanı.Şehrin orta yerinde ve üstelik
suçlanarak ölmek ne acı.Tam bir dilemma.Diğer yandan şu hastane
mi bu hastane mi derken ortada kalıp ölüme koşmakta Mehmet
Soyak’a düştü.Acılardan acı beğen der gibi.Ortamın rezaletine
katlanmamız gönüldaşımızın imanî hüviyetine saygı göstermek
içindi.Bu hal bile içimi yaralıyor.Diğer yandan hastalıkları hafife
alma cesareti,Ali Taşçı’da tebarüz etmiş.Belirsiz bir şekilde bir anda
herkesin gözü önünde yapa yalnız ölmek insanı çileden
çıkarabilir.Mustafa Eren trafik canavarının elinde
kayboluyor.Ömürlerinin baharındaki bu kardeşlerimize gerçekten
içimiz yanıyor.Ziya’mız vardı hani.Pis bir hastalık elimizden onu
gün gün aldı ve biz yanında hastalık konuşmamak uğruna o acıları da
yaşadık.Ziya’nın izinde Mustafa Özküçük’te yürüdü. Diğer yandan
Ekrem Sağıroğlu hocamız da kanserin aramızdan aldıklarındandı.
Hasan Nail de ani bir kalp krizinin bizden aldıklarındandı.Mustafa
Bayır,Rasim Özcan,Mehmet Gökalp, daha sonra Kenan Kuzuimam
ve Mustafa Biraderoğlu arkalarında güzel anılar bırakarak
ebediyete yürüdüler.Abdullah Saracoğlu ve Abdülkadir
Binbaşıoğlu’nu da anmak bize borç olmuştu. Kahramanmaraş
belediye başkan yardımcısı iken dünyada bir ilke hayat veren
Necmeddin Gevri, Üstadın Sakarya şiirini okurken mikrofon
önünde, canlı yayında ve bir salon dolusu gönüldaşlarının gözleri
önünde ruhunu Rahmana teslim etmişti.Diğer yandan Ziya’dan
alıştığımız süreci Abdullah Sarımermer’de de yaşamak
mukaddermiş.Bunlardan Mustafa Şencanlar, Fuat Livdemir ve
askerken kaybettiğimiz Hamdi Zeyrek’te ailelerini kedere boğarak
aramızdan ayrılmıştı. Ebediyete yürüdüğünü bilmemize rağmen
aileleriyle irtibatlaşamadığımız kardeşlerimiz olduğu gibi geçmişi
hakkında bilgi vermeyen kardeşlerimizin yakınları da oldu.Birer isim
vererek te olsa rahatsız etmek istemediğimiz bu kardeşlere Allahtan
rahmet diliyoruz. Büyükdoğuya verdikleri hizmeti unutmayacağımızı
aileleri dahil herkeste bilsin istiyoruz.Hepsinden Allah razı olsun ve
Ebediyete yürüyenlere de bu vesileyle Allah rahmet etsin.Kanser ve
21
trafik kazalarının bizde bıraktığı izde olumlu bir yan yok. Bu iki
konudaki ölüm oranının yüksekliği konusunda ise ,hayatı ve
içerisinde bulunduğumuz medeniyete tepkiden mi acaba diye bir soru
üretiyor kafam.Eğer durum böyleyse mersiyenin hacmi önümüzdeki
yıllarda artacak demektir ki,buna şimdiden üzülüyorum.
Üzülmemin menbaı, medeniyetimizi yasladığımız teknoloji, bir
yanda dünya nimeti olarak övünç kaynağı ,diğer yanda bizleri
dişlilerinde öğüten canavar.Kanser ve trafik kazaları ki bu yapıya iş
kazalarını da eklememiz gerekirse,ağzıyla yemek verip sapıyla göz
çıkarmak kabilinden bir medeniyetle karşı karşıyayız..Batı
medeniyeti diye adlandırdığımız ve on sekizinci yüzyıldan beri de
taklide çalıştığımız bu medeniyet belirsiz geleceğinde daha çok
canımızı yakacağa benziyor.Avrupa bu bedeli ödedi,ödüyor ve
ödeyecek.Fakat doğulu olan bizler, acıları da taklit eder gibiyiz.Bizi
üzen bu yapıdır.Değilse her canlı ölümü tadacaktır.Ölümün yüzü
soğuktur.Herkes te üzülür,doğal olarak.Burada da ayrılığın hüznüyle
tedavi olur gibiyiz.Ah bir anlayabilsek te “miş gibi’’ yapmadan
bedelini ödeyerek, içselleştirerek uygarlaşabilsek, bu hüzünler boşa
gitmeyecek..Kamunun genelde anladığı fakat, günlük hayatın
vaveylasında her şeyi taklit kalıplarına döktüğünü görüyoruz.Yani
kör olarak hayatı doğru algılayıp ,gördüğü alemde apışan insan
modeli gibiyiz.Bu üzüyor bizi.
Arkadaşlarımızın hepsi özel ve güzide kişilerdir. O nedenle
kitaptaki sıralamaları,astlık üstlük esasıyla yapılmadı. Soyadı
sıralaması yapıldı.Elden geldiğince aileleriyle görüşülerek bilgiler
derlendi,en azından doğrulukları saptandı.Gerçi arkadaşlarımızın
bilgileri yakın bilgisi olduğu için anı tadındadır.Varlıklarıyla
birbirlerini bilgi ve eğitim olarak besleyen Büyükdoğunun
nasipdarları göçtükleri dünyanın hakikatiyle de , gönüldaşlarını
yolcu etmeğe gelen gözleri nemli kardeşlerine ışık
olmaktalar.Yolumuzu aydınlatan bu hazan ışıklarında davamızı daha
derinden anlamaya çalışıyoruz..
Biz neyle meşgulüz , alem nelerin peşinde zamanı savsaklamakta.
Biz kendi yangın yerinde milli izleri bulmaya ,bulduklarını
korumaya ellerimiz yana yana uğraşırken, yitiklerimizi “kayıp
22
eşek” arar gibi ıslıklar çalarak kendilerini farklılaştıranları
görüyoruz.Oysa onlar ıssız kalan gönüllerindeki yarayı saklamak
için birbirini aldatan birbirine zıt gibi gözüken ve fakat aynı
kalpazanlıkta örtüşenler olduğu da saklanamaz
gerçeklerden...Kendilerine tevdi edilen kamu oyu oluşturma
görevlerini , şahsi çıkarlarını alenen koruma alemine çeviren bu
tipler ,bir üslup sahibi olsalar,hiç değilse, edebi açıdan örnek
olacaklar denebilir.Belki de suçlarına özür sayılması bakımından
empati kurulmaya değer.Eski tüfeklerin ikameleri ile , Şevket
Eygi’nin tabiriyle “din baronları’’ el ele vermiş iktidardan azami
faydalar devşirmek için iktidardakilerin sevdiklerine
hücumdalar.Allah sizi ıslah etsin emi?İktidardakiler ise kişisel
zevklerini terennüm edecek vaziyette bile değiller.Kaldı ki olsalar
bile Necip Fazıl’ın bir iktidar karşılığı yok ki, hem iktidardakilere
bir faydası olsun ,hem de Necip Fazılın varislerine.
AK partinin iktidar olmasından bu yana Üstad Necip Fazıl’a
öylesine saldırılar var ki,görmezden gelmek hiç bize yakışmıyor.
İktidardakiler ne kadar samimi olursa olsun Necip Fazılı gündemde
tutmaları onun şiirlerini okumaktan öteye geçmiyor.Yakın zamana
kadar biliyoruz ki Necip Fazıl’ın devletin kurum ve kuruluşlarında
bir alt yapısı yoktur.Zannımız o ki muktedirler de henüz Necip
Fazıl’ın devlette kapladığı yer kadar yer kaplıyor,bir başka deyişle
devlette alt yapı çalışmaları yetersiz. Kurumlarda altyapı olmadığı
için zannediyoruz ki Necip Fazıl muhalif kızgınların öncelikle
paravanı neticede de iktidarın paratoneri olmaktadır. Necip Fazılın
bu milleti uyaran çığlığı, ekonominin tüketim kanallarına yöneliyor.
Necip Fazılın ademe mahkum oluşu bile bize böylesine acı
vermiyordu.Necip Fazıl gürültülere boğularak gündemdeyken
gündem dışı kalıyor.Yukarıdaki birkaç cümlemi alıp ta iktidardan
Necip Fazıl için bir hareket istediğim sanılmasın.Hak adına dilencilik
olmaz.Bizim tebliğ görevimiz var,onu yaparız.Birilerinin de ne
yaptıklarını ne kadar yaptıklarını kendisine anlatırız.Necip Fazıl bir
tüketim malzemesi değildir.
Can taşıyan nice Napolyon taklitleri tanıdık. Kendini korumak
adına başkaları için çene çalıp duruyor.Oysa çaldığı çenenin ucuz
ekonomik çıkarlarına hiçbir yarar sağlamayacağını bildiği halde,
23
korkularını Necip Fazıl’la ilişkilendiriyor. Eski tüfeklerin ikamesi
bu canlar garip horozluk numarası yaparken dahi tavuğu taklit
ettiğini göremiyor mu acaba ? Bu ikame malzeme , cinselliklerden
derlediği bilgileri sözüm ona “aşka dair” diye abartarak maişet
motorunu çalıştırıyor..Aynı canlar,tarikat mukayeseleriyle
başkalarının kullanması için sahte dünyalar üretirler.Hem de tek
kullanımlık. İnançlarını kıyasa yaslayınca iktidardan istifadeleri
gündeme getirirler.Oysa gazeteci kimliklerinin bir yanına
iliştirdikleri istismar pozuyla bulunduğu gazeteyi tam da eleştirdiği
kimlikle soyarlar.Ve yine bir fatih edasıyla gözaltı torbalarından
tanıdığımız nice insana örnek olması gerekenler var ki,
merhametsizce ağıt perdelerinin arakasında, kendine rakip gördüğü
kurumlara sinsice yüklenmektedir.Necip Fazıl’ın iğrendiği bu
liyakatsiz gündemi riyakarca sömüren solcu ve ölü can bezirganı
bazıları kendi işlerine baksalar daha faydalı olamazlar mı ?
Önüne bir prizma konulunca bütün renklere ayrılan güneş ışığının
bir rengini seçerek bütün hakikati tek renkte zannedip avunanlar, bir
araya gelerek neden güneşin hakikatini de teslim etmezler?Eğer söz
konusu olan vatan ise ve gerisine teferruat diyorsanız neden
tercihinizi tek hakikat sanıyorsunuz? Zekanızdan şüphemiz yoktur.
Lakin kör inat ve yönetme enaniyetinizin sizi yanlış yere
saptırdığını zannediyoruz.Tek renkle kişisel avunmalarınıza bir
diyeceğimiz olamaz.Çünkü hürriyet mükellefiyetin
temelidir.Asgaride ilkeli olmak adına eleştirmiyoruz.Güneşe
muhtacız.Kendin için istemesen bile bizim için engel olma .
Şu gerçeği bilmeyenlerde bilsin ki,gazetecilik bir kamu
hizmetidir.Devletin kontrolü altındadır.Devlet kendisine yakın veya
paralel veya kendisinden hizmet satın aldığı basın yayın organlarını
korur,kurar veya kırar.Devleti halkla temasta tutan
hükümettir.Dolayısıyla halk üzerinden olanla halka dair olanları
,hükümet basın yayın üzerinden izler.Necip Fazıl mesleği yazarlık
olan birisidir.Bütün hizmetleri iktidarlarca izlenmiştir.Hiçbir iktidara
yaranamadığı içindir ki,sürekli tehdit de edilmiştir .Yattıkları hariç
102 sene kesinleşmiş hapis cezası olan birisidir.Hayatında gizlilik de
yoktur.Sanatını da değer olarak kimse küçümseyemez.Necip Fazıl ve
24
devlet birbirine böylesine gart vaziyetinde dururken ,hangi hakikate
istinaden (aramızda olmamasına rağmen bir fatiha bekleyen bu
insana) hakaret edilir? İnsafın bazı gözleri açmasını beklemek
hakkımız olsa gerek.Ya da bazı açıkgözlerin insafsızlığını
hatırlatacak tedbirler gerekmez mi acaba.?
Diğer yandan bir dönemin devlet ricaline hitap üslubunu
“yalvarmak” biçiminde anlamak,en azından bir gazeteci için
densizliktir.Halini en halisane anlatan durum Menderes kitabında da
mukayyet iken yeni bir keşifmiş gibi kullanan yalakalara hiçbir şey
demek istemiyorum.Onu demeye bile değmezlermiş.O dönemin
mektupları hep ‘köleleri’ ‘bendeniz’’ veya daha ağır nefsini
indirgemiş olarak takdim edilir.İmparatorluktan kalma abartılı
klişeler…Hakikati ,yaşanan dönemlerinde bile kaybolmuş..Şener
Şen’in klasikleşen Züğürtağa filmindeki marabaların ağalarına
yaptıklarına denk bir yapılanma.
Bir büyük Muzdarip için bu küçücük mersiye içerisinde savunma
alanı açmak hiç hoş değildi..O büyük insanı anlayamayıp ayıplarını
yayın yoluyla da şeddelendiren akıl fukaralarına Rabbim kendi
adaletinde versin.Ey güzel insan açtığın çığırda yürümüş ve seninle
aynı dünyada olan gönüldaşlarınla selviler gibi serin
uyu.Kaldırımlarında duyduğumuz ayak sesleri her zaman
olacaktır.Ve senin ayak seslerin çilemizin öz musikisi gibi
gündüzleri göznurunda hakikate erişerek, geceleri yıldız
yakamozlarında rahmani rüyalara dönüşerek idealimizi
seslendirecektir.
Sanatın kocaman büyük harfle başlayan nefsin arkasından
yürüdüğünü birazcık sanatla ilgili herkes bilir. En halim selim
sanatçının bile çok az akıl karıştırarak sanatını icra ettiğini bilmeyen
mi var.İnsiyaki olan tasarım kısmı ile alete yansırken kullanılan
aklın, zaman farklarını da yine ayarlayan ve bilen sanatçının
kendisidir ve dehadan beklentinin de bu olduğunu ,uluslararası
düşünürlerin ve eleştirmenlerin hepsi teyit etmektedir.Necip Fazıl
ulusal olduğu kadar uluslararası bir büyük sanatçımızdı.Devletin
gereksiz paranoyaları yüzünden yoksulluk çektiği kadar zulme de
uğramıştı.Onun imdat sesini küfür perdelerinin kapatması
yüzünden uluslararası hiçbir yardım kuruluşu ona el uzatmadı.Gerek
25
Avrupa devletleri, gerek Amerika Bileşik Devletleri öncülüğünde
Vatikan diliyle hazırlanan icra emirleriyle yapılan perdeleme,diğer
yandan eski tüfeklerin sosyalist ambargosu ve en önemlisi de batı
yakalı ,mason ve laik parfüm kokulu yönetimlerce, İslam bloğuna
konan resmi ambargo,bu büyük muzdarip sanatçıyı kendi ülkesinde
mağdur ve muğber pozisyona getirmişti.O yalnız ve muzdarip deha,
çilesinin ,kaderi olduğunun da bilincindeydi.
Tek parti dönemi tartışmasız bir yana konulmalı.Bunu unutmak
anlamına değil de tek başına ele alınması gerektiği için yana
bırakalım. Celal Bayar’ın Demokrat Partisi tek parti döneminin
bütün hastalıklarını taşıdığı gibi ,ABD kokulu her tür mikroba da
açık vaziyetteydi.İkinci dünya savaşından da galiplerin safında yer
alınmaması nedeniyle güvenilmeyen ülke konumundaydık.
Yokluklar,yoksulluklar sadece mideleri boş bırakmıyordu,
beyinlerde de tahribatı yüksekti.DP büyük veballer alarak iktidarı
omuzladı.Fakat Bayar batıya gidiyor, hükümetin başı Adnan
Menderes doğuya gidiyordu.Devlet iki ayrı zihniyete
bölünmüştü.Dolayısıyla askerler zorunlu olarak vesayeti
üslenmişlerdir.Sonuç malum,onyıllık uyumsuzluk mahkemede sona
erdi. Kayıp yıllara eklenen Ragıp Gümüşpala’nın Adalet Partisi de
Süleyman Demirel’in eline DP nin yaklaşık iki katı oyalanma süreci
eklemişti.Süleyman Demirel’e atfedilen nurlu ufuklar vaat
edilmekten öteye gidemedi.Nurlu ufukları rüyalarımızda gösterecek
olan 12 eylül 1980 aymazlığı da, bir başka Amerikanizmle
ödüllendirildi.Ve fakat bu kez Turgut Özal direksiyondaydı.
Kavanozu dışarıdan yalayanlar, iktidarları hep Necip Fazıldan yana
zannediyorlardı. Oysa Necip Fazılın hayatını verdiği davayı bizzat
devletin kendisi dışlıyordu.Halk Necip Fazılın seslendirdiği
fasıldaydı ve fakat siyasal yapı batı yanlısıydı.Batı yanlısından
kastımız batılıların siyaseten gösterdikleri hedeflerdi.Bu hedefler ise
batılıların sömürme siyasetinin dışında bir yer değildi.Hele hele
vesayet rejiminin komuta kademesinde siyasilerle vasilerin uzun
çekişmelerine şahit olmadık mı? Hayr umulur mu bu uğursuz
gecenin sabahından derler ya,işte öyle bir düzen.Halk Müslüman ve
26
fakat din bezirganlarıyla (komünisti, sosyalisti, liberali, kapitalisti,
sosyal demokratı ve daha bilmem ne şakralarına dek) devlet elele
laiklik adı altında,Müslümanları izole etmekten yana siyaset
yapıyorlardı. Sağcı diye genel bir ifadeyi bir dava adamının
tekelinde görmediklerine biz de eminiz .Lakin kamu oyu öyle
oluşturulmuştu.Necip Fazıl yalnız bırakılmış ve yazarlığının
dışında imkanları elinden alınıyordu.Üstelik yazarlığını icra edeceği
her yere de ambargo konuyordu.Necip Fazıl bütün bu olumsuzluları
yaşarken ,bugün ona sahip çıkmayanlar onun üzerinden neyin
davasını sürdürüyorlar dersiniz.Kendine köşe yazarı süsü ve
parfümlü kokona görüntüsü veren sözüm ona İslamcı,milliyetçi ve
mukaddesatçı diyen gazeteciler, tafra atacak ve Necip Fazıl’da kusur
arama yarışına gireceklerine,yüreklerine dolan o amansız, İslam’ın
yasakladığı (insana elzem erdemlerle donanıp),hasetlik hastalığını
silseler ya.Hem cennetlerine ecir biriktirmiş olurlar, hem de
Türkiye’nin bütün halkına hizmet etmiş olurlar.
Salya sümük kürsü ağıtlarıyla Türkiye’de hükümdar olmayı
deneyenler,Nazım Hikmeti düşünmüyorlar mı dersiniz.Sovyetlerin
imkanlarıyla komünistlik yapanlar,başkalarının elbiseleriyle
damatlığa gidenlere benzerler,en olmadık yerde bu haklar elinden
alınınca yaya kalırlar.Onun için bu necip millete yurtdışlarından
yabancı şarkılar söylemesinler.Bu ölü can tacirlerini tanıyoruz.
Fransızların kanatları altındaki Namık Kemal’den, Sovyetlerin
evinde misafir Nazım hikmet gibi niceleri açık örneklerdir,ders
almak için.
Ziya Paşamız buyurmuşlar ki;
Güller güler, figanla geçer ömr-ü andelip;
Bimar ihtizarda, ücret diler tabip
Manend-i laşe naş-ı tüvanger zelil ü har
Herkes misal varis ü gassal naşekip.
Balin_i naza hâce-i şehreyler ittika,
Hak-i mezellet üzre yatar aç bir garip
Rahmetli Üstadıma bir zamanlar holdinglere arkalarını yaslayarak
Türkiye nam mevkutenin perdedarlığında saldırılarda bulunmuşlardı.
Herhalde hicap duyuyorlardır, hilkaten utanmak diye bir yiğitlik
27
varsa.O gazete sayfaları kimseye faydası dokunmayan hezeyanlar
yüzünden heder olup gitmişti.Oysa bir süre sonra o bataklıktan gelen
kokularda boğulanların imdat sesleri yüreğimizi dağlamıştı.Ticari
hayatın gerçekleri deyip geçiştirilecek ekonomik bir vetire
değildi.Buna rağmen milli bünyeye zarar gelecek diye üzülmüştük.O
grubun bu dünyada verdikleri zararları telafi imkanları olacak mı
bilmiyorum.Bildiğim şu ki İslam ahlakıyla mümeyyiz olmamız
gerektiğidir. Tarikatta olmakla ahlak sahibi olunmadığını da zaman
öğretmişti. Zira sevgili üstadımın yanlışlıklara ayıracak zamanı da
yoktu,sıhhati de sıkı perhizlerin tıbbi disiplinindeydi.Bu güzel
insana yapılan çirkinlikler hep yapanlarla anılacaktır.
Zaman Türkiye’deki siyasal yapının da sorgulanabildiğini
gösterdi.Türkiye’nin Necip Fazılın dediği açıdan bakabilmesi için,
batı kültürünü de aşması gerekmektedir.Herkesin her düşüncenin bu
yarışta Türkiyenin yanında yer alması gerekir.Ki öncelikle CHP nin
bile ezberlerinden boşanması elzemdir.Yoksa pis koku
mutfağımızdan hiçbir zaman çıkmayacaktır.Hiçbir partinin vesayet
hakkı yoktur. Herkesin ödevi ve hakları vardır,dünyadaki herkes
kadar.Büyükdoğunun estetik anlayışı ve Müslüman olmanın şeref
ve erdemiyle aksiyonda kalmak, insanlığın şiarıdır.Yeni bir
medeniyet sentezi gelişiyor, orada kurucu sıfatıyla bulunmak bu
milleti tekrar diriltecektir.Belki 20.yy başlarında eldeki
ideolojilerden kurulacak devlet o kadar olacaktı.Namık Kemallerle
başlayan batılılaşma serüveni giderek meşrutiyete dönüştü.Siyasal
bilinç bununla yetinmeyerek hızla gelişti. Hiçbir kurumsal önlem
alınmadan imparatorluk , İttihat Terakki partisiyle iktidara
onsekizinci yüzyıla ait bir ideolojiyi de taşımış oldu .Onsekizinci
yüzyıla ait zihniyetle yirmibirinci yüz yıla ait olan bir devlet fikri
nasıl telif edilebilir. Bu günün imkanları muvacehesinde derin ve
sabırlı arayışlara ihtiyaç olduğu açıktır.O günün şartlarında devlet o
kadar anlaşılıyordu.Bugünün imkanlarında devletin güvenliğinden
kültürüne varıncaya kadar bakış konsepti bile değişmiş olabilir.
Onun için devletin de insanların da ezmeden büzmeden ve hakları
verilerek düzenlenmeli ki, mersiyeye konu kişiler bile haklarını
bağışlayabilsinler.
“Derde uğrar kim sadakat etse elbet devlete
28
İstikamet mahz-ı cinnettir bu mülk ü millete” diyen Ziya paşayı
daha fazla inletmemek için her şeye insanlıktan dirsek teması
hizası verilmelidir..İkiyüz senedir bu milleti tahrip eden şeytani
vesveselere son verilmelidir.Bu konuya Ziya paşanın bir şiir
parçasını koyarak sorunu ariflerin irfanına bırakalım;
Herkes zebun-i fikr-i maaş oldu asrda
Evvelki şevk-i meclis-i rindane kalmadı
Taşlar yedirdi nan yerine bir zaman felek
Nan verdi şimdi,ah ki dendane kalmadı
Tevsi-i maişette bütün zikr ile fikrin;
Şeyhim,ne zaman,söyle,müselman olacaksın
Rindi yaklaştırmamak ister civar-ı cennete,
Vaizin bu hayhuyu hep sınır kavgasıdır.
Notlar
---------------------------
(1) Baki ve ziya paşaya ait şiir ve dökümanlar;Vasfi Mahir
KOCATÜRK-Türk Edebiyatı
Tarihi/ANKARA- (Adı geçen eserin ilgili maddeleri.)
(2) Yahya Bey ve Divanından örnekler. Mehmet ÇAVUŞOĞLU
mersiye bölümü
(3) GELDİ GEÇTİ ÖMRÜM BENİM …/YUNUS EMRE
Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi
İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi
Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
29
Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi
Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi
Bir miskini gördün ise bir eskice virdün ise
Yarın anda sana gele Hak libâsın biçmiş gibi
Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur derler
Meğer Hızır İlyas ola abı hayat içmiş gibi
(4) Makber…………………/ Abdülhak Hamit TARHAN
Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı, gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim, o haksar kaldı,
Bir köşede tarumar kaldı,
Baki o enis-i dilden, eyvah,
Beyrut'ta bir mezar kaldı.
Bildir bana nerde, nerde Yarab,
Kim attı beni bu derde Yarab?
Nerde arayayım o dil rübayı,
Kimden sorayım bi-nevayı?
Derler ki unut o aşnayı,
Gitti tutarak reh-i bekayı,
Sığsın mı hayale bu hakikat?
Görsün mü gözüm bu macerayı?
30
Sür'atle nasıl da değişti halim,
Almaz bunu havsalam, hayalim.
Çık Fatıma! Lahdden kıyam et,
Yadımdaki haline devam et.
Ketmetme bu razı, söyle bir söz,
Ben isterim, ah, öyle bir söz.
Güller gibi meyl-i ibtisam et,
Dağ-ı dile çare bul, meram et.
Bir tatlı bakışla, bir gülüşle,
Eyyamı hayatımı temam et,
Makber mi nedir şu gördüğüm yer?
Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber?
(5) ŞEVKİ YOK…/ Recaizade Mahmut Ekrem
Gül hazin, sümbül perîşan... Bağzârın şevki yok;
Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok;
Başka bir hâletle çağlar, cûybârın şevki yok;
Âh eder, inler nesîm-i bî karârın şevki yok;
Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.
Farkı yoktur girye eden rûy-ı çemende jâlenin,
Hun-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin,
Meh bile zücretle âgûşunda ağlar hâlenin,
Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin...
Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.
Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb
Câna geldikçe temâşâ-yı ufukdan pîç ü tâb
İhtizâz eyler çemen, izhâr eyler bin ızdırâb
Hem tabîat münfail hecrinle hem gönlüm harâb
Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.
31
Dua Niyetine…………/Prof.Dr.Mehmet TEKELİOĞLU
Eskiler yakınlarını kaybedince duygularını bir şiirle ifade
ederlermiş. Günümüzde artık pek kullanılan bir yol değil bu.
Elinizdeki kitap da buna bir canlı örnek. Bütün yazılar nesir. Oysa
bizim medeniyetimiz hem yaşayanları hem vefat edenleri
mersiyelerle yâd etme konusunda muhteşem örneklerle dolu.
Bunlardan biri, Şeyh Galib’in genç yaşta kaybettiği yakın dostu Esrar
Dede için yazdığı mersiye. Esrar Dede Mersiyesi Türk şiirinin de bu
anlamda en güzel örneklerinden biri. Bu şiiri sanki vefat eden
dostlarımız için yazılmış gibi okumakta ne mahzur var… Ne diyor
ki Şeyh Galib: “Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati”. Biz de,
gönlümüzde bütün arkadaşlarımız, ‘âmin’ diyoruz.
1
Kan ağlasın bu dîde-i dür-bârım ağlasın
Ansın benim o yâr-ı vefâdârım ağlasın
Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın
Baştanbaşa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın
Ağyârım ağlasın bana hem yârım ağlasın
Gûşeyleyen hikâyet-i Esrâr'ım ağlasın
32
Nâ-dide bir güher telef etdim dirîg u âh
Hâk içre defnedüp gerü gitdim dirîg u âh
2
Zât-ı şerîfi âleme bir yâdgâr idi
Fakr u fenâ vü aşk u hüner-ber-karâr idi
Her şeb misâl-i şem' benimle yanâr idi
Sâye gibi yanımda enîs-i nehâr idi
Hakkâ tamâm âşık idi yâr-ı gâr idi
Birkaç zaman muammer olaydı ne vâr idi
Allah verdi aldı yine kurb-i Hazrete
Biz kaldık intizâr ile rûz-i kıyâmete
3
Âhir nefesde sohbeti oldu mahabbet âh
Bir yâre urdu bağrıma âh derd-i firkat âh
Gelmezdi hiç kalb-i fakîre bu sûret âh
Ey kâş etmeyeydim o âşıkla sohbet âh
Yakmazdı belki cânımı bu nâr-ı hasret âh
Telh etdi kâmımı o zehirnâk şerbet âh
Eyvâh elden o gül-i handânım aldı mevt
Esrâr'ım aldı cümle dil ü cânım aldı mevt
33
4
Olsun mübârek ol mehe kabr-i saâdeti
Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati
Bitmiş ne çâre dâne vü gelmişdi sâati
Dehrin budur hemîşe muhîbbâna âdeti
Tefriyk içündür etse de izhâr vuslatı
Zehri yutulmaz ağza alınmaz harâreti
Ben gördüğüm bu dâr-ı fenânın fenâsıdır
Baakî Hudâ rızâsı bekaa Hâk bekasıdır
5
Meydân-ı Mevlevîde nişân âşikâr edip
Pervâz ederdi şevk ile ankaa şikâr edip
Eylerdi nây u defile semâ' âh u zâr edip
Bulmuşdu kân-ı matlabı Hak'da karâr edip
Almışdı müjde kûyuna yârın güzâr edip
Gitdi ne çare Gâlib'i hasretle yâr edip
Olsun visâl-i Hazret-i pîrânla kâm-yâb
Kıldı karîn-i kabr-i Fasîh-i felek-cenâb
Günümüz Türkçesi ile verdiğimiz metin Abdülbaki Gölpınarlı’ya ait.
34
1
Bu inciler yağdıran gözüm kan ağlasın; benim o vefâlı dostumu
ansın, ağlasın. Gözüm, ağzım, yüzüm, yanağım, baştanbaşa, şu
karalara batmış, (yaslara girmiş) bedenim ağlasın; bana hem
yabancılarım ağlasın, hem dostlarım ağlasın; Esrâr’ımın hikâyesini
duyan ağlasın.
Yazık âh görülmemiş bir inciyi kaybettim; yazık, âh; toprağa gömüp
geri gittim.
2
Yüce zâtı âleme bir yadigârdı. Varlıktan geçiş, yokluğa eriş, aşk,
hüner, hepsi de onda vardı. Her gece benimle mum gibi yanardı;
gündüz de gölge gibi bana eş dost olurdu. Gerçekten tam bir âşıktı,
en sıkıntılı demde, mağarada bile eşti, dosttu, birkaç zaman
yaşasaydı ne vardı?
Allah verdi, gene mânevi yakınlık makamına aldı; kıyâmet gününü
bekleyerek biz kalakaldık.
3
Son nefeste konuştuğu, söylediği söz, sevgiydi âh. Ayrılık derdi,
bağrıma bir yara açtı ki, âh. Bu yoksulun gönlüne böyle bir şeye
uğrayacağı hiç gelmezdi; âh. Âh, keşke o âşıkla tanışmamış,
görüşmemiş olsaydım; belki canımı bu hasret ateşi yakmazdı, âh. O
zehirli şerbet, dilimi, damağımı acıttı, âh.
Eyvah, o gülen gülümü ölüm, elden aldı; Esrâr’ımı aldı ölüm,
gönlümü, canımı aldı.
35
4
Kutlu kabri o Ay’a mübârek olsun; Tanrı şefâat makamına erişmeyi
ona kolaylaştırsın. Ne çâre yiyeceği, tanesi bitmişti, ecel saati
gelmişti. Zamânın âşıklara âdeti, dâimâ budur. Buluşup kavuşmayı
meydana getirmesi bile ayırmak içindir; zehri yutulmaz; sıcaklığı
yüzünden ağza alınmaz.
Benim gördüğüm bu yokluk yurdunun yokluğudur; kalan ancak
Allah rızâsıdır; ebedîlik, ancak Allah’ındır.
5
Mevlevî meydanında apaçık bir aşk nişanı dikmişti; şevkle uçar,
zümrüdü-ankayı bile avlardı. Âh edip ağlar, inler, neyle, tefle semâ’
ederdi. Tanrı varlığında karar ederek dilek mâdenini bulmuştu.
Sevgilinin civârına uğrayıp müjde almıştı. Ne çâre, Galib’i hasrete
eş-dost edip gitti.
Pîrlerle buluşarak murâdına ersin; eşiği gökyüzü olan Fasîh’in
kabrine komşu oldu.
36
Büyük Doğu
Fikir Kulübü Çevresinde(*)………./Mustafa MİYASOĞLU
Bugün kargoyla gelen pakette Necip Fazıl’ın hitabe ve
konferanslarından oluşan iki CD seti ile Ali Biraderoğlu’nun Necip
Fazıl ve Büyük Doğu adlı kitabı beni 50 yıl öncesine götürdü. Lise
talebesi olduğumuz yıllarda, Kayseri Kültür Derneği ile Büyük Doğu
Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nde geçirdiğimiz günleri hatırladım. O
dönemde hafta sonlarını 1963 yılından itibaren dernekte, sonra da
1965 yılında kurulan Büyük Doğu Fikir Kulübü’nde geçiriyorduk.
İlk gençlik yıllarımızdan beri tanıştığımız kadim dostum Kocasinan
Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın gönderdiği bu paket aslında
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı’nın yayını. Elbette bunlardan başka
Mustafa Cabat’la Mustafa Özer’in kitapları da yayınlanmıştı. Bu
arada, Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nde buluşan ve
Hakkın rahmetine kavuşan dostların hikâyesinin de yer alacağı başka
bir kitabın yayına hazırlandığını duymak beni sevindirdi.
Bence asıl tahsil lise tahsilidir, çünkü gençlerin ruhi ve fiziki varlığı
bu dönemde kimlik sahibi olur. O yüzden biz şahsiyetimizi lise
yıllarında tanıdığımız dostlar ve ağabeylerin sohbetleriyle geliştirdik,
konferanslar dinledik, hatta konuşmacı bulunamadığı günlerde
kendimiz konferans vermeye hazırlandık. Üniversiteye de bu şuurla
geldiğimiz için MTTB bizim fikir ve sanat alanında bir varlık ortaya
koymamıza, arkadaşlarımızla birlikte kendimizi geliştirmemize
imkân verdi. Bunun önemini anlatmaktan çok bazı yönlerini
vurgulamak isterim.
37
BÜYÜK DOĞU FİKİR KULÜBÜ
27 Mayıs’tan sonraki yıllarda Kayseri Kültür Derneği’ne aynı okulda
okuyup aynı iş yerinde çalışan arkadaşlar olarak Bekir Oğuzbaşaran
ve Hasan Nail Canat ile konferans dinlemeye gitmemizin önemli bir
faydası oldu. Biz ders dışında da önemli meseleleri konuşup tartışma
alışkanlığı kazandık. Burada yalnız konferans verilmiyor, belli başlı
haftalık ve aylık dergiler getirilip gençlerin okumasına tahsis
ediliyordu. Fakat 1964-65 yıllarında Kayseri Kültür Derneği
atmosferinde hava değişmeye, Türkeş’in siyasete girmesiyle birlikte
Ülkücülük rüzgârları esmeye başladı.
Biz bundan rahatsız olmaya, bir süre sonra siyasetten uzak, farklı bir
hava aramaya girişince 1964 ve 1965 yıllarında yayınlanan Büyük
Doğu dergilerindeki Necip Fazıl’ın tavrını benimsemeye
başladığımızı hatırlıyorum. Çünkü Demokrat Partili ailelerin
çocuklarıydık ve 27 Mayısçılara katıldığı için Türkeş’in siyasi
tavrına güvenmiyorduk. Bazı Demokrat Partililerin çocuklarının
Solcu olmaktansa Ülkücü olmasını tercih ettiğini görüyorduk. Bu
“ehven-i şer” mantığını hiç benimsemediğimiz için, Necip Fazıl’ın
günlük siyaset üstü tavrını sevdik.
Bu arada, Necip Fazıl’ın konferans için geleceği ve Büyük Doğu
Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nin kurulacağı haberi bir büyük müjde
olarak ruhlarımızda yankılandı ve o günü iple çektik. 15 Nisan 1965
Cumartesi günü Kayseri’de Camlı Kahve olarak bilinen yerde Necip
Fazıl’ın Dünya Görüşümüz adlı konferansını verdiğinde kendimizi
bulduğumuzu söyleyebilirim. Benden yaşlı birine yer verdiğim için,
ayakta dinlediğim bu konferansı su gibi içtim ve dinleyicilerin tavrını
da takip edebildim. O günün akşam namazını Mimar Sinan
Camii’nde Müftü Yardımcısı Abdullah Saraçoğlu’nun imam olduğu
cemaatte Necip Fazıl’la birlikte kılmıştık. Bir ağabeyin evinde
toplanan büyüklerimizin yanında Üstad’ı yakından dinledik. Ertesi
gün öğleden sonra Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi Sivas
Caddesi’nde kuruldu. Bu büyük salonda Üstad’ı üçüncü defa bir
sohbet havasında dinlemiş olduk. Hava serindi, ama atmosfer çok
sıcaktı. Ali Biraderoğlu havayı açacak şekilde Üstad’a bazı sorular
sordu.
38
Tabii o günlerde Doğu Menzil Komutanı olarak Diyarbakır’da değil
de Kayseri’de bulunan General Faruk Güventürk’ün de makam
arabasıyla bu konferansı bir saat kadar dinlediğini, sonraki günlerde
de gittiği her yerde hep Üstad Necip Fazıl’ın aleyhinde konuştuğunu
hatırlıyorum. Çünkü biz askeri işyerinde çalışıyor, Akşam Lisesi’nde
de okuyorduk. En çok lise talebelerini derslerde, askeri iş yerleri
işçilerini de mesai saatlerinde toplayıp konuşurdu.
Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi kurulduktan sonra orada
geçirdiğimiz günleri sadece bir gençlik hatırası olarak anmıyoruz.
Çünkü buralarda ya konferans veriliyor veya Büyük Doğu dergisiyle
birlikte o günün haftalık ve aylık dergileriyle klasikler okunuyordu.
O konferans Kayserili Büyük Doğucuların hayatında çok önemli bir
yere sahiptir, ama nedense paragraf paragraf hatırladığımız bu Dünya
Görüşümüz adlı konferansın metni elimizde yok. Ne ses kaydı ve ne
de metin olarak elde bulunmayan bu konferansın ruhu, belki de öteki
eserlerine sinmiştir. Çünkü ben ve arkadaşlarım bu dünya görüşünü
ruhumuza sindirdik.
O günlerde Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nin
kurulmasına öncülük eden Abdullah Saraçoğlu’nu gerçek
şahsiyetiyle tanımak bizim için sürpriz oldu, çünkü evimiz aynı
mahallede olduğu için, Gülük Camii’nde hasbî vaazlar veriyordu.
Muhtemelen Hasan Nail ile benim gibi Abdullah Gül de camiin öte
tarafından gelip onun Ramazan vaazlarını dinlemiştir. O yüzden biz
onu daha çok “Hoca Emmi” olarak tanıyorduk. O da bize, “Ben
Necip Fazıl’ı tanımasam sıradan bir müezzin olarak kalırdım!” gibi
sözlerle Üstadın önemini belirtir, tek parti döneminde Büyük
Doğu’yu nasıl gizlice okuduğunu anlatırdı.
DÜNYA TATLISI PORTRELER
1959 yılında okumak için girip işçi olarak mezun olduğum Kayseri
Anatamir Fabrikası Orta Sanat Okulu’nda pek çok insan tanıdım,
üniversite tahsili için 1967 yılında ayrıldığımda çok önemli bir
tecrübe kazandım. Hem fabrika ve okulda, hem de Büyük Doğu Fikir
Kulübü Kayseri Şubesi’nde tanıdığım insanlar, benim için dünya
tatlısı bir portre galerisi oldu.
39
Abdullah Saraçoğlu’nun yanında Ahmet Saraçoğlu da bizim için
müşfik birer akraba gibiydiler. Bunlarla birlikte konferans için
İstanbul’dan gelen Ali Biraderoğlu ve onun babası Mustafa
Biraderoğlu ile Rasim Özcan gibi amca ve ağabey dediğimiz
şahsiyetleri tanımak bizi birkaç yaş birden büyüttü, pek çok önemli
meseleye muhatap olduk. Ankara’da okuyan Mehmet Soyak ve
Avukat Mustafa Bayır gibi ağabeyler bize cesaret verdiler. Biz
derken kimleri kastettiğimizi de ifade edelim. Öncelikle Anatamir’de
çalışıp Akşam Lisesi’nde okuyan, o yüzden de Bekir, ben ve Hasan
Nail, aşağıda isimlerini sayacağım arkadaşlardan üç-beş yaş
büyüğüz. Fakat bu yaş meselesi davamızın büyüklüğü yanında
önemsizdi ve akraba gibiydik:
Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu, Nazım Erinmez ve ikisi de
rahmetli olan Mustafa Dinçel ile Ziya Olgunharputlu da lisede talebe
idiler. Bunların en önemli özelliği, Necip Fazıl’ın Dünya Görüşümüz
adlı konferansını dinlemek ve Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri
Şubesi’nin açılışında bulunmaktı. Ayrıca, rahmetli Ekrem Sağıroğlu,
arkadaşı Mustafa Ekinci ile İslam Enstitüsü’nde okur ve sık
gelirlerdi. Mahalli gazetede Faruk Güventürk’le mücadelesiyle
tanınan Muhsin İlyas Subaşı da aynı okuldandı, onlardan ayrı olarak
bazen gelirdi.
İmam Hatip öğretmeni olan Mehmet Tekden de bazen hoca, bazen
arkadaş gibi Av. Mustafa Bayır’la birlikte Büyük Doğu Fikir
Kulübü’nün geniş salonunda bizimle sohbet eder, bize zaman
ayırırlardı. Daha sonra Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri İş Hanı’na
gelince yerimiz küçüldü, ama merkezi yerde toplanıp ev sohbetlerine
daha çok imkân bulabildik.
Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün biz gençlere hazırladığı en büyük
imkân, bizden büyük yaştaki şahsiyetlerle samimi bir atmosferde
buluşmaktı. 27 Mayıs öncesi ve sonrasıyla darbe atmosferinin
insanları nasıl değiştirdiğini bizzat gözlemleyenlerden dinlemiş
olduk. Çok dikkatli bir okuyucu olan Rasim Özcan ağabeyin bazı
yazar ve siyasetçilerin nasıl bir şahsiyet zaafı ortaya koyduklarını
anlatması bizim için ufuk açıcı örneklerdi. Aile ve okul çevresinde
bize uzak gelen bilgileri ve tavırları, büyük bir zarafetle Necip Fazıl
perspektifinden anlatırdı.
40
Bu arada, Osmanlı’nın son devrinde yetişen sanatçılarının gençlik ve
edebiyat hatıralarıyla çocukluğumuzu dolduran CHP-DP-27 Mayıs
günlerini doğru değerlendirmeyi de öğrendik. Bunlar aslında bizim
hayatımızın çok önemli 15 yılını çok iyi değerlendirmek demekti.
Mehmet Tekelioğlu’nun zaman zaman isabetle belirttiği gibi, burada
toplanan insanlar, yaş ve mevki farkı olmaksızın bir hakikatin peşine
düşmüştü. O yüzden birbirlerimizle ilgimiz her türlü aile ve akrabalık
bağlarının üstüne çıkmış, hakikat aşığı birer şahsiyet olmuştuk…
Benim çocukluğumdan sonra duyduğum en güzel sesin sahibi Necip
Fazıl’ın Ayasofya hitabesiyle İman ve Aksiyon konferansını
dinlemek, bana çok iyi geldi. Herkese tavsiye ederim! Sivas
Caddesi’ndeki büyük salonda bu iki konuşmayı arkadaşlarla
defalarca dinlemiştik.
Bu hitabe ile konferansı en çok dinleyenlerden biri olan rahmetli
Mustafa Dinçel, o günlerde ödev olarak okuduğu Sinekli Bakkal
romanının üslubundan çok sıkılıyor ve Necip Fazıl ile Peyami
Safa’nın insanı saran üsluplarıyla mukayese ediyordu. Onun ödev
belasından kurtulmasına yardımcı oldum. Yıllar sonra da Halide
Edib’in romanlarını uyku ilacı gibi kullandığını söyleyen Reşat
Ekrem Koçu’yu dinlerken, rahmetli Mustafa Dinçel’e hak verdim.
Bir hafta sonu Nazım Erinmez’in hepimizi güldüren esprisini
dinlemek, bize iyi gelmişti. Çünkü o yıllarda 27 Mayıs’tan sonra
Anayasa’da yer alan “sosyal devlet” kavramı artık sosyalist yazarlar
kadar Köy Enstitüsü kökenli öğretmenleri de cesaretlendirmiş, bazı
tuhaf görüşleri için yeni profesörlerin abuk-sabuk kitaplarını da
kaynak göstermeye başlamışlardı. Bizim Nazım Erinmez yan
sınıftaki arkadaşının adı önüne bir unvan koyarak, felsefe dersinde
hocasının tekerine taş koymuştu. Şöyle bir konuşmaydı bu: “- Hocam
siz böyle söylüyorsunuz, ama Prof. Dr. Abdullah Gül de tam aksini
söylüyor, biz hangisini doğru sayacağız?” Hoca tanımadığı birisi de
olsa, elbette “Prof. Dr.”un sözüne itibar edilmesi gerektiğini söyler.
Hocayı bilmediği bir alanda çuvallatmada hiçbir dahli olmayan
Abdullah Gül, “Doç. Dr.” olarak siyasete atıldı ve bu alanda çok
başarılı oldu. Aslında uzlaşmacı kişiliğiyle İstanbul MTTB’deki
merkezi yönetimde kendini kabul ettiren Abdullah Gül, siyasetin
41
zirvesine çıkarak herkesin değerini bildiği bir Cumhurbaşkanı oldu.
Elbette onunla herkes onur duyar…
Hasan Nail Canat’ı tiyatroya teşvik için her fırsatta onu taklit
yapmaya zorlayan Ziya Olgunharputlu’nun nasıl diğergam biri
olduğunu anlatacak kelime bulunmaz. Onun “ustad” diyerek
konuşmasında öyle bir muhabbet vardı ki, Allah için sevmenin
müşahhas örneğiydi.
Bizim gibi gençlerin bir çatı altında buluşmasını dert edinen rahmetli
Abdullah Saraçoğlu ile evindeki Büyük Doğu koleksiyonunun bir
kısmını getiren Mustafa Biraderoğlu’nu ve sık sık bizimle birlikte
olan Mustafa Bayır ile Rasim Özcan’ı unutmanın imkânı yok. Allah
onlara ve bizi genç yaşta bırakıp giden daha genç arkadaşlara rahmet
etsin! Onları çok sevdik!
Esprileriyle her toplantıya renk katan Ali Pehlivanoğlu’yu, bizi hep
seven Mehmet Tekden’i, küçük dükkânını kalbi gibi büyüten Saatçi
Ahmet Saraçoğlu’nu sevgiyle hatırlarız.
Bunlarla ve daha da önemlisi Üstadla aramızdaki ilişkileri her zaman
vakarla ve vukufla belli bir seviyede korumamızı telkin eden Ali
Biraderoğlu’yu hep saymışızdır. Onun sayesinde Büyük Doğu Fikir
Kulübü’nün merkezi kendisini feshedip kapattığı halde benzeri
olmayan bir şekilde Kayseri Şubesi’nin faaliyetleri 12 Eylül 1980
yılına kadar, aralıksız sürdürmüştür.
Evet, 1965-1980 yılları arasında, resmen 15 yıl varlığını koruyan,
daha sonra Söğüt Kitabevi’ne dönüşüp Kayseri Eğitim ve Kültür
Vakfı olarak da faaliyetini sürdüren bir topluluğun hizmetleri
saymakla bitmez. Bu insanların arasındaki münasebet, Allah için bir
mücahit ve mütefekkir şairi sevmek, onun perspektifinden dünyaya
bakmaya çalışmaktan ibarettir.
(*) 13 Ocak 2013 Pazar –Milli Gazete
42
Dostlarımdan Kalan……/Prof.Dr.Mehmet TEKELİOĞLU
Bir dostu kaybettiğinizde siz de dilinizde Fatiha, gönlünüzde hüzün,
ne diyeceğinizi bilmez hale gelir misiniz? Siz de benim gibi
kaybettiğiniz dostunuza karşı kendinizi suçlu hisseder misiniz?
Hayattayken yeterince arayıp sormamanın ezikliği sizi de bürür mü?
Vefakâr olamamanın burukluğu bütün benliğinizi sarar mı? Hele de o
dostlarla hiçbir dünyevi işin içinde değilseniz bu duygular
dayanılmaz hale gelir mi?
Ben bu tür bir ezikliği Ziyayı kaybettiğimizde yaşadım. O vefat
edince ilk kez içimin karardığını zannettim, hayat anlamsız gibi
geldi. Ne kadar içten gelen bir tabiilik vardı tavırlarında Ziya'nın.
Biraz aceleci miydi? Ömrünün kısalığını aceleci tavırlarıyla telafi
etmek ister gibi miydi? Acele etti ve erken ayrıldı aramızdan. Ben
Ziyayı her andığımda “ne kadar hasbi bir arkadaştı” diye geçiririm
içimden.
Ben Allahın sevgili kullarından biri olabilir miyim acaba? Bu soruyu
boş yere sormuyorum. Sebebi var. Allah bana Mustafa Özküçük’le
43
arkadaşlığı nasib ettiğine göre yalnız benim için değil Onun bütün
arkadaşları için böyle bir ihtimal mevcut. Ben Özküçük’de vefayı,
sadakati, sır saklamayı, esrarlı konuşma ve tavırlar içinde sadeliği,
bir iş yaparken nasıl sebat edileceğini gördüm. Hastalığı bedenini
yıpratmıştı belki ama zihni faaliyetini ve olayları muhasebe gücünü
zirveye çıkarmıştı.
Bizim arkadaş çevremizde Mustafa Dinçel’i ilk tanıyan Ahmet
Taşçı’dır belki, fakat ben ikinciliği kimseye kaptırmam. Lisede aynı
sınıftaydık. Yakınlığımızı hangi hadise temin etti, bugün
hatırlamıyorum. Bana Büyük Doğu’ya gitme teklifi ilk ondan geldi.
Aynı sınıftaydık ama ben Ona hep abi dedim. Bu, biraz benden iri
oluşundan ziyade beni Büyük Doğuya götürmüş olmasından
dolayıdır. Bizim hem sınıf arkadaşlığımız hem Büyük Doğu
gönüldaşlığımız uzun yıllar devam etti. Sonra hayatın gailesi
aramıza manialar koydu, fakat Mustafa Abideki samimiyet ve kime
nasıl faydalı olurum kaygısı hep devam etti.
Abdullah Saraçoğlu bizim mahallenin hocasıydı. Çocukluğumda
babam beni Gülük Camisine götürürdü. Oradan aklımda iki sima
kalmış. Biri çok güzel bir sesi olan caminin imamı Davut Hoca,
diğeri de kürsüde bağırıp çağırmadan konuşan Abdullah Hocaydı. Bu
vaazlar bende ne gibi tesirler bıraktı bilmiyorum ama her zaman
hatırlarım. Ben başka camilere de gittim, pek çok hocayı dinledim.
Bugün düşünüyorum, niye acaba cemaati ağlatan hocalar değil de
Abdullah Hoca bu kadar tesirliydi diye. Bizim sohbet geleneğimizde
Abdullah Hoca kadar tesirli daha kaç kişi var dersiniz? Rahmetle yad
ederek İbrahim hocayı da sayalım. Bir kelime bir insanın dilinde
nasıl tatlı ve güzel hale gelebilir… ‘Lan oğlum’ diyerek başladığı
konuşmalarının ne kadar sağlam bir örgüsü olurdu. Bu güzel
sohbetlerin içinde bilgiden öte bir şeyler vardı. Bizi cezbeden de işte
o “bir şeyler” idi. Bir şarkı var, şöyle diyor: “Bir melek sîma peri
44
gördüm der-i meyhânede/ Kalmadı gamdan eser asla dîl-i divânede/
Var imiş bir başka hâlet sohbet-i mestânede/ Gözlerim sakîde kaldı,
ellerim peymânede” Siz de hocayı dinlerken çay bardağı elinizde,
kala kalmaz mıydınız? Onu müftülük ve emeklilik dönemlerinde
fazla dinlememiş olsam da Abdullah Hoca zihnimde bir davanın
tavizsiz mümessili olarak kazıdığı yeri hep muhafaza edecek.
Hasan Nail Canat benim gıpta ettiğim insanlardan biriydi. Onunla
ilgili olarak Hasan Nail Canat sitesine yazdığım birkaç satırın bu
kitapta müstakil bir yazı olarak yer alacağını öğrendim.
Ali Taşçı bende esprileriyle yer etmiş bir sima idi. Fakat bu espriler
hep bir dünya görüşünün sözlü karikatür biçiminde ya övgüsü ya
yergisi olarak tezahür ederdi. Öyle sağlam bir zihni yapısı vardı ki
Adalet Bakanlığına intisab ettiğini duyunca ister istemez “nasıl
olacak, orada nasıl yapacak Ali” demekten kendimi alamamıştım.
Nitekim çok sürmedi, bağımsızlığı seçti. Kendi bürosunda avukatlık
yaptı. Bir gün dediler ki, Ali vefat etti, inanamadım, konduramadım
üstüne, bıyıklarını gererek gülümseyen hali gözlerimin önünde
Fatiha okudum.
Mehmet Soyak, Üstadın tabiriyle mustaribler cemaatindendi. Onu
ben o haliyle sevdim. Hem de çok sevdim. Ankaraya gidiş
gelişlerimde Onunla bir sohbet ortamı yaratmak için gayret ettim.
Biraz derbeder halini zihninin aşırı meşguliyetiyle açıklayabilir
miyim diye geçirirdim içimden. ‘Davasına sarılmış, dünyaya boş
vermiş adam kim’ derseniz, işte o Soyak’tır diyebiliriz. Hayat bu,
belli olmuyor, herkesin bir imtihanı oluyor. Allah da onu mizaç
itibariyle çok uzak olduğu bazı dünya işleriyle imtihan etti.
Başardığını sanıyorum. Ben roman merakımı biraz ona borçluyum.
Onun sayesinde roman da okumanın tadını ve ehemmiyetini
kavradım. Uzun yıllar Kayseriden uzakta daha çok İzmirde
45
yaşamanın getirdiği mecburiyetler bazı dostlarımın vefatını sonradan
duymama yol açtı ama asıl önemlisi çoğunun cenaze namazını bile
kılmaktan mahrum kalmamdı. Ne tür bir tesadüf diyelim bilmem,
Mehmet abinin İstanbuldaki cenaze namazını kılmak nasib oldu.
Mustafa Şencanlar, Mustafa Eren, Kenan Kuzuimam, Hamdi Zeyrek,
Ekrem Sağıroğlu ve Abdullah Sarımermer gibi Büyük Doğucu
kardeşlerimiz bizim hep beraber olgunlaştığımız, hep beraber
büyüdüğümüz, birlikte var olduğumuz, birbirimizden güç ve kuvvet
ve hatta ilham aldığımız kimselerdi. Birini kaybettiğimizde o
heybetli ağacın ana dallarından biri kesilmiş gibi gelirdi bana. Bugün
o ağaç meyve verdi mi dersiniz? Kaybettiğimiz her dal bin dalla
kendini yeniliyor. Yeni dallar işte o kaybettiğimiz dalların yerine
filizlendi. Meyveden ziyade heybetiyle öne çıkıyor bu muhteşem
ağaç. Bugünkü meyveden ziyade gelecekteki meyvesi ilgilendiriyor
bizi.
“Diz çök, ey zorlu nefs, önümde diz çök!” diyebilen Büyük
Doğu’culara ne mutlu…
Allah’ım, burada andığımız anmadığımız bütün kardeşlerimiz için
senin rahmetin ve sevgilinin şefaatinden başka ne talep edebiliriz
ki…
46
YÜREKLERİNE ÇAMUR DEĞMEYENLER…/Taner YILDIZ
Yüreklerine çamur değmemiş dava arkadaşlarımızın,
ağabeylerimizin şahsen üzerimizde hakları var. Onların olgunluk
yılları bizim gençliğimizi kuşatmıştı.
Onların hayatında sanki para, makam ve dünyevi şeyler yoktu.
Hissetmezdik onlarda bu tür şeyleri. Onlar parayı, acıyı, sevinci,
duyguları büyük bir fedakârlıkla paylaşırlardı.
Ağabeylerimizden biri aramızdan ayrılmadan önce, 10 metre karelik
bir kütüphanenin, derneğin anahtarını vermişti. Kendimi çok yetkili
ve sorumlu hissetmiştim. Her hafta sonu da bir kitap hediye ederdi.
Diğer kitaba kadar bir öncekini okumuş olurduk.
Dava şuuru, dernekçilik, yönetmek, idare etmek, yetişmek lazım
derlerdi. Bütün bunları, onlar ayrıldıktan sonra dünyanın ortasında,
merkezinde uygulamamız gerekiyor.
Şimdi onları, daha çok minnetle şükranla ve rahmetle anıyoruz.
Onlara olan muhabbetlerimizle…
47
İYİLERİN İZİ………………………….. / Yaşar KARAYEL
İnsanlar vardır şafak vakti doğar gün batımında ölürler. Bu
insanların varlıkları ve yoklukları cemiyet tarafından çok
hissedilmezler. Öyle insanlar da vardır ki çilelerini doğduklarından
ölümlerine kadar yanlarında taşırlar. Yetiştikleri aile ortamı,
yaşadıkları arkadaş çevreleri ve toplum, onların yareni ve hayat
felsefesi olmuştur.
Bu güzel ve kadir bilir biyografi çalışmaları , hatıralar listesinde
isimleri bulunan değerli dost ve gönül adamı merhumlar ve
nicelerini, yeniden hatırlamamıza ve anılmasına vesile olmuştur. Bu
çalışmayı düşünen ve hayata geçiren dostlarıma gönülden teşekkür
ediyorum.
Öğrencilik ve daha sonraki dönemlerimizde birlikte yaşadığımız
gönül dostları ve dava arkadaşlarımızla aynı havayı ve aynı sofrayı
paylaştık.
Bunlardan Hasan Nail CANAT; aldığı imam hatip eğitimi ve
beslendiği büyük doğu ekolüyle fikri hayatını ve hayat tarzını
belirledi. Merhum üstat Necip Fazıl KISAKÜREK’in sohbetleri ve
kitaplarıyla kendine yön çizdi. Bir avuç vefakar arkadaş gurubu ile
yoksulluklar içerisinde kendi davasının tiyatro ile tebliğcisi oldu.
48
‘’Moskof Sehpası’’ adlı tiyatro oyununu gençlik yıllarında binlerce
kere sahneye koydu. Sonraki yıllarda temsil ettiği karakterler Hasan
Nail CANAT’ın hayatının da özetidir. Hasan Nail CANAT güzel
yaşadı yaşantısı hak içindi yazdıkları ve yaptıkları inancına uygundu.
Çocuklarına ve ailesine bir terekesi kalmadı, ama ülkesine ve
gençlerimize bir klasik kitap külliyeti bıraktı.
Kayserimizin ve ülkemizin sevilen ve sayılan bir sanatkârı olan
CANAT’ın herkesin aklında kalacak ya bir romanı, ya bir tiyatrosu
ya da filmi vardır. O bir ‘‘Osmancık’’ olup çok sevdiği sevgilisine
‘‘yaralı serçe’’ olarak kavuştu.
Eserlerini ve dostlarının babasıyla olan anılarını bir sitede
toparlamaya çalışan oğlu Mehmet Safa CANAT’a başarılar
diliyorum.
MTTB de bulunduğumuz zamanlarda, her zaman birlikte
olduğumuz Mustafa DİNÇEL, Ziya OLGUNHARPUTLU, Seyit Ali
KAHRAMAN, Galip BOZTOPRAK, gibi arkadaşlarımızla birlikte
oluyorduk. MTTB bizler için, bir ev bir okul bir ocaktı. Buralarda
büyük sahsiyetlerden merhum Necip Fazıl KISAKÜREK, Prof.Dr.
Sabahattin ZAİM, Prof.Dr. Ayhan SONGAR, Fethi
GEMUHLUOĞLU, Mazhar ÖZMAN, Ahmet KABAKLI, Tarık
BUĞRA, Yücel ÇAKMAKLI ve niceleri gibi bugünde hayatta olan
düşünce ve fikir adamlarını tanıdık bilgi aldık fikir edindik. O
dönemde en fedakar arkadaşlarımızdan biri de merhum Mustafa
DİNÇEL’di. Özellikle ramazan aylarında MTTB’deki ve bugünde
Birlik Vakfı genel merkezi olarak kullanılan Atik Ali Paşa
Medresesindeki pompalı gaz ocaklarında zor zahmet yaptığı iftar
yemekleri, fakir öğrencilerimiz için ne büyük bir nimetti. Rahmetli
DİNÇEL’in en büyük yardımcısı yine rahmetli Ziya
OLGUNHARPUTLU’ydu. Ne zaman bir adam arasak Ziya kardeşim
orda olurdu.Fedakârlık ve vefanın her türlüsünü vasıf olarak üstünde
taşırdı. Bekir YILDIZ başkanımın MTTB spor kulübü yöneticisi ve
karate hocalığı yaptığı 1970’li yıllarda spor salonu hepimizin evi
gibiydi. Salonda futbol oynadığımız bir gün rahmetli Ziya
OLGUNHARPUTLU’ya sordum, Ziya sen çok fazla terliyorsun bir
sıkıntın mı var diye. Bana söylediği bir cümleyi hiçbir zaman
unutmadım. Bana hep dayı derdi. Dayı ben karpuz gibiyim dışım
49
yeşil ama içim kırmızı diye söyledi. Daha sonra ki yıllarda ben Vakıf
Gureba Hastanesi Yönetim Müdürü olunca hastaneye geldi. Akciğer
ameliyatı sonrasında Bekir YILDIZ bey, Cumhurbaşkanımız Sayın
Abdullah GÜL bey, Mustafa ve Mehmet TEKELİOĞLU beyler
Bakırköy’deki evde ilgi ve dostluklarını ve yardımlarını hiç
esirgemediler.
Vefalı fedakâr tam bir Büyük Doğu’cu dava adamı olarak genç
yaşta rabbine kavuştu. Allah (cc) yolunun bu yılmaz davacılarını
saygı ve rahmetle anıyorum mekânları cennet olsun.
Kayseri’de okuduğumuz yıllardaki spor müsabakalarında uzun
boylu iri yarı voleybolcu imam hatip lisesi öğrencisi olan Hamdi
ZEYREK’i İstanbul’da MTTB’de Bekir YILDIZ bey spor kulübünde
himayesinde almıştı. Arap Fars Edebiyatı bölümüne gidiyordu.
Bizim voleybol kulübünde rahmetli Ali SAYI bey ve diğerleri gibi
iyi sporcular vardı. Rahmetli Hamdi ZEYREK saf, temiz fedakarlık
abidesi bir kardeşimizdi. Talebe Birliği yıllarımızda hep beraber
olduk. Fakirlik ve yoksulluk bizler gibi Anadolu’dan gelen
arkadaşlarımızın büyük çoğunluğunun müşterek hayat tarzı idi.
MTTB’deki büfeyi işleten merhum Akif ŞERVANLI ve Halil
ŞERVANLI kardeşler, Hamdi gibi hepimize fakir babalığı
yapıyorlar, yemek masraflarını deftere yazıyorlardı. Bu hayat tarzı
hepimizi hayata bağladı daha çok gayret ettik ve çalıştık.
Hamdi kardeşimle bir gün İbrahim ULUEREN beyin İktisat
Fakültesi’deki bir konusu için Bekir YILDIZ bey ve benimle birlikte
birkaç arkadaşla İktisat Fakültesine gittik. Okulu sol guruplar işgal
etmişler biz içeri girince okul karıştı. Rahmetli Hamdi kafasını
usturaya vurdurmuş, şalvar giymişti. İri yarı yapısı ve sporcu vücudu
oradakilere büyük bir korku saldı. Bildiri dağıtan solcu militanın
elinden bildirileri aldı ve çocuğu da tuttuğu gibi okulun dışına
çıkardı.Çıkarırken de baktım çocuğun ayakları yerden kesilmişti.
Yere basmasıyla militanın kaybolması bir oldu. Bu bile Hamdi’yi
anlatmaya yeter sanırım. Hamdi kardeşimiz ailesinden yardım alacak
durumda değildi. Aldığı kredi ve burslarla okumaya gayret etti. Bu
zorluklar ona okulu bıraktırdı ve askere gitti. Askerliğini jandarma
olarak Küçükçekmece’de yaparken uzun müddet mektuplaştık.
Orada da voleybol oynuyordu. Bir müddet sonra askeri bölge
50
içerisindeki çamlık alanda ölü bulunduğu haberini aldık. Otopsi
raporunda neden öldüğüne dair bir bilgi alamadık. Yunusun dediği
gibi;Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin’’ Allah (cc) rahmet eylesin.
İki derviş meşrepli dava adamı olarak bildiğim ve yaşantıları da
öyle olan Ömer KISAKÜREK ve Mustafa ÖZKÜÇÜK benim için iz
bırakanlardandır.
Merhuma üstadın ailesi içerisinde dışa dönük tarafı en az olanlardan
biri idi Ömer KISAKÜREK. Tam bir derviş hayatı vardı.
Bayramlarda üstadı evinde ziyaret ettiğimiz zamanlarda hizmeti hep
rahmetli Ömer KISAKÜREK ve küçüğü Osman KISAKÜREK
görürdü. Konuşması oturup kalkması tutum ve davranışları hele
namaz kılışı tam bir teslimiyet içinde olurdu. Mümin sıfatlı bir insan
olarak ömrünü tamamladı.
Mustafa ÖZKÜÇÜK mesleğini daha çok bir diş hekimi olarak
değil Büyük Doğu fikir kulübü gibi, icra etti. Bürosu arkadaş ve
dostlarının buluşma yeri olurdu. Dostlarını ve eski arkadaşlarını
gördükçe geçmiş günlerini yeniden anar, nelerin yapılması gerektiği
konusunda düşüncelerini paylaşırdı.Hasta olduğu dönemlerde
iktidarın başına gelen sıkıntılar kapatma davaları cumhurbaşkanlığı
seçimleri onu çok etkilemişti. Son yıllarda yakalanan ekonomik ve
siyasi istikrarın mutlaka başarılı olması gerektiği konusunda bizlere
de telkinde bulunurdu.
Bütün hasreti kendi neslini temsil eden arkadaşlarının iktidarda
başarılı olması idi. Bunu da gördü en yakın arkadaşlarının devletin
zirvesinde yer almaları onun mutluluğu oldu.
Hastalık döneminde uzaktan yakından bütün arkadaşları onu yalnız
bırakmadılar. Her nefis ki bir gün ölümü tadacaktır. Oda bu emre
uydu. mekânı cennet olsun.
Mehmet SOYAK nevi şahsına münhasır bir şahsiyetti. B.D.
ekolünün öncü isimlerindendi. Meslek hayatları öğrencilik yıllarının
izini taşırdı. Yalnızlık hayat tarzı oldu. Çok geç evlendi. hem kendini
hem hayatı sorgulayarak yaşadı. Kimseden bir şey istemedi.
51
Sorulunca söyledi, sorulmasa sustu. Uzun yıllar TRT’de denetmen
olarak görev yaptı. Rahmetli üstat Necip Fazıl KISAKÜREK’den
izler taşırdı. Sigara içişi ifade tarzı insan ilişkileri kendine
hastı.Hastalığı da uzun sürmedi Ankara’da kalması kendisine
söylendiği halde İstanbul’a gitmekte ısrar etti. En çok sevdiği şehirde
İstanbul’da ebedi hayata intikal etti. hayırla anılmayı hak etmiş bir
insandı. Allah rahmet eylesin.
Uzun yılların dostluğu ve kardeşliği bir telefonla kesildi. Yaşar
amca babamı kaybettik, diyen telefondaki ses Ali TAŞÇI’nın oğlu
Orhan TAŞÇI idi. Bir kadim dostu kaybetmenin hüznü içime çöktü.
Arkasından Ahmet TAŞÇI’nın hüzünlü telefonu çaldı, ne yapacağımı
ve ne söyleyeceğimi şaşırdım. Bu ani ölümler bir anda insanı eski
hatıralarına talebelik yıllarındaki yaşadıklarına götürüyor. Hatıralar
gözünüzde canlanıyor. Ankara Hukukta okurken, MTTB’de aktif
sorumluluk alarak çok büyük hayırlı hizmetlere vesile
olmuştu.Meslek hayatında prensipleri olan, doğru bildiği konularda
inancından taviz vermeden yaşamaya gayret eden biri olarak gördük
Ali TAŞÇI’yı.Kayseri Baro Başkanlığı döneminde Anadolu’daki
Baroların yöneticileriyle toplantılar yaparak insan hakları, başörtüsü,
eğitim ve öğretim hakları konusunda büyük katkılar sağladı. Kayseri
Adliye Binasının yapımında en çok emeği geçenlerden birisi oldu.
Ani ölümü tüm TAŞÇI ailesini ve dostlarını çok üzdü. Bizde bir
atasözü vardır ya “ağaçlar ayakta ölür” mekânı cennet olsun.
Tanımasanız da anlatılanlardan hizmetlerinden dolayı gıyabında
sevdiğiniz insanlar vardır. Öne çıkmadan kimliği ve kişiliği ile öncü
olan eli açık yardım sever insanlar bunlar. Fakir babalığı hizmet
öncülüğü yaparlar. Allah (cc)’ın kendilerine vermiş oldu
imkânlardan ihsan ederler.Ben Abdullah SARIMERMER beyi böyle
bir kişi olarak tanıdım ve sevdim, hele Kartal İmam Hatip Lisesinin
yapılmasından itibaren gelişmesine ve bugünlere gelişinde maddi
manevi çok büyük katkıları oldu. Yaptığı hayırlar hasenatı olarak ona
aittir. En son oğlunun düğünündeki mutlu halini hatırlıyorum. Allah
rahmet eylesin.
52
BÜYÜK DOĞU HAVUZUNDA…………/Ahmet TAŞÇI
Zor yapılan işler vardır hayatta. Bunlardan biri de kaybedilen
arkadaşlar hakkında bir şeyler söylemek olsa gerek. Bu arkadaşlar
hakkında bir şeyler söylemek gerçekten zor zira bir dönem gelmiş
kader birliği yapmışsınız, bir dönem gelmiş bir lokma ekmeğinizi
paylaşmışsınız, bir dönem gelmiş aynı şeylere sevinmiş aynı şeylere
üzülmüşsünüz. Belki aynı kavganın içinde yumruk atmış yumruk
yemişsiniz. Şimdi onlar için ne söylense az desem haklı olmaz
mıyım? Şöyle desem de haklı olurum: onlar için ne söylense
gereksiz, ne söylense faydasız ve ne söylense çok. Onlar için
hissettiklerimi kelimelerle ifade etmek hem zor, hem kelimelerden
öte bir şeyler var.
Bu arkadaşlarımızın pek çoğu ile ilk gençlik yıllarımızı ve ilk
heyecanlarımızı beraber yaşadık. Bizim kaygılarımız hep "din,iman"
içindi o dönemlerde. Bugün o idealist dönemlerini özlemle
hatırlamayan var mı? O dönemlerin idealizmini bugünkü ile
kıyaslayıp bu değişim hangi yönde, neyi kaybettik diyenlerimiz o
kadar çok ki. Biz mi bir şeyler kaybettik yoksa hayat mı bize bunu
dayatıyor, karar vermek zor.
İlk gençlik yollarından sonra bu sevgili arkadaşlarımızın bir kısmıyla
temasımız azaldı. Hayat her birimizi bir yerlere fırlattı. Çoluk çocuk
kaygısı ister istemez bir tarafımıza asılmaya başladı. Fakat hepimiz
için önemli bir nokta vardı. Ne kadar sağlam bir fikir havuzunda
yıkanmışız ki bu arkadaşlarımızdan çizgisini kaybeden bir kişi bile
53
çıkmadı. Bu havuzun adı Büyük Doğu. İçi zemzem suyuna eşdeğer
fikir suyu ile dolu. Necip Fazıl, ilk gençlik yıllarımızda bizleri bir
arada tutan, insan olmanın anlamını kavramamızı sağlayan, mevcut
durumun verdiği tüm bedbinliğe rağmen bize ümitvar olmayı ve
çalışmayı öğütleyen, birçoğumuzda edebi çalışmalar gibi birçok
merakı uyandıran bir büyük adamdı. Havuz, Necip Fazıl ve Büyük
Doğu bizler için hala ulviyetini koruyor.
Bu havuz benim ve arkadaşlarımız için susuzluğumuzu giderdiğimiz
bir yer oldu hep. Çok içenler oldu az içenler oldu bu havuzun
suyundan. İçen herkes içtikçe susuzluğu daha derinden hissetti. Daha
çok içenler, her hadiseye daha çok nüfuz ettiler.
Bizim bu arkadaş grubumuzdan vefat edenler eğer Türkiye bugün
onların özledikleri istikameti tutturma yolundaysa rahat
uyuyabilirler.
Fakat biz bir şeye iman etmişiz. "Allah emekleri zail etmez". Onların
gayretleriyle geldik bugünlere.
Yukarda bu kardeşlerimiz için "ne söylesek az, ne söylesek çok"
demiştik ya... Hem az, hem çok söylemenin yine de bir yolu var:
Fatiha...
54
Ölüm Gerçeği…………….,,,,,,,…………../Mustafa CABAT
Önce Ziya OLGUNHARPUTLU yakalandı yulaf tabir edilen
akciğer kanserine . “Büyük Doğu” okulunun bizim yaş gurubundan
olan ilkini hastalığının teşhisinden sonra üç ay içinde verdik toprağa
1978 yılında otuz yaşında. Bizim neslin akran ölümüyle olan ilk
tanışmasıydı bu olay ve hepimizi derinden etkilemişti. İstanbul’un
soğuk ,bol karayelli kış mevsiminde Bakırköy’deki öğrenci evimizde
rahat ettirmeye çalışıyorduk onu son günlerinde.Ecevit hükümetinin
gaz ve benzin kuyruğuna takılmıştık.Otomobilimiz yoktu benzin
yokluğu bizi pek ilgilendirmiyordu, fakat Bakırköyündeki öğrenci
evimizin gazyağı yakıtlı sobasını Ziya Olgunharputlu için yakmamız
gerekiyordu.Çünkü Vakıf Gureba Hastanesi sırtından neşteri vurmuş
hiçbir işlem yapamadan yeniden kapatmış taburcu etmişti .Biz de
sobamızda yakmak üzere alacakaranlıkta yakınımızdaki bir
benzinlikte gazyağı kuyruğuna girerdik.Bazen peşpeşe sıralanmış bu
bidonların uzunluğu 500 metreyi geçerdi.Sobayı yakıp odayı
ısıttıktan sonra vazifemizi yapmanın rahatlığı ile içimizde “acaba
kurtulur mu bu hastalıktan?” diye bir ümit ışığı belirirdi.Kendisi son
ana kadar bizi teselli etmeye çalışır,hastalığına hiç vurgu yapmaz,
hasta bizmişiz gibi bizi o terapi ederdi.Onun en büyük ideali,Büyük
Doğucu’ların muhanete muhtaç olmadan büyük bir müessesede hep
beraber çalışmalarıydı. Bu müessesede her birimizi ayrı ayrı
birimlere yerleştirir ve vazifemizin ne olacağına , nasıl
davranacağımıza varıncaya kadar hayal ettiği şeyleri bize anlatırdı.
Peşinden Üstadın ölümüyle karşılaştık 1983 yılında Mayısın 25
inde.Üstadın en küçük oğlu Osman Kısakürek’in telefon açıp “Üstad
öldü gelin” diyen sesi hala kulaklarımda.Kayseri’den bir otobüsü
55
doldurup Üstadın Erenköy’deki evine girişimiz,oradan Vakıf Gureba
Hastanesi gasil hanesinde Üstada son vazifemizi yapışımız,oradan
da Fatih Camiinin musalla taşına getirip tabut önünde nöbet
tutuşumuz . Ölüm karşısında bir kez daha kuşatılmış olmanın
gerçekliğini ve çaresizliğimizi hissettirmişti bize ta derinlerden.
Seyyitlerden birinin elime verdiği bir tasla suyunu dökmüş, son bir
kez Üstadımın elini öpmüş ve yaşarken hemen hemen hiç
görmediğim bir huzuru onun yüzünde seyretmiştim.
Kendisi “Karacaahmet” şiirinde ne güzel ifade etmişti;
“Ebedî gençlik ölüm;desem kimse inanmaz,
Taş ihtiyarlar,servi çürür,ölüm yıpranmaz!”
Daha sonra 16 Ağustos1995 günü bağrı yanık arkadaşımız Kenan
KUZUİMAM ‘ın apansız Mersin’de yakalandığı kalp kriziyle
ölümü,Kayseri’ye getirilerek evinin önünde bir cenaze aracında
yıkanışı burnumuzun direğini bir kez daha sızlatmıştı.Aracın içinde
sanki öldüğüne inanmamış gibi yüzüne bakmıştım.Yaşarken her
zaman çektiği acı ve sıkıntıyı yansıtmıyordu yüzü.Adeta ölümü kabul
etmiş,benim için,hayatın acımasızlığından bir kurtuluştur bu ölüm
der gibiydi.Sıkıntılarını arkadaşlarına hissettirmeyen küçük yaşta
yetim kalmış ve ailesinin ekonomik yükünü omuzlamış birinin
yüzüne benzemiyordu salacada yatan bu arkadaşımın yüzü.Lise
sıralarındaki şen şakrak Kenan’ın arap gerillaların eğitim yürüyüşü
taklidi ve hoca dahil bütün sınıfı gülmekten yerlere yatırışı geldi
aklıma.Büyük Doğu fikriyatını derinden kavramış bu arkadaşımızın
en büyük özelliği samimi olarak davasına bağlılığı ve eşya ve
olayları Büyük Doğu okulunun gözlüğünden değerlendirebilme
yeteneğiydi.
2005 yılının Şubat ayı sonlarına doğru bir haber bu sefer yine
İstanbul’dan geldi.Ömer KISAKÜREK sessizce terk etmişti yalan
dünyayı. O daima göz önünden uzak durmayı, uzleti tercih eden bir
mizaca sahipti.Aklıma son 5 sayı çıkıp yerini Rapor’lara terk eden
Büyük Doğu’ların ilk sayısını beraberce matbaadan alışımız
geldi.İdarehaneye getirirken “Mustafacığım bu paketler amma da
ağırmış herhalde Büyük Doğu’nun manevi ağırlığıdır.!” Deyişi o
56
anda bizim kopuşumuzu, yükü taşıyamaz hale gelişimizi hatırladım.
Gözleri hep gerçek aleme bakar gibiydi.Sürekli Abdülhakim Arvasi
Efendi Hazretlerine rabıta ederdi.İnşallah umduğuna kavuşmuştur.
“Daha yapacak çok işimiz var” diye bizleri hep uyaran Özküçüğe
Erciyes Üniversitesi Hastanesinde ilk teşhisin konuşu ve doktorların
acilen kemoterapiye başlanması lazım ikazıyla bizdeki telaş ve
çaresizlik içindeki alternatif tıp arayışı daha dün gibi hatırımızda.Ve
kolon kanseri teşhisinden iki yıl sonra 27 Kasım 2008 de toprağa
verdiğimiz Mustafa ÖZKÜÇÜK akran ölümünün ibret verici
üçüncü örneği olarak yüreğimizi dağlamıştı .Son günlerinde “Biraz
daha yaşasak diyoruz.” demişti bana sözünün arkasına bir açıklama
getirmeden.İbadetimde eksik hissettiğim yerleri kaza etmem
gerekir,diye düşünüyordu o anda zannedersem.O arkadaşlarını
bulundukları yerlerden daha üst yerlerde görmek arzusunu hep
yüreğinde taşıdı.Bunun için gereken girişimleri sessiz ve derinden
kimselere duyurmadan yapardı.Dostunu asla yere düşürmez,düşecek
olana şaşırtıcı bir refleksle kol kanat gererdi.Ağır canlı olmasına
rağmen bu işi nasıl başardığına şaşar kalırdınız.O Büyük Doğu
fikriyatına yürekten bağlıydı. “Her Müslüman kendini ölçüyü
tamamlayan son pirinç tanesi bilmeli, kendisi olmadan
olmayacağının,fakat kendisiyle de olmayacağının şuuruna sahip
olmalıdır.”diyen Üstadın bu tespitini kendisine şiar edinmişti.
Derken birdenbire hiçbir hastalık teşhisi falan konmadan
bürosunda kalp krizi neticesinde ölüm gerçeğiyle bir kez daha yüz
yüze geldik Ali TAŞCI ‘nın ani ölümüyle 2 Mayıs 2010 da.
Sanki bıyık altından muzip muzip gülerek nasıl da hepinizi şaşırttım
der gibiydi. O, prensip sahibi bir gönüldaşımızdı ve sahteliklere asla
tahammül edemezdi. Herkesin davasında samimi olması gerektiğine
inanır,materyalistlerin dünyaya bağlılıklarını anlayışla karşılar fakat
ruhçu insanların maddeye bağlılığını kabullenemezdi. İnsanların
paraya olan zaaflarını gayet iyi bilir ve eğer birisinin maddi menfaati
davasının önüne aldığını hissederse onun gözünde o kişinin hiçbir
değeri kalmazdı.
Derken bir kalp krizi de Ankara’da Mehmet SOYAK’ı yakalamış ,
ambulans uçakla İstanbul’a gelirken havada ruhu teslim etmişti 26
57
Mart 2011 yılında .Hep uçlarda gezinen adam yükseklerde veda
etmişti hayata.
Ve çarşamba günü Hatıroğlu camiinde yatsı namazını kılıp Kayseri
Eğitim ve Kültür Vakfının her çarşamba gecesi yapılan oturma
gününü başlatmak için yola çıkan Mustafa DİNÇEL’e çarpan bir
araç onun onbeş gün süreyle koma halinde yatmasına sonra da
Erciyes Üniversitesi gasil hanesinde yıkanıp kefenlenmesine sebep
oldu 9 Kasım 2011 tarihinde. O hepimizin anası gibiydi. Küçük
yaşından itibaren çalışmaya başlamış Dinçel abimizin yapmadığı iş
kolu kalmamıştı sanki. Manavlıktan muhasebeciliğe , laborantlıktan
müzehhepliğe, mücellitlikten aşçılığa kadar birbiriyle alakasız her işi
yaptı da bir tek mezun olduğu okulun iş alanı olarak yapması gereken
tarih öğretmenliğini yapmadı…Karnını doyurmadığı arkadaşımızı
bulmak adeta imkansızdır.Talebelik yıllarımızda İstanbul’da
Milliyetçiler Derneğinde 150 kişiye iftar yemeği hazırlardı ramazan
aylarında.O herkesi bir arada tutmaya gayret etti ömrü
boyunca.Hataları ve sevaplarıyla kabul etti arkadaşlarımızı.
Kimseden incinmedi, kimseyi de incitmedi.
Ve Mersiye’yi hazırlamak için kendilerinden yazı istediğimiz
Gönüldaşlarımız da birer birer bizi bırakıp gitmeye
başladılar.1Ağustos 2013’de Mustafa MİYASOĞLU, 25 Ağustos
2015’de Rıfat BESCELİ, 8 Temmuz 2016’da Durmuş
AKÇAKAYA, 5 Kasım 2016 da Ahmet KAPLAN, 27 Şubat
2017’de Atilla ENGÜR ve 23 Mayıs 2017 de Akif EMRE ve 3
Nisan 2018’de Şükrü Selim HAS
Sayıları hepsi hepsi bir dolmuş haydi bilemedin bir otobüs dolusu
olan bu insanların içinden bir çırpıda sayabildiğimiz bu kadarının
ahrete göçüşü biz akranlarına ahreti hatırlatması bakımından belki de
en büyük derstir. İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Allah’ım bu
insanlar belki ibadetlerinde eksik ve kusurluydu ama onlar Resulüne
aşkla ,ihlasla yürekten bağlıydı.Resulüne düşman olanlara karşı
buğzları hiç eksik olmadı.Tek idealleri getirdiğin ölçülerin hayata
hakim kılınmasıydı. Aramızdan ayrılmakla bu dünyanın
çirkefliğinden kurtulmuş oldular fakat ideallerinin gerçekleştiğini
göremedikleri için gözleri açık gittiler. Yarabbi; ahret gününde
58
Kainatın Efendisi Habibinin hürmetine O’nun sancağı altında
toplanmayı hepimize nasip eyle.
KARACAAHMET
Necip Fazıl KISAKÜREK
Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?
Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta;
Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta...
Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek.
Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek.
Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık;
Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık.
Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;
Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.
Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler,
Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;
Ölümde yekpare an, ne kesiklik, ne bölüm...
Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep;
Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükûta sebep?
Kavuklu, başörtülü, fesli, başaçık taşlar;
Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar,
Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
59
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.
Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.
Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar,
Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar.
Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!
Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!
(1969)
60
DURMUŞ AKÇAKAYA
DURMUŞ ABİ (1949-2016)……Mehmet KASAP
Bir süre önce bir cenaze defni için gittiğim şehir mezarlığında
ölenin mezarına doğru yürürken, mezarlığın verdiği kasvet birden
arttı. Sebebini biliyorum, sebep, önümdeki biraz yüksekçe alanda
yeralan mezarların arasında Durmuş abinin de mezarının bulunması
idi. Geçemedim ileriye, mezarına da varamadım, oralara bir yere
oturdum kaldım.
Durmuş abi vefat edeli iki yılı aştı, (ölüm tarihi 7 Temmuz
2016) ama ben bu kadar süreye rağmen bir türlü durulamadım,
duygularım çok karışık, bulanık, sevabını onun ruhuna hediye edecek
doğru dürüst bir hatmi bile tamamlayamadım. Halbuki ölüm, böyle
eş dost akraba, abi, kardeş, baba demeden bunca zaman bana kendini
çok acı vererek hissettirdi, yani, en yakınlarımı ölü tanıdığım bir
yana çok ölüm gördüm. Demem o ki, bu toparlanamayan duygulara
61
sebep ölümün yüzünün soğukluğu değil, olsa olsa benim bir türlü
kompleksim, bu düşünceden sürekli kaçışımdır!...
Böyle bir yazıdan sonra unutmak anlamında değil ama,
bendeki Durmuş abinin vefatını yok sayma paradoksu da sona erer
sanıyorum, Dişçi Mustafa abide öyle oldu çünkü.
Evet anlıyorum ki, bir kırılma noktası bu tip yazılar benim
için, bırakıp gidenlerle aramda... Ve ne başlaması ne de bitirilmesi
kolay olmayan yazılar. Öyle ya; bakın daha Durmuş abiye
gelemedim bile, habire kendimizden bahsediyor, merhumun
etrafında dolaşıp duruyoruz.
Bir de, ne yazılsa ölene ait olmuyor, olmayacak...
Gezilip görülen yerlerde, kullanılan eşyada, evde,
otomobilde, buralar da iyiymiş güzelmiş veya iyi idi, güzeldi demek
mümkün oluyor da yaşanılan hayat için böyle bir şey söylemek
mümkün olmuyor. Ölüyorum ama, iyi de yaşadım, yalan dünyada
her şey boşmuş demek bu şartlarda hangi hayat için mümkün olabilir
ki? Bunu, Durmuş abinin son günleri olduğunu bilemediğimiz,
Üniversitenin acil servisinde yatarken Ona şaşkınlıktan sancısı olup
olmadığını sorduğum ve gözlerime bakarak elini başına götürünce
anlamalıymışım, olmadı bilemedim;
Hayat değil, ecel sancısıymış!...
Ölüm hak ve Hak’tan ancak, bunun kararını veren siz
olmayınca bütün ölümler, ölüm haberini alan için erken oluyor.
Ne kadar sâkindi, denebilir ki en hiddetli olması gerekir
dediğim özellikle son zamanlarda “Ne diyorsun bu hâle Mehmet?”
derken de, bir takım lüzumsuz resmi işler için “Sen nasıl biliyorsan
öyle yap Mehmet!...” derken de beni şaşırtacak, dahası ürkütecek
62
derecede sâkin olduğunu hatırlıyorum. Ama bakınca, Onun bütün
hayatı sanki buydu, sâkinlik... Beraberken kendisi oluyordu, bize
abiliğiyle dokunan da buydu, etrafındakilere de öyle olmalı... Hırsları
var mıydı, bilemiyorum, ama, olsaydı kendisi olmak başarılamazdı.
Durmuş abi ilişkilerinde hiç anlatmadı... O bakıma yalnızdı,
bilebildiğimiz kadar kimseden de hiç bir şey istemedi... Özü sözü bir,
karşısındakine her türlü güven veren duruşuyla, ikinci hükümet
gibiydi, bu hâlinin, bir çok siyasinin kendisine teğet geçmesine sebep
olduğunu düşünürüm hep!... O gitti, O’nunla birlikte benim için
adeta koca bir dünya da gitti!...
Kırmızı çizgileri vardı. Bir kere işine kimseyi karıştırmazdı,
hep olması gerektiği gibi kırk ölçer bir biçer, risk almazdı...
Yeri değil, bunun farkındayım ancak, yazının başından beri
aklımdan çıkmadıkları ve birlikteyken benzer davranışlarla
karşılaştığımızda göz göze gelerek dolayısıyla anmış olduğumuz şu
kadarını anlatmadan edemiyorum;
Birincisi, 25 Nisan 1975 günü MTTB tarafından İstanbul
Spor ve Sergi Sarayında düzenlenen Milli Gençlik Gecesinde Üstad
Necip Fazıl Kısakürek Gençliğe Hitabeyi okurlarken, bir yanında
Büyük Doğu dövizi vardı, diğer yanındaki Fikrin Kılıcı dövizini
Mustafa Cabat hoca ile birlikte taşımıştık, işte o sırada üzerimdeki
elbise Durmuş abiden emanet alınmıştı. Başkaca, yine İstanbul’da
babaanne diye anılan yabancı dil hocalarının sınıfa hakim baskın
gülyağı kokusundan rahatsız olup, sıra aralarında arkalara kadar
gidememesini, “çocuklar parfümlerinize dikkat edin” ikazlarına
arkadaşlarının, “hocam bugün Cuma, bu koku bildiğiniz parfüm
değil, gülyağı, size de verelim!...” pişkinliklerini veya Yapı
Malzemeleri dersinin Giritli hocasının yazılıda kopya çektiğini
gördüğü arkadaşlarını kastederek “bunların ataları da böyleydi!...”
63
sözlerindeki ideolojik tavrı veya hidrolikci Hayrettin Dönmezer’in
“dünyada işini bilen, doğru dürüst, meşhur üç hidrolikci var diğer
ikisi İstanbul’a gelince bana uğramadan geçmezler!...” kibrini ne acı
tebessümle anlatırdı;
- Bunların ne lüzumu var, değil mi Mehmet, insan biraz ciddi
olmalı, derdi!... Mekânı cennet olsun…
Durmuş Akçakaya oturma gurubu arkadaşlarıyla…
64
MUSTAFA BAYIR
DOST BİR İNSAN……………./ Mehmet GÜLDESTE
Mustafa Bayır ,Eski ismi Cırlavuk , yeni adıyla Mimar Sinan
kasabasından Kayseri’ye nakl-i hane eyleyen bir ailenin üç
çocuğundan ikincisi. Doğumu:2.8.1937. Dedesi , “ Eczacı Mustafa
efendi” namı ile maruf bir zat . Kayseri’de eczane açan diplomalı ilk
eczacı olduğu söylenir.
İkinci Abdulhamid Han ( mekanı Cennet olsun)ın tuğralı mührünü
taşıyan diploması halen
varislerin elinde bulunmaktadır.
Mustafa Bayır, Kayseri Lisesini bitirdikten sonra İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt olmuş ve 1961 yılında mezun
olmuştur. Av. Nevzat Türkten’in yanında avukatlık Stajını yaparken ,
bir taraftan da Kayseri Lisesinde edebiyat derslerine girmiştir.
Mustafa Bayırın edebiyat dersleri hocalığı tesadüfi değildir. O lise
yıllarından itibaren edebiyatla ve özelliklede şiirle ilgilenmiş ve
65
zaman zaman şiir yazmıştır. Bu alaka , özellikle de üniversite
yıllarında artarak devam etmiş ve bazı edebiyat dergilerinde şiirleri
neşredilmiştir.
Bir takım maddi sıkıntılar içerisinde tahsiline devam etmek
mecburiyetinde bulunan Mustafa Bayır için, bu dergilerden aldığı
cüzi telif ücretleri , ehemmiyetli bir destek olmuş ve ayrıca teşvik
edici bir fonksiyon ifa etmiştir. Ancak Bayırın şiddetli arzusu ve
gayesi , şiirlerinin , yakın irtibatta bulunduğu Necip Fazılın Büyük
Doğu mecmuasında neşredilmesidir.Bu arzusunun tahakkuku
zımnında bazı şiirlerini üstada takdim etmiş ise de Üstat her
seferinde şiiri okumuş ve sonra çöpe atmıştır. Ve Mustafa Bayıra
bunun iyi bir şiire ulaşmak için gerekli olduğunu ifade etmiştir. En
sonunda bir şiiri hatırladığım kadarıyla ya Büyük Doğu’da ya da
başka bir mecmuada neşredilmiş ve Mustafa Bayır da böylece
arzusuna kavuşmuştur ..
Mustafa Bayırın Üniversite tahsili boyunca Üstatla ve Büyükdoğu
mecmuası ile irtibatı kesintisiz devam etmiştir .Sohbet ve
konferanslarda vazife almış ve derginin satış ve dağıtımında vazife
ifa etmiştir. Dünya görüşü Büyük Doğu çerçevesinde teşekkül
etmiştir.
Dost ve düşman kutupların teşhisi , tarih şuuru , İslam nizamı, ehli
sünnet itikadı hassasiyeti ve daha pek çok konuda Üstattan ve Büyük
Doğudan beslenmiştir.
Bu heyecan ve dinamizmi tabiî bir sonucu olarak Kayseri’de Büyük
Doğu Cemiyetinin ilk kurucuları arasında yer almıştır. Gerek bu
çerçevede yürütülen faaliyetler ve gerekse bir dönem yazı işleri
müdürlüğünü yaptığı mahalli gazetedeki yazıları dolayısı ile bir
takım adli takibatlara maruz kalmıştır .Ayrıca o dönemde Kayseri
Doğu menzil komutanı bulunan ihtilalci general Faruk Güventürk
tarafından tehdit ve takip altında tutulduğunu da kaydetmeliyim .
Bütün bunlara rağmen o, istikametten ayrılmamış ve yoluna devam
etmiştir.
Serbest avukatlığa Kayseri’de devam etmiş ve hukuk davaları ve
icra takipleri ağırlıklı olarak çalışmıştır. Özel ihtisas alanı ise vakıf
davaları idi . Pek çok vakfın elden çıkartılmış gayri menkullerinin
geri alınmasında değerli hizmetler ifa etmiştir.Avukatlıktan usandığı
66
ve bırakmayı düşündüğü bir dönemde hastalandı. Akciğerde tesbit
edilen habis tümör ve oradan vücuda yayılan hastalık sonucu 22
kasım 2012 tarihinde dar-ı bekaya intikal eylemiştir.Geride iki
çocuğu ve eşi kalmıştır oğlunun Ethem Fazıl olan ismindeki Fazıl
ilavesi Necip Fazıla olan muhabbetinden dolayıdır.Mevla ona
rahmeti ile muamele eylesin iyi bir dost ve candan bir arkadaştı
.Avukatlık bürosunda özel bir hoca vasıtası ile Kuran-ı Kerim
okumasını öğrendi ve ilerletti.Mehmet Zahid Kotku ve Esat Coşan
hoca efendilere manevi bağlılığı vardı. Kişi sevdiği ile beraberdir
düsturunca inşallah onlarla beraberdir.İnsanlar hata ve kusurdan
azade değiller .Ancak, sağlam bir iman ümitvar olmamız için
yeterlidir. İman şerefinden mahrum olanlar Ruz-i cezada hesaba
çekilmeyeceklerdir hesapsız ve kitapsız olarak gitmeleri gereken yere
doğrudan sevk edileceklerdir. İnanılması gerekenlere inanılması
gerektiği gibi iman eden müminler ise yüce Rabbimiz tarafından
muhatap alınacaklar ve hesaba çekileceklerdir.Bundan gerisi O’ nun
sonsuz affı ve merhametidir. Bütün müminlerin ve Mustafa Bayır
kardeşimizin Mevla’nın sonsuz rahmet ve merhametine nail
olmalarını niyaz eyleriz.
RIFAT BESCELİ
67
Hem abi, hem baba, hem ağa:
Rıfat Besceli’ye dair……/ Mehmet TEKELİOĞLU
Bilmem herkesin hayatında da kendisine örnek aldığı şahsiyetler
var mıdır? Yalnız örnek almak değil farkında olarak ya da olmayarak
etkilendiği şahsiyetler?
Benim akademik hayatımda olsun fikir ve siyaset hayatımda olsun
etkilendiğim kimseler var elbette. Şimdi bunların sırası değil. Bugün
sıra insanlık dersinde. Ben insanlık dersini en çok Rıfat Besceli’den
okudum. Bu sahada onun 45 senelik talebesiydim. Ecel, onun
hocalığına benim de ondan insanlık dersi tahsilime son verdi. 25
Ağustos Salı günü Allah’ın rahmetine emanet ettiğimiz bu gönlü
geniş insanı nasıl anlatacağımı bilemiyorum.
68
Üniversite’de üçüncü sınıfa geldiğimizde bir önceki
cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ile birlikte talebe yurdundan bir
eve çıkmaya karar vermiştik. İmdadımıza Rıfat Abi yetişti.
Fındıkzade’de bir evde kalıyordu, oraya taşındık. Daha sonra
arkadaşlarımız arasında “Bodrum Palas” olarak anılacak bu ev, onun
hem yardımseverliğinin hem misafirperverliğinin bir timsalidir
benim gözümde. Ne çok arkadaşımızı ağırladı o ev, ne tartışmalar
yaşandı o mekânda… Zaman oldu gece yarısı girip sabah erken
çıktık, zaman oldu Cuma akşamları girip pazartesi sabahları çıktık.
Biz vatanı o günlerde kurtardığımızı sanmıştık, olmamış, hala o
gayretteyiz. Olsun, güzel günlerdi… Allah emeklerin boşa
gitmeyeceğini vaad ediyor, bu vaade güveniyoruz. Rıfat Abi, hem
çalışıyor, hem de her türlü sosyal aktivitenin en belirgin siması
olmayı ihmal etmiyordu. Onun bizi teşvik edici tavrından güç
aldığımızı belirtmeliyim. Abdullah Bey, MTTB’nin İcra Konseyinde
uzun toplantılarla meşgulken ben de Basın Yayın Müdürü olarak
Gençlik Bülteni’nin yazı işlerinden matbaa işlerine kadar her
safhasını takip zorundaydım. Gece yarıları eve döndüğümüzde Rıfat
Abi de ya bir sohbetten ya bir toplantıdan gelmiş olurdu.
Ne çok arkadaşı vardı. Kayseri’den gelen herkesin elinden tutardı.
İstanbul’a bir vesile ile gelen herkes onu ziyareti ve onunla
buluşmayı ihmal etmezdi.
Üstad Necip Fazıl ile muhabbeti derindi. Her zaman can kulağı ile
dinler biraz da bizlere tercüman olarak sormak istediklerimizi o dile
getirirdi. Üstad ona sevgisini “Sevgilim” diyerek belirtirdi.
Erenköyü’ndeki evinde onun müstesna bir yeri vardı. Büyük Doğu
Yayınlarından çıkan ilk on beş kitabı Üstad onun için “Sevgilime”
diye imzalamıştır. Bunu o sıralar Üstadın bir nevi özel kalem müdürü
sıfatıyla en yakınında bulunan birisi olarak biliyorum.
Fındıkzade’deki bodrum katında iki yıl kaldıktan sonra rutubetten
kurtulmak için Bakırköy’de bir eve taşınmıştık. Havaalanına yakın
69
olduğu için Üstadı o evde misafir etmenin anısı Rıfat Abi’de derin
izler bırakmış ve her zaman sevinçle anlatmıştır.
Çok yönlü bir insandı Rıfat Abi. Milliyetçiler Derneği bizim
talebelik dönemlerimizde bilhassa kültürel faaliyetlerde çok canlı idi.
Ben Fethi Gemuhluoğlu ve Saadettin Ökten gibi şahsiyetlerle Rıfat
Abi ile gittiğimizde ilk orada tanıştım. Teknik Üniversite’den hocam
olan Prof. Ahmet Nuri Yüksel ile orada karşılaşmanın bana verdiği
sevinci anlatamam. Saadettin Ökten’den dinlediğimiz zikir
eşliğindeki ilahilerin insanı kendinden geçiren havasını orada Rıfat
Abi, Abdullah Bey ve ben birlikte soluduk.
Ben İstanbul’dan ayrılıp İzmir’e yerleşince irtibatımız biraz
zayıfladı. O İzmir’e geldiğinde bana uğrar, ben İstanbul’a gittiğimde
onu ziyaret etmeden yapamazdım. Uzun yıllar çalıştığı Refik
Bürüngüz Cam Müessesesinden ayrılıp ağabeyi Rasim Bey ile
yürüttükleri cam ticaretinde çok başarılı oldu. Sirkeci’deki iş yerinde
bulmak zordu, çünkü iş peşinde koşar ve ancak akşamüstleri oraya
dönme imkânı bulurdu.
Siyasete meraklıydı. Ak Parti İstanbul teşkilatının çeşitli
kademelerinde görev yaptı. 2002 seçimlerinde milletvekilliğini kıl
payı kaybetti. Abdullah Bey’in her zaman en yakınında bulunan
kişilerden oldu. Evlenip Ankara’ya yerleşen kızı Behiye Hanım
sayesinde onu Ankara’da daha sık görür oldum. Biraz uçak korkusu
vardı. Onun için Ankara’ya eşi Binnur Hanımla beraber, yanında
oğlu Mehmet yoksa kendi kullandığı araba ile gelirdi.
İyi bir futbol seyircisiydi. Bir ara Futbol Federasyonu Yönetim
Kurulu üyeliği de yaptı.
Hastalığı hızlı seyretti. Bir fıtık rahatsızlığı ile başlayan bu safha
çeşitli tedavilerle sürdü. Verilen ilaçlar zaten az olan saçlarını
bütünüyle dökmüştü. Şuuru son birkaç güne kadar yerindeydi.
70
Ramazan Bayramında Abdullah Gül ile birlikte ziyaret etmiştik. Ne
kadar canlıydı, hasta olduğuna inanmak zordu. Son olarak vefatından
dört gün önce hastanede görüştük. Yakın arkadaşı Mehmet
Bürüngüz’ün on gün kadar önceki vefatına üzüldüğü muhakkaktı.
Karaciğere sıçrayan hastalık ona biraz konuşma zorluğu verse de ne
olup bittiğini takipten alıkoyamamıştı. Çok kimseye abilik yaptı.
“Rıfat Abi” idi. Babacan tavırları ve yardımseverliği herkesin gıpta
ettiği bir haslet oldu onda. “Baba Rıfat” idi.
Cömertliği ve toparlayıcılığı anlatılır gibi değildi. “Rıfat Ağa” idi.
Ne çok seveni olduğu Erenköyü Zihni Paşa Camiinin tıklım tıklım
dolmasından belliydi. Cenaze namazını kılmak bana da nasip oldu.
Mezarına birkaç kürek toprak atarken “Allah’ım, rahmetinle kuşat
onu” diye dua ettim. Şeyh Galib’in vefat eden can dostu Esrar Dede
için yazdığı, “Kan ağlasın bu dide-i dür-barım ağlasın” mısraıyla
başlayan mersiyeyi ben Rıfat Abi niyetiyle okudum. Siz de
okuyun.Allah rahmet eylesin.
Rıfat Besceli son günlerinde Abdullah Gül ve Mehmet Tekelioğlu’yla
71
ABDÜLKADİR
BİNBAŞIOĞLU………………/MustafaÖZER
Kayseri‘li kimliğini kullandığına bakılırsa aidiyeti tescil ettirme
hevesi vardı.19.yy son çeyreğinde doğduğu, anlattığı olaylara
vukufiyetinden anlaşılıyordu.Üstad Necip Fazıl’ın TANRI
KULUNDAN DİNLEDİKLERİM isimli eserinde uzun uzun
anlattığı ve daha sonra sadeleştirdiği eserleriyle tanımamızı temin
ettiği tasavvuf bahçesinin nurlarından Seyyid Abdülhakim Arvasî
hazretlerinin hizmetinde bulunmuş biri Abdülkadir Binbaşıoğlu. Bu
hizmetçiliği dahi onun kimliği hakkında ziyadesiyle bilgi sunuyor.
Sırlar dünyasının içinde apışmış, aptallaşmış ve sonunda olgunlaşmış
olan Abdülkadir Efendi,öylesine muhataralı dönemde dünyayı teşrif
etmişler ki dünyanın kendisi atomlarına ayrılacak derecede fitnenin
ağına düşmüş ,insanlık sığınacak melce aramaktadır.Abdülkadir
72
efendi ruh bütünlüğünü sağlayacağı alemi içinde bulur.Kendini de
içinde erittiği o alem onun her şeyi olur.
Abdülkadir Binbaşıoğlu’nun Üstad Necip Fazıl’a bağlılığı ve
hayranlığı Esseyyid Abdülhakim Arvasi efendi hazretlerine
sadakatle ve aşkla bağlanmasındandı.Belki biraz da yıpranmış
duygularını Necip Fazıl bey kışkırtıyor olabilirdi.İmrenme ve gıpta
ile Üstadın arkasında Anadolu’yu dolaşır dururdu.Kim bilir belki de
Fuzuli’nin su kasidesinde olduğu gibi içerisinde bulunduğu aşk
denizi onu kıyıdan kıyıya taşıyordu. Üstad Necip Fazıl deryası da
Binbaşıoğlu’nun küçücük sandalına bir deniz olarak hem seviyesini
koruyor hem de ona yeterli rüzgarı sağlayarak onun asaletini temin
ediyordu. Abdülkadir efendi de bir köşesinden nasiplenirken
münasip bir karakterle Büyükdoğuyu temsil etmeye ve onun banisini
yürekten savunmaya çalıştığını başına gelenlerden anlamaktayız.
Birlikte çektirmiş olduğumuz fotoğraftaki seksen üç yaşındaki nur
yüzlü ihtiyarı hiçbirimiz tanımıyorduk.Üstad Necip Fazıl beyle
İstanbul’dan gelmişti.Kayserili olduğunu söylemişti.Havzacılık gibi
bir derdimiz olmadığından, o gün için sessiz kalmıştık.Yıllar sonra o
fotoğrafın Büyük Doğu topoğrafyasında kullanılacağı bu günler
aklımızdan geçmezdi.Zira Büyükdoğuya gönül vermenin
meşguliyeti ,yoksulluk ve yoksunluğun başımızda tüten dumanını
savuran gençlik rüzgarı,ve hele hele de rüşte ulaşmanın kavak
yelleri o günlere bizi kayıtsız bıraktı.Kayıtsızlığımıza lise
yıllarının öğretim şartları da eklenince bahaneleri- miz yıldızlardan
daha fazla olabiliyordu.Büyüklerimiz okumayı ve sohbeti
önemsiyorlardı,bizde geneli aşmaya çalışmıyorduk.Hatta arkadaşlar
konuşurken not alsak ajan x olarak suçlanıyorduk bile.Aslında
tembelliğimize kılıf buluyorduk. Keşke o günlerde notlar
tutsaymışım diye bu gün üzülüyorum.Şu kısacık ömrümdeki
değişimler öyle bir tarih oluşturdu ki,tarifi ancak ciltler dolusu kitap
eder.Şükür ki bugün de olsa o günlere ışık tutmağa
çalışabiliyoruz.Abdülkadir efendinin o nurlu yüzünü
hatırlayabiliyoruz.Bu gün o yüzün nirengi noktasına dönüştürmeden
tebessümünü kalıcı kılalım isteyebiliyoruz.Zira o sima öyle taze bir
tebessüm ki o yaşta ancak bir müminde bulunabilir ve görülmeğe
değer. O fotoğrafta bulunan , hafızası sağlam ve Büyükdoğunun
73
dönmez davacısı olan Ahmet Taşçı Abdülkadir Binbaşıoğlu ile ilgili
epey detay içeren bilgiler aktardı.Bu bilgiler hafızamızın
derinliklerinde kalan o günleri yerinden depreştirdi.Kayseri’nin
Hacıvelet Mahallesinden ve büyük ailelerinden birine
mensup,pamuk tüccarı olduğunu , Esseyyid Abdülhakim Arvasi
efendi hazretleriyle birlikte Sultan Mehmet Vahidüddin hanın
sofrasında bulunduğunu anlattıktan başka merhum Hüseyin Hilmi
Işık tarafından hazırlanan Saadeti Ebediye daha sonra genel adıyla
“Tam İlmihal” isimli eserde de Abdülhakim Arvasi efendi
hazretlerine ait bir keramet tablosunun içerisinde Abdülkadir
efendinin de bulunduğunu öğrenmiştik.Saadeti Ebediye isimli eserde
adı geçen tablonun anlatımındaki Abdükadir isminin olmadığını
görünce önce üzüldük sonradan ilk baskılarda bulunduğunu
öğrenince de hayretimiz artmıştı.Ahmet Taşçı beye bu durumu
sorduğumuzda, erbabınca dile getirildiğine göre birilerinin nefsine
yenik düşmesi sonucu, bazen böylesi olaylarda olduğu gibi
disiplinsizlik addedilerek cemiyette düşman veya hain ilan
edilebiliyorlar.Makamlarını hatıra borçlu olmayan gerçek efendiler
için böylesi cezalara itibar yoktur. Diye söylemişti.Ve lakin gönül
sultanlığındaki bu hoşgörüsüzlüğü yine anlayamamıştık. Ahmet
Taşçı bey olayın özünü anlattı ve Hüseyin Hilmi Efendinin büyük
ihtimalle makamını kıskanma krizinde Abdülkadir Binbaşıoğlu
efendinin Necip Fazıl tarafını tutarak ,onu savunması cezalanmasını
intaç etmişti.Bu olay vesile edilerek te Abdülkadir efendiyi Hüseyin
Hilmi Işık efendinin hem ilişik mekanlarından hem de Saadeti
Ebediye denen kitaplarından çıkarmışlardır.Bu tür krizler yetersizlik
ifadesi olarak her gönülde yaralanmalara da sebep olmuştur elbette.
Nefs tezkiyesinin dost gönüller üzerinde denenmesi nefslerini
ölmeden önce öldürmeyenlerde hep bir hesaplaşma olarak kalıyor
ve vesvesenin günlüğünde hep kışkırtma unsuru olarak
kullanılacağı günü bekleyecektir. Bir hastalık uru olarak iç sancılar
üreterek ve iç dengelerde fitnelere sebep olarak...Özünde tasavvufa
zerre zarar getirmeyen bir meseledir bu.Tasavvufun prensipleri
belirlidir,uyamayan kendini dışlamış olur.Yunus’un dediği gibi;
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil
Gönlünü derviş eden hırkaya muhtaç değil
74
Bu nedenle bazı çevrelerde oluşmuş ve/ya oluşabilecek çiğlikleri ,
saygı duyduğumuz tasavvufa aykırı ve yeni nesiller üzerinde kötü
tesirler bırakacağı için eleştiriyoruz.Biz hariçten gazel okumadığımız
gibi hiçbir şerrin üzerinin örtülerek kalmasına da razı değiliz.Söz
konusu olan Allahın rızası ise ne bir kimse ne de bir makamın
diğerleri üzerine faikiyeti olmamalı. Kaldı ki hürriyeti yok eden veya
kısıtlayanlar bilsinler ki mükellefiyetleri yok ediyorlar ve
mükellefiyetleri sınırlıyorlar.Bu durum çok vahim sonuçlar doğurur
,buna vesile olanlarda kardeşlerin düşmanlığına hizmetten öteye
geçemezler.Mükellefiyetin göz ardı edilmesi sorumsuzluğun
davetidir ki, hiçbir cemiyete önerilmediği ve önerilmeyeceği gibi
bireye dahi teklif edilemez.Aklı başında olan herkes
mükelleftir,mucibince davranmak zorundadır.
Devlet-i al-i Osmanın çöküş yıllarında, Anadolu’dan biri Dersaadet
denen İstanbul’a varır, ziyaretlerde bulunur, günlerden bir gün de
yolu Yeni Camiye düşer.Namazdan sonra sohbete katılır. Sohbet
sırasında kendini takdim eder ,Anadolu payitahtı merak edip durur
biz dahi bu merakla onca yol geldik ağalar,fakirhanemize dönmek
nasip olur ise , İstanbul’un ahvaliyle ilgili ne dememi tavsiye
edersiniz der.Caminin imamı Bekri Mustafa’dır. Der ki: (Oğlum var
yurduna selam eyle Bekri Mustafa imam oldu Yeni camiye ) dersin,
diyerek adem oğluna cevap verir.Adam beldesine dönünce ne dedi
bilemeyiz ama ,kıssadan hisse ayyaş denecek derecede içkiye düşkün
birisinin imam olarak görevlendirilmesinin görevlinin vicdanını bile
rahatsız ettiği anlaşılmaktadır.Günümüz görevlilerinin Bekri Mustafa
kadar olsun dürüstlük ve içtenlikleri olmamalı mı acaba.Taht
kavgaları gibi,çıkar kavgaları gibi,mezhep kavgaları gibi birçok
kavga türünü tarihte okuyoruz.Lakin sosyolojinin değerlendirmeleri
içerisinde kuma kavgalarını okuyoruz ki kıskançlık boyutları aklı
aşacak derecededir ,Güç elde etme çekişmelerini manevi alanda
yapmak yapanları yüceltmiyor.Cehaletimiz böylesine mücessem
iken ruhsal süblimasyonu nasıl sağlayacağız. Dünya nimetleri bir
lütuf halinde hak ettiğimizden fazlasıyla bizi taltif ederken bir
bilen arif olmak varken ilkel canlılar gibi bölünerek çoğalacağımızı
mı zannediyoruz.Bölünen birileri olmak ,gerçekten acı veriyor
insana..Kaldı ki fitneye gönlünü kaptırınca yalnızca bölünen değil
75
bölen olmaktan da kaçılamıyor.Allah korusun .Hiç mi cennet sevgisi
önünüzü aydınlatmıyor?
Abdülkadir Binbaşıoğlu efendiye ait bazı sır kalması gereken özel
dünyası Saadeti Ebediye’de yazılıyor.Bunlar sır ise yayınlanmaması
gerekmez mi?Madem yayınlandı sonraki baskılardan çıkarılması
sırrın ifşaatının kaynağı gösterilmeden değerinin ne olacağı
düşünülmez mi? Ne diyelim.günümüz insanının ilgileri çok daha
değişik alanlara kaymıştır.Hem aklın verilerine yaslanması
anlamında hem de yaşamak gailesinin bütün ufkunu tutması
bağlamında.Bu denli sekülerleşme acaba bu tür çekişme ve
bölünmenin kaynağı olamaz mı? Sekülerleşmenin sonuçları yoksa
manevi etkileri de mi etkisiz hale getiriyor.Başka deyişle sekülerlik
bu denli her yeri mi sardı? Sorular… sorular…Herkes halinden
memnun ise diyecek sözümüz var.Kapitalizmin eleştirisi yerine
kaim olmak üzere, manevi dünyanın teşkilatçılığındaki kapitalizmin
araştırılması, iktisat ilmine katkı sağlayacaktır. İktisat ilminin ince
koridorlarında dolaşan bir çok iktisat düşünürü kafa
yoruyor.Bunlardan birisi Merhum Sabri Ülgener hocaydı (İktisadi
İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri),(Ahlak ve
Zihniyet) kitapları bu konuya hasredilmiştir.Meraklıları mutlaka
çok istifade edeceklerdir okuyarak.Eğer ki kapitalizmin makamına
oturmak istiyorlar ise manevi dünya ile ilişkilerini insanların bir
gözden geçirmesi, en azından kendine yarar sağlayacaktır. Lineer
mantık bu soruların daha ağırlaştırılmışlarını da sormayı gerektiriyor
.Lakin maksadımızı aşmış olmamak, yazdığımız mersiyenin
sınırlarında kalmak adına bu konuya daha fazla girmek ve
yanlışlıkları agorada tartışma konusu yaparak tövbekar olanları
germek istemiyoruz.
Abdülkadir Efendiye ait Ahmet Taşçı beyin naklettiği bir anısını
da burada nakletmek istiyorum: Kayseri’deki sohbet toplantısında
Abdülkadir Efendi kendisinde, Efendi hazretlerinin bir mektubu
olduğunu izhar eder.Üstad da görmek ister.Abdülkadir efendi
koynunda hamayıl gibi sakladığı yerden çıkarır ve Üstada takdim
eder.Üstad okumağa çalışınca ,defalarca okumanın kolaylığında olan
Abdülkadir efendi ezberinden okumaya başlar.Bu durum karşısında
Üstad onu dinlemeyi tercih eder ve Abdülkadir efendinin evrakı
76
hususiyesi olan mektubu ceketinin koyun cebine koyar.Abdülkadir
efendi mektubun hususi olması sebebiyle, tarafına iadesini ister ise
de; Üstadın İstanbul’da kendisine iade edileceğini söylemesiyle
heyecanı yükselen Abdülkadir efendi;
- Ama efendim ben de İstanbul’a havale edilirse verilemeyeceği
endişesini taşıyorum! der. Üstad’ ın demek ki sen beni anlamışsın
mealli cümlesi salonu sessizleştirir. Üstadın sözleri Efendi
Hazretlerine ne denli aşkla bağlı olduğunu elbette gösterir.Ama
Abdülkadir efendinin canhıraş çığlığını anlayabiliyoruz.Üstadın
varisleri bu özel evrakları biliyorlar mı,bulmuşlar mı,ne yapacakları
hep soruların içinde.Keşke varisleri o veballerden kendilerini
kurtarsalar da, bizler de güzel şeyler görebilsek.
Yıllarca bir ulu çınarın gölgesinde nasipdar olmuş, Büyükdoğu
ruhunu da o nasibin içerisinde görmüş anlamış ve yaşamış
Abdülkadir efendiyi saygıyla ve rahmetle anıyoruz.İdeallerini sır
olarak tutup yaşayacak bir gençliğe omuz verdiğin için vefamız ve
vebalimiz seni fatihadan unutmamak olacaktır.
Allahın rahmeti ve merhameti seninle olsun ey adsız kahraman….
Kayseri Nüfus Müdürlüğünden aldığımız bilgilere göre merhumun
Nüfus bilgileri şöyledir;
Abdulkadir Binbaşı O.
DOĞUM TARİHİ: 1898
ÖLÜM TARİHİ: 1979
77
Abdulkadir Binbaşıoğlu’nun adının geçtiği 1968 baskılı kitabın iki
sayfası;Saadeti Ebediye (Tam İlmihal) H.Hilmi Işık 6.Baskı –Işık
Kitabevi-1968-Sayfa-908-909
78
79
MUSTAFA BİRADEROĞLU
İş Disiplininden Cemiyet Nizamına…………./Mustafa ÖZER
Kayseri’de iki kurum çok önemli idi. Sosyal bünyenin
düzenlenmesini de kendine görev edinmiştir. Kurum kedini var
etmenin titizliğinde çalışanlarının statülerini cemiyetlerine
taşımalarını istemiştir.Komutanından nöbetçi erine varıncaya kadar
saat gibi çalışan askeri hizmetler üreten bu iki kurum hem üretimini
sağlamış hem de cemiyete nizam veren bir görevi yerine getiren bir
fonksiyon üslenmiştir.Bu kurumlardan ilki Tayyare Fabrikası
adıyla maruf ve uçak üretmek üzere oluşturulmuş cumhuriyet
döneminin önemli kuruluşlarından biriydi.Kurulduktan kısa bir süre
sonra uçak üretmiş ve ihraç dahi yapmıştı.Böylesine önemli bir
80
kuruluş zamanla üretimden uzaklaştırılarak işlevsiz hale
getirilmiştir.Uçak parçaları yapmak yerine hava kuvvetlerine
istihdam imkanı yaratmış ve hava kuvvetlerinin başkaca
hizmetlerini yerine getirdiği içindir ki,daha sonraları ismini Hava
ikmal merkezi olarak değiştirmişlerdi. Diğeri ise Ana tamir adıyla
halk arasında anılan yurt içi tank ve benzeri ağır silahların bakım
onarım işini üslenen atölyeler silsilesiydi. Bu kurum ise kurulduğu
günlerde daha basit bakım ve onarım işi yaparken giderek fabrikaya
dönüşerek çok önemli görevler üslenmişti.Bu gün tank üretecek
bilgi ve beceriye yükselmiştir.
Hava ikmal merkezinde çalışan işçiler öylesine bir ruh disiplinine
sahip ki, Kendilerine tevdi edilen hiçbir işe “ olamaz”
diyemezlerdi.Sadece süre kazanmak için uğraştıklarını
görürdük.Doğup büyüdüğüm yöreden hava ikmalde çalışan işçi ve
teknisyenler vardı.İş saatlerinden tutun da kravatlarına varıncaya
kadar seçkindi.Askeri disiplin içerisinde gözükse de,sakinliğinde işi
planlamasından,alet edevat gereksinmelerini hazırlamasından
anlıyorsunuz ki basit bir tamirhane mantığının çok ötesine
geçmişlerdi.Kavgacılıktan uzak olaya hakim, yapma veya yaptırma
iradesini taşıyan bir ruh bütünlüğünde kişiler.İşyerindeki hiyerarşik
disiplin hayatlarına da hakimdi.Çalışanlarda askerler gibi cemiyet
hayatında kademelenmişlerdi adeta, işçiler teknisyenlerin yerini
bırakınız, önüne bile geçemezlerdi.. Köy kahvesine bile destur
almadan giremez, girmiş olsa bile yüksek sesle konuşamazdı.
Yüksek bir ruh disiplini almışlar ve bunu korumayı da titizlikle
yapıyorlardı..Elbette ki işyerinin bunu devam ettirmelerinde gizli bir
el gibi çalışanlarına hakim olduğu anlaşılıyordu.
Bu iki kurum yasal yapıya ve yasaların uygulanmasına da çok özen
gösteriyordu.Sivil işletmelerdeki laubalilik buralarda
olmazdı.Buralarda çalışanların kadro görevlerinden unvanlarına
varıncaya kadar yazılıdır,bilinir ve uygulanır.Sendikal haklardan
,dinlenme haklarına,hasta haklarından emeklilik haklarına kısaca iş
ve çalışma kanunlarından askeri görev yapma disiplinlerine kadar
her düzeye riayet edilir.Atölyelere yoğurt verilecekse verilirdi ,
savsaklanmazdı.Çalışanlar da ihtiyaçlarla imkanların sınırındaki
görevlerini başarırlardı.
81
Düzenli yerler ,düzgün giyinirler,kavga etmez,yüksek sesle
konuşmazlar,sakin ve mütebessim kalmayı başarırlardı.Hele hele
kırklı –ellili yıllarda istihdamın çıraklık ve ırgatlıktan öteye
anlaşılmadığı cemiyetlerde böylesine işletmeler halkın gözünde de
büyük önem kazanmıştı.Buraya işçi olarak girmenin “hayatı
kurtarmak” olarak görüldüğünü söyleyebiliriz.Bu iki kurum iş okulu
olarak ta görülürdü.işe aldığı kişileri çıraklık merkezlerinde
gereksindiği emek ihtiyacına göre eğitime alır,Okulda yeteri kadar
eğitir ve işe yerleştirir.Normal olan bu hal bile sivil dünyada
çalındığı için çok büyük hak koruması olarak görülürdü.
Hacı Mustafa Biraderoğlu yukarda anlattığım hava ikmal
merkezinde yüksek tekniker olarak çalışmış ve o disiplin içerisinde
oluşmuştu.Yüksek disiplin içerisinde bulunmalarının sağladığı
anlama ve yapma yeteneğini ne kadar çok geliştirdiğini bu mavi
yakalarda çok açık şekilde görebilirsiniz. Okuduklarını bile
sıradanlaştırmazlar,uyumak için okumazlar.Tuvalette boş kalmamak
adına kitap okumaları hiç onlara göre değildir.Elbette ki ciddi
insanlardır, lakin gülmenin de değerini çok iyi bilirler.
Hacı Mustafa Biraderoğlu mübalağa etmeden söylemek gerekirse
bulunduğu şehrin en eski Büyükdoğu nasipdarıdır.1943 yılından bu
yana Büyükdoğu mevkutesini takip etmiş ve onun takip
edilmesinde büyük gayretleri olduğunu onu tanıyanlar yazıyorlar ve
birçok arkadaştan da dinliyoruz.Kayseri Büyük Doğu Cemiyetinin
ilk kuruluşunda yer almıştır(1949).O kuruluş ve diğer zamanlardaki
Üstad Necip Fazılın Kayseri’ye geldiklerinde, konaklama mahalli
elbette ki bu dost insanın evi olacaktı.Evini,gönlünü ve elinin bütün
açıklığıyla kendini vakfeden bu büyük ruh Necip Fazıl’dan da
karşılığını bulmuş olmalı ki bağlılıkları hayat boyu sürdü.Dernek
geleneğinde İslamın temel prensiplerine olan riayetten ötürü abi
dediğimiz bu kişiler her zaman gerçek abilerimiz oldular.Bunlar
elbette ki sıradışıdırlar . Abdullah abi(Saracoğlu),ile başlar Ahmet
abiye(Saracoğlu),Ali abiye(Biraderoğlu),Mustafa abiye(Miyasoğlu)
sürer gider.Bir Ali Biraderoğlu’nun Hacı Mustafa abi olmadan
olacağını sanmak biraz safdilliktir.Altyapı önemlidir.Sonra gelenin
liyakat hakları bile altyapıda mündemiçtir.
82
Büyükdoğunun yanında düzenli olarak Sebilürreşat, İslamın nuru
,İslam,Yeni İstiklal dergilerini de takip eden birisiydi. Bugün
Kayseri’de Büyükdoğu diye bir ideal adıyla da olsa varsa bu
yapılanmada abilerimizin tuğlaları vardır. Bu önemli yapı böyle
oluştu.Emeği geçenlerin hakları her ne kadar ihlal ediliyor ve parti
salacaklarında taşınıyorsa da üstadın “Nuhun gemisindeki son meni
nutfenin korunması” üzerine titrememiz gerektiği için ihtarla
yetiniyor bu konuya daha fazla girmiyorum. Ama şu son çığlık
olarak kulaklara küpe olsun ki “bayrak düştüğü yerde duruyor”
Büyük doğu Necip Fazılın mezarı diyenlerin dediği çıkacak gibi
gözüküyor.Ey gönüldaşlar…ey ehli himmet maveraya yolcu
ettiğimiz şu değerli insanların hatırı için uyanın ve görün artık…
En azından bu kitap içerisinde hafızada kalanlarla ve anılarla
gündeme getirmeğe çalıştığımız arkadaşların bize ikazı, bir ilhamı
ve önemli hatırlattıkları vardır, İstekleri vardır. Duyacak kulak ilanı
vermeden bunu anlayacak ariflikte olduğumuzu da biliyorum.
Onların bir ideali olduğunu ve bize düşen görevin sadece anmak
değil de kurumsallaşmasını istediğimiz yapının tesadüflere
bırakılmamasını istedik.
Ey bu millet için kendini paralamış insan ve nisyanın kollarında
ebedi yolculuğa çıkmış abimiz ..Mekanın cennet ve dünyada
bıraktığın ideallerinin bayraklaşması için dualarımız sonsuza dek
sürecek ve sizlerle olacaktır..Allah sizlere gani gani rahmet etsin.
83
BİYOGRAFİ
Hasan Nail Canat
25 Ekim 1943 yılında Kayseri'de doğan Hasan Nail Canat, Kayseri
İmam Hatip Lisesi öğrencisi iken okul müsamerelerinde arkadaşları
ile küçük çaplı oyunlar sahneye koyarak sanat hayatına ilk adımını
attı. Mezun olduktan sonra Kayseri Hava İkmal ana tamir
fabrikasında çalışırken sanatla ilgisini devam ettirmek istediği zaman
her seferinde babası karşı çıkıyor; 'Tiyatrocu mu olacaksın, soytarı
mı olacaksın' diyerek Hasan Nail Canat'ı engellemeye çalışıyordu. O
yıllarda 'Yalnızlar Rıhtımı' isimli şiir kitabı yayınlandı. Fakat şiir
kitabı Hasan Nail Canat'ın tiyatroya olan aşkını daha çok pekiştirdi.
1964 yılında Rusya'nın Bolşevik ihtilalinde Türk kökenli insanlara
yapmış olduğu zulümden etkilenerek 'Moskof Sehpası' isimli ilk
eserini yazan Hasan Nail Canat, büyük bir heyecanla profesyonel
tiyatro hayatına başlamış oldu. 7-8 inançlı, şuurlu, fedakar genç ile
birlikte Anadolu turnesine çıktı. 'Moskof Sehpası' o yıllarda çok
büyük ilgi gördü ve 1200 kez sahnelendi. Hasan Nail Canat bu
başarısı sayesinde muhafazakar kesimin büyük ilgi ve alakasına
mazhar oldu. 'Soytarı mı olacaksın' diyen babası, Kayseri
Müftüsü'nün daveti üzerine Kayseri Din Görevlileri Derneği'nin
organize ettiği 'Moskof Sehpası' isimli oyunu izlemeye geldi. Oyun
sona erdikten sonra 'Oğlum, oyununu heyecanla seyrettim.
Yanılmışım. Artık seni özgür bırakıyorum. Sanatını Allah yolunda
kullandığın müddetçe yolun açık olsun' diyerek Hasan Nail Canat'a
84
dua etti. Bu duanın bereketi ile Hasan Nail Canat, artık sanata
kendisini tamamen adadı. Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in
sohbetlerine katılarak Allah yolunda sanatını kullanmanın püf
noktalarını, mesaj kaygılarını, yol haritasını en ince ayrıntılarına
kadar öğrenip sırası ile; 'Günahkar Baba', 'Dilsiz Şeytan', 'Bir Avuç
Ateş', 'Afganistan Dramı', 'Bir Demet Gençlik', 'Ebabil Kuşları',
'Bana Mahşeri Anlat', 'Sokak Kızı Elif', 'Süper Bekçi', 'Mindrella',
'Cimcime Tavşan', 'Aynalar Yolumu Kesti' isimli eserleri hem
yazarak hem yöneterek hem de oynayarak sanatını icra etti. Ayrıca
'Şeytan Üssü Haber Merkezi', 'Efendi Hayrettin Süperstar', 'Kara
Geceler Efendim', 'İnsanlar ve Soytarılar', 'Başkasının Ölümü',
'Demedim mi?' ve 'Metropol ve Kadın' isimli başkalarının yazmış
olduğu tiyatro eserlerinde de başrolde oynadı.
ÜRETKEN BİR SANATÇIYDI
12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra mecburi olarak tiyatro hayatına ara
veren Hasan Nail Canat, maddi açıdan çok büyük sıkıntılar
çekmesine rağmen üretken bir sanatçı olduğunu 'Bir Küçük
Osmancık Vardı', 'Nur Dağındaki Çocuk', 'Yaralı Serçe', 'Günahkar
Baba', 'Yasemen', 'Kırımlı Murat Destanı', 'Bir Avuç Ateş', 'Gül
Yarası' ve 'Kiralık Zindan' isimli romanları yazarak kanıtladı. İlk
romanı Milli Gazete'de tefrika halinde günlük yayınlandıkça
sevincine diyecek yoktu. 'Olacak, beni göremeyenler beni okuyacak
ve ne olursa olsun bu insanlara mesajımı vereceğim' diyerek 9 esere
imza attı. 'Moskof Sehpası' isimli ilk eserini 'Kırımlı Murat Destanı'
adında kitap haline getirdi. 'Bir Avuç Ateş' isimli romanı 'Çöküş' ismi
ile yönetmen Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye aktarıldı. 'Bir
Küçük Osmancık Vardı' isimli kitabı da Milli Eğitim Bakanlığı'nın
'100 Temel Eser'i arasında yer almaktadır. Ayrıca Hasan Nail
Canat'ın 'Kiralık Zindan' adlı eseri kayıptır ve bulunamamıştır. Hasan
Nail Canat, rahmetli olmadan evvel yeni yayıncılığa başladığını
belirttiği genç bir yayınevine 'Kiralık Zindan' isimli eserini orijinal
dosya halinde sözleşme yaparak teslim etmiştir. Aradan 8 yıl
geçmesine rağmen ne yayıncıdan ne yayınevinden yazılı veya sözlü
olarak Hasan Nail Canat'ın ailesine ulaşılmamıştır.
85
İNANÇ VE AHLAK ÜZERİNE ESERLER YAZARDI
Şiir, roman ve tiyatro eserleri incelendiği zaman eserlerinin sadece
ve sadece inanç ve ahlak üzerine olduğu açıkça belli olan Hasan Nail
Canat, insanlara hayvan sevgisi ile insan sevgisi arasındaki tezatı
yani kaniş köpeğini evine alıp babasını huzur evine yatıran insanın
hayvan sevgisine karşı, Allah'a borcunu ödemek isteyenlerin kul
hakkına riayet etmemelerine karşı ve ilahlaştırılan tabulara karşı
uyguluyordu.
ÇOK SAYIDA FİLM VE DİZİDE OYNADI
Hasan Nail Canat, yaklaşık 10 yıldır Altunizade Kültür Merkezi'nde
Üsküdar Belediyesi Tiyatrosu'nda oyunlarını sahneliyordu.
Geleneksel tiyatronun örneklerini sunan Hasan Nail Canat,
'Keloğlan', 'Sokak Kızı Elif', 'Mindrella', 'Süper Bekçi', 'Cimcime
Tavşan' gibi çocuk oyunları ile 'Bir Avuç Ateş', 'Demedim mi?',
'Metropol ve Kadın' adlı oyunlarını da yetişkinler için sahnelemişti.
Altunizade Kültür Merkezi'nde çocuk ve yetişkinlere tiyatro eğitimi
de veren Canat; 'Reis Bey', 'Minyeli Abdullah', 'Sahibini Arayan
Madalya', 'Çizme', 'Sürgün', 'Beşinci Boyut', 'Bize Nasıl Kıydınız?'
ve 'Gülün Bittiği Yer' adlı sinema filmleri ile 'Kara Bir Gün -
Süleyman Nazif', 'Su Perisi Kayıklar', 'İnsanlar Yaşadıkça', 'Kaşağı',
'Müslüman'ın 24 Saati', 'Müslüman'ın 365 Günü', 'Siyah Pelerinli
Adam', 'Hasret', 'Köstekli Saat', 'Camgöz', 'Deli Balta-Uçurum
Adası', 'Evlere Şenlik', 'Bizim Ev', 'Ortaklar', 'Şark Kahvesi', 'Beyaz
Savaş', 'Sır Kapısı', 'Deli Yürek', 'Ekmek Teknesi', 'Çobanın İbadeti',
'Kenan'da Bir Kuyu' ve 'Kalp Gözü' adlı TV dizilerinde rol almıştı.
1973 yılındaki bir konuşmasında şunları söylemişti;
Avrupa'nın en ünlü eleştiricileri, yazarlara; "Sokaktaki adamdan
bahsedin" diyorlar. Türk tiyatrosu -her şeyde olduğu gibi-
Avrupa'yı taklit etmekle görevini yaptığı zannediyor.
Biz kendi sahnemizde Batı insanının bunalımını seyrederiz. Seks ve
hızlı yaşantı gençliğin ulaşılacak hedefi olarak biliniyor. Manevi
değerler ve milli kıymetler sinema ve tiyatroların alay konuları oldu.
86
Ekmek uğrunda yapılan savaşlar, hayatın devamı için vazgeçilmez
değerdir. Ama insanın biricik hedefi ve yaratılış gayesi değildir.
Hemen hemen her tiyatro temsilimizin sonunda Üstad Necip Fazıl
Kısakürek'in Sakarya Türküsü'nü okudum. O Sakarya Türküsü'nde
bir mısra var ki, beni dehşete düşürür; "Siz hayat süren leşler". Ve
hayatım boyunca hayat süren leş olmamak için mücadele ettim.
Sanatın gerçek tarifi, parolamız haline gelen "Sanat Allah'ı
aramaktır". Bu tarifin mana duvarları arasında kaç sanatçı
görürseniz mahzun ve yalnızlığa mahkum bırakılmıştır. Şuurlu
Müslümanların çok değer verdiği, kozmopolitlerin kıskançlıkla diş
etlerini yediği, inançsızların ateş püskürüp bir kaşık suda boğmak
için fırsat kolladıkları dünyaca meşhur Necip Fazıl Kısakürek bile bu
terkedilişin içinde değil midir?
Biz 6 yıldır binlerce insana ne anlattıysak hepsini Necip Fazıl'dan
öğrendik. Şuur trafiğimizi ondan aldık. Ertuğrul Muhsin'in sahnede
Necip Fazıl'ın temsilcisi olduğu zamana ulaşamadık. Ama ihanetle
biten bu izdivacın mutluluk anılarını çok okuduk
Tarihte adı geçen bir fahişenin ya da sahte bir kahramanın hayatı,
zirve imkanlarla temsil edilirken, Peygamberlerden sonra Allah'ın
en sevgili kulları olan o yüce insanların hayatlarını kırık dökük
temsil etmeye çalışmak onları küçültmekten başka ne işe yarar?
Gişe hasılatını yükseltmek için hiçbir manevi ölçü tanımayan, öz
kızlarını sahneleyerek geçinen kimseler bu işin para kazandığını
farkederler de, bir Tophane ekibi kurup "Hazreti Peygamberin
Hayatı" adıyla turneye çıkarlarsa; bunları nasıl durdurabiliriz ve
bunun mesulü kim olur?
'HASAN NAİL CANAT'LAR UNUTULMAMALI
Hasan Nail Canat, 1994-2004 yılları arasında Üstad Necip Fazıl
Kısakürek'ten almış olduğu 'Sanat, Allah yolunda nasıl kullanılır?'
düsturunu tiyatro öğrencisi yetiştirerek inançlı, şuurlu oyuncuları
ülkemize kazandırmayı, belden aşağı olmadan komedi yapmayı,
salya-sümük demagoji yapmadan dram oynamayı, adaba ve edebe
uygun ortaoyunu ve müzikal sergilemeyi yüzlerce çocuğa öğretti. O
gençler şimdi 'Hasan Nail Canat'lar unutulmamalı diyor ve birçok
87
tiyatro eserlerinde, dizilerde inançlı oyuncu, sınırları olan oyuncu
olarak rol alıyorlar.
'SANAT HAKK İÇİNDİR' FELSEFESİNİ BENİMSEDİ
Hasan Nail Canat, 'Sanat sanat içindir' ve 'Sanat halk içindir'
düşüncelerini hiçbir zaman dikkate almayıp 'Sanat Hakk içindir'
felsefesinden hareket ederek ülkemizdeki dini, ahlaki, sosyal
eksiklikleri hem yazarak hem yöneterek hem de oyunculuğu ile
sahne hayatına taşımıştır. 41 yıllık sanat yaşamında inançlı ve
muhafazakar kesimin kalplerinde haklı yerini alarak 21 Ekim 2004
tarihinde Ramazan ayının ilk haftasında son oyunu olan 'Aynalar
Yolumu Kesti' isimli oyununu Üsküdar Belediyesi İftar Vapuru'nda
son kez sahneledikten sonra Sayın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım
Bey'den de son ödülünü aldı. Evine geldikten sonra aniden
fenalaşarak kalp krizi sonucu sanatını Hakk için yapan Hasan Nail
Canat ruhunu Hakk'a teslim etti.
88
Hasan Nail Canat ,
Davasının sâdık bir mensubuydu
…………………………./Prof.Dr.Mehmet TEKELİOĞLU
Hayatta örnek aldığımız insanlar da vardır, gıpta ettiğimiz insanlar
da. Yaptığımız işler farklı olduğu için her şeyini örnek alacağım bir
durum yoksa da azmi, ahlâkı, sadâkati, mücadeleci yapısı itibariyle
Hasan Nail Canat benim gıpta ettiğim şahsiyetlerden biridir. "Bende
de O'nun hasletleri olsa" dediğim bir güzel insan Hasan Nail Canat.
Bir davanın nasıl sâdık bir mensubu olunur, O'nda gördüm.
Kararlılık nedir ve nasıl sürdürülür, O'nda gördüm. Girdiği bir yolda
insan nasıl sebat eder, O'nda gördüm. Karşılaşılan zorluklarla nasıl
yılmadan mücadele edilir, O'nda gördüm. Dost ve arkadaşlarına bir
insan nasıl vefa gösterir, O'nda gördüm. İnandığı bir davanın
muzaffer olabilmesi için bir insanın hizmetini nasıl çeşitlendirmesi
gerekir, O'nda gördüm. "Tiyatro bana yetmez, başka alanlarda da
yapabileceklerim var" diyerek korkmadan kitap yayınına, televizyon
ve sinema oyunculuğuna, organizatörlüğe girip ferâgat ve cesaret
nasıl ortaya konur, O'nda gördüm.
Hasan Nail Canat'ın ilk değilse de ilk rol arkadaşlarından biriyim.
1960'ların sonuna doğru Kayseri'de, Büyük Doğu Fikir Kulübü
bünyesinde yaptığımız kültürel faaliyetler; kitap okumadan
başlayarak seminer, sohbet, tarih çalışmaları, örgütlenme ve tiyatroya
kadar uzanan geniş bir yelpazeye sahipti. Detaylarını bugün çok fazla
hatırlamadığım bir tiyatro faaliyeti olarak, çerçevesini Hasan Abi'nin
çizdiği bir oyunu Sahabiye Mahallesi'nde Kayseri Devlet Tiyatrosu
olarak kullanılan İstasyon Caddesi'ndeki salonda sergilemiştik.
Berber rolündeki Hasan Nail Canat, berber koltuğunda beni hem tıraş
89
edecek, hem de ağrıyan dişimi çekecekti. Bileğine geçirdiği bir ipin
diğer ucuna bulduğu bir dişi bağlayıp, ipi ceketinin koluna ustaca
yerleştirdi. Eline aldığı bir pense ile güya dişimi çekmeye çalışıp
çıkaramayınca ip ve penseyi beraberce kullanmaya karar verdi. Beni
biraz ağlatıp bağırttıktan sonra son bir kere var gücüyle abanıp dişimi
güya çekti. İpin ucundaki dişi sallayarak salonu esprilerle
kahkahalara boğdu. O günden aklımda kalan bir espri de rahmetli
Ziya Olgunharputlu ile yaptıkları "avrattan öğretmen olur mu"
şakasıydı. Böyle diyen Ziya'yla Hasan Abi "neden olmasın,bu
davranış yanlış" anlamında tartışıyorlardı.
Ben 1975'de İzmir'e yerleştim. Görüşmelerimiz seyrekleşti. Ama onu
kitaplarından izledim. Hem ben okudum, hem çocuklarım okudu
severek. Ne zaman onun bir oyununa ait duyuruyu görsem hayıflanır,
keşke seyredebilsem derdim. Daha sonra bazı televizyon film ve
dizilerinde gördüm. Cenazesinde bulunmayı ne kadar isterdim.
Ben Hasan Nail Canat gibi vefat etmiş dostları hatırlayınca bir Fatiha
okuyorum, bir de Şeyh Gâlip'in Esrar Dede için yazdığı o güzel
mersiyeyi. Şeyh Gâlip'in diliyle Hasan Abi de "Hakka tamam âşık
idi". O'nun hayıflanışıyla ve duasıyla bitirelim.
MERSİYE
Kan ağlasın bu dide-i dür-bârım ağlasın
Ansın benim o yâr-ı vefâ-dârım ağlasın
Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın
Baştan başa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın
Ağyârım ağlasın bana hem yârim ağlasın
Gûş eyleyen hikâyet-i Esrâr'ım ağlasın
Allah'ım bu güzel insanı rahmetin içerisine al./16 Aralık 2011
MEMDUH CUMHUR
90
Bir İstanbul Beyefendisini kaybettik
Kalp krizi sonucu kaybettiğimiz şair ve müzisyen Memduh
Cumhur dün son yolculuğuna uğurlandı. Yazar ve müzisyen
dostları emektar sanatçıyı anlattı: "Çok değerli bir kültür
adamıydı. Tarihe, edebiyata aşık, musıkişinas bir İstanbul
beyefendisini kaybettik." air, eczacı ve TRT İstanbul Radyosu
eski solistlerinden Memduh Cumhur önceki gün hayatını
kaybetti. 71 yaşındaki sanatçı geçirdiği kalp krizi nedeniyle
kaldırıldığı Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi
Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu.
Cumhur’un cenazesi dün Üsküdar Şakirin Camii’nde kılınan
öğle namazına müteakiben Karacaahmet Mezarlığı'nda toprağa
verildi.
ŞAİR : TÂLÎ (Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI)
Kıymetli gönül insanı, şair, mûsıkîşinas, nüktedan ve zarif bir edip
olan Memduh CUMHUR Beyefendi’yi 12 Ocak 2018’de dâr-ı
bekāya uğurladık.
Merhûmu Rabb-i Rahîm’in sonsuz rahmet ve mağfiretine tevdî eder,
elemli ailesi ve sevenlerine sabr-ı cemîl dileriz.
Okuyucularımızdan da merhûma üç İhlâs-ı şerif ve bir Fâtiha-i şerîfe
istirham ederiz.
Kendisine bir tarih kıt‘ası düşürmeyi mânevî bir borç bildim. Lâkin,
91
«Gül Gazeli» adlı şiirinin; son nefes saâdetinin, fânî cihanda aşk-ı
Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile yaşamakla mümkün
olduğunu ifade eden son beytine, esmâ-i hüsnâdan birer ilâve ile iki
tarih zuhûr etti:
ممدوح بكك وفاتينه تاريخى حى يازار
فانى جهانده عشق محمدده قيل قرار
واحد جنانه ايرديررك نارى سونديرر
جمهور، صوك نفس كل رعنايه دونديرر
Memduh Bey’in vefâtına târîhi «Hayy» yazar:
«Fânî cihanda aşk-ı Muhammed’de kıl karâr»
1421 + 18 = 1439
«Vâhid» cinâna erdirerek, nârı söndürür:
«Cumhûr, son nefes gül-i rânâya döndürür.»
1420 + 19 = 1439
KÜLTÜR SOHBETLERİNDEN ZEVK ALIRDI:Cumhur’u
uzun yıllardır tanıyan araştırmacı yazar Dursun Gürlek, “Tam
bir İstanbul beyefendisiydi” dediği sanatçıyı şu sözlerle anlattı:
“Kadim Üsküdarlıydı. Onun eczanesi, şairlerin hocaların
sanatkarların, musikişinasların geldiği sohbet ettiği şehir
sohbetleri yaptıkları bir mekan idi. Kendisi de musıkişinastı.
TRT’de yıllarca mesleğini icra etti. Tarihimize aşıktı. Osmanlı
tarihini çok severdi, kültür sohbetleri yapmaktan zevk alırdı.
Semamızdan bir yıldız daha kaydı.” Müzisyen Hakan Talu ise
“Ben radyoya girdiğimde o ayrılmıştı. Fakat tasavvuf müziği
korosuna ara ara geliyordu. Üsküdar’da da rastlaşır, müzik,
edebiyat hakkında sohbetler yapardık. Hizmeti çoktu, iyi bir
şairdi ve iyi bir müzik kulağı vardı. Edebiyatı çok iyi bilirdi.
İnsanların sevdiği hoş bir insanı kaybettik” diye konuştu.
BİRÇOK ŞİİRİ BESTELENDİ:Cumhur ile son 5 yıldır musiki
sohbetleri yapan müzisyen Serkan Kamacı ise şunları kaydetti:
“Memduh Hoca ile her Çarşamba musıki sohbetleri yapıyorduk. Çok
zarif ve latif bir insandı. Tam bir İstanbul beyefendisi idi. Son derece
92
hayat dolu ve kibar bir insandı. Çok kıymetli insanlarla müzik yapma
imkanı buldu. Birçok şiiri bestelenmiştir. Çok değerli bir kültür
adamını da kaybetmiş bulunuyoruz.”
ZAMANIN ŞAİR EŞREF'İ İDİ
Yalçın Çetinkaya ise 1 hafta önce görüştüğü Cumhur’un Türk
şiirindeki hicv sanatına canlılık kazandırmış bir “heccav” olduğunu
söyledi. Çetinkaya şöyle konuştu: Bir “İstanbul beyefendisi” sıfatıyla
Memduh Cumhur, kültür hayatımızda önemli bir yere sahipti, 19.
yüzyılda doğmuş, 20. yüzyılın başlarında ölmüş olan şâir Eşref’ten
sonra “zamanın Eşref’i” diyenler vardı. Önemli bir mûsikîşinas idi.
Besteleyeceği şiirlerin seçiminde son derece titiz bir şahsiyet olan
merhum Cinuçen Tanrıkorur tarafından şiirleri bestelenmiş bir şâir
idi. Hâsılı, Memduh Cumhur’un vefatı, kültür dünyamız için bir
kayıptır.”
İşte heccavdan bir sesleniş:
Murat Kıt’aları
Geldi dünyaya habasetle Murat Bardakçı
Çok haram lokma karışmış pezevengin sütüne,
Zulmünün hışmını teskin edemez haşre kadar
Girse hileyle alıp konduğu tambur götüne.
Arkasından ölünün sövmek onun eski huyu;
Bu sebepten ötürü ağzına sıçsam yeridir.
93
Adeta halka huzur geldi, Murat Bardakçı;
Medyadan siktir olup gittiği günden beridir.
Araştırma yazılarıyla büyük katkı sağladı
25 Ocak 1947’de Bursa’nın İnegöl ilçesinde Bosna Hersek
göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Memduh Cumhur,
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde okurken, 1966’da
İstanbul Radyosu’na ses sanatkarı olarak girmişti. Burada 10 yıl
görev yapan Cumhur, 1976’da TRT’den istifa ederek, serbest eczacı
olarak çalıştı. Müziğe uzun yıllar emek veren Cumhur’un araştırma
yazıları; Hareket, Musıki ve Nota dergilerinde, şiirleri ise Kubbealtı
Akademi Mecmuası,Türk Edebiyatı ve Yüzakı dergilerinde
yayımlanmış Cumhur’un aruz vezniyle yazdığı şiirlerinin yer aldığı
“Tuna’yla Hasbıhal” isimli eser, İstanbul Fetih Cemiyeti
Yayınları’nca 2012’de neşredilmişti.
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından
alıntıdır:
Edebiyat dergilerinde şiirlerine arada bir raslansa bile, bunları kitap
halinde toplamaya, basında ismini duyurmaya fazla meraklı olmayan
şairleri, özellikle profesyonel şair ve yazarlar, genellikle ‘amatör’
diye küçümsemek itiyadındadırlar. Fransızcadan aldığımız (Latince
asıllı) amatör kelimesinin dilimizde iki anlamı vardır: 1)Acemi,
mübtedi, bir işi iddiasızca yapan; 2)Bir işi para kazanma amacıyla
değil, sırf gönül verdiği için yapan. İki anlamın ne kadar farklı
olduğu ortada. İkinci anlamda öyle amatörler vardır ki nice
94
profesyonele değişmezsiniz. Şiir –tıpkı hatt gibi- para kazanmak için
yapılacak şey değildir. Belki uzun bir süre sonra biraz şöhret gelirse
de, servet getirmez; çünkü, birkaç istisna dışında, servetin girdiği
kapıdan genellikle itibar çıkar gider (sanattan bahsediyorum). Bir
zamanlar pek ünlü olan Ümit Yaşar Oğuzcan, bir mülakatta
kendisine sorulan ‘Şu ana kadar kaç şiir yazdınız sayın Oğuzcan?’
sorusunu, hiç unutmuyorum. ‘ Sattığım şiirlerimin sayısı ikibini
buldu’ diye cevaplamıştı. Sanata bakış meselesi!… 1947 İstanbul
doğumlu, Eczacı Memduh Cumhur, az önce ‘nice profesyonele
değişmem’ dediğim, ikinci anlamı ila amatörlerden bir gerçek şair.
Aynı zamanda eski bir TRT ses sanatkarı ve bu kurumdan yakasını
benden çok daha önce kurtarmayı becermiş bir arif kişi. İşte bir şiiri
(Bestenigar Mersiye olarak bestelediğim
‘Neyzenbaşı Akagündüz Kutbay’ın Ruhuna Gazel’):
Dağıtır bad-ı saba serde heva perdesini
Çektirir hükm-i ecel derde deva perdesini
Ne tecelli bu, ilahi, Aka’nın son nefesi
Kıldı nayinde karar, seçti neva perdesini
‘Bişnev ez-ney’ ebedi davet-i Mevlana’dır
Dinleyenden giderir nakş-ı siva perdesini
Cümle neyzenlerin ervahı gelip saf olarak
Açtılar seng-i musallada güva perdesini
Hüzn-i cumhuru, ilahi, nice tarif edeyim
95
Etti feryadı karar Tiz Neva perdesini
Aruzun Remel bahrinden Fe (Fa) 3 formülüyle kısalttığımız kalıpla
yazılmış olan bu şiirin dili genç okuyucularımıza biraz ağır gelmiş
olabilir. Hatta, ‘Günümüzde artık bu dille şiir mi yazılır, yazılsa bile
kim anlar ?’ diye düşünecekler dahi bulunabilir. Ancak,
unutulmamalıdır ki sanatta eski, yeni, post-modern gibi nitelemeler
daha çok form’la, yani kabukla ilgilidir, eserin estetiğiyle değil, ‘ Ey
benim güzel kuşum / Anladım ki dün akşam, artık unutulmuşum’
gibi basit kafiyelerle kolay anlaşılır şiirlerin yazıldığı günlerde
Yahya Kemal, Tanburi Cemil’in ruhuna ‘Bezm-i Cemşid’de devran
ki kadehlerle döner’ gazelini, Ahmet Haşim ünlü ‘Piyale’sini
yazıyordu. İkinci husus; Cumhur’un bu şiiri klasik gazel formunda
bir mersiyedir ve bir neyzenin vefat haberi üzerine yazılmıştır.
Neyzenbaşı Akagündüz Kutbay (1934-1979), emekli olduktan sonra
çaldığı İstanbul Radyosunda bir solo programına (Özdal Orhon)
eşinin ‘Aka gitme, yine asabını bozarlar’ diye karşı çıkmasına
rağmen, malum olmuşçasına ‘Yok, yok, bu son, bir daha
gitmeyeceğim’ diyerek gitmiş, daha program başlamadan neyinden
bir Neva perdesi (akord kontrolü için orta re notası) üfledikten
hemen sonra ruhunu teslim etmişti (mekanı cennet olsun). Şiirdeki
‘… Aka’nın son nefesi / Kıldı nayinde karar, seçti Neva perdesini’
sözleri, bir ömrü sona erdiren bu elim sahneyi anlatıyor (Neva
kelimesi hem nota adı olarak, hem de sözlükteki ‘yakınma’
anlamıyla kullanılmış). Üçüncü husus: vefat eden kişi bir neyzen,
yani bir klasik Türk musikisi sazının sanatkarı. Türk musikisi ise
nota değil, perde musikisi (bu konuyu bir başka yazıda açarım
inşallah). Şimdi soru: Sazının perdeleri üzerinde olağanüstü
hakimiyet kurmuş bir Türk musikisi sanatkarına ithafen yazılacak bir
gazel için, ‘perdesini’ den daha isabetli bir redif bulunabilir miydi?…
Bizim ‘bişnev’ okuduğumuz, Acemlerin ‘bişnov’ dediği ‘Dinle!’
kelimesi, Hz.Mevlana’nın ebedi davetidir ki bu daveti duyabilen
96
insanı her türlü dünya hevesinden arındırır’ diyor Cumhur. Ve şiir,
musallada saf tutmaya gelmiş eski büyük neyzenlerin ruhlarından
gelen ‘Evet, biz şahidiz!’ onayı ve cemaatin (=cumhur, yine hem
kendi anlamı, hem de taç beytinde şairin adı olarak çift amaçlı
kullanılmış) göklere yükselen tarifsiz feryadı (Tiz Neva =en ince re
notası) ile son buluyor. Eğer bu amatörlükse, amatörlüğün böylesine
binlerce can feda olsun.
Yerim, su gibi akan bir aruzla rubaiden hicve kadar hemen bütün
klasik formlarda yazmış olan Memduh Cumhur’dan sizlere bir tek
şiir daha vermeye yetiyor. Yahya Kemal’in hamasi coşkun sesine
çok yakın bulduğum (ve Mahur’dan bestelemeye çalıştığım)
‘Malazgirt’in ilk ışıkları’ kendisini açıklamazsız olarak da
anlatacaktır.
Bir şafak vakti ordular coşarak
Çıktılar Orta Asya’dan sefere
Yüce dağlardan atlayıp koşarak
Dolu-dizgin ulaştılar zafere
Bir vatan bahşeden o kutlu zafer
Bizi sevkeylemişti çok seneler
Nice uçsuz bucaksız ülkelere
Elde tuğlarla toplanıp yer yer
Altın oklarla, nurlu yaylarla
Ta ezelden hazırlanan erler.
Gittiler haftalarla, aylarla
97
Bir seher vakti türkü dinlemeden
Kızılırmak’ta hiç serinlemeden
Yedi kat arşa dek alaylarla
O kılıçlar ki girmemiş kınına
Kaç asır ihtişamlı haliyle
Bayrak olmuş şehitlerin kanına
Gökler akseyleyip hilaliyle
Kaldırıp şaha şimşek atlarını
O sabah açtılar kanatlarını
Zümrüt İstanbul’un hayaliyle
Zaferin gördük ihtişamında
Biz Malazgirt’in ilk ışıklarını
Her zafer bir vatan meramında
O zaferler ki beklemez yarını
Bir vatan bahşeden zaferle hürüz
Vatan ufkunda haşre dek görürüz
Biz Malazgirt’in ilk ışıklarını
98
MEMDUH CUMHUR
AĞABEYİN ARDINDAN…//Galip BOZTOPRAK
Memduh Cumhur Ağabeyin adıyla ilk defa1970’li yıllarda çıkardığımız
Yeni Sanat Dergisinin Ocak 1975, 9. Sayısında yayınladığımız bir şiiriyle
oldu. Gazel tarzında olan bu şiir Memduh Cumhur’un ilk şiiri olma
özelliğini de taşıyordu. Şiir şudur:
“Dünyâ-yı denînin nice efsûnuna kandık
Hep seyl-i hevâ içre bulandıkça bulandık
Mâşûk-ı hakîkî diye Leylâ’yı ararken
Mecnun gibi beyhûde dolandıkça dolandık
Devlet kuşu konsun dedik iklîm-i fetâdan
Kuzgun gibi konduk leşe kuzgundan utandık
Allah boyasından daha âlâ boya yokken (*)
Bir reng-i mülevvesle boyandıkça boyandık
“Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül”
Mısrâını efsâne sanırdık güç inandık
Gül, bülbül için fitne-i dünyâ imiş ancak
99
Bu hikmeti idrâk ile gafletten uyandık
Avâzını tiz perdeden âgâz ile Cumhur
Sal âleme dünyâ-yı denîden tez usandık
(*) “Allah’ın verdiği rengi alınız. Allah’ın verdiği renkten daha güzel renk
var mıdır? Biz de yalnız Allah’a ibadet ederiz.” (Bakara-138)
Aradan uzun yıllar geçti. Memduh Ağabeyle yolumuz 2000’li yıllarda
Üsküdar’da kesişti. Ve de vefatına kadar Üsküdar’da buluşmalarımız,
doyumsuz çay sohbetlerimiz haftada birkaç defa sürüp gitti.
Memduh Cumhur Ağabey geleneksel divan şiirimizin usta devam
ettiricilerinden, kendine has bir tavır ortaya koymuştur. Sakarya Halk
Gazetesinde kaleme aldığım “Fetih Yolculuğu” isimli köşe yazımda şunları
ifade etmiştim:
“Memduh Cumhur dostumuz Klasik Türk Musikimizin usta icracılarından
biri. Bu yanını genç nesil pek bilmez. Bırakalım genç nesli Memduh
Cumhur dostumuzu çok özel yakın dostlarının dışında sahip olduğu
vasıflardan kimsenin haberi yok. Şiir macerasını aruzun engin kanatlarına
tutunarak yaşayan bir kişiliğe sahip Memduh Cumhur Bey. Şiirlerini
yayınlamıyor. Ziyaretine gelen eş ve dostlarına ya bir belleğe yükleyip
veriyor ya da yeni bir şiirin çıktısını takdim ederek his dünyasını paylaşma
yolunu tercih etmiş. Şiirlerin nasıl doğduğu, birer hikayesi olup olmadığı
sorulduğunda Memduh Cumhur Bey, bende hikayesi olmayan şiir yok
cevabını veriyor. Ve buna misal olarak Belgrad Mersiyesi, Budin
Rubaileri, Serhat Duası, Tuna’yla Hasbihal şiirlerinin hikayesini anlatıyor.
Ehliyet aldıktan sonra bir seyahate karar veriyor. Acemi şoförlüğüne
aldırmadan eşi Fatma Selman Hanımefendi ile birlikte İstanbul’dan yola
çıkarak Osmanlı Fetih Ordusunun güzergâhını takip ederek Budin’e kadar
gidip geliyor. “Çok şükür ki atalarımın fetih yollarını gezip görerek tarihi
yaşamak bana nasip oldu” diye duygularını bizimle paylaşıyor. O bir
evladı fatihandır. Doğan şiirler de atalarımızın fetih menzillerinin
uyandırdığı hislerin birer hatırası olarak bize armağan ediliyor.”
100
Memduh Cumhur’un şiir kitabı “Tuna’yla Hasbihal” Fetih Cemiyeti
tarafından 2012 yılında basılmıştır. Kıt’alarından söz ettiğim bir başka
köşe yazımda şunları ifade etmiştim:
“Gönül telimizi titreten şiir vadisinin aruzun ahenkli dünyasında gül, gül
mevsimi, gonca, gönül, aşk, vuslat, şefkat, servi, sır, selam, sevda, hasret,
hüzün, hülya perdelerini önümüze açarak elan yaşadığımız umutsuzluk
ikliminde can çekişen gönüllere can suyu damlaları sunuluyor.
Kararan ufkumuzun perdeleri açılarak gönül dünyamız aydınlanıyor.
Bugün ve bugünden sonra gelen yarınlarda ne çok ihtiyacımız var umut
deryamızın açılması, enginlere kanat çırpmamız, sakin denizlerde
mutluluğa yelken açmamız için şiirin derman veren berrak pınarlarına.
Berrak pınarlar ki, gönülleri ferahlatırken gide, gide birikerek derelere,
dereler ırmaklara, ırmaklar nehirlere, nehirler sarp vadiler, geçit vermez
dağlar, kayalar aşarak çağlayan olup çağlayarak denizlere, denizler
deryalara kavuşuyor.
Şiirin güçlü kanatlarında, emin ve emniyet içinde engin denizlerde ve
deryalarda sürur içinde seyran edilir. Şiirin ve şairin bizlere armağan ettiği
sırrın şifresi burada saklıdır. Tüm güzelliklere kavuşmak adına bu sırra
sahip çıkmak şifreyi doğru uygulamak gerekir. Mutlu yarınlar, kutlu
nesillerin filizlenmesi, kök salması, güçlü gövdelerle serpilmesi dallarında
meyveler vermesi böylelikle mümkün olabilir.”
Memduh Cumhur Ağabey eşi az bulunur kültür adamlarımızdan biriydi.
Sohbetleri, tasavvuf, şiir, sanat ve edebiyat’ın engin ufuklarında dolaştırırdı
bizleri. 13 Ocak 2018 Cumartesi günü geçirdiği kalp krizi nedeniyle
kaldırıldığı Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim
ve Araştırma Hastanesi'nde ecel onu aramızdan aldı. Kültür ve Sanat
Dünyamız Memduh Cumhur’un erken kaybının yokluğunu ve boşluğunu
her zaman arayacaktır.
101
MUSTAFA DİNÇEL
DENİZ FENERİ……/ Mustafa ÖZER
Bu yazı örnek bir hayatın hikayesidir. Bu hikayenin
kahramanı Mustafa DİNÇEL’dir. Ben onunla 1967 yılında
tesadüfen tanıştım. Kıranardı o zamanlar kerevetli kamyonlarla
ulaşımı sağlanan bir köydü. Şehre on kilometre uzaklıkta
olmasına rağmen elektriği ahşap direklerle sağlanıyor,
sularımızı ise mahalle çeşmesinden bir yıl önce, o da avluya
kadar getirerek kurtarabildik. Köyümün damları toprak
örtülüdür. Camilerimizin dışında çimento kullanılan yer yok
gibidir. Çatı sadece yeni yapılan ilkokulumuzun üstünde vardır.
Beşyüz haneli köyde bin beşyüz insan yaşar. Bu hayatlardan
birisi de benim. Suyumuzla övündüğümüze bakmayın,
övünülecek meslekleri işgal eden kimselerimiz çok azdı, onlar
da gittikleri yerden dönmüyorlardı. Böyle bir ortamda liseye
gidiyordum. Ailemde herkes okumanın kıymetini biliyor ve
okulu önemsiyordu. Ailemin ilk çocuğu olmam hasebiyle hem
ailenin hem de kardeşlerimin önünü açma görevi bana
102
verilmişti. Onun için köyün meydanında duvar gazetesini hem
de el yazısı ile çıkarıyorduk. İmamdan, Öğretmenden kitap
yazı akıl desteklerini sağlıyorduk. Köyün yarısı bir şekilde
akraba idi. Yoksullukta eşit olduğumuz için kimse kimseyi itip
kakmazdı. Bu tarihlerden sonra başlayabilirdi. İlkokulun
salonuna hem konferansçı hem de müsamereler getiriyorduk.
Müsamerelere gelen oyuncu öğrencilerden Üzeyir isimli bir
arkadaş bana Mustafa Dinçel’i tanıştırdı. Kayseri’ye beşinci
yıldır kamyonla gidip geliyordum. Mustafa Dinçel yiğit bir
arkadaş olarak hep dost olarak kaldı. Sonraki günlerde
Üzeyir’e sordum Dinçel’i tanıyıp tanımadığını, tanımadığını
söyledi. Mustafa Dinçel’de Üzeyir’i tanımıyordu. Biz İstanbul’a
gittikten sonra Üzeyir’i bir daha görmedim. Hatıra olarak Dinçel
kalmıştı. Üzeyir’e teşekkür borcumuz vardı.
Beş yıl…Dile kolay karda, kışta, terde, tozda, kamyon
arkasında okumak için yollardaydım…
Önceleri dirsek temasını akraba olan Osman Yalnız
sağlıyordu. Ama Osman şehir hayatını bilmiyordu. .Rabbim bu
kez de Dinçel’i göndermişti. Hacı Mükremin Mahallesinin bu
sakini ile, sonsuzluğu adres gösterinceye dek dost kalmıştık.
Çok şey yapmak isteyen nefsin ve nefsin yedindeki delikanlı
hayat hızımızın turbo motorundaki sakinleştirici, yeri gelince,
durdurucusunun bulunması öyle bir büyük nimettir ki, atmış
dördüne geldiğimiz bu günlerde
deneyin tanığı olarak, söyleyebiliyorum. Benim denge ve
stopurlarım önce Osman sonra Dinçel olmuştu. Osman 1945
ve Dinçel1947 doğumlu idiler. Hayatı her yönüyle yaşamış
olmalıydılar ki bizleri, nefsimize uymaktan alıkoymuşlardı.
Bana bir harf öğretene kırk yıl köle olurum diyen Hz. Ali,
yolumuzun ışığı ve ölçüsünü belirlemiyor mu? Oysa ben
babamın tabiriyle(ayağı taşa değmemiş) lerdendim. Bu
abilerimizin yanında Yunus Emre’nin deyişiyle, (Ham idik, çiğ
idik . Piştik elhamdülillah).
Yıl 1969 İstanbul’dayız…Üniversitede…. . tahsil için
geldik…Kasım ayına dek İstanbullun hemen her semtinde
kaldım . 1969 haziranından kasıma kadar başımıza gelen
103
pişmiş tavuğun başına gelmedi derler ya aynıyla vaki. Dinçel,
İstanbul’dan gelecek habere göre tedarikli gelecek. Ben önce
geldim. Yaz günü alışık olmadığımız yapış yapış nemli İstanbul
havası. O yıllarda İstanbul su sesine bile hasretti. Yurtsuz
vaziyetlerdeyim. Miyasoğlu abimizin yardımlarıyla
Vakıflar/Fatih yurdunda kaldım biraz. Biraz akrabamdan
Ömer’in uzun uzak İstanbul’un sayfiyesi Celaliye’deki evinde
kaldım. Bereket versin
yazın okullar tatil olduğu için öğrenci yurtlarında yer
bulunabiliyor. Derken zamanı geldi Mustafa Dinçel’e de haber
ulaştırıldı . O da geldi Kayseri Yüksek Tahsil Talebe
Derneğinin Çapa/Başvekil Sokaktaki yurduna giriş yaptı. Bir yıl
önceden gelen Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu, yeni gelenler
ise Bekir Yıldız, Durmuş Akçakaya, Mehmet Emre, Recai
Tülüce Halil Şervanlı, Ben ve Mustafa Dinçel. İlk defa ranzada
uykuyu ve yurdu daimi mekan olarak
seçiyordum. Uyumaları farklı, terbiyeleri farklı on iki kişiyle aynı
odanın içinde uyumak öyle kolay değil. Kayseri’deki dernekte
sefil uykularla antrenmanlı olmasak işimiz daha da zor
olabilirdi. Mustafa abi gürültülü uyurdu onun için, yakınına
benzer
uyuyanın ranzası gelirdi. MTTB ile hazirandan beri içli dışlı
olduğumuzdan, orda başlayan yeni dönemdeki çalışmaların
programlarına uyum sağlamaya çalışıyoruz. Elbette ki
Kayseri’deki derneğe oranla MTTB daha profesyonelce
yönetiliyordu. Seçimleri var, bütçesi var…Ama bize göre derya
deniz. Arkadaşların çoğu görevler aldı. Eşzamanlı olarak
Büyükdoğu idarehanesine, milliyetçiler derneğine, Marmara ve
Küllük kahvelerine, Çınaraltına ve tabiî ki iştihayla iktisat
fakültesine gidiyoruz. Mustafa Dinçel Kayseri’deki son
zamanlarını yeni işkolu değiştirerek ayakkabı ticaretine
başlayan Ahmet Saracoğlu’nun yanında geçirmişti. O işin asıl
sahip ve kaynağı olan Naneciler İstanbul/Beyazıtta idiler.
Dolayısıyla işini Çarşıkapı Nanecilere nakletmiş oldu. Mustafa
abi her zaman bir iş bulur çalışırdı. İş seçmez miydi acaba
derdim bazen. Tanımadığım ortamda çalışmam dediğine şahit
104
olduktan sonra işi ortamından kopmayacak şekilde seçtiğini
anlamıştım. Böylece hem her şeyden haberdar oluyor hem de
muhannete muhtaç olmamış oluyordu. Ailesi muhtaç değildi
ama Dinçel’e de rahat bir yaşam hazırlayacak durumda
değildi. İki kız kardeşi vardı, Annesi
ev hanımı babası fabrikadan emekliydi. Mustafa’nın eve
destek olma borcu bile vardı . Onun sorumluluğu çok
gelişmişti. O yılı Kayseri Yurdunda bahara erdirdik. Öğrenci
yurtlarında alttan alta sessizce bir rekabet hissi kendini hep
açığa vurur ve çıplak heykelini bütün
yarışmaların muhatabı yapardı. Bu rekabetin bazen oyun
arkasına gizlenerek işlendiğini
bazen de bir maharetini abartılı olarak herkesin önüne düşen
bir futbol topuna benzetebilirsiniz. En ilgisiz gibi duranları bile
muhatap haline getirebilirdi. Dinçel aramızdaki en yaşlımız
olmasına rağmen belki bizim ortamdan menfi etkilenmememiz
için belki de içindeki benin etkisiyle meydan okumaya rest
çekerdi. Konu bir tepsi baklavanın bir oturuşta
kalkmadan yenmesi ise Dinçel iddiayı kabul eder ve rakibin
seçtiği tepsideki baklavaları yerdi. Seyircilere de çayla birlikte
birer dilim baklava ödülü ikram edilirdi. Tatlının dışında da bir
çok yemek iddiaya konu oluyorsa Mustafa Dinçel taraf olunca
iddianın sahipleri çözülürlerdi. Hele tavla oyunlarının baş zar
tutucusu Dincel’di. Kazanması-kaybetmesi o kadar önemli
olmayabilirdi, lakin gıcıklık kaybedenin benine asılan yük
olduğundan Dinçel’ ile kimse oynamak istemezdi. Herkes
yeneceği garibanı sever ve rakip görürdü. Mustafa Dinçel ise
eline aldığı her işi profesyonelce başarmak isterdi. Yapardı da.
Dinçel’deki
bu yüksek egodur ki onu musiki korolarına korist, Hattatlara
çırak ve güzel sanatların birçok
dalında eylemci yapıyordu. En güzel eseri vermek yerine o
ortamda olmayı bile insani bir erdem olarak görüyordu Mustafa
Dinçel Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne
105
kaydolmuştu. . Gece bölümü öğrencisi. . Çalışabilmek için
tercihi böyleydi. Okul, iş, MTTB, Büyükdoğu yürüme
mesafesinde . O yıl
ne yağmurlar yağdı…Gökyüzünü göremiyorduk haftalarca. .
Aksaray’daki yeraltı çarşısı inşaatı da trafiği cehenneme
çeviriyor…Sağmalcılarda kolera başlamış diyorlar. . Ramazan
geldi çattı . . Ağustos ayı…Su dersen yok sefalet gibi …Klasik
İstanbul manzarası o yıllarda böyleydi. Biraz derse bakacak
olsak bakamıyoruz. . Okullar işgal altında. . Asker müteyakkız
diyorlar. . Muhtıralar, Demirel’den gelmeler gitmeler.
Şimdilerde mecliste araştırma komisyonu kurmuşlar o günleri
araştırıp yargılayacaklarmış. Komisyon üyelerinden Yaşar
Karayel O günleri an bean yaşadı . Yapılacak işi Üniversitelere
havale etse, kamuoyu bilgilerini de bilgisayar ortamına
dökseler ne çıkar dersiniz. ?Sosyal statümüzü belirlemek için
debelenmekten siyasetin tayinine zamanımız yetmiyor. Oysa
açlar ve yoksullar adına karnı tokların aralarındaki mücadele
öylesine bariz ki görmemek için körlük doktorası yapmak
gerek. Bunları şunun için yazıyorum. Ben veya Osman veya
Abdullah veya Dinçel yoksulluktan geçtik, açlık sınırında
olmamıza rağmen hamdımız arşı alâda ve kulluğumuza halel
gelir mi kaygusundayız. Birazcık şükrümüzü çok görenler bize
şeriatçı, …yobaz…gerici…diye saldırıyorlar. Saldırı gazete
köşeleriyle başlıyor, karakollar vasıtasıyla suça
dönüştürülüyor, Askerlerce de bahane edilerek iktidara el
konuyor. Manzara üç aşağı beş yukarı bu. . Ne suçladıkları
insanda güç emaresi var ne de saldırı yaptıkları hukuk düzeyi
iktidarda. Şeriat bir hukuksa ondan korkmak niye,
anlamıyorum. Her hukuk medeniyetin verdiği imkanlarla çalışır.
Bir Müslümanın medeniyetine uygun hürriyet anlayışı ve bu
hürriyetler orkestrasyonu muvacehesinde de hukukun
oluşması gerekmez mi. Ata et, İte ot taksimi kime göre
yapılıyor ve kimi memnun ediyor. Masallarda kalması bile
tahammül fersa iken, bizler o dönemin mağduru gençler, hiçbir
hakkımızı, bize bu alçaklığı yapanlara helal etmiyoruz,
106
etmeyeceğiz. Ta ki Müslümana küfretmeyi müsteşrik adına
onun müsteciri olarak meslek
olmaktan çıkarıncaya kadar sürecek. Dinçel’le dinlediğimiz
onca konferans onca katıldığımız miting yaramızı hafifletmek
şöyle dursun ağırlaştırmıştı. O güzel insanı kaç kez ağlarken
yakalamıştım, ağlamaktan açıklama yapamazdı. Mustafa
Dinçel çok iş bilirdi. Lokantada çalıştı, lokanta malzemelerini o
alırdı, mutfağı öğrendi, yemek yapmayı bilirdi. Daha önce
manavcılık yaptığı için malzemeyi tanıyordu. İki yıl büyük bir
laboratuarda çalışmıştı. Ayakkabıcılıkta son durduğu yerdi,
Gördük ki Dinçel memuriyeti seçmemiş bitirdiği okulları
kariyerine katmakla yetinmişti. Okul yıllarında iki yıl mı üç yıl
mı tam bilemiyorum Emlak Kredi Bankası vardı. O zamanlar
orada çalışmıştı. Bazen Mısır Çarşısı girişinde iç çamaşırı
satan bir akrabasına da yardıma giderdi. Okul bittikten sonra
Kemsan Yağ fabrikasında uzun bir süre çalıştı derken bir
tuhafiye dükkanında tezgahtar olarak gördüm. Daha sonra
Mustafa Cabat okuluna muhasip yapmıştı. Son yıllarında da
aynı okulun kendisi kapatıldığı için onun Vakfında Türk Ocağı
günlerini arkadaşlara yaşatmağa çalışıyordu. Kayseri Eğitim ve
Kültür Vakfı yıllar geçtikçe yokluğunu daha çok hissedeceği
okuluna kavuşmanın yetim tavrını sürdürüyor. Okullu günler
çok şen ve şanlı günlerdi. . Ana okulu, ilk öğretim ve liseden iyi
bir alt yapıya kavuşmuştu ki, kapatılma kararı bana hazin geldi.
Sorumlular ne yaptıklarının vebalindedirler umarım. Okul
açıkken Vali Mevlüt Beyi okulda ağırlayan Şükrü Karatepe
davette yenen yemeklerin Dinçel’in elinden çıktığını büyük
ihtimalle bilmiyordu. Geleneği ve adab-ı muaşereti bilen
Dinçel’in hüneriyle davetler davetleri kovalıyordu. Okulun
muhasebesi ve kasası da ondaydı. Okulda görev ne zaman
biterse o zaman paydos verirdi. Öğrencilerle, öğretmenlerle,
velilerle birebir ilgilenir sorunları büyümeden çözerlerdi.
Cabat’ta bunu teyit eder. Keşkeler çok, lakin okulun
açılmasıCyönündeki keşke bir dua gibi. Keşke okul açılsa.
Dönelim Kayseri yıllarına… Okumanın bilgilenmenin ve
olmanın analitik işlemlerine. Dinçel’e sorarsanız bir kitabı yüz
107
kere mi okumalı yoksa yüz ayrı kitap mı okumalı diye. Dinçel’in
tercihi bin defa okundukça açılan kitap olacaktır. Okuduğunu
klasikleştirirdi. Gazetenin bile belli yerlerini sindire sindire
okurdu. Bu şartlarda üç yılda beş yüzün üzerindeydi
okuduğumuz kitaplar. Zaman zaman sinemaya giderdik. Ama
tiyatroyu çok severdi. Derneğin muhasibi ve fiili başkanı olduğu
için derneğin anahtarı genelde onda kalıyor, açılışları da o
yapıyordu. Mustafa abi büyük haya sahibi birisiydi. Tanıdığım
günden beri biraz sıkılacak bir şey olsa yüzü al bayrağa
dönerdi. Anlarız ki Dinçel üzgün ya da kızdı. Elinden her iş
gelir demiştim ya ona bir örnek olsun diye anlatayım;
Milliyetçiler derneğinde bir çok el becerisi geliştirme ve
kaybolmaya yüz tutmuş elişi sanatçılığını geliştirmek için
kurslar düzenlenirdi. Bizler de hem kendimizi geliştirmek hem
de arkadaşları teşvik bağlamında bu kurslara katılırdık. Dinçel
ebru ve boyama kurslarına katılıyor, kurs cumartesileri, hocası
Nil Akdeniz… Kursun son günleri olmalı ikindi namazını
kıldıktan sonra gelecek cumartesi kursa gelenleri mantıya
davet ettim tedbirli ol dedi. Dedi demesine de…lokantaya mı
götüreceğiz dedim, hayır evde diye çıkıştı. Nasıl olacak
dedim. Müdavimlerin çoğunun bayan olması beni
düşündürdü…Mantıdan geçtim medeniyetin içerisinde olanları
üstelik titiz olduğunu zannettiğimden titizlendiğim hanımları bu
öğrenci evinde misafir etmek… Nasıl olacaktı?. İkram tali
konuydu benim için. Tali konu dediğime aldanmayın ikram
edilecek nesne Kayseri mantısı…Ve ikramdan bir gün önce evi
dip köşe temizledik, sonra sofra serdi, hamur yaptı açtı ve etli
mantı yaptı. (Dinçel’in tabiriyle büktü). Ertesi günü
arkadaşlarını misafir ederek mantı ikram ettiğini daha sonra
dernekte dinlemiştim. Ona sormaya bile cesaretim yoktu.
Dinçel o günden sonra kaynana diye bir makam edinmişti.
Kayseri yurdundan sonra yani1970 ekiminde Alemdar Yalçın,
iki hocam dediğim Dinçel ve Osman’la Vatan Caddesinde bir
bekar evi şeneltmiştik. Kayseri Türk Ocağından sonraki
okulumuz bu küçük şirin tekkemiz olmuştu. Yemekler
Dinçel’den, bulaşıklar Osman’dan, ev temizliği Alemdardan ve
108
ben sabahçı oluğumdan kahvaltılar benden sorulurdu.
Bendenizi görevi Alemdarın beğenmeyeceği bir çay demlemek
ve bakkaliye ürünlerini tabağa koymak gerisi kolay iş . Nasıl
olsa Osman ve Dinçel uyanıklar sadece Alemdarı su bardağı
ile korkutup bardağı eline vermekten ibaret. Ara sıra Dinçel’e
patates soğan soyarak yoğurt hazırlayarak veya sarımsak
döverek yardımcı oluyorum. Ama Dinçel öyle mi. Her gün farklı
bir akşam yemeği yerdik. Zaten Kayserinin tencere yemeklerini
Dinçel’den, esnaf yemeklerini de Mustafa Cabat’tan
nasiplendik. Üç arkadaşımda edebiyat fakültesinde idi Alemdar
Türkolojide, Osman Arap Fars Filolojisinde, Dinçel de tarihçi.
Ben aralarında Osmanlıcayı öğrenmiş oldum. Ve yine güzel
şiir okuru ve şairi olan Alemdar’dan çok şey öğreniyordum.
Hele Osman’ın eski Arap şiiri metinleri dünya sözünün en son
varacağı yerdeydi. Dinçel’in telhis metinleri tarihe nasıl
bakacağımıza ışık tutuyordu. Bu özel mektebimizde lügat
okumayı alışkanlık haline getirmiştik. Divan edebiyatı felsefe
ve sosyoloji çalışmalarımı bu tekkeye borçluyum. Diğer
yandan Alemdar’ın tiyatro çalışmalarına da katılıyoruz.
Günlerimiz şen şenlik içinde. Alemdarın Milliyetçilerle
temasından onları da anlama fırsatımız oluyordu. Üniversiteye
her yeni gelen ardıllarımız yeni yer buluncaya dek burada
konaklıyor, bazen bizler başka boş evlere gitmek zorunda
kalıyorduk. 1973 kasımında Bahçelievlere taşındık Osman’la.
Dinçel’de Latif abinin boşalttığı yere ikame olunacaktı. Öyle de
oldu. Sonra yanına Mustafa Cabat, Seyid Ali Kahraman ve
Mehmet Kasap katılacaklardı. Bu dönemde ki belli başlı
eğlence ve kültürel etkinliğimiz sadece milliyetçiler derneği
faaliyetlerine indirgeyemeyiz. Hem İstanbul Üniversitesinin
etkinlikleri, hem de MTTB nin etkinlikleri çok ve çeşitli
dallardadır. Üstelik yoğun olduğundan bazılarını kaçırıyor,
bazılarını tercih ediyorduk. Hatta bazen öyle sine seçmekte
zorlanıyorduk ki o zaman arkadaşlarla işbölümü yapar gibi
farklı etkinliklere katılarak birbirimizi birinci elden haberdar
ediyor üzerine değerlemeler yapıyorduk. Tiyatro, sinema,
konser ve gerek siyasi ve gerekse bilimsel konferanslara
109
katılıyor, hatta bu etkinlilerin bazılarında görev bile alıyorduk.
O yılların yağmur ve çamur dolu yılları, İkindi serinliğinde çıkan
kırlangıç uçuşlarına paralel geçip gidiyordu. Yaz ayları Yurtlar
yaşanacak yer değildir. Bakımsız ve kokudan durulmaz.
Genelde de sınavı, işi olmayanlar memleketin yolunu
tutmuşlardır. Benim gibi bir hayli İstanbul’u kaçmasın diye
bekleyenler de vardı. Dinçel ve Alemdar da böyle idi. Hafta
sonları plaj günlerimizdi. Haziranın ilk günleri sezonu açar eylül
sonları kapatırdık. O zamanlar Büyük Ada’da Yürükali plajı,
Kadıköyünde Caddebostan Plajı ve Florya’da Güneş plajı
gittiğimiz plajlardı. İçimizde tek göbekli ve başının ön kısmı
saçsız olan Dinçel’di. Saçı erken dökülmüştü. Lakin renk
pigmentlerinde kusur yoktu. Takılırdık
Dinçel’e her şey yerli yerinde “Ha birazda boyun olaydı seni
başbakan diye takdim edeydik. ” Sadece ters ters bakarken
Alemdar diğer tarafa geçerdi, İstanbul’da ilk yılımız ve haziran
ayı. Zor geçen bir araf yılı…Afet dolu…Uykularımız rüyalarına
kadar terörize edilmiş vaziyette…Örnek MTTB girişinde polis
coplarını hatırlıyorum…Yaşar Karayel’in kafasında
parçalanıyor. Yaşar’ı oradan kan revan içinde alışımızı
unutmak mümkün mü. Ve yine Üniversite yemekhanesi olan
Turan Emeksiz’e yemek yemeğe gelmiş bir öğrenciyi
düşünün… Yemek yerine, kendilerinin kuracakları sosyalist
devletin militanı diye görevlendiren birilerinden ölümüne sopa
yemek…Üstelik bir meziyeti de suç sayarak yapılan zorbalıklar
o günlerde vakayı adiyedendi. Milliyetçilik faşizm, dindarlık
gerici ve yobazlık olarak taltif edilir ve toplum kendi
dinamiklerinde düşmanlaştırılarak kutuplara çekilmeğe
zorlanırdı. Bu işe devletin bütün kurumları da ortaktı. Nasıl bir
devlet ise yaşamasını vatandaşlarının çatışmasında
buluyordu. Bu günlerde anlıyoruz ki bu horoz şekerlerinin
sahte sabah ötüşleri başka milletlerin emelleriyle
örtüşüyormuş. Yazıklar olsun. O çileli yılları Miyasoğlu’nun
tabiriyle “Kaybolmuş Günler”i özel olarak sanat disiplini
çerçevesinde ele alırız umarım. Kucağımızda cesedini
hastaneye taşıdığımız arkadaşların veballerini taşıyoruz.
110
Sosyalistlerin bilimsel olmak adına üslendikleri cehaletin
devletin akıl almaz sefaletiyle bütünleştiğini düşünmek insan
onuruna indirilecek en büyük darbedir. Bu yaşandı yıllarca
hem de. Asker zoruyla, polis zoruyla.
Caddebostan plajındayız… Saat sabahın onu… kaba kuşluk
diyor Dinçel… Yıl 1971…ÖSYS sonrası.. Semt sakinleri
çekilmek üzereler... Çünkü semt sakinleri sabah ve
akşamüzeri kumsala iniyorlar...Güneşin öfkesine misafirler
maruzdur. Dinçel de bu misafirlerden biriydi orada…Kumsalda
herkes gibi oda oyalanıyor. Ara sıra dizkapağını geçmeyen
sığ suda serinlemeye çalışıyordu. Plaj çok kalabalık ve
sınavdan bunalmış gençlerle dolu. Caddebostana Çapa’dan
geldiğimiz için yol boyu Mustafa Dinçel’le muhabbetteyiz. Bizi
uyarıyor. Gençlerin çoğu denizi ilk defa görüyordu, o nedenle
ölümlü kazalar olabilir . Aman ha aman… dikkatli olalım...
İşbölümü faslında da Dinçel kendisinin yüzmeyi iyi bilmediği
için denizin kenarında oyalanacağını ve gençlere gözetmen
olacağını söylemişti, Öyle de yapıyordu… Bir ara baktık ki
Dinçel bir karışlık suda çırpınıp duruyordu.. Nazım koştu
Dinçel’i suya bastı...Dinçel ayağa kalktı…“Hangi istasyona
geldik?” dedi . Sonra kuma uzandı. . Çok su yutmuştu. . Kustu
ve midesi boşalmıştı. . Nazım Dinçel’e ne istasyonu diye
takılıyor, Dinçel’de ters ters ona bakıyordu. .. Oysa Nazım
bilmeden gözümüzün önünde boğulan Dinçel’i kurtarmıştı.
Dinçel korkmuş, vahameti sonradan kavramıştı. O plaja bir
daha gitmedik Birkaç yıl sonrada kapanmıştı. Ancak iki bin
beşlerden sonra açılacaktı. Yaz günlerinin akşam serinliğindeki
sefası bir başkadır. Şehremini de Fatih’te Laleli’de
Eminönü’nde İstanbul taze bir bardak çay gibi demli billur
bardak gibi şeffaftır. Hele o Emirgan Çınaraltı…Boğazın
rüzgarla harmanlanan balık ve iyot kokulu serinliği,
yakamozların tekne gürültülerinde kırılışı…Kıyıya çarpan
büyük gemilerin geçiş sinyali
dalgalar…Bu tablonun yanı başında gülen bir Dinçel tablosu
olmasaydı ben de bunları yazmazdım. . Mustafa Dinçel halktan
biriydi. Bu onun bilinçli tercihiydi. Hiçbir zaman kot giymedi,
111
mecbur olmadıkça kravat takmadı, popüler kültüre iltifat
etmedi. Saçının telinden ayakkabısının ökçesine kadar klasik
ve halktan biriydi . Ondaki haya bile halktan hakkın görünüşü
idi. Bizi yönlendirdiği iş edinme meslek sahibi olma fikri bile
nefse pay çıkartmak
değil de geçimi temin kapsamında olmuştu. Görünme ve
gösterme acziyetini hiç taşıdığını görmedim. Vurdumduymaz
değil bilakis çok hassas idi. Pop kültür karşıtlığı yapmazdı ama
pop kültüre dair bir emareyi de taşımazdı. Mustafa Dinçel’in
aydınlattığı yolda kitap ölmeyecektir. Ve hatta eskiden ömür
verip elde ettiğimiz kitaplığın milyon katı küçücük bir Ipot’a
sığacak ve küçük bir para karşılığında ele geçirilecek hale
geldi. Keşke belediyeler kamu kuruluşları böyle Ipotlar
dağıtsalar. Koca koca mekanlara koca koca paralara da son
verilir. Digital imkanlar medeniyetimizin tam kırılma
noktalarından biridir . Bu fırsatı
ıskalamamamız zarurettir. Efendi tertipli düzenli güvenilir
kişiliğiyle bize iş ve meslekli olmayı öğreten Dinçel’in bizle hep
yaşayacak olması bizim övünç ve sevinç kaynağımızdır.
derviş odası
duydu duvarlar dört boyutlu iman ertesini
duvarların ötesinde çağlayan derviş menkıbesinin
derdedil bestesini
dayandı derviş
varmak için iline
dayandı küçük diline
dayandı derviş
içinde yürüyen
112
güneş dişinde
dayandı derviş dişine
ak dişinden ak düşen saçlarına
düşler görüp dayandı
dayandı derviş
“dergah” “dergah”
“ah” dedi “dergah”
dinler beni duyan
beni duyan cinler
sırtıma sarmışlar duvarları
canhıraş dinlenirler
okyanusları amip yaralarından emip
namus misali palet bayramında dondular
tablo kavramlarında verniklerine yenik düşüp
kırılan dallara kondular
dayandı derviş
dayandı küçük diline
varmak için iline
uyandı derviş
uyandı duvarda yürüyen güneşe
içinde aydınlandı trajik neşe
umut ebedi diye tutuştu durdu
sonsuza dayadı damarlarını sonra
sonrası susuştu
113
Mustafa Dinçel İstanbul’da MustafaÖzer’le birlikte
Mustafa Dinçel Ufuk Lisesi muhasebesini tutarken.
(Altta)Erciyes’te11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davetinde
114
ATİLLA ENGÜR………………………./Mustafa ÖZER c
Atilla Engür’ü Ali Taşçıyla birlikte kaldıkları evde tanımıştım.
Yaşına göre biraz kilolu ve yine gençliğine rağmen ağır hareket eden
biriydi. Ali de aksine her şeyi çok hızlı halletmeyi seven tertipli
düzenli biriydi. Ali günde iki kez tıraş olduğu olur, Atilla ise
nerdeyse aydan aya tıraş oluyordu. Herkesin sofradan kalktığı zaman
Atilla herkesle beraber oturduğu halde yemeğe yeni başlamış
oluyordu. Ali ona tembel teneke diye takılıyordu. Oysa ben ağırkanlı
diyordum. Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi Kimya yüksek
mühendisliği okuyordu. Dikkatleri mühendis dikkatiyle çelişkin olsa
da bilgisiyle ve sükutuyla Atilla mühendislik elbisesini giyiyordu.
Siirtli bir anneyle Kayseri Tomarza’da doğmuş bir babanın
oğullarıydı. Babası Eğitim Enstitüsü mezunu dünya işlerinde çok
becerikli mütedeyyin ve vatanperver birisiydi. Annesi mümine bir ev
hanımıydı. Çocuklarını da geleneğin içerisinde yetiştirmişler,
115
ahlaken de örnek olmuşlardı. Atilla ailenin üçüncü sıradaki çocuğu
idi. Atilla’nın dışındaki kardeşleri öğretmendi.
Atilla Kayseri’de evlenmiş 5 kız babasıydı. Onların yetişmesine
büyük ihtimam gösterirdi. Hepsinin okumasını ister onların derslerini
özenle takip ederdi. Onlar da babalarının bu ihtimamını boşa
çıkarmayıp okullarından başarı belgeleri getirirlerdi.
Atilla hayatı hep ciddiye alırdı ve fakat çevresinin gülmece
kaynağıydı. Yer Kayseri Nazmi Toker ortaokulu ders Almanca
Almanca öğretmeni Lütfullah Teoman. Sınıf mümessili Mustafa
Cabat…Atilla da aynı sınıfta. Lütfullah beyle Atilla hemen aynı
yapıda uzun ve geniş sınıf ortalamasının çok üzerinde bir ağırlığa
sahipler. Sınıfın arka duvarında askılıklar var ve öğrenciler kışlık üst
giysilerini bu askılara asarlar. Öğretmenler için mutad olan
öğretmenler odası askılarıdır. Lakin okul dışından ücretli gelen
öğretmenler sadece derse geldikleri için onlarda pardösülerini
öğrencilere ait askılara asarlar. O gün de öyle olmuştu. Atilla’nın
pardösüsü ve öğretmenin pardösüsü de bu askıdaydı. Arkadaki
öğrencilerden biri muziplik olsun diye Atilla’nın pardösüsünü
öğretmeninkinin üstüne asmıştı. Paydos zili çaldığında mümessil
Mustafa askıdan öğretmenin pardösüsünü alarak öğretmene giymesi
için tutmuştu. Öğretmen de giyip dışarı çıktı. Bir süre sonra Lütfullah
bey geri dönerek mümessile bu pardösü benim değil diye
haykırıyordu.
Oyun anlaşılmıştı. Atilla’nın pardösüsüyle öğretmene şaka
yapılıyordu. Atilla yine ağırkanlı sırasında oturuyordu. Şehla
gözlerini ne oluyor diye sorarcasına arkadaşlarına dikmişti.
Atilla bizim hep neşe kaynağımızdı. Önceleri bu şakalara kızardı.
Sonraları o da alışmış arkadaşlarıyla şakalaşıyordu. Hazırcevap
olmaya alışmıştı. Allah sana rahmet etsin Atilla.
116
ATİLLA ENGÜR…………………,,,,,,…/Fetullah DİNÇSOY
Sevgili dostum ile bizi bir arada tutan en önemli husus, aynı düşünce
iklimini solumamız olmuştur. Kayseri Lisesi’nde aynı sınıfta
okumuştuk. O yıllarda çok da samimi bir arkadaşlığımız olmamıştı.
Ama sonraki yıllarda Söğüt’te en yakın Gönüldaşımızdan biri
olmuştu. Yıllar sonra aynı şirkette on iki yıl birlikte çalıştık. Sonra
yollar bizi ayırdı ben Ankara’ya taşındım daha az görüşür olmuştuk.
Bir görüşmemizde sigarayı bıraktığını söylemişti ve ben hayretler
içinde kalmıştım. Çünkü sigarayı ikişer ikişer içerdi desem fazla
mübalağa etmiş olmam. Sonra Atilla ben Kızılırmak köprüsüne
gidiyorum dedim. Hayrola ne işin var dedi, bende sen sigarayı
bırakmışsın ben bırakamadım boynuma taş bağlayıp kendimi aşağıya
atacağım dedim. Çok hoşuna gitti ve tatlı bir tebessümle gülmüştü.
Ferdi sıkıntılarını kendi şartları içinde değerlendirerek şükretmesini
bilirdi. Ankara dönüşünde hasta olduğunu duydum birkaç sefer
arkadaşlarla, birkaç seferde yalnız ziyaretine gittim. Hep ziyaret
beklediğini hissettim ne yazık ki daha sık ziyaret edemedim.
En müstesna tarafı granit gibi sert bir karaktere sahip olmasıydı.
Atilla dik durmasını bilen, hakikati söylemekten hiç bir ortamda
çekinmeyen bir arkadaştı. Konuşurken, yürürken devleşen ben
buyum diyen bir adam, otururken dinlerken çok mütevazı ve hatta
bende gariban hissi uyandıran bir hali vardı. Ağır başlı bir adam
117
tavrını hep muhafaza etti. Kokmaz bulaşmaz tiplerden hiç
hazzetmedi.
Hayırla yâd edilmeyi hak eden bir arkadaşımız, gönüldaşımız oldu.
İnsan olarak arkadaş olarak çok eksiğimiz olmuştur. Küskün değil
ama belki de sitem dolu olarak göçüp gitmiştir.Bir mesaj aldım
Fetullah amca babam vefat etti diye. On beş gün önce ziyaret
etmiştim. Allah rahmet eylesin dedim.
Duyan gönüldaşları ve iş arkadaşları cenazesine katıldılar, hepsi de
hayırla yâd etti. Mekânı cennet, Rabbimiz ’in rahmeti üzerine olsun.
ERYAĞ ESKİ İŞLETME MÜDÜRÜ ATİLLA ENGÜR
VEFAT ETTİ Tarih: 27-02-2017
Eryağ Sanayi A.Ş eski işletme Müdürü Atilla Engür, 63 yaşında hayata veda
etti. Engür'ün cenazesi asri mezarlıkta son yolculuğuna uğurlandı.
Rahatsızlığı nedeniyle tedavi gördüğü hastanede vefat ettiği öğrenilen Atilla
Engür için hunat camiinde öğle namazını müteakiben cenaze namazı kılındı.
Cenaze namazına Eryağ Yönetim Kurulu Başkanı Abdullah Keskinkılıç,
Kocasinan Zıraat Odası Başkanı Abdulkadir Güneş, ailesi, yakınları ve birlikte
görev yaptığı mesai arkadaşları katıldı. Engür'ün kılınan cenaze namazının
ardından asri mezarlıktaki aile kabristanında son yolculuğuna uğurlandı.
118
AKİF EMRE
DAĞA AKAN NEHİR…………………………./ Dursun ÇİÇEK
Kayseri’nin Kızılırmak nehri etrafındaki köyler sıradan yerleşim
yerleri değildir. Gerek isimlerinin, gerek mekânlarının ve gerekse
insanlarının izini sürün ile deruni anlamlar hissedersiniz. İmaret,
Hırka, Kuşçu, Turan, Çevril, Hasancı v.b. bunlardan bir kaçı… Bu
köyleri gezerken aklınıza her daim kitap gelir, hafızları gelir, ilim
gelir, tasavvufi bir ortama girersiniz adeta. İnsanlarındaki ilme
düşkünlük ve ilgi, toprakla ilişkileri, sabırlı eda ve duruşları
dikkatlerden kaçmaz.
Kimisi Erciyes’i karşısına almış, kimisi sırtını Erciyes’e dayamış…
Ama en önemli özellikleri bir nehrin etrafında suyun akışına şahitlik
etmeleri. Suyun sonsuzluğu ile dağın yüceliği, toprağın rahmeti ile
rüzgârın türküsü galebe çalar bu topraklarda. Taş evlerin mekân
hafızası, yalnız ağaçların sessizliğine karışır.
119
Bazı mekânları o mekânın ruhunu taşıyan insanlarla dolaştığınız
zaman ayrı bir boyuta geçersiniz. İnsanla mekân arasındaki o ince
çizgiyi bazen mekânın bazen insanın tavırlarında görürsünüz. 2 Mart
1957 yılında Hasancı Köyü’nde dünyaya gelen Akif Emre ile bu
coğrafyayı her gezdiğimde onun toprakla, rüzgârla, ırmakla ve dağla
olan özellikle de yalnız ağaçlarla olan ortak yanlarını o kadar çok
gördüm ve yaşadım ki. Belki de onun fotoğraflarını çekmemdeki
gizli yanlardan biri olabilir.
Akif Emre bu toprakların çocuğu. Bu ırmağın delikanlısı ve bu dağın
insanı… Bir mekâna, bir dağa, bir insana nasıl bakılacağını ondan
öğrendim dersem abartmış olmam. Yıllar önce ilk kez doğduğu köye,
doğduğu eve gittiğimizde o duygusal anı hala gözlerimin önünden
gitmez. Doğduğu evin hemen yanındaki çeşmede yüzünü yıkarken
sanki geçmişine yürüyor, tarihi, mekânı, zamanı yüzlerine
çarpıyordu. Suyla olan vuslat sanki 1950’lerin sonlarına giden bir
yolda akmak gibiydi. Kimbilir kaç kez yıkadı o pınarla yüzünü.
Doğduğu evin duvarlarına dokunduğunda iki mütevazı varlığın bir
dokunuşta nasıl yekpare hale geldiğini görüyordum. Sanki o eve
değil, ev ona bakıyordu. Doğduğu evden başlayarak köyünün
sokaklarında dolaşmamız bir hafızayı tazelemek gibiydi. Köyün tam
karşısındaki balkonvari düzlükten onun köyü ile birlikte
fotoğraflarını çekerken, köyünün şahsında Türkiye’ye ve Dünya’ya
bakışını hissedebiliyordum. Akif Emre’nin o vakarlı ve sabırlı duruşu
köyüne benziyordu.
O burada doğdu, bu topraklarda yaşadı. Kızılırmak’ın sesini dinledi
çocukluğunda. Bir ırmağın akışını, yolunu yapışını, sabrını,
istikrarını, dirayetini bu ırmaktan öğrendi. Bütün ırmaklar dağdan
akarken o dağa akan ırmaktı benim gözümde. Çok küçük yaşlarda
gittiği Kayseri Şeker Mahallesi, köyünün balkonuna benziyordu.
Köyünün balkonunda Köyünü ve ardındaki Erciyes’i seyrederken
120
burada artık Erciyes’le karşı karşıyaydı. Dağa akışının bir
tezahürüydü bu. Bütüncü bakış açısının tecellisi…
Çocukluğu ve ilk gençliği Şeker mahallesinde, Sanat okulunda,
MTTB’de, Söğüt Fikir Kulübü’nde geçti. Dağı ve suyu fark eden bir
insan fikri ve kitabı da fark eder. Liseli Akif Emre temsili olarak
Erciyes’ten aldığı o bütüncü bakış açısını artık fikri anlamda dağ gibi
insanlarla, dağ kokulu mekânlarda sürdürüyordu. Bu bütüncü bakış
Mimar Sinan’ı fark etmesini sağladı. Onun anlam dünyasında
terkipçi tavrın en somut göstergesi olan Sinan, sadece Erciyes’te
gördüğü anlamı dünyaya yayan insan değil, aynı zamanda bir insanın
hakikat yolculuğunun da hikâyesiydi. Bu anlamda Erciyes’in
eteğindeki insanları bilmek onu tanımak bakımından önemlidir.
Kayseri’ye her geldiğinde tepe tepe, vadi vadi, mezar mezar dolaştığı
bu insanlarla bağı elbette ötelerle ilgiliydi. Onun mana iklimini
oluşturan bu insanları ziyaret ve bu hususta yazdıkları onun terkipçi
yanıyla ilgili bize önemli ipuçları verir.
Kayseri şehir olarak Selçuklu-Osmanlı geçiş noktası ve terkibi olarak
kabul edilir. Bu geçişi elbette sadece zaman ve mekân üzerinden
değil, insan ve zihin üzerinden değerlendirmemiz gerekiyor. Ekberi
geleneğin en önemli temsilcisi Emir Tac hazretleri, Mevlana’nın
hocası Seyyid Burhaneddin Tirmizi, İlk kadiriler ve Turesan-ı Veli,
Osmanlı’nın ilk müderrisi ve ekberi geleneğin en önemli ismi Füsus
şarihi ve fakih Davud el Kayseri, Halvetilerin en önemli ismi
Taceddin- i Veli, Rufailerden Zeynelabidin hazretleri, İbni Arabi’nin
arkadaşı, Ahi Evran’ın hocası ve kayınbabası, Evhaduddin Kirmani,
Ahi Evran, Hacı Bektaş-ı Veli, Somuncu Baba, İbrahim Tennuri,
taşla konuşan deha Mimar Sinan v.b. gibi isimlerin geçiş noktası,
gittiği nokta veya geldiği noktadır Kayseri.
Akif Emre bu bağlamda Mimar Sinan’a ayrı bir önem verirdi.
Diğerlerinin düşüncenin çeşitli kademelerinde ortaya koydukları her
121
şeyi zaman ve mekân anlayışında terkip ettiğini düşünürdü. Teoriyi
pratikleştiren insandı Mimar Sinan. Bir keresinde İstanbul Kayseri
mukayesesi yaparken, Mimar Sinan da sonuçta çıkmış İstanbul’a
gelmiş dedi. Ben de ama Erciyes de olaydı İstanbul’da dediğimde.
Süleymaniye var ya dedi. O an Akif Emre ve tarih tasavvuru bir dağ
gibi, bir mabet gibi müşahhas hale gelmişti gözümün önünde.
Muhayyile buydu.
Diğer taraftan Davud el Kayseri’nin Osmanlı Medreselerinin kurucu
müdderrisi olması, şahsında fıkhı ve tasavvufu, aklı ve kalbi, furkanı
ve hikmeti birleştirmesini önemser ve zihinsel ve düşünsel dengeye
dikkat çekerdi. Sırf rasyonalitenin ve sırf mistisizmin sekülerlik
olduğunu ısrarla vurgulardı. Kuru ve hamasi bir medeniyet söylemi
yerine onun düşünce planından müşahhas olana nasıl yansıdığını
örnekleri ile anlatırken kalıcılığın ne olduğunun altını çizerdi.
Onun için mekânı sınırsız ve zamanı sonsuz kılan şey inancın ve
düşüncenin mekânda somutlaşmasıydı. Dolayısıyla yıkılan sembolik
bir eser hafızanın silinmesinden başka bir şey değildi. Bunun içindir
ki bir medreseyi, bir camiyi, dağ başında bir veli kabrini, tekkeyi
veya zaviyeyi gezerken bu bilinci her zaman yansıttı.
“Şehir kuran bir medeniyetin mirasçıları olarak tarihsel birikimi
müzeleştirip hayattan koparmak yerine şehri kuran değerler
sistemini, varlık şuurunu, mekân ilişkisini doğru anlayıp
yaşadığımızı hayata dair uygun çözümleler üretmek zorundayız.
Bunun yolu da romantik şehir tasvirleri, sükûnlu güzellikleri hayal
etmek değil bugünün insanına bu değerleri yeniden yaşatacak şehir
anlayışı geliştirmekle mümkün olur. Şehir sadece mekânsal
sorunlardan ibaret değil, bilakis mekânsal görüntünün arka planında
bir insanın mekânla kurduğu varoluşsal ilişkinin ve değerler
sisteminin pratiğe yansıyış şekli vardır.”
122
Sınırları belirleyen buysa o zaman Balkanlar, Endülüs, Kudüs,
Mekke, Medine mekân idraki ve şuuru bakımından aynıydı. Ondaki
mekan şuurunu Mimar Sinan’da, zaman şuurunu ise elbette Hz.
Adem’den başlayıp Efendimize kadar gelen Risalet şuurunda aramak
gerekir.
Kayseri’den İstanbul’a gittiğinde nereye gittiğini çok iyi biliyordu.
Onun için Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra temsili anlamda en
önemli mekândı İstanbul. Adeta ilk üçün terkibiydi. İlk üç ile
mekânsal ve manevi bir bağa sahipti bu şehir. Eyüp Sultan’a her
gidelim dediğimde tüm İstanbul’u kastederek Eyüp Sultan’ın o
anlamın içinde olduğunu bilmeden nasıl gideceksin ki derdi. Zarf-
mazruf meselesi. Suret-anlam bağlamı… Onun için İstanbul nebevi
bir işaret ve anlamdı.
Akif Emre derdi ve iddiası olan bir insandı. İçinde yaşadığı
“modern” dünyaya bir ahlak ve fikir sorgulamasıydı onun yaptığı.
Duruşların tükendiği çağda bir duruştu onun tutumu ve tavrı. O soyut
bir takım spekülasyonların şehvetinden hep uzak durdu. Onun için
hep müşahhas oldu. Şehir dedi, zaman dedi, mekân dedi. En önemlisi
ahlak dedi. Ahlaka (fıtrat) olmadan usulün, usul olmadan da zamanın
ve mekânın okunamayacağını anlattı. Teori-Pratik tartışmalarının
spekülatif boyutunu çok iyi bildiği için yaşadığı gibi inananlara inat,
inandığı gibi yaşamayı, düşünmeyi, yazmayı ahlak bildi. Medeniyeti
kuranın bu olduğunu gösterdi. Biri mabedin, bir okulun, bir
çeşmenin, bir güvercin yuvasının arkasındaki zihniyeti ve duruşu
gösterdi.
Ne inancı epistemolojikti ne de tanrısı ontolojikti. İçinde yaşadığı
çağın pragmatist ve hatta oportünist ilkesizliğine karşı, gazete
çıkarırken de, haber sitesi yönetirken de, köşesinde yazısını yazarken
de hep hakikat kaygısı ile baktı eşya ve hadiselere. E göre
123
davranmadı. Yarım oluşların gerçek oluşlar önündeki engeller
olduğunun her daim bilincinde oldu.
Akif Emre şehirler ve mekânlar üzerinden baktı ve yazdı
yazacaklarını. Bazen bir mezartaşı, bazen bir kapı, bazen bir hazire
bazen dağ başında yalnız bir mezar üzerinden. Çünkü o Mekke’nin
Medine’ye nasıl dönüştüğünü bildiği için içinde yaşadığı çağın
mekânsızlığını ve şehirsizliğini iliklerine kadar hissediyordu.
Kitaplarının isminin Göstergeler, İzler, Çizgisiz Defter olması
tesadüf değildi. İnandığı şey zamanı ve mekânı belirlemiyorsa, bu
anlamda anlaşılmıyor ve yorumlanmıyorsa, kuru bir hamasetten
başka bir şey yoktu ortalıkta ona göre. Hamaset ise sadece tüketen
bir şeydi.
Moderniteye sırf soyut fikir ekseni ile değil zaten tarihte var olmuş o
fikrin müşahhas görünenleri ile cevap vermeyi yeğliyordu. Çünkü
onun için İslam bir ütopya değildi. İslam yaşanmış, tarihi bir
tecrübeydi. Sırf epistemolojik, ideolojik bir söylemden ibaret değildi
ve buna indirgenemezdi. Dolayısıyla soyut ve spekülatif tavır ve
yorumlarla onu yaşanmaz hale getiren her yorum ondan bir
uzaklaşmaydı ona göre.
Akif Emre bir Kayseri-İstanbul ekseniydi. Kayseri’yi İstanbul’a
taşırken, İstanbul’u da Kayseri’ye taşırdı. Tıpkı Mimar Sinan gibi.
Kayseri’de çıkaracağımız düşünce dergisinin ismini ararken Düşünen
Şehir ismini onun bulması tesadüf değildi. O bir anlamda eksiği ve
olması gerekeni de bu biçimde işaret ediyordu. Tarihsel anlamda
makarr-ı ulema olarak bilinen Kayseri, okuyan, Düşünen Şehir
olmalıydı.
Yine yıllar önce 1995 yılının ilk aylarında yayın yönetmenliğini
yaptığı gazetede haftada bir Düşünce Günlüğü bölümünde yazı
yazmaya başlayacağım dönemde Hayrettin Oğuz ismini bana o
124
vermişti. Bir ismin peşinde giden insan o kadar çok isim bırakıyordu
ki giderken de…
Kayseri’yi, Erciyes’i merkeze alarak karış karış, dağ dağ, vadi vadi,
köy köy nasıl önemsediğinin yüzlerce kez birebir şahidi oldum.
Onun mekânla ilişkisini sanırım en iyi bilenlerdenim. Bir veli
türbesine gittiğimizde, bir köy mezarlığını gezdiğimizde, bir dağ
yamacındaki tekkeyi veya türbeyi dolaşırken yaşadığı varoluşsal
boyutun defalarca şahitliğini yaptım. Onun tek ve tenhalığı gezdiği
yerlerin de tek ve tenhalığıydı aslında. Neyi kaybettiğimizi çok iyi
biliyordu. Belki de bu tavrıyla bana mekânı öğretiyordu. Ben hep
öyle hissettim. Nitekim büyük bölümünü onunla omuz omuza
çektiğim Erciyes fotoğraflarımı kitaplaştırıp kendisine
gönderdiğimde köşesinde dağ ve Erciyes ile ilgili yazdıkları
anlattıklarımın en önemli göstergesidir.
“Nedendir bilmem, bende dağ hep yücelik duygusunu çağrıştırır.
Dağa tırmandıkça, yükseklere çıktıkça sanki sonsuzluğa daha çok
yaklaştığım duygusuna kapılırım. Dağın yüceliğinin, haşmetinin,
haşinliğinin Yaratıcı’yı idrak etmeye bir adım daha yaklaştırdığını
derinden hissetmişimdir. Erciyes sadece yüksek bir dağ olmaktan öte
evren, insan ilişkisini idrak etmemde derin izler bırakan, sonsuzluk
duygusunu çağrıştıran, hatta tahrik eden bir belirleyici oldu.
Muhtemelen denizin, ormanın olmadığı Anadolu bozkırının ortasında
her mevsim bembeyaz tüm ihtişamıyla yükselen dağın ufkumu
doldurmuş olmasının etkisi büyük. Her mevsim farklı bir güzellik ve
ihtişamla ufkunuzu dolduran bu dağ, aslında bir günün içinde ışığın,
bulutların, rüzgârın durumuna göre yepyeni bir ufuk açar bakmasını
bilene. Bu nedenle Erciyes bıktırmaz; dünyaya bakışınıza her dem
yeni boyutlar katacak güzellikler sunar.”
Şehir üzerine yazdığı yazılarda gözünün önünde her daim
Kayseri’nin olduğu muhakkaktı. Kayseri onun için Erciyes ve
Sinan’dı. Onun yazılarının her satırında Develi’nin konaklarını,
Bürüngüz’ün çeşmelerini, Ağırnas’ın bahçelerini, Koramaz’ın cennet
125
kokusunu o kadar canlı hissedersiniz ki. O ustası Sinan gibi
Kayseri’yi İstanbul’a, taşıdığı gibi, İstanbul’u, Kudüs’ü, Medine’yi,
Kurtubayı Kayseri’ye taşıma derdindeydi zihniyet ve mekân şuuru
olarak. Yunus’tan taşıdığı ruh, Evliya ile birleşip onu zamanımızın
en önemli seyyahlarından biri de yaptı aslında. Su ilerüzgârile dağlar
ve taşlar ile sohbetine defalarca şahitlik ettim. Bulutlara, bir yalnız
ağaca, bir taştaki el ve göz izine nasıl baktığını defalarca gördüm. O
Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Endülüs’te, Uzakdoğu’da aynı nefesi
aradı. Toprağa can veren nefesi... O mekândaki, topraktaki, sudaki
ruhu, nefesi, soluğu bulmadan, bilmeden, solumadan hakikate
ulaşılamayacağını biliyordu.
Bunun içindir ki dağlara akan nehir olmak gerekiyordu. Çöllere
yürüyen ağaç… Taşlara ekilen tohum…
Akif Emre Ali Biraderoğlu’nu bir ziyaretinde…
Hakkında
Kayseri’de doğan Akif Emre Yayıncılık, gazetecilik, televizyonculuk ve
seyahat yaptı. Yeni Devir’de gazeteciliğe başladı, Yeni Şafak gazetesinin
kurucuları arasında yer aldı ve bir dönem genel yayın yönetmenliğini
126
üstlendi. Vefat edene kadar Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığını
sürdürdü.
İnsan, Küre ve Klasik yayınlarının yayın yönetmenliğini yaptı. Belgesel
çalışmalarına yoğunlaşarak, Elveda Endülüs: Moriskolar (5 bölüm),
Osmanlı şehirleri (Saraybosna], Mostar, Üsküp, Selanik 1,2, Kudüs1,2 ve
Mimar Sinan (6 Bölüm) başta olmak üzere birçok belgesel hazırladı.
Dünya Bülteni’nde 2007-2016 yılları arasında genel yayın yönetmenliği
yaptı. 8 Mayıs 2017’de Haberiyat.com’u kurdu. 23 Mayıs 2017’de
Haberiyat ofisinde geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti.
Yayınlanmış kitapları:
Göstergeler, İz Yayınları
İzler, (Arnavutça da yayınlandı) Birinci baskı: Yöneliş Yayınları; İkinci baskı:
Büyüyen Ay Yayınları
Küreselliğin Fay Hattı, Yöneliş Yayınları
Çizgisiz Defter, Büyüyen Ay Yayınları
Müstağrip Aydınlar Yüzyılı; Gölgeli Kelimeler, Ödünç Alınmış Hayaller,
Büyüyen Ay Yayınları
MUSTAFA EREN
127
Etyemez……………………../Mustafa ÖZER
Doğum : 1951
Baba adı : Bekir Lütfi
Doğum yeri: Yeşilhisar
1967-68 Kayseri Lisesi 6 edebiyat bölümünden 88 okul numarası ve
3120 nolu diploma ile mezun olmuştur.
31.12.1990 da Aksaray’da otomobiliyle bir TIR’la çarpışarak vefat
etti.
1974 yılı olmalı, bir güz günüydü. Mustafa Eren çıkageldi
İstanbul’a. Bahçelievler’in Yayla adı verilen bölgesinde Kasımpatı
Sokak’ta , İki katlı olan bahçeli evin arkaya bakan yüzünde
oturuyoruz bir arkadaşımla birlikte. Birlikte kaldığım arkadaşım
Osman’ın o gün nerede olduğunu hatırlamıyorum. Üst katımızda
oturan amcasının yanında olabilir. Gelir düzeyimiz oldukça düşük.
128
Aldığımız burs ve krediyi, kira ve mutfak masrafına zor
yetiştiriyoruz. Kısacası asgari ücret düzeyi bize ‘karun olmak’ gibi
gelirdi. Üst üste iki gün sıcak akşam yemeği yesek midemiz
bozulabilirdi. İyi ve düzenli beslenmeye yabancı kalmıştık.
Üniversite lokantasına gidebilirsek ne mutlu midemize. Evimiz iki
oda, bir mutfak ve bir tuvaletten oluşuyordu. Mutfağımız aynı
zamanda banyo idi. Odanın biri on altı metrekare diğeri sekiz
metrekare idi. Ben küçük odada kalıyor, büyük oda da ise Osman ve
gelen misafirler kalıyordu. Misafirlerimiz yatılı ve şehir dışından
olduğu gibi, İstanbul’un diğer semtlerinden de olabilirdi.
Mustafa Eren çıkageldi. İstanbul’da epey bir akrabası vardı.
Onlarda kalmazdı. Bizle kalırdı. Eren yolca bizden ilerideydi.
Dünyaya romantik bakmazdı, onu yönetmeyi biliyor olmalıydı.
Akşam yakındı. İncirli’de beni bekleyecekti. Coca-Cola fabrikasının
bekçi kulübesine sözleşmiştik. Gittim. Eren’i beni bekler buldum.
Hatta Süleyman amcayla sohbeti koyulaştırmıştı. Kucaklaştık
Eren’le. Biraz hoşbeşten sonra Yayla’ya doğru yola çıktık. Süleyman
amcanın çayına teşekkürden sonra.
-‘Özer iki gündür yollardayım, başımı yıkamam lazım.’ dedi Eren.
-‘Hemmen oluyor… Su ısıtıyorum.’dedim.
Küçük, mavi piknik tüp vardı evde. Su ısıtma işini çaydanlıkla
yapıyorduk. Isınan çaydanlığı naylon leğene döküyor, yenisini
koyuyordum. Eren’e naylon leğendeki sıcak suyun yeterli olup
olmadığını sordum, onay alınca
-‘Gel bakalım o zaman buraya.’
Eren gövdesinin üst kısmını çıplak hale getirerek geldi. Plastik
maşrapayı ve baş havlusunu yanına koyup onu yalnız bırakarak
içeriye geçtim. Eren başını havluya sarmış içeri odaya gelmişti. Ben
tekrar mutfağa geçip ortalığı düzelttim. Çay hazırlamıştım. Adeta çay
içmek zorundaymışız gibi.
-‘Suyunuz kuyu suyu mu?’ dedi Eren.
-‘Maalesef.’ Dedim.
Ev sahibi zorba bir tipti. Su ve elektrik de kiraya dahil olarak
ödendiği için bunların fazla tüketilmesi halinde büsbütün kesilme
tehlikesi vardı. Böylece sorunu anlatmak basit ama anlamak çok zor
129
bir sorun. O yıllarda şehir şebeke suyu her yerde yoktu. Eski
semtlerde şehir şebeke suyu olmasına karşın yeni semtlerde kuyu
suyu bulunurdu. Şebeke suyunun da temiz ve devamlı aktığı
söylenemez. Kuyu suyunun en azından devamlılığı sabit. Genelde
kaynatmadan kullanmak mümkün değil. Mutfakta fazla bir eşyamız
yoktu. Hepsi beş altı parça idi.
Eren gerindi.
-‘ Şükür be.’ dedi.
Sevimli şapırtılarla çayı açık içeceğini belirtmişti. Yanı başımda
hazır duran bardakları doldurmaya başlamıştım. Eren çantasından
kraker ve bisküviler çıkardı. Hem yedik, hem konuştuk. O vakitler
Kıbrıs meselesi güncel idi. Gecenin yarısı olmuştu, biz hala Kıbrıs
üzerine şehir efsaneleri konuşuyorduk. Dışarıda hava biraz serindi
ama en azından temizdi. Kendimizi sokağa atıp birkaç sokak
turladıktan sonra yeniden eve döndük. Yolda söylemişti, ailesinin,
kendisinin evlenmek zorunda olduğunu, belirli biri varsa
bakacaklarını yok eğer bizim bulmamızı istiyorsan tekliflerinin
olabileceğini, söylemişti. Ben ‘hayırlısı olur Mustafa, yine de sakin
düşün.’ demiştim. Kayseri’yle ilgili sorular sordu. Anlattım.
Esnemeye başlamıştı Mustafa. Uykusu gelmişti anlaşılan. Uykumun
geldiğini bahane ederek onu kendi uykusuyla baş başa bırakmıştım.
Mustafa Eren’in Ortaköy’de oturan, paslanmaz çelikten çay
tepsisi, çay kaşığı, çay tabağı imal eden bir akrabası vardı.
Sabahleyin oraya gittik. Önce Fındıkzade’ye minibüsle, oradan
belediye otobüsüyle Beşiktaş’a, oradan da Bebek dolmuşlarıyla
Ortaköy’e geldik. Osman bey ismindeki Eren’in akrabası yakışıklı,
dürüst, temiz, sessiz bir aile reisiydi. Mustafa beni Osman beyle
tanıştırmış, Osman bey de ailesiyle tanıştırmıştı. Mustafa aile
bireyleriyle çoktan sohbete oturmuştu. Osman beyle de ben imalatları
hakkında konuşuyorduk. O gün güneşi Ortaköy’de batırmıştık.
Osman bey panelvanıyla bizi eve kadar bırakmıştı. Şoför mahallinde
Osman bey, Mustafa ve ben vardık.
-‘Mustafacım, arabayı hem kamyon gibi taşıma ve dağıtım için, hem
personel servisi gibi hem de aile arabası olarak pikniğe gitmekte
kullanıyoruz.’dedi Osman bey.
130
Osman beye teşekkür edip onu uğurladıktan sonra eve girerek ilk
işimiz çay suyunu koymak oldu. Biraz sonra çayımız olmuş ve
içmeye başlamıştık. Büyük Doğu üzerine konuşuyorduk. Bazı
sayıları alamadığını ve bu sayıları nasıl tamamlayabileceğini sordu
Mustafa. Ben sorunu ertesi güne erteleyerek, diğer güncel konulara
geçmiştik. Ben sabahları erken kalkarım genelde. Çayı kaçırmış
olmalıydım ki o gün uyku tutmadı. Sabah ezanını duyunca
kalkmıştım. Sabah ezanıyla edasını birlikte hallettikten sonra
kahvaltıyı da hazırlamaya başlamıştım. Baktım içeriden ses geliyor.
Anlaşılan Eren’i de uyku tutmamıştı. Birlikte kahvaltı yapıp
Bakırköy tren istasyonuna yürüyerek gelmiştik. Mustafa’ya
Bakırköy’de bir tur attıktan sonra gidebileceğimizi teklif ettim. Böyle
bir şeye ihtiyacı var ki kabul etti. O yıllarda Bakırköy’ün ortasında
Vita yağ fabrikası vardı. Onun yanından geçerek sahile indik. Ataköy
1. Kısımdan dolanarak yine istasyona gelmiştik. Trene binerek
Sirkeci’ye gelip Sultanahmet’e çıktık. Öğlen ezanı çoktan
okunmuştu. Önce Sultanahmet’e girdik, öğlen namazını eda ettik.
Karşımızda köfteciler vardı. Öğle yemeğini de köftecide giderdikten
sonra Tavukhane Sokağı’nın başındaki Büyük Doğu yazıhanesine
geldik. Mustafa Eren’in eksik Büyük Doğu sayılarının nasıl temin
edeceğimizi sorduk. Hemen hemen hiçbir cevap almadan yola
yeniden revan olduk. Cağaloğlu’na yöneldik. Milli Türk Talebe
Birliği’ne geldik. Şervanlı’nın kafesine oturup çay içtik. Eren Büyük
Doğu’nun eksik sayılarını nasıl temin edeceğini Halil’e sordu.
Nihayet bir çözüm bulmuş idik. Arkadaşın birisinde ciltli bir takım
varmış, onu getirecekti. MTTB’den ayrılıp, Sirkeci üzerinden
Taksim’e geçtik. Devlet Tiyatrolarına bir bilet aldık. Akşam
tiyatroya gidecektik. Üç saat boşluğumuz vardı. Yol Geçen
Hanı’ndaki çay salonuna dek yürüdük. Tiyatronun başlama saatine
kadar olan zamanımızı burada geçirdik. Tiyatro çıkışı ise Namık
Kemal Caddesi’nde bulunan Aksaray’daki arkadaşların evine gittik.
Sabaha kadar muhabbetten sonra Aksaray’ın Laleli’ye açılan
kesiminde bulunan esnaf lokantalarından birine dalıp çorba içmiştik.
Şehir canlanmaya başlamıştı. Yenikapı’dan trene binerek Bakırköy’e
geldik. Oradan minibüsle eve vardık. Bir süre dinlendikten sonra
Bakırköy canibiyle Sirkeci’ye geçtik. Eren’in eşyaları omzundaydı.
131
Sirkeci’den arabalı vapurla Harem’e geldik. Harem’den Eren’i
Ankara’ya yolcu ettim. Mustafa ve Ali İstanbul’a geldiğinde, onlarla
İstanbul’u geziyoruz diye, diğer zamanlar geziye pek çıkmazdım.
Eren’i yolcu ettiğime göre eve kapanma zamanım gelmişti. Hem
Eren’le epey kitap da almıştık. O kitapların okunması,
değerlendirilmesi üç-dört ayımızı alabilirdi. Bu sıralar üniversitede
hükümetin anarşi adını taktığı öğrenci olayları da tırmanıyordu.
Eren’in bu gelişinden evlenmesi gerektiğini, işini ve evini belirgin
hale getirmesini gözlerinden okumuştum. Kararlıydı. Mustafa Eren
bir yere ve yöreye kapılma ya da kapılanma istidadı yoktu. O kendini
Türkiye’deki ideolojik bölünmüşlükten ve kaos gürültüsünden azade
hissediyordu. Ankara’da olması hasebiyle ve müfettiş olduğu için
devletin bir çok kurumunu tanıyordu. Ona göre öğrenci olayları ve
işçi olayları danışıklı dövüştü. Bizim gibi fakir aile çocuklarının bu
olayların içinde yer almaması gerektiğine inanırdı. Çünkü ne çözüme
katkısı olabilirdi, ne de sonuca yön verebilirdi. Bu kavga tuzu
kuruların kavgasıydı. Açlar ve alttakiler bahane edilerek yapılan bir
kavgaydı. Birbirimize feodal köylü diye takılırdık. Gezme ve
misafirlik işleri hücre evlerine dönmüş yurtlardan ve öğrenci
evlerinden güncel bilgi toplanabiliyordu. Böylece tehlikenin
neresinde olduğumuzu öğrenebiliyorduk. Geziler bizlerin
sosyalleşmesini sağlıyordu. O yıllarda gruba katılmamak, zor bir işti.
Ama en az onun kadar zor olan, birey olabilmekti. Saflığımızla
köylülüğü, yoksulluğumuzla feodalliği yürütüyorduk. O günlerde
(çatır çatır adam öldürüyorlar)dı. O şer kapsamının içine girmemek
ise, adeta bir kaderdi. Mustafa, her ne kadar böyle yargılıyor ise de
‘komandolarla suyu duru akmıyordu.’
-‘Özerciğim, ben milliyetçiyim. Ama bu askeri yöntemli
milliyetçilikle ne benim ne de hayalimin meşgul olmasını
istemiyorum.’ demişti.
İdeoloji adına eylemde bulunan öğrencilerin büyük çoğunluğu,
genelde kendini savunmak için olmadık kılıklara giriyordu. Değilse
tek merkezden yönetilen o merkezin gelenekleri çerçevesinden
davranılan bir durum yoktu. O kaosun çerçevesinden bunları görmek
mümkün değildi.
132
Mustafa hem burs alıyor hem de birçok arkadaşa burs veriyordu.
Bu işi nasıl yaptığını sorduğumda, ‘Birkaç esnaf var, öğrenci
okutabileceklerini söylemişlerdi, onlardan aldığım paraları fakir aile
çocuklarına burs olarak veriyorum, yaptığım iş bundan ibaret.’
demişti. Kaç öğrencisi olduğunu sorduğumda ise ‘Her yıl değişiyor’
diye cevaplamıştı. Gözü tok, gönlü gani Eren, bir çok devlet
memuruna dahi maddi manevi katkıda bulunuyordu.
Ankara’ya gittiğimde evinde kalır, günlerce sohbet ederdik.
Uzun kış gecelerinde, bazen 30 kişiye varan sohbet halkaları
oluşurdu. İstanbul veya Ankara ayrı güzellikler taşırdı. Pratiklikleri,
farklı olan yapıları vardı. Ankara’nın evlerinin büyük çoğunluğu,
gecekonduydu. Bu küçük sevimli evlerden biri de Eren’indi. Böyle
bir evi ilk defa, Mustafa’nın evi olarak tanımıştım. Dış kapıdan girer
girmez mutfağa girilmiş olurdu. Sağda ve solda odalar, giriş
kapısının arkasına da tuvalet ve banyo düşerdi. Basit, pratik,
kullanışlı, tek kişilik evlerdi. Bu basit ve anlaşılırlığıyla Ankara’yı ve
dolayısıyla devlete prototip olma özelliğini taşıyordu. O günlerde
evlerin bu halleri bizim dikkatimizi çekmezdi. Kullandığımız
eşyaların ihtiyacımızı giderme ehemmiyeti vardı. Ankara’ya
gittiğimizde, bazı kamu kurum ve kuruluşlarına gider, bazen TRT’ye
gider, bazen bankaların genel müdürlüklerine giderdik. Hepsinde de
ortak arkadaşlarımız vardı. Mustafa Mülkiye’de olduğu için her yere
dalmak istemezdi. Genelde ketum kalır, karizmasını öne çıkarmaya
çalışırdı. O günlerin Ankara’sında otomobillerdeki ikinci vitesi bile
lüzumsuz bulurduk. Ahmetler Caddesi’nde epey öğrenci yurdu vardı.
Siteler’de Site Öğrenci Yurdu, Dışkapı ve Altındağ’da öğrenci evleri
vardı. Nuri Pakdil’in Edebiyat Çevresi, daha sonra
Kahramanmaraş’lı arkadaşların oluşturduğu Mavera dergisi ziyaret
ettiğimiz yerlerdi. Yaratılırken bize eklenen ölüm gerçeği, sırası
gelince herkesle dostluk kuracak ve onların koluna girerek geziye
çıkacaktır. Kızmanın ve öfkenin nasıl bir anlamı yoksa, sevinmenin
de ölmek istemenin de bir anlamı yoktur. Çoğumuz rüyada gibi bir
geziye çıkar ve geriye dönmeyiz. Bu bizim kaçınılmaz
gerçeğimizdir. İsmini saymaya çekindiğim onlarda Ankara’lı
arkadaşım, uzun selviler altında yatarak bizleri beklemektedir.
133
Mustafa Eren Kayseri Lisesi mezunudur. Ankara’da Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nin İşletme bölümünden mezun oldu. İş dünyasına Ankara
girdi. Ankara’da evlendi. İlk çocuğu orada dünyaya geldi. Kayseri’ye
gelişi Kemsan firmasının yönetimiyle ilgiliydi. Kayseri’ye gelmeden
önce Ankara’da buluşmuştuk. Benim memuriyete başlamamı
tartışmıştık. O yıllarda henüz stüdyo olmamıştı. Arı sineması henüz
yeniydi.Zihnim beni yanılmıyorsa Kazancakis’in romanından
uyarlama Zorba filmi oynuyordu. O filme gitmiştik. Yıllar su gibi
akıp geçti. 80 ihtilali oldu. Askerler bir şekliyle her şeye düzen
vermişlerdi. Kayseri’ye gitmiştim bir kurban bayramı, rahmetli
Dinçel’le ve yine rahmetli Ali Taşçı’yla. Kemsan’da buluşmuştuk.
Eren’in fabrikadaki odasına geçtik. Fabrika yönetiminin kendisine
kaldığını, başarılı olmak zorunda olduğunu anlatmıştı, yardımlaşalım
dedi.
-‘Ne gibi?’ dedim.
-‘Sen yağ satarsan, bayilik vereyim, git o işi tezgahla.’ dedi.
-‘Olmaz, hiç anlamam ticaretten.’
-‘Yahu şu enflasyon ortamında anlamana gerek yok ticaretten.’
-‘ Var tabii. Ticaret cesarettir. O da bende yok. Hem seni hem
kendimi riske atamam.’
-‘ Özerciğim, kendi beldemiz diye geldik buraya. Lakin bilgisizlik ve
fitne hat safhada. Aklen rahatım fakat ruhum azap içinde.’
Sinirlenmişti. Gerçekten yardıma ihtiyacı vardı.
-‘Ağzından yel alsın oğlum. İstanbul’a gelince konuşuruz bunları.
Sen ne zaman geleceksin onu söyle’ dedim.
-‘ Özerciğim seni arayacağım. Telefonunu ver.’ dedi.
Telefon numaramı verdim. Ziyaretin kısası makbuldür devlet
dairlerinden diyerek izin istedim. Önümüzdeki hafta İstanbul’da
olacağını söyledi. Kucaklaştık. Oradan ayrıldım.
Mustafa’nın ‘müesses nizam’ diye bir kavramı vardı, yasal düzeni
ifade ederdi bu taltif. Ona da inanırdı. Sanki dolgun ve tıknaz yapısı
bunun ispatıydı. İnadına ısrarcıydı. İnandığınca mücadele ederdi.
Sürekliliği severdi, oysa Türkiye’deki siyasal ya da hukuki ya da
kültürel veya hepsi birlikte tümüyle tercüme ve adapte özelliği
taşırdı. Onun için de Mustafa’nın önemli gördüğü o kişiler bile
134
inanmadıkları halde Batı’nın çevrilebilecek her şeyini tercüme
ediyorlar, halklarına sunuyorlardı. Ne o düzlemi tercüme edenler, ne
uygulayıcılar, ne de yönetilenler mutlu. Bir şov gibi, yapılanların
tümü teknolojinin şunca değişiminde devletin, halkın geçmiş ve
geleceğinin tümü soyguna malzeme olacaktır. Bizler için bir
yönetmelik ve hatta bir makinanın kullanım kılavuzu önem arz
ederken nasıl olur da her şeyi tercümeye olan konu olan yapı
önemsiz olur. Oysa biz kendimizi haramilerin önünde soyunmuş gibi
hissediyorduk. İncecik bir nüansla Özal’dan bu yana, anadilde bazı
konuşmalar en azından küçük bir vocabulary . Olmak ya da olmamak
işte bütün mesele bu. Olmamanın da olmaktan geçtiğini bilerek. O
dönemde herkes tüten sanayi bacasını bir kurtuluş olarak görürdü.
Bugün hiç değilse biraz anlaşıldı. Her yeni statüyü daha sonradan
yalanlayarak ya da servisten kaldırarak nereye varabiliriz. Sanki
yanlışı anlamak için geleceği tüketiyoruz.
Mustafa Eren’in de bıyık bırakma merakı bu cümledendi. Her zaman
takım elbise giyerdi. Tek farkla ki koyu renk takımını görmedim. Her
halde ara renkleri severdi. Özel damak zevkleri yerine, iyi
beslenmeyi tercih ederdi. Elbette ki dönem dönem o da kendini
değiştirmeye uğraşmıştır. Saçını subay tıraşıyla ödüllendirir ve fakat
tarak taşırdı. Kemer, mendil ve kravat aksesuarlarına özen gösterirdi.
Ölçülü bir sigara tüketimi vardı. Yemeklerden sonra gibi. Günlük iki-
üç gazete okurdu. Ve kendisine sürekli gönderilen dergiler vardı.
Slogana takılmadı. Fakat mutlak saydığı değerleri sessizce korurdu.
İnandığını tartıştırmaz, inancını tartışmazdı. Özel bir spora takıntısı
yoktu. Fakat futbolla hiç alakası yoktu diyebiliriz. Birçok
arkadaşımda gördüğüm saadetini öteleme keyfiyeti onda da vardı.
Özellikle mutluluğunu elinde tutmak için ya yöntem bilmiyordu ya
da bildiğini sandığı ailesine bu alanı terk ederek mutluluğu da
ötelemiş oluyordu. Akabinde içinin yangınını söndürmek için sosyal
ve dini yapılandırmadan yardım umuyordu.
Kayseri görüşmelerinin ardından bir yıl geçmişti. Çamlıca Tepesini
üç gün mesken tuttuk. İstanbul’u dinledik. Eren’in iç sıkıntısı,
sükutunda yüzüne yayılıyordu. Fabrikada işler istediği gibi
gitmiyordu herhalde. Eren kendini suçluyordu ama fabrika düzgün
çalışsa ben şaşardım. Yedi kocalı Hürmüz’e nikah töreni mi olur?
135
-‘Söyle cancağzım.’
-‘Hammadde tedariki yapsana.’
-‘Neymiş hammadde dediğin.’
-‘Kemik.. Taze kemik ve hayvani yağ tedarik edeceksin.’
-‘Araştırayım Eren.’
Sonra işe giriştik. Hesaplar Eren’deydi. Birkaç eski kamyonet aldık.
Taşeronlara zimmetledik. Topladıkları kemik bedellerinden düşecek
ödeyeceklerdi. Gözetiminde de Ali Taşçı vardı. Yılın sonunda
kapattık gitti. Bir sonraki yıla ben girmedim. Becereceğimiz iş
değildi. O yıl ki uğraşımızdan edindiğimiz görgü şu ki ‘İnsanın
mesleği mizacına yansır’. Kemik toplayıcılarının her halini gördüm.
Katı, sıvı, gaz halleri gramerin her kipine uyuyordu. Çok yoruldum.
Bir daha da olmadı zaten. Antalya’daydım haberini aldığımda.
Azrail’in koluna girip gittiğinin. Ölümün şekli, hikayenin
alanındadır. Ölümün kendisi değildir. Ölümün sanatı yoktur. Mustafa
Eren bir Türk entelektüel ve yöneticisi olarak ne öğrendiyse
aramızda yaşayarak öğrendi, uyguladı, sevindi, kızdı. Adam gibi
adam olmasında ve insanlığa eklenmesinde hiçbir kaygı ve
şüphemizin olmadığı bu kardeşimize rahmet dilemek ve bunun için
de Rahman’ın merhamet ikliminde dualar etmek gerek. Şunca yıl
sonra bile ‘bre’ kelimesi yerine ‘aslanım’ deyişi bile kulağımın
içinde, gözümün önündedir. Hayatta kalan Eren ailesinden helallik
dileriz. Maksadımız bu armağanla onu nisyana terk etmemektir. Eren
soyadı gibi, ermenin, olmanın ve vermenin alın aklığını göstermiştir
bize. Allah’ım ona merhamet et.
pervane
aman vermez mekan değil
zenon olmuş akan değil
pervaneyle yakan değil
hicret gibi hicran olmaz
bitiş ki akim umduğu yerde
umuş ki aklı bulduğu yerde
136
söyleyin lütfen işkencelerde
robot gibi uzman olmaz
aman her halinden el aman
tut elimden tut ki ey rahman
dayanmak için daha da azman
saat gibi duyan olmaz
mesafe misket gibi düşmüş
içim bir zıp zıpa dönüşmüş
ecel yaklaştıkça üşüşmüş
mezar gibi saran olmaz
137
NECMETTİN GEVRİ
İlkeler ve ülküler………………/Mustafa ÖZER
Halk tabiriyle üzüm gibi sakalıyla ve uzunca boyuyla enstitünün
,çalışkan ve başarılı öğrencilerinden biri olan Necmeddin Gevri bey
,bizim derneğe ara sıra uğrayanlardandı.Ara sıra dediğime bakmayın
,ilim veya ideal olarak İslam dinini öğrenmeyi seçenlerin yolu bir
şekilde –o zamanlar- bizim dernek diye özetlediğimiz Türk
Ocağı’ndan mutlaka geçerdi. Necmeddin bey yolca da,yaşça da
bizden büyüktü .O Ceyhan-Adana-1943 doğumlu idi. Ama
Necmeddin Gevri bey edepte aynı yaşta görürdü bizi,bu nedenle
muhabbette hem de geceler boyu süren tartışmalarımıza
katılırdı.Kazanan hep biz olurduk.Çünkü onlar ilmi açıdan çok
ilerdeydiler.Hadis ve tefsirde bizlere temiz bilgiler aktarırlardı. Hatta
bazen tecahülü arif yaptığımız olurdu, anlamadığımızı söyleyerek
konuları açardık ,bazen de öylesine derinleşirdi ki konu, o gün
çözümünün mümkün olmadığı anlaşıldığı için konunun İslam
Enstitüsü kürsülerine taşımalarına sebep olurduk,O hiç bunları
138
yüksünmez “bilakis ilme hizmet ettiğiniz için” diye bize teşekkür
ederlerdi.Onların kazancı ise muhabbet ve bir dost kalbiydi.
1968 yılında Kayseri’deki Yüksek İslam Enstitüsü Öğrenci örgütü
MTTB Kayseri Şubesi Üstadın İdeolocya Örgüsü isimli eserini
basmayı kararlaştırmıştı.Bu vesileyle de Üstad Necip Fazıl
Kısakürek Kayseri’yi şereflendirmişlerdi.Üstadı tanıyan
severlerinin yanında ,öğrenci derneği yetkililerinin de hazır
bulunduğu toplantıda Necmeddin beyle aynı fotoğrafta yer almıştık.
Yer MTTB öğrenci derneği ve Türk Ocağının da yer aldığı binada
cepheyi kaplayan Din Görevlileri Lokaliydi.Çaylar içildi ,sorular
soruldu ,cevaplar alındı ve basit bir seremoni ile,İdeolocya
örgüsünün derli toplu basımı başlatılmış oldu.Gerçi daha önce
küçük çapta İdeolocya Örgüsü adıyla , Büyük Doğularda yayınlanan
yazılardan oluşan küçük bir kitap çıkarılmıştı.Ve fakat bugünkü
olgunlukta ve cesamette ilk basım bu olacaktı. Üstat da bu yeni
gelişmeyi çok önemsiyordu.
Bildiğim kadarıyla Necmeddin bey o yıl 1967 de mezun olmuş ve
öğretmen atamasını bekliyordu. Beklediği de çok geçmeden
oldu.Kahramanmaraş’ın adı henüz sadece Maraş’tı, yani kahraman
eki 1973’ten sonra verilmişti.Necmeddin beyin ataması da Maraş
İmam Hatip Okuluna yapılmıştı.Doğum yeri Adana Ceyhan olmasına
rağmen Maraşta yerleşerek Maraşlı olmuştu.Maraşta da evlendi.
Kayınvalidesi Adeviye hanımefendi Darendeli ve Mevlana Halid
Bağdadi hazretlerine bağlanan bir kola mensup Nakşibendi şeyhi
şeyh Muhammed’in oğlu ve ardından aynı posta oturmuş Şeyh Fahri
Efendinin kızıdır.Kahramanmaraş’ta da Darendeliler oymağı olarak
bilinen ve bulunduğu mahallin namaz ve dini bilgilerin öğrenildiği
mahalle mektebi öğretmenliğini de kocası ile birlikte yürüten
Adeviye hanımdı.Necmeddin Gevrinin kayınpederi ise Darendeli
Abdullah efendi namıyla tarikatinin önemli simalarından biri
olmakla, bölgesinde maruf, müttaki,mütedeyyin, ehl-i tarik birisiydi.
Maraş lisesinde de o yıl seçmeli din dersi vardı.Necmeddin Hoca
liselere konan seçmeli din derslerini de dışarıdan görevli öğretmen
olarak veriyordu. Hatta sevgili dostum Maraş Eşrafından Ahmet
Bahar beyin lisedeki din dersine de girmişti. Necmeddin beyin
Kahramanmaraş’taki hayatı ile ilgili bir çok ayrıntıyı Ahmet Bahar
139
dostumuzdan almıştık.Tek oğlu Ahmet ile biri bekar ikisi evli üç
kızı var,yani dört çocuk babasıydı..Oğlu Ahmet Gevri,Elektrik
Elektronik mühendisliği eğitimi almıştır. Kızlarından birisi de Ünlü
Sütçü İmamın torunu ile evlidir.
1980 yılında sakal kestirilmesini zorunlu kılan yönetimi protesto
ederek çok sevdiği öğretmenlikten istifa etti.Allah Rezzaktır dedi
birkaç arkadaşının dediklerine de kanarak ticarete atıldı.Oysa
ticaretin atağının diğer dallardaki ataklara benzemediğini
anladığında ise , yanında sadece ailesi kalmıştı. Koca çerkez gerçeği
anlamıştı.Ne Suudi Arabistan ne Türkiye ona göre yeterli olgunlukta
ticari altyapıya sahipti.Çevresinin yanıltıcı bilgilerine kendisinin
sermayesizliği ve tecrübesizliği de eklenince kaçınılmaz sonuç,
Necmeddin Gevri’nin başına gelendi.Olan olmuştu bir kere.Bu da bir
kazanç diyerek, sıkıntıları akıtacak ve şifa bulacağı memuriyete
bu kez Kahramanmaraş belediye başkanlığı özel kalem müdürlüne
gelecekti.Birkaç yıl Özel kalem müdürlüğü yaptıktan sonra oniki yıl
da başkan yardımcılığına getirildi…Bu süreçte Belediyesinin
yayınlarından olan “İki ödüllü şehir” kitabını hazırladı .Yayınlara
paralel olarak bazı Arapça kitapları da Türk diline kazandırarak
belediye alanında kullanımını sağladığı belediye kültür
müdürlüğünce ifade edilmektedir.Necmeddin beyin kültürel alanda
gayretleri çoktur.Kahramanmaraşta nerde bir kültürel etkinlik olsa
hocamızın bizzat yada dolaylı olarak katkısı oluyordu.Musiki
alanında ,halkın moralinin yükseltilmesi meyanında oldukça önde
olan biriydi.Şiir okumalarını bilmeyen yoktu,hele de Necip Fazıl
şiirleri olursa gündemde.Necmeddin Gevrinin keyfine diyecek
yoktur.Coşardı seller gibi..
Oldum olası Necmeddin Erbakan hocanın peşindeydi.Bütün
zamanını partiye ayırmıştı. Kahramanmaraş belediye başkan
yardımcısı olarak oniki yıl toplamda da onbeşyıl belediyeye görevli
olarak hizmet vermişti.Sesi güzeldi , dili fasihti.Hitabeti
iyiydi.Salonları coşturmak onun için kolaydı.Kendisi de çabuk
coşardı.Böylesine yüzlerce destek vermiş,sunumlar yapmış ve
katılmıştı.11 şubat 2005 günü bambaşka bir gündü.Batıparkta bir
Kahramanmaraşın düşman işgalinden kurtulmasının sene-i devriyesi
dolayısıyla düzenlenen bir şölendi.Akşam namazını müteakip
140
başlatılmıştı.Yukarıda andığım dostumuz Ahmet Baharda o
toplantıda.Herkes coşmuş vazıyette. Hocamız Necmeddin Gevri de
üstadın Sakarya şiirini okumak üzere kürsüye çağrılır.Ağır ağır
gelir.Projektör gibi gözleriyle salonu tarar ve şiire başlar…Su iner
yokuşlardan basamak basamak ….diye gür ve güzel sesiyle tane tane
okur…Benimse alın yazım…der ve fakat devamındaki susamanın su
kelimesini su ihtiyacı olarak aynı mikrofondan rica ederler.. Biraz
su nolursunuz su yetiştirin anonsu salonu buz gibi dondurur.Ahmet
Bahar koşar hocasına son görevini ifa etmeğe..Morarmış yüzünün
bir süre sonra beyazlaştığını görünce kurtuldu diye sevinecek olur
,lakin her tür ilk yardım teknikleri uygulandı ise de Azraille
dostluğundan ayrılmaz.Ülkülerinden ve ilkelerinden tavizi alçaklık
sayan Necmeddin Gevri kardeşimize Allahtan rahmet ve ailesine
sabrı cemiller dileriz.O güzel insanın Büyük Doğuya verdiği emek
ve aldığı nasib kendisine Türkiye’de bir ilki münasip görmüş,biz
dahi saygıyla eğilir aşkla fatihamızı okuruz.
Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi onun adını verdiği bir park
düzenlemiştir. Necmeddin Gevri parkı Günbet
mahallesindedir.Belediyede çalıştığı sıralarda kayınpederinden gelen
arsa mirası üzerine şimdi çocuklarının oturduğu evi
yaptırmıştı.Yaptırdığı ev Divanlı mahallesindedir.
141
Kürsüde şiir okurken öldü
Kameralar kalp krizini saniye saniye görüntüledi.
Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı Necmettin Gevri kürsüde şiir
okurken kalp krizi geçirdi. Bir anda yere yığılan Gevri kurtarılamadı.
Ölüm kürsüde yakaladı
Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı Necmettin
Gevri, kürsüde şiir okurken kalp krizi geçirerek yaşamını
yitirdi. Gevri'nin ölümü kameralar tarafından saniye saniye
görüntülendi.
Kahramanmaraş'ın düşman işgalinden kurtuluşunun 85. yıldönümü
nedeniyle düzenlenen gecede, Necip Fazıl Kısakürek'in "Sakarya" isimli
şiirini okuyan Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı Necmettin
Gevri (62) şiiri okuduğu esnada kalp krizi geçirerek yaşamını kaybetti.
Başkan Yardımcısı'na ilk müdahale olay yerinde yapıldı. Ancak talihsiz
başkan Kahramanmaraş Devlet Hastanesi'ndeki tüm müdahelelere
rağmen kurtarılamadı.
SANİYE SANİYE
GÖRÜNTÜLENDİ
Kahramanmaraş Belediyesi'nde 15
yıldır görev yapan ve 12 yıldır
Başkan Yardımcısı olan
Necmettin Gevri, önceki akşam
Anadolu Gençlik Dergisi'nin
düzenlediği ve Batıpark Spor
Salonu'nda gerçekleştirilen
'KurtuluşGecesi'nde, Necip Fazıl
Kısakürek'in 'Sakarya' isimli şiirini
okumak için davet üzerine kürsüye geldi. Şiiri okumaya başlayan Gevri,
bir anda fenalaşarak yere yığıldı. Başkan Yardımcısı'na ilk müdahaleyi,
salonda bulunan bir doktor yaptı. Kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra
Kahramanmaraş Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Ancak tedavi altına alınan
Gevri, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti.
Gevri'nin ölümü programı takip eden kameralar tarafından saniye saniye
142
görüntülenirken salonda bulunanlar Gevri'nin yere yığılması üzerine hep
bir ağızdan tekbir sesleri getirdi.
Sonsözleri olan satırlar
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya: Bir yanda akan benim, öbür
yanda Sakarya Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse
alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve
fikir: Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir. Akışta demetlenmiş,
büyük, küçük, kainat: Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat
Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne? Kurşundan bir yük binmiş,
köpükten gövdesine.
SIRRIBERK ARSLAN
13Şubat2005/Sabah
Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı
vefat etti
13 Şubat 2005
Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcılarından Necmettin Gevri, bir
törende kürsüde şiir okuyordu. Gevri, ünlü Sakarya şiirini okurken birden
fenalaştı ve..
143
Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcılarından Necmettin Gevri (62),
kürsüde şiir okuduğu sırada kalp krizi geçirdi. Gevri, kaldırıldığı
Kahramanmaraş Devlet Hastanesi'nde hayatını kaybetti.
Kahramanmaraş Belediyesi'nde 15 yıldır görev yapan ve 12 yıldır Başkan
Yardımcısı olan Gevri, bu gece Anadolu Gençlik Dergisi'nin düzenlediği ve
Batıpark Spor Salonu'nda gerçekleştirilen 'Kurtuluş Gecesi'nde, Necip Fazıl
Kısakürek'in 'Sakarya' isimli şiirini okumak için davet üzerine kürsüye geldi.
Şiiri okumaya başlayan Gevri, birden fenalaşarak yere yığıldı. Çevrede
bulunan bir doktor tarafından kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra
Kahramanmaraş Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Acil serviste tedavi altına
alınan Gevri, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını
kaybetti._ İHA
ŞİİRLE NEFES ALIYORDU ŞİİR NEFESİNİ ALDI/ Ünal
Kalaycı
Onu ilk gördüğümde bir grup gence hitap ediyordu. İlk defa
kelimelerin hakkını vererek konuşan birini de görmüş oluyordum. O
ilk konuşmasında şu üç şey aklımda kalmış: 1. Gençler çok
okumalısınız. Hem öyle okumalısınız ki kafanız patlayacak gibi
olmalı sonra bir an durup hiç okumamış gibi yeniden okumaya
başlamalısınız. 2. Gençler Bill Clinton on bir yaşındayken
okulundaki izci grubuyla kampa gitmiş. Yolu kampın yakınından
geçen o zamanki Amerika’nın devlet başkanı kampa uğrayıp
gençlerle tokalaşmış ve sohbet etmiş. Clinton kamptan eve
döndüğünde annesine demiş ki: “ Anne ben gelecekte
Amerika’nın devlet başkanı olacağım. Annesi : “Oğlum biliyorsun ki
toplumumuz anne ve babası ayrı olanların yönetici olmalarını
desteklemiyor. Bu olmaz başka şeylere heves etme.” der. Ama
Clinton: “Hayır anne otuz yıl sonra her şey değişecek, toplumun
bakışı da değişecek ve ben devlet başkanı olacağım.” der. Clinton
okulunu bu düşüncelerle okumuş, evliliğini üst tabakadan biriyle
144
yapmış, valilikten devlet başkanlığına ulaşmış. Yani gençler büyük
hedefleriniz olsun. Başaramam demeyin Clinton gibi otuz yıl
uğraştığınız her şey olur.3. Gazete okuyun demişti. Yine bir devlet
başkanının yetişmesini şöyle anlatmıştı: “İki çocuk ve iki
ebeveynden oluşan bu aile her gün dört gazete alıyorlar. Gazeteler
ülkedeki dört önemli siyasi görüşü temsil ediyor. O partilerin
olaylara yaklaşımlarını da ailenin bir ferdi temsil ediyor. Ailenin
oğlu yıllarca bu şekilde eğitiliyor.”
Galiba 1995 yılının “12 Şubat” gece kutlaması “Batıkent Spor
Salonunda” yapılacaktı. O gecede Durdu Mehmet Biçkes ile ben de
şiir okuyacaktık. Belediyeden programla ilgilenen yetkili bir gün
önce bizi onun yanına götürüp şiir okumamızı ona dinletti. Üstat bize
bir takım tavsiyelerde bulundu. Ben onun o kadar güzel şiir
okuduğunu ertesi gece kutlamaların sonunda öğrenecektim. Biz
şiirimizi okumuştuk. Konferans verilmişti. Gösteriler sergilenmişti.
Program bitmiş, salon terk edilmeye başlanmıştı ki salondan bir
grubun başlattığı bağırmaya salonun kalanı da eşlik ediyordu.
“Gevri” “Sakarya” herkesin baktığı yöne doğru baktım. Gevri önce
bekledi ama salondaki tezahürat reddedilemez bir hal almıştı.
Alkışlar arasında kürsüye yürüdü. O davudi sesiyle 2. Viyana
bozgunuyla başlayan geri çekilmenin son noktası, aynı zamanda
ilerlemenin başlangıcı olan Sakarya’yı sembolize eden Sakarya
şiirini okudu. Harika bir yorumlamaydı bu. Zannediyorum şiir
bitince insanlar ikinci defa istemişti. Gerisini tam hatırlamıyorum.
Ondan sonra benzeri kutlamaların sonunda sahne hep aynı oluyordu.
Ondan böylece şiirin nasıl okunacağını, kelimelere nasıl can
verileceğini öğreniyorduk.
O kültür adamıyla bir sonraki karşılaşmamız yerel radyoların mantar
gibi bittiği yıllarda “Selam FM” de oldu. Ben üç ay kadar yaptığım
bu radyoculukta üstat haftada bir sohbete gelirdi. O zaman
karşılaşırdık. Bir defasında çaldığımız “ezgi” türü müziği beğenip
beğenmediğini sormuştum. O da “Bu çaldığınız müzik değil, tek iyi
yanı içinde bir takım mesaj olmasıdır. “ demişti. O zamanlar
yadırgadığım bu cevabı sonradan gayet iyi anlamıştım. Çünkü bir
145
zaman sonra o çaldıklarımı ben de dinleyemez olmuştum. Radyoya
geldiği zamanlarda muhabbetlerinden hatırlıyorum bir arkadaş
gruplarıyla haftada bir “edebiyat sohbetleri” yaptıklarını.
Aradan yıllar geçip tekrar Kahramanmaraş’a döndüğümde bir
vitrinde şehre kahramanlık unvanının verilişini anlatan kitabını
yazdığını gördüm.
Saçaklızade Kütüphanesine vardığımda bir şey dikkatimi
çekti: Saçaklızadelerin kim olduğu Osmanlıcadan alıntılayarak
yazmıştı. Yazısı girişte bir tablo halinde tavandan tabana kadar
uzanıyordu. Altında “1992- Necmettin Gevri” yazısı vardı.
Onun İmam hatipten öğrencisi sonrasında arkadaşı Ali Ülger diyor
ki: Necip Fazıl’ın iki tiyatrosunu o sahneledi. Şehrimizde ilk
mehteranı o kurdu. Pratik zekâlıydı.”
Bir belediye personeli onun ölümü insanlara bir derstir. Allah o
salonu dolduran insanlara onun ölümünü canlı olarak izletip bir ders
verdi. “Ölümü unutmayın.” dedi.
Ardından gazetelerde şu kadarcık haber:
"Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcılarından Necmettin
Gevri (62), kürsüde şiir okuduğu sırada kalp krizi geçirdi. Gevri,
kaldırıldığı Kahramanmaraş Devlet Hastanesi'nde hayatını kaybetti.
Kahramanmaraş Belediyesi'nde 15 yıldır görev yapan ve 12 yıldır
Başkan Yardımcısı olan Gevri, bu gece Anadolu Gençlik Dergisi'nin
düzenlediği ve Batıpark Spor Salonu'nda gerçekleştirilen 'Kurtuluş
Gecesi'nde, Necip Fazıl Kısakürek'in 'Sakarya' isimli şiirini okumak
için davet üzerine kürsüye geldi.
Şiiri okumaya başlayan Gevri, birden fenalaşarak yere yığıldı.
Çevrede bulunan bir doktor tarafından kalp masajı yapılan Gevri,
daha sonra Kahramanmaraş Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Acil
146
serviste tedavi altına alınan Gevri, yapılan tüm müdahalelere rağmen
kurtarılamayarak hayatını kaybetti.”
Bu kadar yıl belediye başkan yardımcılığı yapıp hiçbir
şaibeye bulaşmamış bu adamı, evini cenaze ve taziye sırasında
görenlerin “Ya bu insan maddi şeylere hiç değer vermiyormuş”
dedikleri bu gönül adamını, bu kültür adamını, bu hizmet adamını
elbette gençlere tanıtmak herkesin görevidir. Elbette belediye de
onun ismini yaşatmak için onu her yıl anma programı yapabileceği
gibi adını bir bulvara, caddeye ya da sokağa verir.
Kaynak: Kahramanmaraş Objektif, 18 Mayıs 2005 s.1
MEHMET GÖKALP
147
BİYOGRAFİ
7.4.1943 yılında Talas’ta doğdu.Kayseri’deki öğrenim hayatını
sırasıyla Etiler İlkokulu, Nazmi Toker Ortaokulu ve Kayseri
Lisesi’nde tamamladıktan sonra İstanbul üniversitesi Fen Fakültesine
girdi.Üniversite Öğrenciliği yıllarında Üstad Necip Fazıl
Kısakürek’le tanışarak onunla birlikte Büyük Doğu’da çalıştı. Çeşitli
dernek ve sivil toplum kuruluşunun yanı sıra ,Milli Türk Talebe
Birliği’nde Sekreterlik görevinde bulundu.8 yıl devam ettiği
fakültesini tamamlamadan memleketi Kayseri’ye döndü.Buradaki
öğretmen okulunun sınıf öğretmenliği bölümünü bitirerek,bundan
sonraki hayatını sınıf öğretmenliği ve yöneticilik yaparak
sürdürdü.53 yaşındayken yakalandığı amansız hastalıktan
kurtulamayarak 7.4.1995 tarihinde (doğduğu gün) Hakkın rahmetine
kavuştu.Hanımı,oğlu ve kızı hayatta olup,iki çocuğundan 4 torunu
vardır.
Meh.Gökalp,Üstadla BüyükDoğu’nun açılışında
Mehmet GÖKALP
148
ARARENK…………………/Mustafa ÖZER
1960 lı yılların sonuna doğru tanımıştım Mehmet Gökalp ‘ı.Daha
önceleri de birkaç defa görmeme rağmen karşılıklı konuşmamıştım.
Genelde de Üstad Necip Fazıl’ın konferans öncesi veya
sonrası,üstadın dinlenme zamanı sıralarında yüz yüze gelişlerdi ki
konuşacak ortam olmazdı.Konferans sırasında ise dış aleme kapalı
olduğum için kimseyi görmezdim.Çünkü bize tarihi ve geleceği
,dünyayı ve cenneti öğreten o konferanslardı.Siyaseti ve sanatı,aşkı
ve aklı hep konferanslarda teneffüs ediyorduk. Üstad konuşmaya
başladığında koskoca salon ve bir o kadarı da dışarıda olan dinleyici
kitle büyük bir kütle halinde her biri kendi mahsubunda derin ve
sessizleşirdi.Koskoca bir topluluk birey olarak herkes kendi mantığı
çerçevesinde akıl küpünü doldurmakta.Konuşmağa mecal mi
var.Ağzı açık dinliyoruz.Mahcupluğumuz derin.Kendi
çevrenimizden edinemediğimiz cesaret dahil bilgi ve usul karşısında
mahcubuz .Kendimize ait asli insanlık derslerini öğrenmekteki geç
kalışımıza yandığımızdan mahcubuz.Bilmediğimizi bilmemenin
derin içselliği ve bir o kadar kaynak edinmenin sevinciyle ondan
ayrı kalmanın mahcubiyeti.Çelişkiler ve arzular iç içe bütün
149
bildiğimiz ve okullardan devşirdiğimiz hiçlik içerisinde
kavruluşumuz. Mahcubuz…
Mehmet Gökalp , büyük doğu mektebinden nasiplenenlerin
yüreğinde taşıdığı , insanlığa ve Allaha karşı sorumluluklarını tam
ve kamil anlamda yerine getirememenin mahcupluğunu ifşa
edercesine, bütünü temsil adına, münferit mahcubiyetimizi ifade
eden manken gibiydi.O güzel insanın çekinikliği dahi bu mahcubiyeti
dillendirmenin yüzüydü.Çağa karşı Müslüman olarak büyük
yükümlülüklerimiz vardır.Aymazlıkları had safhada olan birkaç
mecnunu bahane ederek aymazlığı örnek almak hiçbir etik değere
sahip olmamakla aynı seviyede değil mi.?Ve bu ahlaksız ve dine
kinle bakan, ve Müslümana karşı özel nefretle dolu , sözde
Müslümanların devlet imkanlarıyla olan fiyakalarına karşı insanlık
adına utanmamak mümkün mü.?Ve insan olmaktan insanım diye
yaşamaktan huzuru baride mahcubiyete düşmemek mümkün
mü?Mehmet Gökalp bu bilgeliği bünyevileştirmenin saadetiyle
sürekli mütebessimdi. Öyle bir tebessüm idi ki ne karşısındaki
zalime zalimliğini sürdürmesi için bahane üretir ,ne de karşısındaki
acizin sevincini bozardı.Mahcup ve hüzün içinde bir tebessümdü
onda olan . Mehmet Gökalp’ı baba ocağında yaptığımız sohbet
toplantısında yakinen tanımıştım. Hafızamda da öyle kaldı. O benim
için hep gencecik ,her zaman mahcup delikanlı, hizmeti seven ,bilge
ve çalışkan bir kardeşimizdi .Kılık kıyafetine dikkat eder, Bulunduğu
sosyal mevkiyi müdrikti ve gereğini gereği kadar yapmanın da
teknokratı görünümündeydi. Traşının kendine özge olması onun
dünya algısıyla ilgili bir tavrıydı.O özel bir Mehmet Gökalp
idi.Öğretmenlikten gelen pedagojik argoya iltifat etmez,sivil
dünyanın olması gereken değerlerini taşırdı.
TÖS ve Köy Enstitüleri diye farklı zamanlarda kurulmuş ve fakat
aynı zihniyetin ürünü olması hasebiyle biri sebepte diğeri sonuçta
aynı iki ayrı kurumun ne olduklarını ancak gözleriyle görenlerin
anlayabileceği bir gerçeği yine onların affına sığınarak pedagojik
argo diye niteledim. Aksesuar olarak malum bir gazetenin başlığı
dışarıdan gözükecek şekilde ceket cebine yerleştirir, bu anılan kurum
mensupları .Oysa lokallerinde oyun oynamaktan zaman bulamazlar
ki gazete okumağa .Cebindeki gazetenin bir haftalık bir aylık
150
gecikmeli olması da onu ilgilendirmiyor.Çağdaş medeniyete ulaşma
gayretinden geçtik keşke ileri gidenlere fren olmasalar.Fakir Baykurt
merhum onların destanlarını yazdı .Onları idealleştirdi. Fakir
neticede sanat yapıyordu aklınca .Ne tez söndü balon. Öyle bir
argoları var ki demeyin gitsin. Fakir Baykurt’a adı geçen bu iki
kurum mensuplarının argo sözlüğü olarak ta bakabiliriz.Salt köy
romanı diye edebiyata taşımanın doğru olmadığını Attila İlhan bile
kaç kez yazdı.
Mehmet Gökalp tek idi derken bütün olasılıkları bilerek
söylüyoruz . Konuşmalarımız her şeye karşın tedbir aleminin
dilindendir, erbabına arz olunur. Öğrettiği her iyi doğru ve güzeli
pedagojik yalıtımla izole ederek kendisine tevdi edileni aynı
mazrufuyla bize teslim eden öğretmeni temsilen Büyük Doğu dan
nasiplenmiş bu kardeşimize işbu mersiyemizi seccade niyetiyle
önüne seriyoruz. Kelam öğreten Rabbim ona da merhamet et.
NİCE YARALAR
nice yaralar bilirim devayı dilden umar
nice yaralar bilirim dilinde deva sunar
nice yaralar bilirim yüzeyi sakin derini acı
nice yaralar bilirim varlığı ömür tacı
nice yaralar bilirim gündemi sükut
nice yaralar bilirim gözleri yakut
nice yaralar bilirim gözünden düşmez yaş
nice yaralar bilirim ağıtıyla olur ayyaş
nice yaralar bilirim varlığı aksi yöndür
nice yaralar bilirim yarlığı aksiyondur
151
DOÇDR.Ş. SELİM HAS(1952-2018)…/Prof.Dr.Kenan HAS
ÖZGEÇMIŞ
952 yılında Kayseri Mimarsinan’da doğdu. İlköğrenimini
Mimarsinan’da, Orta ve Lise öğrenimini Kayseri'de aldı. 1974’te
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1975—76
da Londra’da dil öğrenimi gördü. 1976 yılında İskoçya Edinburgh
Üniversitesine Yüksek Lisans ve Doktora eğitimi izin kabul edildi.
1978 de 6 ay sureyle Mısır’da Arapça kurslarına katılıp materyal
topladı. 1981 de Edinburgh Üniversitesi’nde sunduğu “A Study of
Ibrahim al-Halabi with Special Reference to the Multaqa” isimli tezle
doktorasını tamamladı. 1962 de askerlik görevini yaptı. 1983—1994
yılları arasında İngiltere’de, “Dünya İslam Birliği”nde üst düzey
idareci olarak çalıştı. 1995'te Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
İslam Hukuku Ana Bilim Dalı’na Öğretim Üyesi olarak intisap etti.
2008 yılı Ocak ayında Doçent unvanı kazandı. 2018 yılı Nisan ayinin
3. Gününde daru-l ukbaya irtihal etti.
Ulusal hakemli dergilerde yayımlanan makaleler:
“Nişanın Bozulmasının Hukuki ve Dini/Ahlaki Neticeleri”, Marmara
Üniversitesi
İlahiyat fakültesi Dergisi, 30, (2006/1)
152
“Klasik Fıkıh Usulünde Neshin Mahiyeti”, E.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 2l„ (2006/2).
“Roma Hukukunun İslam Hukuku Üzerine " tesiri Konusunda
Şarkiyatçıların Görüşleri”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 4,
(2004)
Ulusal bilimsel toplantılarda sunulan ve bildiri kitaplarında
basılan bildiriler:
“Şeyh Bedreddin'in Bazı içtihadi Meselelerdeki Görüşleri”, Şeyh
Bedrettin, Kayseri, 1597
“Kınalızade Ali Efendi’nin Vakfın İcrası ile İlgili Görüşleri”, Kınalı
zade Ali Efendi, Kayseri, 1999
Diğer yayınlar:
“The Use of Multaqa’l-Abhur in the Ottoman Madrasas and legal
Scholarship” Osmanlı Araştırmaları, "the Journal of Ottoman
Studies, 7-8, 393-418, İstanbul, 1988.
“İslami Cezaların Ahlaki Yönü” (E.M.Sandeela’ dan tercüme), fi.E.
Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9, 563—574 (2000)
“Tarihi Gelişim Sürecinde Sünni Hukuk Teorisinde Ifta’ ve Ictihad”,
(W.B.Hallaq'tan tercüme), E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
13, 357-369 (2002)
“Klasik İslam Hukuku Teorisinde Maslahat Meselesi”, (1.A.
Bagby’den tercüme),
Marife, 3, sayı 1, 155-164. (Bahar2003)
153
Bilimsel Kitap:
Cezalarda Caydırıcılık İlkesi, İslam Hukuku ve Modern Hukuk
Arasında bir Mukayese, Laçin Yayınları,Kayseri,2007
Ansiklopedi Maddeleri:
“İbrahim el-Halebi” T.D.V. İslam Ansiklopedisi,15,
“İngiltere” (İslamiyet) T.D.V.İslam Ansiklopedisi,22,
“Mülteka” T:D:V: İslam Ansiklopedisi,31.
Bilimsel Kitap:
Cezalarda Caydırıcılık İlkesi, İslam Hukuku ve Modern Hukuk
Arasında bir Mukayese, Latin Yayınları, Kayseri, 2007
Ansiklopedi Maddeleri:
“İbrahim el-Halebi” T.D.V. İslam Ansiklopedisi, 15, “İngiltere”
(İslamiyet) TD. V. İslam Ansiklopedisi, “Multelca” ’T.D.V. Esther
Ansiklopedisi, 31,
Londra’da talebe iken 1975 yıllarında Türkiye’den giden
arkadaşlarıyla kurmuş olduğu TURKYAR (Türk Öğrencileri
Yardımlaşma Derneği) oldukça stratejik bir konuma sahiptir.
Faaliyetlerinden birisi de başta "Türkiye olmak üzere dünyanın
birçok ülkesinden gelen Müslüman genç1eri Doğu Türkistan’daki
Çin zulmünden Batıdaki lslamofobi anlayışının temellerine varıncaya
kadar dünyada olan biten olaylardan haberdar etmek olan kuruluşta,
uzun yıllar gündemdeki temel meseleler ve çözüm önerileri üzerine
beyin fırtınası diyebileceğimiz çalişma1arin öncülüğünü yapmıştır.
Türkyar adıyla çıkan dergide şiirler de yazan Has’ın Ayasofyam
154
adli şiiri, Has hocanın meseleler üzerindeki hassasiyetini
göstermektedir.
AYASOFYAM
Bir müze hatırına nelerimiz satıldı,
Putlar çıktı meydana Hak bir yana atıldı,
Patrikhane dururken camimiz kapatıldı,
Daha ne kadar zaman minareler susacak?
Ne kadar Ayasofyam böyle zehir kusacak?
Nasıl manevi darbe vuruldu özümüze?
Nasıl saçtı Avrupa zehrini gözümüze?
Fatih görseydi derdi tükürüp yüzümüze:
“Deniz gibi kan döktük cesetler birer gemi,
Biz onda namaz kıldık müze olsun diye mi?
Tekbir yükselmez artık, duyulmaz ezan sesi,
İbadet etmek varken ziyaret etmek nesi?
Bize nasıl gülüyor kahpe Yunan teresi,
“Türk’e yaptıklarımız sanki gelmiş gibi az
Fatih’in camiinde kılmıyorlar namaz!”
Ne olur uyanalım bakalım dünümüze,
155
Endülüsten bir cami kalmış mı günümüze,
Kiliseye çevirip koymuşlar önümüze,
Ayasofyam silkinip maskesini bir kırsın!
Yeniden gök kubbeye “Allah Birdir” haykırsın…
Tasvirler, Haçlar çıkmış, vay sanatmış vay süsmüş.
Kandiller neden sönmüş, mihrabı niçin küsmüş?
Gönlümüzdeki arzu işte dilime düşmüş…
Düşün yaşadığın şehir İstanbul mu, Sofya mı?
Yeter! İbadete açın benim Ayasofyamı…
156
ŞÜKRÜ SELİM HAS (1952-2018)…/Mehmet KASAP
Selim hocayı Paris’teki (bizim köy, Cırlavuk) herkes gibi
geriden geriye ben de bilirdim de, ilk karşılaşmamız, 12 Mart
muhtırası ve devamında kurulan bir takım diyelim milli
hükûmetlerden sonra 1973 yılında yapılan milletvekili seçimleri
arifesinde aday adaylarından birisinin bir yaz akşamı delegeden oy
talebi, yani siyaset (ön seçim) için teşrif ettiği belediye çay
bahçesinde oldu.
O tarihlerde ben İstanbul’a gideli bir yıl olmuş, yaz tatili için
geldiğimiz köyde havalı havalı dolaşıyoruz. Dayı oğlu Nevzat
benden kıdemli, iki yıldır Bursa’da. Başka arkadaşlar da var.
Bizim köyün biri Bedford diğeri BMC Austin iki kamyonu
var, belki bir de Enter otobüs. Su elektrik var ama, yollar toprak,
kışın kardan buzdan, yazın tozdan şehir ile ulaşım böyle işte... Köylü
dersen, çiftinde çubuğunda, resmiyet sıfır!...
Adam her ne söylüyor idiyse, Cırlavuk’un Paris yapılmasına
yönelik, tamam siyasetle ilgimiz yok ama baktık muhterem konuşup,
bol keseden atıyor, böylesini de kaldıramamış olmalıyız ki, Nevzat’la
ben dedik ki;
-Gelmişsin şuraya, otur çayını iç, bildiğin tanıdığın
delegelerinle de görüş, ne işin var ise yap, ama bizi kandırma, biz
imkânlarımızın da, ne olup olmadığımızın da farkındayız...
Geniş bir halka halinde toplanılmış olan çay bahçesine bomba
düştü... Orada bulunanlar birbirleriyle konuşmaya başladılar kimi,
157
adama ayıp oluyor gençler, adam misafir, kendinize gelin dediler,
kimi de, doğru söylüyor bu gençler, bu güne kadar siyasetten ne
gördük te bundan sonra ne göreceğiz, helal olsun kabilinden
mırıldanmalar duyuluyordu...
Bu gün gibi gözümün önünde; yatsı namazı tamamlanmış
cemaat dağılıyordu, aralarından Selim bey, yalın ayağında tokya
terlik olduğu halde çay bahçesine gelerek olaylara şahit olmuştu... Bu
arada tanımıyorum ama AP’li idi galiba aday adayı muhterem,
cebinden Yenice sigara paketiyle tükenmez kalemini çıkarttı ve bana
ve Nevzat’a adımızı, kimin oğlu olduğumuzu soruyor, biz de;
-Ne yapacaksın, Jandarmaya mı vereceksin, biz sizin bir şey
yapamayacağınızı da, bir şey olmadığınızı da biliyoruz, demeye
çalışıyorduk....
Hiç beklemediğimiz bu anda Selim bey konuşmaya başladı;
-Arkadaşlar doğru söylüyor beyefendi, siz köyün ne
problemlerini biliyorsunuz, ne şunu ne bunu, ama veresiye
konuşuyorsunuz, henüz adaylığınız da yok!...
Camiden çıkmış olan Selim bey, bütün günlerini orada burada
geçiren, Yeni Ortam Gazetesi okuyan bize destek veriyordu, bizim
oralarda pek alışılmadık bir harekete şahit oluyordu millet o akşam.
Bir köşeye çekildik ve Selim beye dedik ki;
-Sağolasın, bizi destekledin, ne iş? Ne dese beğenirsiniz?
-Tabii sizi destekleyeceğim, olan biteni ben de gördüm, iyi de
yaptınız, sonuna kadar haklıydınız, asıl siz sağolun, çok cesur
davrandınız...
Kırk yıla varan sürede başka hiç bir ilişki yok. Ama tabii ki
Selim beyin İngiltere’ye, Mısır’a gitmeleri fıkıhla ilgili çalışmaları
duyuluyor, biliniyordu. Selim beyin bu özelliklerini Üniversiteden
arkadaşları yazmış, ben bunları yacak değilim, zaten kendisi de
bilebildiğim kadar ikili ilişkilerinde ilmini, ihtisasını hiç ön plana
çıkartmadı... Görünen; ilmiyle amel etmesi ama ilmiyle hiç
övünmemesi ki, bu az bulunur haslet günümüzde önemli ve bence
Selim beyin en büyük özelliği bu; “İlm-i kesbiyle” yükselmenin
“arzuyu muhal” olduğunun farkında, Fuzuli’yi okumuş olmalı...
Onun ilmi, ilişkilerine espri olarak yansımış, uzun yıllar
Ankara’da birlikte olduğu Hüseyin Yaldız, benim bir kültürel
158
özeleştiri diye nitelendirdiğim Kasabam ve Babam isimli
çalışmasında; “...eskilerde kullanılan ve de halen kullanılmakta
olmakla birlikte, ne anlama geldikleri bilinemeyen bazı kelimelerin
anlamlarını, şimdikiler de bilsin düşüncesiyle burada açıklamak
istiyorum. Neyin nesi olduğu pek bilinemeyen, hangi lehçeden
olduğu pek anlaşılamayan bu kelimelerin, ne anlama geldikleri
hususunda bana yardımcı olmaya çalışan, Türkçeden İngilizceye
çevirme yaparken zorlanıp, ağabey, ben, sadece hanımın adını Nur
olarak değiştirebildim. Hecirget’in, eyiş’in, .... törlemenin,
gazellemenin ve zibillemenin ne anlama geldiğini sözlüklerde
bulamadım. Bundan dolayı kamuoyundan ve sizden özür diliyorum.
Diyen ve İskobi (Subaşı), İsbile (Başakpınar) gibi yerler dururuken,
gidip ta İskoçya’lardan evlenen Selim Şükrü Has’a da teşekkür
etmek istiyorum.” diyor.
Üniversitede rektörlükte çalıştığı sırada birkaç kere görüştük,
bana Erciyes Üniversitesi yayınlarından kitap hediye etti; Devr-i
Hamid, Sultan II. Abdülhamid. Rahatsızlığında da on, onbeş günde
bir telefonla görüşüyorduk, acizane benim “telif eserlerim” dediğim
çalışmalarımı duymuş, Mustafa Cabat’tan temin etmiş. Sığ Kıyıdan’ı,
Cırlavuk’u, Bizim Oturma’yı tek tek okumuş iyi mi? Saatlerce
telefonda anlattı; sen Necip Fazıl’a çay yapmışsın, ... ben nasıl
kaçırdım dedi, dahası “bizim hanıma gösterdim, bak bizi de yazmış,
oturmalarında biz de konuşulmuşuz, dedim,” dedi.
Selim beyin Bizim Oturma’dan işaret ettiği bölüm şu şekilde;
(Mustafa Cabat hoca bir soru üzerine eğitimle, özellikle yabancı dil
eğitimiyle ilgili düşüncelerini anlatıyor)
- Ben bir kısım dersleri yabancı dilde eğitim veren okulda
çalıştım, idarecilik yaptım, normal lisede dört saat İngilizce dersi
varsa bizde on iki saat, yine de İngilizce öğretemedik iyi mi, bir
çocuk öğrendiyse onun da anası İskoç kökenli, kaldı ki İngilizce
hocalarının bir tamamı İngiliz ve MI6 ajanı..
- Önemli olan müfredat, sıkıysa karga kovalamayı kaldır da
görelim, fizikçisi fizik bilmez kimyacısı kimya... Bir fetoş geldi, bir
çocuğu bir kaç dalda; vay Türkiye birincisi bizden, aynı çocuğu
başka bir branşta yine birinci bizden diyerek yalan dolanla
yöneticileriyle beraber koca bir ülkeyi dolandırdı gitti...
159
(Kadıncık ebem) Büyükbabaannemin, İstanbul’da çalışan
(oğlu) Abdülkadir dedeme göndermiş olduğu 1908 tarihli Osmanlıca
mektubu ağabeyimin ricası üzerine Selim hoca tercüme etti, “iki üç
arkadaşımla epey bir vakit uğraştık” dedi... Üniversiteden
arkadaşlarından da öğreniyoruz ki bu tip yardımları burada
sürdürerek Londra’daki Yardım Derneğinin tek başına Memleket
Şubesi olmuş ...
Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun.
160
AHMET KAPLAN
Ahmet KAPLAN…………………………………/Mustafa ÖZER
Yazar, şair, gazeteci (Doğ. 1945- öl.5 Kasım 2016). İlk ve orta
öğrenimini Kayseri’de yaptı. Henüz ortaokul talebesi iken 1962
yılında Devrim gazetesinde fiili gazetecilik ve yazarlık hayatına
başladı. Tohum, Millî Yol, Orkun, Filiz, Toprak, Ötüken, Türkocağı,
Kültür-Sanat, Erciyes, Gökkubbe, Nevzuhur gibi milliyetçi çizgideki
dergilerde makale şiir ve denemeleri neşredildi. İstanbul’da
yayımlanan Yeni İstanbul, Bizim Anadolu, Orta Doğu, Ankara’da
çıkan Tutanak gazetelerinde makale ve köşe yazıları yayımlandı.
Değişik gazetelerde Genel Yayın Müdürlüğü de yaptı. Kurultay ve
Sel dergilerinin de kurucuları arasında yer aldı. Yazı ve düşünce
hayatında, H.Nihal Atsız, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek
gibi şahsiyetlerden etkilendi. Özellikle Üstad Necip Fazıl’ın ateşli
polemik çizgisi daha çok belirleyici oldu. 1984’te Kayseri
Gazeteciler Cemiyeti “Yılın Makale Yazarı”, 1985’te Kayseri Olay
gazetesi “Muin Feyzioğlu Deneme Ödülleri”ni kazandı. 1992 yılında
ANTBİRLİK Basın Müşavirliğinden emekli olup Antalya’ya
yerleşti. Son yazılarında Kayseri ve özellikle Kızık Köyü’ne dair
kaybolan kültür değerlerimizi deneme-hatırat tadında değişik bir
üslûpla ele almaktadır. Aynı zamanda Antalya’daki mûsikî ve kültür
161
sanat çevrelerinde aranan bir sohbet adamıdır. Evli ve üç çocuk
babasıdır. Eserleri: Erciyes’in Eteğinden Geçenler ve İşte Necip Fazıl
(2003) ile “Ahlâk İhtilâli” (Denemeler), “Necip Fazıl ve Kadın” ve
“Osmanlı Padişahları”nı manzum olarak anlattığı kitapları da baskıya
hazırdır.
Ya Ahmet Taşçının yanında veya Nazım Erinmez’le birlikte
olurdu. Kaplan’la doğrudan ilişkim yoktu.1988 lerin sonuna doğru
Antalya’da karşılaştık. Ahmet Kaplan’ın adı ve soyadıyla birlikte
söylenmesi alışkanlık halindeydi sanki. Son karşılaşmamızda da ; -
Vay Özer abim! Diye bana sahip çıkarken Vay Ahmet Kaplan diye
kucaklaşmıştık. Antbirliğin koltuklarına ilişerek hal hatır sohbetine
girmiştik. O güne dek Ahmet’le aynı kulübün müdavimleri olmamıza
rağmen hiç sohbetimiz olmamıştı. Antalya’ya sağlığı nedeniyle
geldiğini söylemişti. Şehri sevdiğini ailesinin de rahat olduğunu
söylüyordu. Ahmet’in genelde yüzeysel bir dili vardı. Bu dil genelde
şakaya çok yatkın bir dildi. Sohbetimiz bir saat kadar sürmüştü.
Genelde (acil) zaman kipini kullanan Ahmet Kaplan rahatlamış ve
özlemini duyduğu bir hayatın içerisinde gibi müsterih bir tavırdaydı.
Yönetim Kurulu toplantısına geçecekleri için (özür)lerini sunarak
ayrıldık. Ertesi günü beni daha geniş konuşmak için sendikalarının
salonuna davet etti. Bu arada sendikanın kadrosuyla tanışmıştık.
Ahmet’in davranışlarında Kayseri’deki hayatından eser yoktu. Her
konuda ağzı laf yapan, laf ebesi Ahmet gitmiş yerine durmuş,
oturmuş gelecek sözün acilliğini değil işe yarar sözlerin yerindeliğini
arıyor gibiydi.1985 den sonra yazları her yıl Antalya’ya gittiğim için
Antalya’da kim misafir kim mukim ayırabiliyordum.90 lı yıllardan
sonra da turizmci olarak Antalya’daki Kayserililerden bir kulüp
oluşturmuştuk. O toplantılarda ne yapacaklarımıza nasıl
yapacaklarımızı tartışırdık. Ahmet Kaplan’ la da zaman zaman
buluşur dertleşirdik.
162
Ahmet saçını taramasından temiz, ütülü ve modaya uygun özenle
seçilmiş renk ve model giysisi ile her zaman aktüel birisi olmayı
başarabiliyordu. (“tiril Tiril”) tabiri en çok Ahmet Kaplana yakışırdı.
Sıcak Antalya’nın akşam üzerleri çöken serinliğinde muhabbet bir
başkaydı. Hep gündemimizde Büyük Doğu ve Üstadın şiirleri vardı.
Konumuz akutlaşmış şekilde hep aynıydı; Müslümana giydirilen deli
gömleği ve şaşkınlaşan sapkınlaşan halleriydi. Bunalım cümleleri
Ahmedin -……Titre ve kendine dön diye bağırmasıyla yön
değiştirirdi. Akutlaşan sohbetin bu kısmına yabancı olan
arkadaşlarımız da vardı. Onun için şiire dönerdik hep. Ahmetde şiirle
uğraşırdı. Üstad gibi büyük şairlerin gölgesinde şair olduğunu pek
söylemezdi. Büyük Doğu kulübü üyelerine Necip Fazılın şiirinin
dışında şiir okumak giran gelirdi. O yüzden olacak Ahmet sıkıntıyla
şairliğini gizler veya sükut geçerdi.
Senin (Tahassür)üne zeyl olan bu yazımızda ebedi aleminde dualar
ediyoruz. Allah sana Rahmet etsin.
163
FEVZİ KAYNAK……………./Mustafa ÖZER
Çocuk denecek yaşta Astsubay Mızıka Okuluna girerek askeriyeye
intisap etmiştir. Kıta hizmetlerinde bandoların belli yerlerde olması
nedeniyle Fevzi Kaynak eğitim alanında istihdam edilmiştir. Fakat
alay içinde moral günlerinde karşılama ve uğurlamalarda Fevzi
Başçavuş küçük bir bando kurarak görev ifa etmiştir. Musıki kulağı
sağlam ve gelişmiş olan bu arkadaşımız birçok enstrümanı çok güzel
kullanır dinleyenleri coştururdu. Onu enstrümanla birlikte görenler
asker olduğunu unuturlardı.
Görevine son verilerek askeriye ile ilişkisi kesilmişti. Suçu irtica ile
irtibatı idi. Oysa uzun yıllar Fetullah Gülen’e bağlı idi. Ne zaman ki
bir Cumhuriyet Bayramında astsubayların eşlerinin başlarını
açtırarak Cumhuriyet Bayramı balosuna katılmaları emri gelince
Fevzi Kaynak ile Fetullah Gülen arasındaki köprüler atılmıştı.
Fetullah Gülen Cumhuriyet rejimiyle barışmaya karar vererek
bundan böyle milli bayramlarda kendine bağlı askerlerin askeri
onurlarını koruyarak aileleriyle birlikte çağdaş ve modern bir kılıkla
törenlere katılmalarını istiyordu.
164
Fevzi Kaynak ise Fetullah Gülen’in bu isteğini İslami onura aykırı
buluyor ve Kur’anı Kerime karşı olan bu isteğe isyan ediyordu.
Çünkü tesettür emri Nur suresiyle emredilmiş İslamın değişmez
temellerinden biridir. O güne dek Fetullah Gülen’e bağlı imamlar da
bunu böyle anlatıyorlardı. Oysa ne İslam’da ne de devlet rejiminde
bir değişiklik yoktu. Fakat Fetullah Gülen o güne kadar
söylediklerini inkar eden İslam’a aykırı bir yola saparak bir istekte
bulunuyordu. Sadece Müslüman oldukları için Fetullah Gülenin
arkasında duran bu gurup İslam’ın terkedildiği yerde şahısların
arkasına düşmek istemiyorlardı. Bu nedenle de Fetullah Gülene isyan
ediyorlardı.
Yeni bir peygamber mi geldi? Yeni ayetler mi indi? Nerden çıktı bu
eşlerimizin başlarını açma emri?
Fetullah Gülen’e olan bu karşı çıkış çok genişlemeden tedbirler
alınıp irtica ile ilişkilendirilerek askeriyeden Fevzi Kaynağın ihracı
ironik bir şekilde sağlanmıştır. Ordudan atılması bir yana bütün
devlet katında görev alması engellenmişti. Yani Fevzi Kaynak açlığa
mahkum edilerek Fetullah Gülen’e geri dönmesi sağlanacaktı. Fevzi
Kaynak yiğit bir askerdi. Bu tür engellemelere boyun eğmezdi.
Simitçilik yaparak komşularının yardımıyla lokanta işleterek ilk
vartayı atlatmıştı. İmdadına Ak Parti hükumetleri yetişmiş atıldığı
askeriyeye iade-i itibarı sağlanmış Kültür Bakanlığında da bir görev
verilerek Devlet tarafından vatandaşına uygulanan cezanın taltifen
izalesi sağlanmış idi. Hayatına dair bilgiler kendisi tarafından verilen
bilgilerdi. Değilse tarafımızdan kaynaklarından araştırılarak
yapılmamıştır.
Ben kendisini Kültür Bakanlığı İstanbul Müdürlüğünde tanıdım.
Bu yiğit insan birçok psikolojik baskı altında kalmasına rağmen
kendini kaybetmeyerek hayata devam etmişti. Ne var ki o
zulümlerden bazı izler de taşıyordu. Bir sıla-i rahim sırasında
tansiyonu yükselerek vefat etmişti. Rabbim rahmet eyleye…
165
ÖMER KISAKÜREK
DEHA VE ZEYL……………………………/Mustafa ÖZER
Şampiyonalarda kırılan rekorlar esas alınarak yapılacak seçmelere
yarışmacı bulmak zor olacaktır . Zira yarışmacının ve yarışma
organizasyonunun optimum şartlarını şanslı yarışmacılar yakalar ve
rekorlar kırarlar. Dolayısıyla ,tekdüze lineer mantıkla, sürekli rekor
beklemek, romantizmin sınırlarını zorlamak olacaktır.Yarışmayı
hayatın her yerinde ,değişik boyutlarda,başka başka şiddette,hedefi
farklı amaçlarda ele almak mümkün.Lakin yarışın olduğu ve hayatın
bir nevi yarışmalardan oluştuğu söylenebilir.Bir çiçek buketi gibi
renk ve kokuları farklı da olsa bir yarıştır hayat..Şehirlerdeki hayatın
bir hukuk savaşı olması gibi.İşçilerin asgari ücrete karşı verdikleri
yaşama savaşı gibi.Bir savaş daha var ki insanın insan olma onurunu
elde etme ,o onuru koruma ve o onuru yüceltme savaşıdır.Bilgi
temelli bu savaş zaman bilincini de bünyesinde taşımak kaydıyla -
tarihteki şeytansılığa karşı gözükse de- geleceği fethetme
yarışıdır.Bu yarışmanın rekortmenleri bilgelerdir.Bilgelerin dehaları
kendi dallarındaki rekorlarla taçlanır.Bir memuriyet ,bir makam ,bir
rütbe veya bir paye değildir ki bilgelik. Zamanında anlaşılan
şanslıları varsa da ışığı ,varlığı ufkumuzdan çekildikten sonra
gelenleri de çoktur.Bilgeliğin dışındaki her türlü şampiyonluk mali
taltiflerle ödüllendirilir.Bilgelerin bahtına da hapislikler,
166
yoksulluklar, idamlar ve toplumsal linçler reva görülür.Nisyana
uğrayanları asırlarca sonra zaman tünelinden geçerek geri
gelirler , iadei itibar olunarak toplumlara yol gösterirler .
Babalar ve oğullardaki nesil farklılıklarından ötürü oluşan
psikolojik ve sosyolojik çatışmalar Dostoyevski, ve Turgenyev gibi
bir çok romancıya esin kaynağı olmuştur.Benim ele almak istediğim
konunun başka bir boyutudur.Ünlüler ve çocukları veya deha ve
çocukları yahut ta şampiyon ve çocukları ele alınınca fenomenin
sanki farkları derinleşiyor, renkleri uçuklaşıyor.Ömer, Necip
Fazıl’ın Mehmet ‘ten sonra Ayşe’den önce dünyaya gelen ,beş
çocuğundan ikincisidir.Ve yine Necip Fazıl ve eşi Neslihan
hanımdan sora aynı ailenin ebedi aleme göç eden üçüncü ferdidir.
Ömer İstanbul 1946 doğumlu iki çocuk babasıydı.Oğlu Ahmet
Fazıl babasının cenazesinde yanı başındaydı.
Rahmetli üstadın cenazesindeki devlet erkanı ve halk biraz
şaşkındı. Devletin o güne değin tu kaka ettiği Necip Fazıl’dı söz
konusu olan .Türkiye’de devlet ağzı gazetelerdir. Gazeteler
üzerinden ne küfürler yağdırdılar .Ona ne zulümleri reva gördüler.O
cesur yürek başını hiç eğmedi ,sözünü hiç sakınmadı.Hiç bir habise
borçlu değildi ve habisten yana olan pislik yığınlarına da sabrı
yetiyordu.Bize resmi istatistikleri göstererek avutamazlar.Devlet her
zaman başkalaşmış nesnel ağızlardan konuşuyor.Necip Fazılla baş
edemeyeceklerini anlayınca da ademe mahkum etme yolunu
seçtiler.Bu mason localarından çıkma tavır sanılmasın ki
kaldırıldı.İktidarı birazcık ele geçirir geçirmez bu tavrın şiddete
dönüşeceği suyun suya benzemesi gibi irticaya dönüşecektir.İnsanlar
sıkıntıda iken kazandıkları melekeleri sağlıklı zamanlarına yatırım
değeri olarak kullanmıyorlar.Her sıkıntıda yeniden ölüm kalım
savaşı veriyorlar.İnsanların çoğu camda yürüyen sineğe ne çok
benziyor.Çıktıkça düşüyor,hiç bıkmıyor.Rahmetli dört inanmış adam
isterdi tabutunu taşıyacak .Merhum Turgut Özal gelmişti
cenazeye.Özal’ın gelmesiyle başlatılan süreç devlet ve erkanı için
yeniydi .O nedenle de biraz şaşkınlık vardı.Protokole bile kimse
riayet etmiyordu dense yeri vardı.Refah ve MHP tam kadro
neredeyse oradalardı. Bu hercümercin faturası da bize çıkabilirdi
.Çıkmayışına şaşırmadım desem yalan olur.
167
Üstadın oğlu Ömer’in cenazesinde de başbakan Recep Tayip
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı olan eski başbakan Abdullah Gül vardı.
Her iki devlet ve siyaset adamı aynı günde defnedilen eski dış işleri
bakanlarından birinin cenazesine gitmeyerek siyasal farkındalık
yaratmışlardı.Bu konuda eleştirenlerin ne kadar hakkı olduğu
konusunda geriye bakmalarını öneririz.Zira eleştirilerinde toplumu
nasıl ayrıştırdıklarının bellekleri ortaya çıkıyor
Kaderin ince bir çizgisidir ki Özal’la başlayan bu asla dönüş
sürecinin banisi yine de batılılar olmuştur.Türkiye’deki devlet görevi
tevdi ettikleri elitin aymazlığı nedeniyle, Türkiye’yi büsbütün
kaybetme riski batıyı uyarmış ve yeni ekollerin çıkmasına olanak
sağlamıştır.Bu stratejik topraklarda uyumakla yok olma
eşanlamlıdır,anlayanlar için.Halk zaten gafil,gafletiyle de mutlu
Elbette ki sözümüz Büyük Doğu mektebi nasiplilerinedir..
Ömer hep yakışıklı güzel giyinmeyi seven ve sevdiklerine sahip
çıkan biriydi.Gür ve kıvırcık simsiyah saçı ,son dönemlerindeki
sakalını tamamlıyordu.Kayseri’ye bir gelişinde biraz sohbet
etmiştim .Üstat yaşarken sohbet imkanı pek olmadı.Osman
Kısakürek çok nadir de olsa Mehmet’i görmek mümkündü.Ömer
biraz gizemliydi.Üstadın karizmatik yapısı ortamı sürekli gergin ve
disiplinli tutardı.Aile ortamının serbestisi ise bu karizmaya tezattı.O
nedenle üstadın aile bireyleri pek üstadın fikri çevresinde
bulunamazlardı.Üstadın evi dahi sevenlerinin işgali ve ablukasında
idi.Türkiye’nin tüm sorunları günün bütün saatlerinde ve elbette ki
üstadın çizdiği çerçevede ve Üstadın bulunduğu yer neresiyse orada
tartışılabilirdi.Bu sorunlar,tarihi olduğu kadar sosyal de
olabilirdi.Askeri olduğu kadar edebi de olabilirdi.Tek şartı
Müslümanın ilgi alanında olması ve İslam’ın geleceğine katkı
yapmasıydı.Hal böyle olunca da üstadımızın özel ve genel diye bir
hayatı olamıyordu.Necip Fazıl ve Büyük doğu birbirine geçmiş iki
konseptin ferdiyetiydi.O tekti tek olmasına ve fakat bir çok dünyayı
temsil ediyordu.Temsil ettikleri keyfiyetin yoğunluğu nedeniyle
belki en çok zaman geçirdiği ev halkına en az zaman ayırabiliyordu.
Bizlerin Necip Fazıldan beklediklerimizle Çocuklarının bekledikleri
kıyas kabul etmeyecek derecede farklar arz eder.Belki bizler farkına
varmadan çocuklarının zamanını aldık.Biz miri malı diye veya
168
Hudayinabit bulduğumuzdan kendimize hak gördük.Onun için onun
çocuklarına karşı bir vebalimiz var.Bu mersiye ile darülbekaya
göçen bu kardeşimize ,çam sakızı çoban armağanı kabilinden bir
Fatiha’ya vesile olmaktır amacımız.Ne mutlu o Müslümana ki her
yerde rabbin merhametine sığınır.Manevi hemşehrimiz olan
kardeşimiz Ömer Kısakürek’e biz hakkımızı helal ediyoruz ve
inşallah Rabbimiz hepimize merhamet eder.
ANLATMAK
I
anlatmak kolay olsaydı
mapusluk olur muydu
savaş olur muydu
iğde kokulu güzelim
anlatmak kolay olsaydı
gün güneş dururken
aşkımızı gecelere gömer miydik
kestane rengi gözlü meleğim
anlatmak kolay olsaydı
müziğe resme şiire ne gerek
koklaşır bakışır
barışırdık
sarmaşık
gibi
doğanın her yanını
sarmıştık şimdiye
demek oluyor ki gözüm
al seyr eyle
var kokla
tut konuş
konu komşu ne gelirse diline
hoş beş eyle bir gelişi güzel
169
her varana bir el
uzat
gözüm
uzat
ellerini
el hasıl güzellik asıl
gör ve duy
en iyi huy
her zaman son söz
bitmemeli gözüm
gözüm bu sonsuz
insan bilmeli sözüm
II
gözüm anlatmak kolay olsaydı
bunca HAP
bunca KİTAP
ve bunca SAP olur muydu hiç?
gözüm anlatmak kolay olsaydı
bunca SOYGUN
bunca SAYGIN
ve bunca KAYGIN olur muydu hiç?
gözüm anlatmak kolay olsaydı
gözünün içine baka baka
ne oyun
ne doyum
için etmezlerdi içine insanın
anlatmak istemem
içimizi kemireni
seni ve beni
gözyaşıyla emzireni
anlatmak istemem
anlatma yeter
kapat lügatlarını
170
gözlerini kapat
duymamak için kokuları
grip ol nezle ol
-ne bileyim bir şeyler yap
anlatma yeter
bildiklerimizi
şimdi inanma faslıdır
yere dökülen nar tanelerine
171
NECİP FAZIL'IN OĞLU ÖMER KISAKÜREK VEFAT ETTİ...
Çile şairi Necip Fazıl Kısakürek’in ikinci çocuğu olan Ömer Kısakürek 59
yaşında hayata veda etti.
Ömer Kısakürek’in ağabeyi Mehmet Kısakürek, “Ömer Bey, Üstad’ımızın ve
Büyük Doğu’nun en baş talebesiydi. Üstad’ın en çok güvendiği evlatlarından
birisiydi.” dedi. Ağabey Kısakürek, Ömer Kısakürek’in ciddi anlamda herhangi
bir hastalığı olmadığını belirterek, “Ölüm mukadder, herkesin ölümü için bir
sebep vardır. Son birkaç gün rahatsızlandıktan sonra vefat etti.” dedi. Ömer
Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları’nda Necip Fazıl’ın kitaplarının neşriyatı ile
meşgul oluyordu. İki çocuk babası olan Ömer Kısakürek’in cenazesi bugün
Eyüpsultan Camii’nde öğle namazını müteakip kılınacak cenaze namazından
sonra Eyüp Mezarlığı’nda babasının kabrinin yanına defnedilecek. Necip
Fazıl’ın Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep isimlerinde beş çocuğu
vardı.26.2.2005
Necip Fazıl'ın oğlu Ömer Kısakürek vefat etti
15:45 26 Şubat 2005 / Cumartesi
Erdoğan, Kırca yerine Kısakürek'in cenaze törenini
tercih etti
Başbakan Tayyip Erdoğan, İstanbul'da
şair Necip Fazıl Kısakürek'in oğlu Ömer
Kısakürek'in cenaze törenine katıldı.
Bugün öğle namazını kılmak için Eyüp Camii'ne giden Erdoğan, Ömer
Kısakürek'in cenaze törenine katıldı. Törende, Erdoğan'ın yanı sıra, Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül, İstanbul Valisi Muammer Güler, Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili
İdris Güllüce ve çok sayıda ilçe belediye başkanı da yer aldı.
Kısakürek'in cenazesi Eyüp'de toprağa verilirken, Teşvikiye Camii'nde de Dışişleri
eski Bakanı Coşkun Kırca için cenaze töreni yapıldı. Erdoğan ve Gül'ün İstanbul'da
bulundukları halde törene gelmemeleri ve hükümetten de hiçbir katılım olmaması,
Kırca'nın cenaze törenine katılanlar tarafından tepkiyle karşılandı.
CHP Milletvekili İnal Batu, "Yadırgıyorum. Dışişleri Bakanı Türkiye'de ise burada
olması gerekirdi. Çünkü Kırca eski bakandır. Dışişleri bakanları birbirlerine
172
cenazelerde gerekli saygıyı göstermeli, gerekli değeri vermelidir. Hepimiz bu
dünyadan gelip gideceğiz" dedi.
Kırca için düzenlenen cenaze törenine, aralarında eski başbakanlardan Tansu
Çiller, Eski TBMM başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, 1. Ordu Komutanı Orgeneral
Hurşit Tolon ve Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İsmail Hakkı
Karadayı'nın da bulunduğu çok sayıda politikacı ve asker katıldı. Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ise
törene çelenk gönderdi.
Şair Kısakürek'in oğluna son veda
Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül, ünlü şair Necip
Fazıl Kısakürek'in oğlu Ömer Kısakürek'in cenaze törenine
katıldı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün ölen ünlü şair Necip Fazıl
Kısakürek'in oğlu Ömer Kısakürek'in cenaze törenine katıldı. Gece saat
02.00'de özel bir uçakla Ankara'dan İstanbul'a gelen Erdoğan, öğle
saatlerine kadar evinde dinlendikten sonra Dışişleri Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı Abdullah Gül'le birlikte ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek'in oğlu
Ömer Kısakürek'in Eyüp Camisi'ndeki cenaze törenine katıldı. Ömer
Kısakürek'in vasiyeti üzerine emekli imam İbrahim Boğalı'nın tarafından
kıldırılan cenaze namazından sonra Erdoğan, Kısakürek'in tabutunu
omuzlayarak bir süre taşıdı.
MEZARA TOPRAK ATTI
Daha sonra Eyüp Sultan Mezarlığı'nda Necip Fazıl Kısakürek'in kabrinin
de bulunduğu aile mezarlığına yürüyerek geçen Başbakan Erdoğan, Ömer
Kısakürek'in mezarına 3 kürek toprak attı. Cenaze törenine, Ömer
Kısakürek'in oğlu Ahmet Fazıl, kardeşleri Mehmet ve Osman Kısakürek'in
yanı sıra Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Gül, Saadet Partisi
173
Genel Başkan Vekili Recai Kutan, İstanbul Valisi Muammer Güler de
katıldı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Necip Fazıl
Kısakürek´in vefat eden oğlu Ömer Kısakürek´in
cenaze törenine katıldı. Cenaze namazında en ön
safta yer alan Erdoğan Kısakürek´in tabutunu bir süre
omuzlarında taşıdı.
59 yaşında hayata veda eden Kısakürek, Eyüp Sultan Camii´nde
Öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından
Eyüp Mezarlığı´nda yatan babası Necip Fazıl Kısakürek´in
mezarının yanına defnedildi. Kısakürek´in cenazesine Başbakan
Erdoğan´dan başka Kısakürek´in kardeşleri Mehmet ve Osman
Kısakürek, oğlu Ahmet Fazıl Kısakürek, Dışişleri Bakanı Abdullah
174
Gül, Saadet Partisi Genel Başkan Vekili Recai Kutan, İstanbul
Valisi Muammer Güler, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan
Vekili İdris Güllüce, AK Parti İstanbul Başkanı Mehmet
Müezzinoğlu, Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı Osman
Yumakoğlu, Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, Fatih Belediye
Başkanı Mustafa Demir, Eminönü Belediye Başkanı Nevzat Er,
TMSF Başkanı Ahmet Ertürk ile çok sayıda vatandaş katıldı.
Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Gül ve Saadet Partisi
Başkan Vekili Kutan cenaze namazında ön sırada yer alırken,
birbirleri ile konuşmamaları dikkat çekti. Edilen duaların ardından
Başbakan Erdoğan Kısakürek´in tabutunu omuzlayarak bir süre
taşıdı. Eyüp Mezarlığı´nda bulunan babasının kabrinin yanına
defnedilecek Ömer Kısakürek´in tabutu yokuş yukarı taşındı.
Başbakan Erdoğan da tabutun ardı sıra yürüyerek yokuşu
tırmandı. Babası Necip Fazıl Kısakürek´in kabrinin yanına
defnedilen Kısakürek için Başbakan Erdoğan dua edip mezara
toprak attı. Ömer Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları´nda Necip
Fazıl´ın kitaplarının neşriyatı ile meşgul oluyordu./26Şubat2005
KENAN KUZUİMAM
175
KUZULARIN İMAMI……………………… /Mustafa ÖZER
Kenan’ı sevmemek kadirşinaslığı bilmemekle özdeştir. Kenan’a
sempatikliğinden ötürü takılırdım. Kuzulara namaz mı
kıldıracaksın? Diye takılardım .Başlardı gülmeğe… Hani Kayseri’de
(beş kuruşu var onu da gülmeğe vermiş) deyimi var ya işte o
deyim tam da Kenan Kuzuimam’ın beni görünce olan halidir.
Gülmek gibi insanı tanımlayan özel tavır onu ne kadar güzel
anlatıyor .Kenan ile üniversiteyi bitirdiğimiz yıllarda tanışmıştık.
Mustafa Cabat’ın sınıf arkadaşıydı lisede. Bizim İstanbul’ a intikal
ettiğimiz yıllarda yeni görevi devralan arkadaşlardandı.
Kenan Kuzuimam temiz ve traşlı teninde, gençliğin bütün revnakını
aksettiriyor, gülen simasıyla insana yaşama sevincini yayıyordu.
Arkadaşlarıyla işbölümü yaparak ,derneğin yönetimine omuz
verdiğini görüyordum.Bizim dönemdeki köylerden kamyonetlerin
kasalarında yolculuklar bitmiş, yerini ya bölgelere okullar açılarak ya
da teknolojik gelişmeler neticesinde o köylülerin çoğu şehirlere işçi
olarak taşınmışlar veya otomotivdeki inkişaf o yoksunluklara son
vermiştir.Trafik kurallarına hiç kimse aldırmıyor yollar mezarlık
manzarası arz ediyordu.Az gelişmişliğin ekonomik sonuçları bu
alanda da acılarla doluydu.Elbette ki bundan daha vahimi sosyal
bünyede bu sakat ve iş göremezlerin açtığı manzara daha da acı
yüklüydü.O yıllarda sosyal sigortalar kurumu işyerim olduğu için
istatistiki bilgiler elime ilk elden geçiyordu.Bu sebeple bütünlüğüne
176
hakim olmasam da Cavit Orhan Tütengil hocadan “Az gelişmişliğin
ekonomisi”ni okumuş SSK eğitim seminerlerinde de Türkiye’ nin
halini gözlemliyorduk.Diğer yandan Doğan Avcıoğlu’nun
“Türkiyenin Düzeni”ni okuyorduk. Mustafa Akdağ hocadan ,iktisat
eğitimi çok farklıdır,Bir başka önemli isim ise İdris Küçükömer ve
eseri “ Düzenin Yabancılaşması” bizi şaşırtmıyordu . Çünkü Necip
Fazıl’ın Büyükdoğu’ sunda eleştirdiği medeniyetin istatistiki
çalışmalarını oluşturuyordu. Kenan’la bir keresinde gazeteden
okuduğu eleştiri ve rakamların İdeolocya Örgüsü’nde nasıl da açık
açık ifade edildiğini tartışmıştık.
Kenan bizimkilerin içinde sesli şakacılar grubundandı.Ali Taşçı gibi
projeye dayalı şakalardan değil de spontan gelişen şakaları daha çok
yaparlardı.Derneğe bir uğradığımda radyodan verilen maçlar gibi
Mısır-Türkiye milli maçını abartısız beş dakika isimleri şaşırmadan
ve irticalen maçı naklen veriyordu.. Soluk soluğa kaldı. Herkes
gülmekten katılmış vaziyette ,o hala maç aktarıyordu. Maçın içinde
yaptığı bilinçli gaflarla hicvini sürdürüyordu. Kaşlarının yakın
uçları hayretten kalkmış durumda., ağzından köpükler saçılana dek
göreve devam etti. Artistik değeri çok yüksek taklit kabiliyeti bile
müthiş estetik değer taşıyordu. Ziya Olgunharputlu kardeşimize ne
çok benziyordu. Ziya gibi biraz kısa biraz göbekliydi. Taklidi geçici
ve tek seferlik değil ne zaman istense aynı coşkuyla
tekrarlayabiliyordu.. Bu yapı onda artistik değerin olmasından
kaynaklanıyordu. Zemine sağlam basan Kenan’ın vücutça da sağlam
bir duruşu vardı.
Son gördüğümde , Kayseri Elektrik anonim şirketinde çalıştığını
söylemişti. Ve yine belliydi ki evlenmişti. Kayseri’nin yerlisi her
şeyin bir an önce ve vaktinde yapılmasını arzu eder. Vaktinde
yapılması içinde yapabileceklerini seferber eder. Yapılmasını
istediği olgunun yapılmaması sanırsınız kıyameti davet ediyor.
Dünyayı birbirine katar.Bunların başında öğrenim gelir, sırasıyla
askerlik, iş kurmak ve evlilik, bu konular öylesine acil ve
titizlenilerek takip edilir ki devletlerin gizli örgütlerinin hareketleri
dahi sinema filmi sayılır.Bu jenerasyonun öncülerinden
sayabileceğim Seyid Ali Kahraman,Mehmet Kasap, Mustafa Cabat,
Ahmet Gül, Mustafa Tekelioğlu, Kadir Seçmeler, Macid Gül …daha
177
niceleri…Bu acil sıralı yolu izledi ve yaptırımın içinde
kaldı.Öğrenime gösterilen tolerans evlilik ve iş kurmada da öne
alınsa bir diyeceğim yok.Öylesine üst üste cepheden yumruk almış
boksör konumuna sürükleniliyor ki;ailede ,gencimizde hayat
yükünün altında ömür çürütüyor. Mesleki birikimine uymayan
kuruluşlarda personel olmaktan tutun da, yalapşap kurulan firmalarla
vergi dairesine çalışmalara kadar iş kurmuş olmalar.Heder olup
giden ömür,birikmeyen bir arka,pişmanlıklardan örülen bir gelecek
hayali…Ve kendinden sonraki nesli de aynı sinir bozukluğunun
içine sokma stres ve inadı…Hayır umulur mu bu gecenin
sabahından …Allah kerim ve gafurdur,merhamet eder de
hatalarımıza soluklu uzun vadeli çözümler buluruz.Hele hele plansız
programsız ve de hiçbir fizibilite yapılmadan zararla sonuçlanan
yatırımlar,bilenlerini ve sadet dışında olanları üzüyor ve hatta
çıldırtıyor.İş batmaz demiyoruz,elbette konjonktürün tümünü
okumak mümkün değildir ve fakat bu yarım akıl sahipleri hangi
tedbirler ve garantiler içinde yatırım yapmışta zarar etmiş
ki?Ekonomik süreçteki değişim ve başkalaşmaları,kamu bütçesinin
döküm ve dağılımı,dünyanın diğer yerlerinde neler olup bittiği
yatırımcının ilgi alanına girmiyorsa , ipek böceği misali tacirde kendi
kozasında hayata veda eder.Boynu büküklerin kendi eksiklerinden
kaynaklanan şükürleri bile kendilerine esenlik vermiyor.Acı ve
ihtiyaç rahatsız eden iki sinek gibi suratlarına musallat
oluyor.Sürekli sinir gerginliği,sürekli azap.Üstüne üstelik elinde
olmayan maddenin ıstırabı.Bir diğer yanda, ev kurmadaki
titizlik:Borçla konfor alınır mı?Alıyorlar….Satanlara da bir süre
sonra karşılıksız senetler halinde geri dönüyor.Kapalı ekonomik
dönemlerdeki kanaat ve evdeki anlayış ta bugün kalkmış.Her kafadan
bir istek…Borçlananın gece gündüz kaygı ve utanç içerisinde
ödemeye çalıştığı borç stoku her an daha da büyüyor.Ortaçağda
kölelerin bile düşmediği bir düzey..Toplumun rahatsızlığı ve
genelde hepimizi saran bu kangrenden bu sosyolojik sarmaldan
çıkmamız için fırsata vesile olduğundan rahmetle Kenan’ı burada
yad etmek borcumuzdur.Namurat göçler herkese dokunur.Ben
Kenan’ın neden ve nasıl sonsuza yürüdüğünü bilmiyorum.
Hatırlayanlar da kopuk kopuk hatırlıyor.Bu puzzel parçalarından
178
hayat fışkırmıyor. Oysa Kenan hafızamdaki gülen resimleriyle
şükür içinde kendiyle barışık gencecik biriydi.Büyükdoğu’nun amir
bilgeliği bize emanet edilen aklı son kırıntısına kadar kullanma
mecburiyeti getiriyor.Aklı kullanmayıp tasarruf yapacağız..El
insaf,merhamet buyurun kardeşlerim …merhamet..Gövde akıldan
uzakta mıdır?Elbette onu da bir ömrü kuşatacak selim güce
dönüştürme zorunluluğu var.Gafletin iş yapma kabiliyeti yoktur.
Titiz ve derin düşüncenin hayal olmaktan çıkıp hayat haline dönüşü
ve bu dönüşün Kayseri’de yaşıyor oluşu bizdeki umutları
geliştirmişti. Ali Biraderoğlu abimizden söz açtığımızı bilenlere
değil de belki hatırlamak isteyenlere bir flaş aralığından göstermek
istiyoruz. Söğüt Kitabevi şeneltilmiş ve gençlerle olan, zaman
buldukça toplanmalar, periyodik hale getirilmişti.Bu bilgileri
İstanbul’a iletenler bizi Kayseri’ye rabıtalandırıyorlardı.Dedim ya
İhtilal olmuş, ekonomi enkaz. Nereye el atsak yasaklarla
sınırlı…Umutların kıble yönündeki şefkati de olmasa hayatı yük
sayacağız. Ali Biraderoğlu ve Söğüt o dönemdeki Büyükdoğu
adına sevinecek tek tesellimiz.Şu satırların yazıldığı sırada bir risale
de olsa kitaplaşma umudu içimizi ısıtıyor.Halimizi aydınlatacak
projektörlerin döşenme vakti ve bunu bilgelerinden isteme hakkı
doğmadı mı? Kenan Kuzuimam kardeşimizin bu dönemde üzerine
düşen su dağıtma görevi arkadaşlarının yüreğini serinletmiş olmalı
ki, kendisini daima hatırlatacak , Fatihalarından uzakta kalmamasını
inşallah temin etmiştir.Ali Biraderoğlu toplantılarının müdavimi ve
meraklısı bu kültür kulağını bu tecessüsü nedeniyle gündeme almak
onu nerede bulacağımızın ipuçlarını veriyordu. Biraderoğlu ‘nun
bilgeliğini seviyorlar ve muhabbetle izliyorlardı.
Ölümün biz insanları ne zaman ve kimden koruyarak saklayacağını
bilemiyoruz.Onun için de ölümden yana bir öcü üretmiyor ve
korkusunu taşımıyoruz.İdeali uğruna “….ölüm hoş geldi safalar
getirdi” diyen Che’nin soluğu sıcak geliyor. İçi aksiyon ve insan
dolu Mehmet Kasap’ın (nidiyim gerisini)dediğini duyar gibiyim.Yine
Kenan’ı anmak vesilesiyle gündeme getirmek istediğimiz
Kayserililerin Mersin’de yazlık merakı , kapalı ekonomik
dönemdeki Adana’ya ekmek parası kazanmak için gidişlerin
evrimi mi sualini sorduruyor.Enteresan bir konu..Buna bağlı olarak
179
sayfiyelerdeki şatafat..İnsanın içini karartıyor.Son üçyüz yıldır
başkasının cebinden yiyen devletin örnek olması daha da
enteresan.Geleceği tüketen züğürtlük..Aklımızı son kırıntısına kadar
kullanmalıyız derken kastettiğimiz geçmişin bilgilerini de
kapsıyor.Ki geleceğe dair bir projeksiyon yapılabilsin.Diğer yandan
her şeyin olumsuz kötülüğü ve yükünün aklımıza zarar vermemesi
için direnç tellerinin sabır ve dualarla sigorta edilmesi
lazım.Çelişkilerden şaşkınız..Bıksakta bıkmasakta değilmi ki hayat
iskelesine gövdemiz aklımızdan bağlı…Çağrışımlardan kurduğumuz
bu dünyada anıların boş borularının hangisinde hayat var diye diye
üflediğimiz nefesler umarız gönüldaşlara dua yerine
geçer.Yaşayanlara sözümüz vardı söyledik…Erciyese göre hayat
güzeldir. Erciyes ve Kuzuimam neden örnek olmasın .Eskiden
kullanılıyordu “annaç” diye bir kelime.Anlamı ise
‘’karşılık’’tır.Annacınız neden Kuzuimam ve Erciyes olmasın.
Allah’ım gönüldaşlarımı merhametinle kuşat.
bir kış gecesinde gar
I.
kedi gözleri yol gösteren yol kenarlarında yanıp sönen
içimizde kedi gözleri erir yıldızlar gibi içimizde
pis kentin portalinde seni yitirdim kedi gözleri söndüğünde
kedi gözlerince özledim seni yoksun içimde
umudum gün umudum gün umudum
gün eridim gün eridim gün
güm güm içim
güneş bekledim
dün güneşi gördüm yankı sevdasıydı
mehtap kundaklar gibi inler
yollarıma kara oldu bu günler
bu günler gücümü önler
bir kış gecesinde gar
180
bir yanda kar yağar beri yanda ben
gardan kalan anılar içinde
senin içindeyim
garda kış gecesiydi gözlerimi verdiğim
zaman oldu kaydı ayaklarımız
kayan ayaklarımız kırılan kafamız değildi oysa
arşimed gibi
“bulduk” diye sarıldık salaklığımıza
kayan günlerin kaydırağında
horoz şekeri sevincimizde
koştuk ateş böcekleriyle
kirletemediğimiz kentin sokaklarında
bilmeden bulduk kendimizi
sen ilk aşkımsın dedim sana
aldandığını sandın kitaplarıma bakıp
oysa ben yalanın kendiyim dedim
yalan söyleyen senin gibi
ekmek yerim su içerim
taşa taş suya su derim
alabildiğine küfrederim ben içre
buysa anladığın gerçek
anlamadığını söyle
kim bilecek
yalanın kendi yalan dünya olduğunu
gerçeği yitirdiğimden beri yanında
yalanında gerçeği buldum diye
ilk aşkımsın dedim sana
aldandığını sandın kitaplarıma bakıp
II.
deklanşor iniyordu yıldırım mızrağında
181
bıyık tutan dudaklarımı cehennem ateşiyle yerken
darmadağın düşünceler içinde yaşıyorum
yaşıyorum seni derken çocukluk yıllarında
yağmur yağsın diye yılan yaktığımız yerler
şahmaranın masal diyarı oldu
yağmur yağsın diye yağmura bağladığımız
kedi gözleri gibi dönüşümlü geceler içinde
ağlar durmadan gelen bereketleri
diri dilber memesi emer gibi semadan
yağmura ekmek sakladığımızdan
ve
yağmur
yağmur
yağmur
sen ey tanrının çözülmez bilmecesi
yağ dur
yağ dur
yağ dur
köy yaşadım yıllar yılı kent hayaliyle
kentte seni bulurum diye
kaç kamyon eskidi kimbilir beni taşımak için
yaşamak diye kent hayaliyle
yaşadın mı sen de hiç köyde
gece serinliğinde tozduğunu
ve o mağrur beldede
işkencelerin sevildiğini
bayram olduğunu elbiselerin
elbiselerin sevgiden solduğunu
yaşadın mı sen de hiç köyde
kadının erkek olduğunu
ve bu kent içre benim kolu kopan dağ olduğumu
devliğimi yalnız sende bulduğumu
nasıl
182
nasıl
nasıl olur diye yıkıldığımı şimdi
küçük küçücük küçüklüğüm elleri toprak dolu
elleri hayat küçücük çocukluğum
büyük büyük büyümek için anadolu diye
seni bekledim
karda kış gecesi karşılanıp kaydığım
devasa tutkularım
onbeşinde ayaklarım
özünde buldu teri bu ter yalım benzeri
yaktı sensiz gözleri
kaldı kedi gözleri
şafak sürükleyen yılkılarla çarşamba kıyılarında
koştuk
alcasına
akçasına
yağızcasına
hep bir ağızcasına coştuk
ben ve ben
konuştuk
konuştuk geceleri
konuşturduk sakız kokan dağları
kanayan soğuk pınarlarına köyün
türküleri dindirdik
indirdik içimize
dünyadan daha büyük geceleri
orda bıraktık yankıları
devasız heceleri
yalçın kayalarda erimez diye
ayrılırken göç destanlarını ağladım
süt kuzuları satılıyordu celeplere
bahçeler yeşil
183
gök yine mavi
toprak kokuyordu
dere akıyordu yine
içimde boğulan sevi içinde
selviler geçiyordu
son fatiha’mdı köy gibi yarım
ve
içten
işte anlattım tek sebebi yanmak olan ömrümü
bir hiçten biraz daha yarım olan ömrümü
ve dahası
nerde yarım öykü var nerde bir türkü yarım
kahramanı eksik romanların
susan ağıtların ezgisi
eskizi eski Nasrettinlerin
unutulan sevgilerin unutanların
ve baharlarsa yarım
onları ben tamamlarım
işte ben bu kadarım
göçmen kuşlarla döndü anılarım sıcak düşlerime
gözaltına aldığımda seni
yağmur yağıyordu
sina çöllerine biz yalan yakıyorduk
yılan yanıyordu cennetten çıktığına bakmadan
ve yılandan farkımızı anlamadan
yılan yakıyorduk
iki yanlı evrenin hep bu yanından
yalana bakıyorduk
III.
kedi gözleri süngüler ucunda sunulan sorular
kedi gözleri kerbelada susanan sancı yastığı
gönlüme uzanan ela gözlerin günahı kedi gözleri
184
kedi gözleri varoluşun boğulan varoşları
evren susmadan savaş renginde susayanlara
susan alçaktır susturulan insana
güneşi ezmeliyim gül kurusu yanını
kıyam durmalı durdurmalı güneşi
kirli gözlerin yüz görümlüğü diye
kırmalı putun boyundan düşeni
kum saatlarının ekvator boyunca yüreğime bastığı
ve beni kanımdan astığı zaman
bilinmeli gün gün bilinmeli gün
gün gün olmalı gün
can kırıldı
cam kırıldı
bir düğündü
gördüğüm
ben beni bildiğim gün
acılarım tuğla kırmızısı yapımı tutan
niçin onulmaz içimde hep eriten hep terleten soru
kırılan onurumu onarılmaz yerinden tutup
kırılan omurların üstünde irkiliyorum
pis kentin elleri irin gözleri irin
tanrı tanımaz kişilerin kişiliksiz günleri
kuşattı kentlerimi
yokluğun anıtında
bir asık yüz pusuda yansıyan
bu sularda boğulan ışıklarda
bağbozumlarına taşınan
yadsınan sözlerimle
garda
185
gardayım
karasevdaların karasında
garda
sevgilerin soluk renkleri daha da soluk
konuk olduğum gözlerinizde
andığım an karanın adını evren yıkılır
bu yüzde kırılır kamyon klaksonları
bu yüzde durur yosun tutan anılar
bu yüzde tutulur güneş
düşlerimde açıldı sana
bu kış gecesinde
dondurdum sesini erimesin diye içimde
ellerim üşüyen ellerim
ellerinde başlayan el olmamak
yakınımda ellerin
nasıl
nasıl
nasıl
ellerin el ellerin el ellerin
yağmurun omzunda bahar olur umudum
bir gün
bir gün
evet bir gün
gün açar yeşil çağlar bir gün
örgün bir çağ içine
seni
yani seni
son gün diye umdum
kedi gözleri yol gösteren yol kenarlarında yanıp sönen
kedi gözleri dönüşümlü kendine
ve bölüştüğüm yağmur içinde yağmur
delişmen yürekler inandığınca ak
tanrı yoluna izdüşümlü sevgiler
186
sevgilim sen sevgilim sen sevgilim
yüreğim sevginle sengin semai
yol ikimize yol yol ikimize
sevgilim sen sevgilim sen sevgilim
bizimle kedi gözlerine giden yol
Kenan Kuzuimam; Mustafa Cabat, Ali Pehlivanoğlu, Necip Fazıl
Kısakürek, Mustafa Mıhçıoğlu 1977 yılında İskender Kebap
salonunda…
187
KENAN KUZUİMAM
KADİM DOSTUM ……………………… /Fethullah DİNÇSOY
Büyük bir acı içinde gözlerini açtı “Allah’ım büyüksün” dedi.
Hastane odasındaki bu yakarışından tam iki gün öncesi akşamının
geç saatlerinde yazlığındaki havuz başında beraberdik. Hüzünlüydü.
Etrafta kimseler yoktu, ilahi söyleyelim istedi. Bildiğimiz ilahileri
tekrar tekrar söyledik. Üstad’dan şiirler okuduk. Laf dönüp dolaşıp
dünya meşakkatine dair işlere gelmişti. Birden bire hüznün yerini
sevinç almıştı. Ne de olsa düzenli bir geliri vardı. Beraber üye
olduğumuz kooperatif üç ay önce evimizi teslim etmiş, taşınmıştık.
Taksitleri devam ediyor olsa da bir yazlık evi olmuştu. Tatile bile
gelmiştik. Daha ne isterdik. Allah’a şükrettik. “Ama demişti; bu
günlere gelene kadar ne sıkıntılar çektim.” Çok ketum olduğu bir
konuda açılmıştı, anlatıyordu; “küçük yaşta babamı kaybettim.
Anneme cüz’i bir emekli maaşı bağlandı. İkisi erkek, biri kız üç
kardeş var. Ve kuru kahvecide çıraklıkla başlayan çalışma hayatı.”
Büyük adam sorumluluğu yüklenmişti omuzlarına küçük yaşta. “Lise
birden sonrasını biliyorsun dedi.” Lise son sınıftaydık;
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgâr hangi yönden esersen es
beyitini kara tahtaya yazmıştı. Solcu edebiyat öğretmeni çok
kızmıştı. Bana; üzülme, son sınıftayız onlar çok güçlü bize zarar
188
verebilirler, cevap veremediğimiz iyi oldu demişti. Üniversite
yıllarında ayrı şehirlere, O Ankara’ya ben İstanbul’a gitmiştik. Hep
birbirimize mektuplar yazdık. Haftada iki üç mektubunun geldiği
olurdu. Hepsi sarı zarflarda, gönderen kısmında Çarşıağası yazardı.
Postacı meraklanmış bir gün Çarşıağası ne demek diye sormuştu.
Mektupları hep besmele ile başlar, imanla ilgili konuları, Kayseri ile
ilgili kısa haberleri yazar, Allah’ın selamı Sevgilisini sevenlerin
üstüne olsun diye bitirirdi. Mektupların güzeldi, yazmalısın demiştim
havuz başında. Tebessüm etmişti. Annesi genç yaşında ağır bir
hastalığa yakalanmıştı. Hasta halinde hep evladını koruyup kollamak
isterdi. Dünyada tutunabildiği tek dal o idi. Daha evlenmeden annesi
de vefat etti. Omuzlarına yine çok büyük sorumluluk yüklenmişti.
Artık hem baba, hem anne, hem kardeş, kısaca kardeşlerinin her şeyi
olacaktı. Oldu da. Bunca yokluğa rağmen hep veren olmak isterdi,
her zaman verdi. Sabırlı idi. Hiç şikâyet etmezdi. O’nda bir inci
tanesinin oluşmasındaki sabır vardı. İçine kapandığı zaman sanki
gözyaşlarından inci yapardı. Mihnetlere katlanmak da onun kalbini
yavaş yavaş sabırla yormuştu, farkında olmamıştı veya bizlere belli
etmemişti. Kısa bir suskunluktan sonra, “müdür, Kayseri’ ye dönüşte
bazı işlerim var bana yardımcı olda onları bitirelim dedi.” (Allah
rahmet eylesin bana hep müdür diye hitap ederdi.) İşlerinin ne
olduğunu ne ben sordum, ne de kendisi söyledi. Birkaç gün sonra
O’nun tabut içinde, bizim de arkasından hüzünle Kayseri’ye
döneceğimizi bilemezdik ki. Havuz başında geçirdiğimiz uzun
saatlerden sonra sabah biz yanından ayrılarak başka bir yere geçmiş,
başka arkadaşlarla buluşmuştuk. İki gün geçmiş, halen yanımıza
gelmemişti. Arkadaşlara bu adam yarın gelmez ise ben yanına
gideceğim dedim. Gecenin bir yarısında şiddetle kapı çalınıyordu,
açtım oğlu Ali babam hastanede yatıyor dedi. Birkaç saat önceki
sitemimi duymuşçasına Kadim Dostum beni kırmamış gelmişti. Son
gelişi olduğunu bilemedim. Arkadaşlarla birlikte koştuk hastaneye
vardık. Kırk yaşına kadar; acılar, hüzünler, sıkıntılar ve onca mihnet
o gencecik kalbini yormuştu, çalışmakta zorlanıyordu, tekliyordu.
Başında iki doktor duran kalbini çalıştırmak için uğraşıyorlardı,
çalıştırdılar da. Krizin verdiği büyük acıya rağmen gözlerini açtı,
şuuru yerine geldi, “Allah’ım büyüksün, çocuklarımın yüzüne bak,
189
beni çocuklarıma bağışla” diye niyaz etti. Acı içinde başını çevirerek
bakındı, çaresiz bir şekilde başında duran üç arkadaşını tanıdı.
Onlardan Mersin’e götürülmesini istedi. Ama doktorlar yerinden
kaldıramayız, çok tehlikeli gidemez dediler. Ne kadar zaman geçti
bilmiyorum tekrar komaya girdi. Kalbi durdu. Şok aleti ile müdahale
başladı. Benim dayanacak takatim kalmamıştı dışarı çıktım. Ne kadar
zaman geçti hatırlamıyorum. Doktorlar ve arkadaşlar dışarı çıktılar.
Kim söyledi onu da bilmiyorum. Öldü dediler. İçeri girdim, sanki
yanılırlarmış gibi nabzını kontrol ettim, atmıyordu. Gözlerini
kapattım, çenesini ve ayaklarını bağladım. Bir hasta bakıcı geldi.
Ceplerini boşalt dedi. Başka ne çıktı hatırlamıyorum ama bir paket
sigarayı hatırlıyorum. Alnından öptüm, alnın ak, yolun açık, mekânın
Cennet olsun, Allah rahmet eylesin, “Her nefis ölümü tadacaktır.”
dedim. Odadan çıktım. Beni sık sık tedavi için götürdüğü ve
muhabbetimize vâkıf doktora ölümünden aylar sonra rastladım, bana
arkadaşın nasıl diye sordu. Hakka yürüdüğünü söyledim, doktor;
beni teselli etmek için etkili ve sade bir ses tonu ile “Her hastanın
başında bir ölü gezer.” Allah rahmet eylesin dedi ve yürüdü. Âmin
dedim. Kadim dostum diye ağladım.
Doğumu; 1955 Ölümü:16 Ağustos1995
190
Kenan Kuzuimam, arkadaşları Fethullah Dinçsoy
ve Suat Ülker’le
191
FUAT LİVDEMİR
FUAT LİVDEMİR…/ Mustafa KANLIOĞLU
Büyük Doğu fikriyatının kendi yaş akranı içerisinde renkli
simalarından birisi idi.
Kendisi İmam Hatipte okurken bile Aydınlıkevler Orta Okulunun
bahçesine gelerek az çok aklı eren çocukları etrafına toplayıp, Sultan
Abdülhamid Hanı hararetli bir şekilde anlatıp onu savunuşuna şahit
olan arkadaşlarımız var .
İmam Hatip Lisesini bitirdikten sonra, Erzurum İslami İlimler
Fakültesini terk edip ODTÜ sosyoloji bölümüne kayıt yaptırıp bir yıl
okuduktan sonra Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü üçüncü sınıftan
ayrılıp üniversite hayatına son vermişti. Kendisini idare edecek
şekilde Arapça bilir, oldukça çok sayılacak şekilde hadis ezberi vardı
. Bir gün Söğüt Fikir Kulübü kitap evinde hararetli bir şekilde Hadis
ve Ayetlerden bahsettikten sonra hayatının vazgeçilmezi olan ve
içmekten ziyade yiyormuş hissi verdiği sigarasını, bakkaldan almak
için kitap evinden ayrıldığında orada bulunan ağabeyin ‘ Fuat’ın
Kayseri’nin en popüler vaizinden ne farkı var?’ diyerek onu
övdüğünü hatırlıyoruz . Evine ziyarete gidildiğinde çok zengin bir
kütüphaneye sahip olduğu görülmüş , bu zengin kütüphanenin
kendisine kattığı hasletle, konuşurken kelimeleri seçerek ve farklı bir
192
üslupta kullanırdı . Hayatının belli bir dönemini dolu dolu yaşadı,
belli bir dönemini de çeşitli meşakkat ve sıkıntılarla geçirdi. Büyük
Doğu fikriyatına gönül verenlerin bir özelliği olan çay tutkusu onda
hat safhadaydı. Askerliğimizi beraber yaptığımız zamanlarda çay
molası verildiğinde , kantinden üç dört bardak çayı alır, hepsini
sıraya koyarak sırasıyla içerdi. Rusya’da meydana gelen Çernobil
faciasından sonra çay içilmemesi ile ilgili söylentilerin çıktığı
günlerde, Birkaç arkadaşın bir araya gelerek hatırlamaya çalıştığımız
Habur eylemesin seni çay
Radyasyon bağlamasın seni çay
Başkan, Başbakan kimse solamasın seni çay
Elemtere isn’t it
Görmüyormusun bak
Başkan, Başbakan
Kimse solamasın seni çay
diye başlayan çaya uzun bir methiyesi vardı. Kısa hayatında herkezin
yaşamak isteyipte yaşayamadığı aşkı, doya doya yaşadığını ve aşkına
ulaşamadığını, ömrünün son zamanlarında arkadaşlarına itiraf
etmişti.
Hayattan göç ettiği gün Cami-i Kebirdeki mütevazi tabutunda
defnedilmeyi beklerken
hasbel kader bir siyasinin yakını olan başka bir cenazeye gelenlerin
arasındaki bir çok dava arkadaşları onun bu fani dünyadan göç
ettiğini orada öğrendiler. Tevafuken onun da cenaze namazını kılmak
onlara da nasip oldu. Namaz kılındıktan sonra siyasinin cenazesinin
arkasında yüzlerce kişi Fuat Livdemir’in arkasında bir elin
parmakları sayısını geçmeyen samimi dostları. .
Üstad Necip Fazıl’ın
Yeryüzünde yalnız benim serseri,
Yeryüzünde yalnız ben derbederim.
Herkesin Dünyada varsa bir yeri,
Bende bütün dünya benimdir derim.
193
Mısraları tam da Fuat Livdemir’e uyuyor gibi. Etrafımızdaki birçok
gönüldaşımız Hakkın rahmetine kavuştu. Onların göç ettiği günle
şimdiye kadar geçen zamanı hatırlıyor ve bu sürenin çok çabuk
geçtiğini hissediyor , onlara kavuşmak için çok az bir zamanımızın
kaldığını düşünüyor, göç için bir hazırlığımız olmadığı için
hayıflanıyor her geçen gün daha çok bozulan bu Dünyanın
pisliklerinden kurtulacağımız içinde içten içe seviniyoruz.
Bu fani Dünyadan Büyük Doğu fikriyatına gönülden bağlı bir
garip Fuat Livdemir geldi geçti Mevlamız rahmet eyleye.
21.12.2012
Doğumu:1955
Ölümü :2006
194
MUSTAFA MİYASOĞLU
Tavşan ve Dağ………………………… / Mehmet MİYASOĞLU
Babamı dağa benzetirsem, kendimi de tavşana benzetmem gerekir
diye düşünüyorum. Hani tavşan ve dağ arasındaki “tavşan dağa
küsmüş dağın haberi olmamış” türünden değil de büyüklük küçüklük
anlamında. Yitirmeden insan anlayamıyor sevdiklerinin değerini
sözünü duyunca hepimiz tasdikle baş sallarız ya, bunun doğruluğunu
bile ancak yaşayınca öğreniyor insan. Yani yitirince anlıyormuşsun
elden gidenin değerini.
Ben hayattayken de bunun böyle olduğunu biliyordum da bilmek ile
idrak etmek aynı şey değil derler ya, bunu iliklerime kadar
hissediyorum artık. Herkesin babası kendisi için değerlidir ve
büyüktür elbette. Ama ben küçük yaştan beri biliyordum ki benim
babam sıradan biri değildi. Yaş aldıkça onun derdini, dâvâsını
anladım ve karınca kararınca geç de olsa ortak ve destek olmaya
çalıştım. Elbette biliyorum ki beklediği gibi biri olamadım. Olabilir
miyim, olabilecek miyim hiç bilmiyorum. Ama öyle olmak zorunda
olduğumun git gide daha da farkına varıyorum ve babamın
hayatımdaki eksikliği zaman geçtikçe daha ağır hissettiriyor kendini.
Ateş gibi yakan keskin bir zekâsı ve tam manasıyla mü’min
ferasetiyle hep bize yol çizer, yönümüzü daha kolay bulmamızı
sağlardı. Onun hiç durmaksızın ürettiği projeler ve çevresine itici güç
olması hepimizin olduğu gibi benim de yorulmama ve çoğu zaman
yakınmama, kaçış yolları aramama sebep olurdu. Ama şimdi
görüyorum, iyi ki yormuş ve yoğurmuş bizi ki sayesinde her konuda
195
olamasak da evlatları olarak en azından iman ve itikad meselelerinde
doğru yolun ne olduğunu unutmuyor, çevremizde olan biteni,
insanların nasıl yozlaştığını hayretler içerisinde izlerken babamıza
rahmet okuyoruz.
Allah insana unutmak gibi bir nimet bahşetmiş. Acıyı hafifleten bu
unutma yeteneği olmasaydı insanoğlu taşıdığı yükün artmasına nasıl
sabredebilirdi ki? Elbette ki takdir-i ilahiye itiraz sümme hâşâ
olamaz. Zaten üzüldüğüm babamın bedenen aramızdan ayrılması
değildi ki kardeşimle beraber bizzat ellerimle koydum toprağa.
Üzüldüğüm artık kokusunu alamamak ve dünya gözüyle
görememekti. Yani ayrılığın hasretiydi.
Babasını seven her evladın olduğu babamın vefatından dolayı
duyduğum ağır hüzün zaman geçtikçe katlanılır hale geliyor belki
ama şunu biliyorum ki artık yelkenime üfleyen rüzgâr yok.
Arkamdan itecek güç kalmadı. Kendi başımayım. Hiç bu kadar
yalnız hissetmediğimi idrak ettikçe hüznüm farklı boyuta taşınıyor ve
ağırlaşıyor. Meğer sağlığında bu dağ gibi adamın kıymetini nasıl da
bilememişim? diyorum tembelliğim her aklıma geldiğinde.
Bazen güzel şeyler yaptığımda gurur duyuyorum babamın oğluyum
diye. Hatta o güzel şeyler olduğunda babamın rüyama girip sanki
haberdarmış ve memnun olmuş veya onaylıyormuşcasına yüzüme
gülümsediğini görürüm. Hâlâ üzerime titrediği ve kendince sevgisini
gösterdiğini hisseder, hasretinden ağlayarak uyansam da tatlı bir
rebabiyet, huzurlu yangın duyguyla mutlu olurum onu gördüğümde.
Dünya gözüyle değilse de böyle görebilmek çocuksu bir mutluluk,
hoş bir teselli verir küçücük yüreğime.
Seyrettiğim bir filmin bazı sahneleri gelir zaman zaman aklıma.
Adını hatırlamıyorum ama konusu zamanda yolculuk yapan bir
adamın vefat eden babasını ara sıra ziyaret için zamanda yolculuk
yaptığı idi. Film icabı bir doğum gerçekleştiğinde o doğumdan
öncesine gidemediğinden ötürü hamile kalmak isteyen eşinin isteğini
erteliyordu. Hatta bunu babasını ziyaret ettiğinde ona da söylemişti.
Yani çocuk doğarsa artık kendisini göremeyeceğini o yüzden çocuk
yapmak istemediğini söylemişti babasına. O da, olacak olan olur,
zorlama kendini tarzı bir şey söylemişti yanlış hatırlamıyorsam. 9 ay
boyunca nerdeyse her gün zamanda yolculuk yapıp babasını ziyarete
196
gitmiş, bebeğin doğumuna saatler kalana kadar buna devam etmişti.
En son babasının “zaman geldi mi” deyişi ve birbirlerine
sarılırlarkenki sahne gözümün önünden gitmiyor. Çok fena
olmuştum. Sanki kendim yaşıyormuşcasına ağladım.
Her evlat anasına babasına yitirdikten sonra yanar, ağlar elbette. Ama
ben sülbünden geldiğim bu insanı sadece babam olarak görmüyorum
ki. Ben, bana dünyayı ve merak ettiğim her şeyi sabırla öğreten ilk
hocamı, sohbet arkadaşımı verdim toprağa. Şu sıralar Abdülhamid
Han’ın şehzadeliği döneminin son 8 yılı boyunca ailesiyle yaşadığı
Maslak Kasr-ı Hümayun’unda çalışıyorum. Bu binanın harem
dairesinin bir odası kaynaklarda mütalaa odası olarak tarif ediliyor.
Yani ailecek oturup her gün bir konu hakkında mütalaa ettikleri
müstakil bir oda. Mübarek ailesinin aydın insanlar olmaları için ayrı
bir oda ayırmış ve onlara emek vermiş. Hiç de yabancı olmadığım bir
anlayış. Biz apartman dairesinde yaşadığımız için müstakil bir oda
imkanımız yoktu tabii ama mütalaa bizim ailecek her daim salonda
yaptığımız bir faaliyetti. İlk evladı olmam ve bana düşkünlüğü
sebebiyle onun tabir-i caizse oyun hamuru gibiydim. Yani
yazdıklarını annemden sonra küçücük bir çocuk olmama rağmen ilk
olarak benimle istişare ve mütalaa etmesi ne büyük bir değermiş
benim için geç kavradım. İlkokula 6 yaşında başlamadan evvel
peygamberler tarihinden uzaylıların varlığına, güneş sisteminden
Üstad Necip Fazıl ve nice yazarlara dair bilgileri bıkmadan
usanmadan saatlerce anlatır, ben de hayran hayran sıkılmadan onu
dinlerdim. Meğerse ne büyük nimetmiş, ne ufuklar açmış yine geç
farkettim. Konferansları veya televizyon programlarına hazırlanırken
beni karşısına alır anlatır, yorumlamamı isterdi. Tepkilerimi ölçer
konuşmasının seyrini annem ve benim uyarılarıma göre
şekillendirirdi. Uzun süren bu diyaloglar bende beyin jimnastiği
yapar hitabet konusunda farkında olmadan yetişmemi sağlarmış
meğer.
Şimdi o arkamdan iten, kamçılayan azminin bende olmayışı, onun
fıtratının bende olmayışını görmek üzüyor beni. Her ne kadar üç
evladı olarak ayrı ayrı bazı özelliklerini barındırsak da bana göre
üçümüzü toplasak onun ancak belki onda biri oluruz gibi geliyor. En
azından ben öyle hissediyorum üzülerek.
197
Baba dostlarımızdan bazıları sağolsunlar “hayrul halef”siniz diyorlar.
Bazılarının evlatlarının babalarının davasına ve hizmetine bîgâne
oluşlarını görüp kendi halimize şükretsek de ben kendi adıma onun
istediği gibi olamamanın acziyetine üzülüyorum. Kendisine olan
özlemim her daim içimdedir ama dik duruşu, davasına ölüm
döşeğinde bile sadık kalışı, Rabbine teslimiyetini çok daha fazla
özlüyorum.
Beraber yaptıklarımız, daha doğrusu bana ve kardeşlerime
yaptırdıklarını gözümün önüne getirdiğimde, yani geriye doğru
baktığımda koskoca bir dağ görüyorum. Ben mi? Tavşan işte. Hani
yıllar önce girdiğim bir sınavdaki sorudan aklımda kalan bir cümle
var “Sinek dingile konmuş, amma tozuttum ha!” demiş, işte aynen
öyle hissediyorum. En azından kendi adıma bu böyle.
Allah babama rahmet eylesin. Bana da ona lâyık evlat olmayı nasip
etsin inşallah.
198
MUSTAFA MİYASOĞLU
BİYOGRAFİ
Hayatı ve eserleri: 1946 yılında Kayseri’de doğan Mustafa
Miyasoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve
Edebiyat Bölümü’nü, 1973’te bitirdi. Edebiyat öğretmenliğini
İzmir’den sonra İstanbul’da da türlü liselerde devam ettirdi. 1985’te
Marmara Üniversite’sinde okutmanlığa geçen Mustafa Miyasoğlu,
Pakistan’ın İslâmabâd şehrindeki “Modem Diller Millî
Enstitüsü”nde, Türk dili yardımcı Profesörlüğüne, üç yıllık
geçici görevle atandı. (1988-1992)
İlk şiiri Kayseri’de Filiz dergisinde çıkan şair ve romancı Mustafa
Miyasoğlu, üniversite yıllarında ve daha sonra Millî Gençlik, Tohum,
Hisar, Türk Edebiyatı, Yeni Sanat, Sedir vs. dergileri ile, Yeni Devir,
Bâbıalide Sabah, Sebil gazetelerinde, şiir, hikâye, roman ve
denemeler neşretti. 1982’de Suffe Yayınları’nı kurdu. Aynı yıl
başlattığı Suffe Kültür Yıllığı’nı 1988’e kadar sürdürdü.
ŞİİR KİTAPLARI:
Rüya Çağrısı (1973),
Devran (1978),
Hicret Destanı (1981),
Şiirler (1983, bu son kitap, önceki üç kitabındaki şiirlerinden
oluşmaktadır.)
Bir Gülü Andıkça (1997).
ROMANLARI:
199
Kaybolmuş Günler (1975),
Dönemeç (1980),
Güzel Ölüm (1982),
Bir Aşk Serüveni (1995) adlarını taşıyor. Hikâyelerini “Geçmiş
Zaman Aynası” (1976) ve Pancur (1998)’da toplamıştır. Daniş
Çelebi ve Çengi sümbül (Ahmet Mithat’tan sadeleştirme roman)
Denemeleri;
Edebiyat Geleneği (1975),
Devlet ve Zihniyet (1980),
Muhacir (1981),
Roman Düşüncesi ve Türk Romanı (1998),
Kültür Hayatımız (1999) adlı eserlerinde toplanmıştır.
Mustafa Miyasoğlu ’nun bunlardan başka:
Dede Korkut Kitabı (1985),
Necip Fazıl Kısakürek (1985),
Asaf Hâlet Çelebi (1986),
Ziya Osman Saba (1987),
Haldun Taner (1988) adlı inceleme ve monografi çalışmaları
ile “Çağdaş İslâmî Şiirler Antolojisi” (1988), Gül Şiirleri
Antolojisi (1999) vardır.
“Bunlardan başka, yayına hazır eserleri: Umut Suları, Yollar ve
İzler, Edebiyat Sohbetleri (deneme), Kalbimin Coğrafyası (şiir),
Zügüda, Babil’den Tac Mahale (gezi notları), Güneydoğu Asya
Şairleri (tercüme şiirler), Bir Romanın Hikâyesi (Nabizâde
Nazım’dan sadeleştirilmiş bir büyük hikâye).
Mustafa Miyasoğlu hemen her türde eser yazmış, çok yönlü, çok da
eser veren bir sanatkârdır. Yazı hayatının ilk yıllarında daha çok
şiirle uğraşan Mustafa Miyasoğlu, daha sonraki zamanda sanat
ağırlığını hikâye ve romana, denemelere ve edebî incelemelere
vermiştir.
Miyasoğlu sanat macerasını şöyle anlatır;
200
“Geleneğe bağlı sanat ve edebiyat değerlerini ön plâna çıkarmaya
çalışan yeni ve İslâmî bir edebiyat anlayışım savunan denemelerden
oluşan Edebiyat Geleneği (1975), bu yıllarda yazıldı ve ilk olarak
Yeni Sanat’ta ve Millî Gazete sanat sayfalarında yayınlandı.
Böylece, o zamana kadar beni çokça teşvik eden Hisarcılar’la
yollarımız, görüşlerimiz ayrılmış oldu.
Lise yıllarında klâsiklerin yanında, en çok Necip Fazıl ve Peyami
Safa’nın eserlerini okur ve severdim. Fakülte yıllarında Tanpınar’ı ve
Haldun Taner’i tanıyıp edebiyat ve sanatın bütünlüğü fikrini
benimsedim. Komple bir sanatçı tavrını ben bunların eser ve
kişiliklerinde gördüm, bunlardan bütüncü bir estet tavrını
benimsedim. Böylece, bütün sanat ve edebiyat tarihini ihâta etmek,
bizim ve dünya milletlerinin edebiyatlarındaki en köklü geleneği
yakalamak çabasına giriştim. Estetik ifadeye bürünen her telâkkinin,
temelde bir zihniyetin temsilcisi olduğunu düşündüm ve bu
düşüncelerimi, şiirimden başka, deneme ve romanlarımla da ifade
etmeye çalıştım. Bence, en kuvvetli ve bütünlük gösteren şiir
telâkkileri, yine bütünlük gösteren bir dünyanın estetik hüviyete
bürünmüş şekillerinden ibarettir. Yine gerçeklik duygusunu en
kuvvetle ifade eden hikâye ve romanlar, kurgusunda sağlam bir
zihniyetin izlerini taşıyanlardır. Dil ve üslûbu, yeni ve orijinal bir
tarzda ortaya koyan, bu bilinci de taşıyorsa, önemli ve kalıcı eser
ortaya koyabilir.
Bu düşüncelerle yazdığım bir dizi deneme, Yeni Devir gazetesinde
yayınlandıktan sonra Devlet ve Zihniyet adıyla kitaplaştı (1980). Bu
kitapta yer alan, bir sanatçı dikkatinin sosyal ve kültürel
yansımalarını da ortaya koyan denemelerin daha geniş boyutlarda
olanları başka bir deneme kitabını oluşturdu: Muhacir (1981).
201
Bunlardan sonra ben daha çok bir kültür hayatının şekillenmesi
yolunda yazılar yazdım, kitaplar hazırladım. 1982’de kurduğum
Suffe Yayınları’nın yayınladığı kitapların en önemlisi Suffe Kültür
Sanat Yıllığı adıyla beş cilt yayınlanan külliyattır. Bununla 1980-90
arasının eserlerini ve kültür, sanat olaylarını değerlendirmeye,
gelişmeleri yönlendirmeye çalıştım…”
Şiirleri
Hisar dergisinde millî-İslâmî gelenekten yeniliğe yönelen şiirler
yazdıktan sonra (kendi deyişiyle) “İslâmî şiir” anlayışına oradan da
“bütüncü bir estet tavrı” benimsemesine uygun bir şiir gidişatı
Mustafa Miyasoğlu ’nun Rüya Çağrısı (1973), Devran (1978), Hicret
Destanı (1981) kitaplarında sıra sıra görülmektedir.
YOSUN
Gecenin en uç yerinde bir kadın
Örer saçını köpüklü mermere
Parmaklan ucundan tutar karanlığın
Ve ömür uzanır bilinmez yere
Saçlarından tuttum gecenin
202
Yüreğinde ne korku ne keder
İçimde sonsuzluğu bir sevginin
Baktım yüzüne dünyalar değer
O ölüm ötesi kaygılarınla
Erişilmez sevgi kulesindesin
Kuru bir dal korkunun uzanışı
Ve ürkek bir tavşan gibi gözlerin
Çıkardım kalbini ay ışığına
Yıkandı acının bütün izleri
Belki taş altında kemik ve kül
Bilinmez korkunun karanlık yüzü
Deniz yıllarca besler kalbinde
Sonsuz çırpınışlarını bir arzunun
Duyulur kayanın yeşil dilinde
Bitmeyen açlığı o ilk yosunun
(Rüya Çağrısı)
203
ŞAİRİN DUASI
Gümüş paralar altın çelenkler almışım
Defne dallan konmuş başıma
Kanmamışım
Söylediğim destanlar tarih bilinmiş
Devletime almam demiş Eflâtun
Tınmamışım
Kâhinler büyücüler girememiş kanıma
Şeytan büsbütün çelememiş aklımı
Garip bir sezgiyle dolanmışım
Dilimde esrar hâzinelerininanahtarları
Kızıl tüylü deveyle Ukaz
204
Panayırı’nda Son Peygamber’i mırıldanmışım
Kur’an ininceye kadar Mekke duvarları
Benim şiirlerimle süslenmiş
Yüzlerce yıl serâzâd gezmişim bulvarları
Dünya benimle daha bir sevilmiş
Sesimle genişlemiş şahdamarları
Böylesi kimde görülmüş
Şiir bir şah at olmuş şair dilinde
Savaşmeydanlarında söz tufanı
Şiirlerle koşmuş Peygamber’e Medine
Mazlumun âhı yiğidin destanı
Barış çağrılarıyla herkes peşinde
Hırka-isaadete dönmüş ölüm fermanı
Şiirdir beni sana yaklaştıran
Ben ki gündoğarken kuş seslerine
Gün batarken sürülere bağlanmışım
Hercai menekşelerle güllere
Ne oyunlar oynamışım Şükür yanmamışım
205
(Hicret Destanı)
DEVRAN
I
Uyku girmiyor gözlerime
Yarı geceden sonra bir an
Kan revan günler dökülür ellerime
Ah devran
Uzun uzak bir müzik Kapanan kapılar
Belkibir keman sesi Çınlar kulaklarımda yüzyıllar
Mağrip akşamlan kanar durur içimde
– Bu çok eski bir asap atı sağrısı-
Dönüşsüz gemileryakılır birbiri ardından
Dinmez Endülüs ağrısı
Sen san sanki bir ömür uzak gün
Sorma bir kaçış akşamında gün nasıl batar
Yenilmiş ve sürgün tepelerin başında
Annelere ne söyler taçsız krallıklar
Bulunmaz kıyılar eski bir şarkı
206
Zaman paramparça bir kaftan
Dalar uykusuna zehir zıkkım
Ah devran
Uzun uzak bir müzik
Kapanan kapılar
Belki bir keman sesi
Çınlar kulaklarımda yüzyıllar
Uzun bir süredir Bağcılar Medipol Hastanesinde boyun
bölgesinde oluşan damar tıkanıklığı nedeniyle tedavi gören Milli
Gazete yazarı, edebiyatçı Mustafa Miyasoğlu tedavi gördüğü
hastanede vefat etti.
Mustafa Miyasoğlu'nun vefatından bir süre önce
11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hastaneye gelerek ziyarette
bulunmuş doktorlardan ve ailesinden Miyasoğlu'nun sağlık
durumu hakkında bilgi almıştı.
Miyasoğlu'nun cenazesi 2 Ağustos Cuma günü Cuma namazını
müteakip Fatih Camii'nde kılınacak cenaze namazından sonra
Eyüp Sultan Mezarlığı'na defnedildi.
207
UMUT SULARI’NDAN
RÜYA ÇAĞRISI’NA(*)…………………/ Mustafa ÖZER
Lise son sınıftaydım o zaman. Sırılsıklam aşıklar gibi gece-gündüz
demeden içinden çıkmadığımız ve üstüne titrediğimiz bir düşünce
kulübümüz vardı. Anılarımı o günlere uzatınca, coşkunca “hey gidi
günler hey!” demeden edemiyorum.
Mustafa Miyasoğlu’yla o yıl tanışmıştık. Hiç unutmam o günü.
Kayseri’nin kavuran kuru sıcaklığında, dernekte, her zamanki gibi
gazete, dergi karıştırıyor, günlük olaylar üstüne yorumlar
yapıyorduk.
Dinçel zemini sulayıp derneğin içerisini serinletmek istedi. Zira en
çok terleyenimiz o idi. İş muzipliğe döküldü dökülmesine ama,
Canat, Taşçı ve Dinçel havuza düşmüşe döndürdüler birbirlerini.
Gerçi hepsi de durumlarından memnundular. Çünkü Büyük
Doğu’dan kültürlenip, derneğin potasında pişenlerde birbirlerine
kızma, çatma olamazdı. Birbirimize bağlıydık, bu bir gelenekti.
Şaka sonrası tahta sandalyeleri dışarı çıkarıp oturduk. Miyasoğlu’yla
sohbete dalmıştık ki, zamanı karşı kahvenin kumarbazları birbirlerine
“saat üç” diye bağırmasalardı bilemeyecektik.
Evet, o günden bu yana Miyasoğlu’nun düzyazı ve şiirlerini izlerim.
Tümüyle Büyük Doğu düşüncesine bağlı olan yazıları, yeni bir üslûp
getirmişti ufkumuza. Üstad ve Karakoç’un ardından gelen bu üslûp
hiç değilse bu aradaki sanat soluğunun boşluğuna can verdi. Zira
Miyasoğlu, ne bulutların ötesiyle ne de litosferin altıyla çok ilgiliydi.
Sanatı batı-doğu, yeni-eski, ideoloji ve estetiğiyle bir senteze
götürmeye çalıştığı apaçıktı. Ve toplumuna yön vermeye yönelikti
üstelik.
Şiirleriyle, tiyatro kritikleri yazılarının en bereketlisiydi sanırım.
Anlaşılıyordu ki, bu iki sanatı çok daha içten üsleniyordu.
208
Tiyatro kültürünün kaldırılamaz potansiyele ulaşması ilk eserini
vermeye zorladı Miyasoğlu’nu. İçinde bulunduğu grubu çıkarmak
istedi sahneye. Oysa ne toplumun öğrencilere iyi bir tavrı vardı, ne
de yönetimin. Eser MTTB(**) sahnesinde gereken ilgiyi ne yazık ki
göremedi. Eserin konusu, sahnenin ürkekliği ve oyuncularının
oynanan eserin yazarını anlayamamaları sonucu bir yerde normal
karşılanmasına neden oldu.
Fare kovalamakta birleşen günümüz insanını Miyasoğlu çok iyi
biliyordu. O yüzden olacak ki, Umut Suları’ndaki o sahneyi, hem
oynayanlar ve hem de oyunu izleyenler rollerini tam üstlenerek
yaptılar. Fareler ve insanlar arasında da bir ilginin olduğunu böylece
biz de anlamış olduk, yazar da.
Umut Suları’nın akmasını yazardan istemek hakkımızdır. İnşallah
yeni tiyatro eserlerini göreceğiz. Bu sanatkârımıza bir tarih görevidir.
Anadolu insanının üstünde, bir kapitalist sınıf, yargılarını –siyasal
düzenin de yardımıyla- sürdürmekte ve içerisinden geldiği toplumu
ezmektedir. Ama bizim toplumumuz buna rağmen sınıfsız bir
toplumdur. Zira bu ezen ve sömüren sınıf birkaç on senelik
geçmişine güvenemez konumdadır. Bu yüzdendir ki bir yağmacılık
içerisindeler.
Yazarın ya da sanatkârın görevi yapılan yağmacılığa karşı toplumunu
uyarmaktır. Yukarda sözünü ettiğimiz tarih görevi budur. Zira her
istediğimize ulaştığımız cennette değil, iki buçuk liraya adam
boğazlanan dünyada yaşıyoruz. Umut Suları’na atılan taş, halka
halka bunu yaymalıdır.
“Şehri ve insanı tutan güçlü silâh”ın sanatına Miyasoğlu çok daha
önce başlamıştı. Yıllar, şiirlerin yeni yeni doğuşuna sahne oldu ve
kitaplık çapa ulaşmasını gördü. Böylece şairin ilk göz ağrısı sonuca
ulaşıp “Rüya Çağrısı”nda karar kıldı. “Şiirin kan kardeşi/ Rüyanın
çağrısıdır” (Rüya Çağrısı Sf.43) ve yine “Sen bana şiirlerle gelen
rüya varlığı” (Rüya Çağrısı Sf. 58) v.ö.
Varoluş şartına çağrı şiirle iç içedir. Acılara, sevgilere açılan kapılar
şiir yolundan geçer. İdeolojik konumu beyinlere öyle mıhlar ki, o
anda şiir saçaklardan akar. (Sf. 61) İşte bu duygu “Kentlerin
Ölümü”nü duyurmağı yüklenir. “Savaş Diyalogu” kurulunca kent
uygarlığı ölümden başka şey istemeyecek. Kara adamların kurduğu
209
kapkara kent uygarlığı, kendilerine yerlerde sürünmeyi bile çok
görecektir. Gözler önünden dumanlar kalkınca aklar ve karalar
ayrılacak, bilenlerle bilmeyenlerin sınav sonuçları görülecek ve
inananların başarısı kuşkusuz sağlanacaktır.
Rüya Çağrısı şiirin tanımıdır. Ve Miyasoğlu’nun kişiliğinde gelişen
Büyük Doğu soluğudur. Yorum, “Savaş Diyalogu”, “Kentlerin
Ölümü”, ve “Bırakma Ellerimi” şiirlerinde oldukça yoğun biçimde
sunulmuştur. Yorumdan kastımız objektif ve tarihin sürecinden gelip
de topluma duyurulması gerekendir. Diğerlerine romantik duygular
karıştığından ve masal çeşnisi verildiğinden yorum daha az yer
tutmuştur. Oysa şairin yetişme bölgesi, “bu duygulara yer vermemesi
gerekmez mi?” diye bir soru uyarıyor içimizde.
Dileğimiz genel kültür yönünden çok değerli ve yeni kuşaklara
aktarılacak özü sunan düz yazıların da kitaplaşmasıdır. Değerli
olduğu kadar gerekli olan bu düz yazıların Miyasoğlu’nun ustalığını
da göstermek gibi bir yönü olacaktır.
Sanılır ki Miyasoğlu’nun sanatkâr konulu şiir, tiyatro, sanat üstüne
uzanır. Onun çok büyük kültürü daha da geniş sahaya uzanmasını
sağlar. Bu konumda roman ve hikâyeyi söyleyebiliriz. Miyasoğlu
nedense bu dalda hep kendini anlatmak istiyor. Üstad’ın, “Büyük
Kapı” ve “Yılanlı Kuyu” eserlerini anmadan edemiyoruz. Ustanın
etkisi “Metod”da da kendini göstermiş oluyor.
Umut Suları’nın yapımcısına umudumuz tamdır.
---------------------------------------------
(*) (Milli Gazete, 1 Eylül 1974, Pazar)
(**)Umut Suları adlı eser o yıllarda MTTB(Milli Türk Talebe
Birliği) Cağaloğlu’ndaki Genel Merkez binasının Konferans
salonunda sahnelendi.
210
RASİM ÖZCAN
ÖZEL BIYIKLAR……………………………/Mustafa ÖZER
Üstad Necip Fazıl’ın dışında onun bıyıkdaşı Rasim Özcan’dı.
Efendi mi efendi sürekli mütebessim kişiliğiyle bir gün karşıma
çıkıp da hayat hikayesini yazmamı isteseydi ne yapardım
bilmiyorum.Ama bu gün renk tayfında ruhlarıyla bize yaşama
sevinci veren kardeşlerimize cenazelerinde bile bulunamamanın
hüznüyle bir demet çiçek yerine kaim olmak ve fakat daim anılmak
üzre işbu hayatına dair izleri sürmek istedim.Ki bu küçücük papatya
yaprağı kadar saflığın onu taltif etmesi ve Fatiha dan unutulmaması
için bir mersiye olacaktır.
Rasim abimizle 1966-1967 öğrenim yılı içindeki kış aylarında
tanıştığımı sanıyorum.O günlere ait birkaç fotoğraf anılara düşülen
tarih gibi hafızalarımızdaki unutkanlığı belgeliyordu.Üstadın
Kayseri’ye gelişlerinden birinin arifesindeki hazırlıklarda bazı
dövizlerin yazılması için kaygılanıyorduk ki Mustafa Dinçel Rasim
abinin adını andı.Daha sonra o yazılar afiş haline getirilmişti .Bu işi
üzerine alan da Rasim abi olmuştu.Hafızamda ve hatıralarım içinde
211
kalan Rasim abi -1974 ten sonrada hiç görmeme rağmen -hala elimi
uzatsam sıcacık elini tutacağım kadar yakınımda biridir.
Dünya halidir deriz ya, savrulup darmadağın olduğumuz , hasretini
saf bir insan olarak duyduğumuz ve fakat bir türlü iki yakası bir
araya gelemeyen kaderin içinde,uzaklarda gariban olarak kaldığımız
ruh hallerinde Büyük Doğu nasibinin frekansıyla öylesine
coşuyorum ki ,hatıralar romanlaşıyor.O romanın kahramanları
yazıdan kahramanlar değil de yaşayanlardan birileriydi. Bunlarda
biri de Rasim Özcan’dı 1932 doğumluydu.İnsan davranışlarının
kalıplarını yaşadığı imkanlar alemi çiziyor.Doğum tarihini
vermemden murat onun büyüyüp geliştiği dönemi takip bakımından
önem arz ettiği içindir.
Kayseri’de yerel deyişle tayyarelik,hava ikmal adlarıyla iki ayrı
dönemi simgeleyen isimle anılan kurum ile anatamir adıyla anılan
tank bakım üsleri Kayseri’ye usta teknisyen yetiştiren iki askeri
kurum ve bu kurumun açtığı çırak okulları ise işin ne denli
önemsendiğini gösteriyordu.Kayseri’deki Büyükdoğu mektebinin iki
önemli kaynağı vardı ki,bu çırak okullarıydı.Bu okullarda belli bir
disiplin içerisinde mesleki bilgiler veriliyor ve yasalara uygun bir
işçi hayatı düzenleniyordu.Özel sektördeki özensizlik,belirsizlik
,düşük ücret ve insani haklar işçileri bu kurumlara yönlendiriyordu.
Bu kurumlardaki işçiler hem ülkelerinin hem dünyanın sosyal ve
siyasi sorunlarıyla ilgileniyor,hem de mesailerinin karşılığı
konusunda diğerlerine oranla imrenildiği duygusunu
taşıyorlardı.Kayseri için önemli olan bu iki kurum bir
örnekti.Fabrikalar askeri kurumdu ne de olsa.
Dayanıklı hayır eserleri (cami.aşevi,köprü,çeşme vb), bilimsel ve
sanat eserleri ve evlat ,insanı ölümsüzleştiren varlıklardır.Rasim
abide hep bunun hicranını duyduğunu dillendirirdi.Yokluk ve
yoksulluklar içinden sıyrılıp çıktığı dönem ve çabasını ve o çabada
yardım edenleri unutmuyor, onları hayırla yadediyordu.Çocukluk
yılları hem öksüz hem yetim ve hem de iki kardeşinin de
büyütülmesi üzerine kalmıştı.Sıkıntı bununla da sınırlı değildi.İkinci
dünya savaşı yılları.Yokluk ve yoksulluk ve de yolsuzlukların tepe
yaptığı yıllar ,o yıllara karşı mücadele eden üç küçük
çocuk…İlkokulu bitirir bitirmez hava ikmal ‘in çıraklık okuluna
212
kayıt ve hava ikmal merkezinde görev üslenme..Ömrü çileler içinde
geçen Rasim Özcan’ın yüzündeki çizgiler bu çilelerin çoktandır
şüküre dönüştüğünü gösteriyor olmalı ki onun neşesinden insanlara
güven ,doğruluk ve iyilik yansıyordu.
Onun bize nazaran uzun olan boyu takım elbisenin içinde zarafeti
simgeleyen bir yapıdaydı.Her zaman insanların karşısına güzel bir
elbise ve gülen bir yüzle çıkardı, bu nasibi dahi Üstadı temsil eder
gibiydi. Pantolonu ütülü, ayakkabı pırıl pırıl ve kravatı son modaydı
her zaman.Traşına özen gösterir özellikle bıyığını sanki kumpas
kullanırcasına düzgün keserdi..Yüzündeki yumuşak ifade Fahri
kainatın sünnetine uymanın fotoğrafa yansımasıydı.Hele o sesi
…Yüzünden daha yumuşak o sesi, müminin merhametinden besteler
gibiydi.
Hayat memat diyorlar, ne dediklerini biliyorlar mı acaba.?Rasim
ağabeyimiz hayatın memat olduğunu bilenlerdendi.Ölmeden nefsini
hesaba çeken Büyük Doğu nasiplisiydi.Akciğer kanseriyle davet
edilen Azrail arkadaşımızı ebedi hayatına taşıdı Şubat ayının ayazı
ikibindokuz yılında bir başka hüznü donduruyordu.Kardeşimiz
göçmüştü.Allahın merhameti ve rahmeti onunla ve bütün
inananlarla olsun.Amin.
DARBOĞAZ
I
yüreğim yumuşak
yüreğim yükleniyor gelip geçen günleri
bir hüzün mayasıdır dirilten yüreğim
çözmüyor düğümleri
düğümler ki aklımdan geçen
boğazımdan geçmeyen madde
düğümler ki yüreğime dayanmış
ezdikçe ezilen hadde
ve yürümek zorundayım sokağın ucuna dek
nasıl zamanla sönüyorsa sokak feneri öyle
yüreğimi tutan “bottle – neck”
gel dostum gel de bir şeyler söyle
213
kimliğimize dair söz açmadıksa
kör döğüşünden kaostan yana
göz rengimiz değiştirmiyorsa bakışlarımızı
güzel olana
gel de birlikte bakalım
II
doğrusunu söylemek nasılsa öyle anlaşıla
muşmula yemiş midenin rengi
kaplumbağadan hızlı gide parmak çorap içinde
yoklukla varlığın yitince nirengi
doğrusunu söylemek nasılsa öyle anlaşıla
takvim bir nöbetinde süngülenir
kan enflasyonu beslerse akvaryumda
bir iki balık
üç ahbap çavuş yaparsa kalabalık
bir duvar dibi avlarsa geçer şaşkınlık
Yıl1963- Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Ali Biraderoğlu,Mehmet
Gökalp,Abdulkadir Abdüsselamoğlu.(Ayaktakiler soldan) Ahmet
Kaplan,Rafet Cingil,RasimÖzcan,Mehmet Güldeste
214
Mustafa ÖZKÜÇÜK………………….. /Halit KANTARCI
01/01/1950 yılında Kayseri’de doğan dayım Mustafa Özküçük
Kayseri Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği
Fakültesinden 1973 yılında mezun olarak Kayseri’ye tekrar dönmüş
ve muayenehanesini açarak Diş Hekimi olarak hayatını
sürdürmüştür.27 kasım 2008 sabahı bir telefonla uyandım.O gün
dayım Mustafa Özküçüğü kaybettiğimiz gündü.Uzun zamandır
çektiği çile bitmişti aslında. Oysa daha iki gün önce yanındaydım ve
yine elini elime bilek güreşi yaparcasına toka etmişti,yüzünde her
zamanki gülümsemesiyle, içimizden ikimizde bunun bir veda ziyareti
olabileceğini düşünüyorduk,sonra bir anda çocukluktan o zamana
kadar geçen güzel günler geldi gözümün önüne.Çok farklı bir insandı
benim için.Bizim ailede kimin başı sıkışsa hep onun yanında alırdı
soluğu,yardımını hiç esirgemezdi,karşılık beklemezdi.Sadece bize
olsa ya ,herkese yardım ederdi herkesin Mustafa abisiydi,teyzesinin
215
kızı Türkan hanımla evliydi ve Şule ve Şeyma adında iki kız çocuğu
vardı.
Bir ruh tutkunuydu..Hiç kibirlenmezdi, gösterişten, şatafattan
hoşlanmazdı.Eğer Mustafa Özküçüğe bir sırrınızı verdiyseniz asla
onu kimseyle paylaşmazdı, ağzından kerpetenle bile laf alamazdınız
sır küpüydü. Dini yönünün çok kuvvetli olduğunu
söyleyebilirim,İslam’ı aslından ve doğru öğrenme konusunda bir yol
göstericiydi bizlere,değme ilahiyatçılara taş çıkartacak bilgi ve
birikim,sürekli okumakla geçen bir ömür ,daha çok anlatan değil
dinleyen olmuştu hep,her gün en az 4-5 gazete okurdu ve çok sevdiği
Necip Fazıl kitapları,öğrencilik yıllarında tanıştığı üstad Necip
Fazılın düşünce ve fikir hayatı onu derinden etkilemişti,daha sonraki
yıllarda da hep Necip Fazılın izleri olmuştur hayatında.Bu noktada
çeşitli vakıf ve derneklerde aktif rol almıştı.Özellikle Hekimler
Birliği Vakfı’nda ve KEK.Vakfında. Ölümünden kısa bir süre önce
bana kendisinin de sürekli katıldığı, Kayseri Eğitim ve Kültür
vakfına ara sıra da olsa gitmem konusunda ricada bulunmuştu.Çok
ince espirili bir insandı.Bazen diş taraması yapmak için katıldığı
okullarda “Bir Latin şairi olan (Juvenal) der ki: ‘Mens sana corpore
sano’ “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur”.Çocuklar onun için
dişlerinize gereken önemi verin.Diye diş taramasına başladığını
öğretmen arkadaşlarından dinlemiştim.Vefatından 15 gün sonra çok
sevdiği arkadaşları bir anma gecesi tertiplemişlerdi,KEK Vakfında.
Akşam bir ziyafet verilmiş ve hatim duaları okunuyordu, içlerinden
biri,Mustafa Özküçüğün burada oturan herkese mutlaka bir iyiliği
olmuştur dedi,çok etkilenmiştim.Bu günlerde vefatının 4.yılını geride
bıraktık,hala gözyaşlarımız tam olarak kurumuş değil.Kendisini bir
kez daha yad ederken, geride bıraktığı çile mirasçılarına Allah
yardım etsin diyorum.
216
Mustafa Özküçük, Muayenehanesinde-1996
Ahmet Taşçı, Mustafa Cabat, Mustafa Özküçük, İbrahim Gengeç,
Şükrü Karatepe, Özer Koç, Bekir Yıldız, Abdullah Gül Ufuk
Lisesi’nde bir aradalar.
217
MUSTAFA ÖZKÜÇÜK
30.09.2004 Yamula Gezisinde
PATRİYOT………/MustafaÖZER
Aramızda ne fizik ne kimya ne de başka alanlarda atoma ilgi duyan
yoktur.Oysa atomun ve hatta nükleer fiziğin ne olduğundan bilgi
düzeyinde haberdarsınız.Bir büyük buluş olan atom gerçeğini
metodik anlamda, hem de insanlığın büyük kesimi hayatına kriter
yapmamıştır.Çok az da olsa seçkin bir kesim hayatını önemser ve
ilkeli yaşar.Bu ilkeler başkalarının gözüyle adeta gözükmez
ilkelerdir.Burada nükleer konuya girecek değilim ve fakat bu bilginin
hayata kriter olması oldum olası merakımdır.Hep Mustafa Özküçük
arkadaşımızı bu yapıyı bilen olarak gördüm.Bilmesi ameli
218
idi.Malumat olarak ta diş tabibi olması hasebiyle hücre ve mikrop
ve mikrobiyolojik gerçek ve gereklilikler onu hazırlamış
olmalı.Çünkü bilme dönemi, deneme dönemi,uygulama dönemi ve
metodik hale getirilme dönemi uzun bir süreçtir.Sabır ve birikim
ister.Özküçük bu kriteri içselleştirmiş yegane kardeşimizdi.Sistemin
sosyal hayatta kullanılması da belli bir yaşama biçimini gerektiriyor.
Onun için detay vermiş oldum.Özetin özeti herkesin görmediği hatta
görmek istemediği ve hatta görse bile ihmal ettiği küçüklerin değerli
hale getirilerek kullanılması meselesi.Özküçük’ün hayatı sanki bu
düşünce helezonu vasıtasıyla duaya dönüşüyordu.
Mustafa Özküçük’ün hayatını mercek altına alınca maddesi
gözükmeyen o varlığın nurunu görebiliyoruz.Bu öyle bir bedahet ki
karşımızdaki Erciyes’i göremeyip beş lirayı önemsemek gibi çelişik
ve absürttür. Belki bir bencillik kokusu bile gelebilir.Fakat ne hayat
ne de cennet ucuz değil arkadaşlar.O yapabildiğini yapmanın
erdemine inanmıştı.Kimse yoksa o vardı.O ‘bu kadar ve buraya
kadar’cılara inat başkalarının eksiğini montajlamak zevkini bir yana
koyarak elindekini taşıyabileceği en yükseğe taşırdı.O yapabildiğini
yapmalıydı,ve onu yaptı.Ya bir odak olup birikir ya bir odağa
sessizce sızar, bünyevileşirdi. Onun odakları çok merkezli ve zahiri
özellikler taşır.Böyle olunca da lidere ihtiyaç çıkmazdı.Herkese irade
dağılınca hareketi senkronize emire kalıyor.Yöntem basit ve
etkili.Merkez nesnel kaldığı sürece merkeze katılmakta kimse
muhalifleşmiyor. Özküçük bu gerçeği görmüştü.
O benim özel lakabıyla patriyotum idi. Patriyot, öze müteallik
konularda, halktan birisi olarak yaş meslek ve sosyal itibar
gözetmeksizin duyarlı hale gelir,ilgilenirdi.Kiraz yemeye giderken de
,başbakan karşılamağa giderken de hep aynı patriyot idi.Gizemi ve
olgunluğu tecahül ü arife bu kadar güzel saklayanını görmedim.O bir
harikadır.Gözlüğünü acziyet unsuruymuş gibi taşımasından özel
musafahasına kadar hep bütünü patriyotta mündemiç
aksesuarlardı.Temiz ve sıcak renkleri seven bir başka özelliğini son
iki yılda değiştirmişti.Siyasete ilgisi Büyükdoğu emirleriyle
ilgiliydi.Değilse ilgi alanının dışındadır.
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfındaki son görüşmemizde halimizi
hatırımızı sormuştu.İçim acımıştı.Gerçi bende rahatsızım
219
kalpten,lakin ben tayin edilmiş bir güne esir değildim.Sevinmek
üzülmekten de beter bir bakış.Bu kanser illeti belki bir süre sonra
kontrol altına alınacak, sırları çözülecek ve mücadele edilir boyuta
gelecektir.Ama şimdilerde gözümüzün içine baka baka önce Ziya
Olgunharputlu’yu daha sonra Ekrem Sağıroğlu’nu ve en sonda
patriyotumuzu aldı.Kapitalizmin kirliliğine bakarak bilimden tedavi
beklersek dünya zindana döneceğe benzer.Rabbimizin de bir hesabı
olsa gerek, İnancımız umutlarımıza neşeyle hayat vermektedir.
Cumhuriyet İşhanı yeni yapılmış,Mehmet Kasap orada
çalışıyor,zannederim onu ziyarete gittim.Yanımda Mustafa Özküçük
belki yarım saat hiç konuşmadan Koca Erciyes’i seyrettim. Mustafa
da arada bir bana bakarak Erciyes’e bakarmış.Neden sonra ne değişti
diye bir soru sordu.Gözlüklümü gözlüksüz mü dedim.Şuraya iki satır
konuşmaya geldik Özer beğ, dedi. Mustafa beriden Mehmet Kasap
katıldı, sıkılmışındır abi …Çay içer miyiz beyler dediğinde çay
tepsisinde şıngırtılarla çaycı geldi. Mehmet çaycıya çıkıştı “bayat
çayı hakalama ha!”…Sanki başka kelime bilirmiş gibi.. ayıpettin abi
diyordu çaycı. Ben gidiyorum dememle Mustafa hayat buldu(bağa
gidek mi Özer aa?) dedi .Kasabı çizimleriyle baş başa bırakıp ,
şimdilerde adını ışık meydanı diye değiştirmişler, eski eşek
meydanındaki bağevine gittik.Yoldan Ahmet Taşçı’yı da almış
olmalıyız ki hafızamda Ahmet’in duta çıkıp dut yediğini
hatırlıyorum.Havuzun başına bir şilte koymuştu patriyot ben de bir
güzel uyku çekmiştim.Uyandığımda akşam oluyordu.Şehre inip
Kasapla buluşmuştuk.
Mustafa gözü ,eli ve kapısı açık nesnel çalışmayı seven biriydi.Yok
gibi dururken sizi öyle ağırlar ve taltif ederdi ki,yaptığı ikramların
sizin hakkınız olduğuna içten sizi inandırırdı.İnsan nefsini
bulaştırmadan nesnel kalması ve nesnenin akıl bulandırmaması ve
ruhu teslim alıp kirletmemesi için mukaddes olan malumunda mazruf
olarak bir zarfa girmesi gerekiyor.İşte Özküçük bu noktada çok
hassastı.Muhafazakardı.Hatta patriyotun temel ilkelerinden en temel
olanıydı.Muhafazakarlık Mustafa Özküçük’de klasizm
kazanmıştır.Yiyecek,içecek,giyim,kuşam, ve hatta kelime seçimine
kadar bir çizgisi bir duruşu vardı.Bu nedenle kelime tasarrufu bile
yapıyordu.
220
Özküçük’le lisede tanışmıştık ,Kayseri lisesi.Adını sonradan
Selçuk koyduğumuz Sümerde oturan bir sınıf arkadaşımla daha
içiçeydi. Kabalığı beni rahatsız ettiği için ben Selçukla yanyana pek
gelmezdim. Dava ahlakını sevdiğim için de ondan büsbütün
kopmazdım. Özküçük onunla bilardoya, sinemaya giderdi
Sessizliğini Özküçüğün, gürültüsünü de Selçuğun eklediği bir renkli
grupları vardı.Üniversite yıllarında uzak düşmüştü Selçuktan. O
Ankara’da okuyordu, Özküçük İstanbul’da ..Dişçilik fakültesi hem
masraflı, hem de zor eğitimlerden biri olduğu için Özküçük,
İstanbul’da biraz kendini kapatmıştı.MTTB de hiç olmazsa ayda bir
görüşüyorduk..
Mustafa şın şenlik içinde kendiyle barışık bir
dostumuzdu.Eğlenmeyi bilir ve severdi.Toplumun oyunla hareket
ettirildiğini keşfetmiş olmalıydı.Çiftetelliyi ne kadar güzel oynarsa
çiçekdağını da aynı güzellikte oynardı..Bu konuda müthiş
diyebilirdik.Düğün dışında hiç oynadığını duymadım görmedim
,onun içindir ki bilinçli seçim.Çerçevesini çizdiği alanda kalanların
düğünlerini şenlendirdiği kadar aynı ölçülerde cenazelerinde acı
paylaşmayı bilirdi.Mesleki aletlerindeki kullanım titizliğini
şoförlüğüne bile taşırdı.Hiç erinmez,böylede olur demezdi.Gereğine
binaen kullanırdı.
Anılar …anılar…öyle içli öyle bol ki..çokluğu bizi alıp
götürüyor.Mustafaya nasıl olmak isterdiniz deseler seçeceği hayat
tarzı yine aynısı olurdu.Zira hayatıyla barışıktı.kendiyle, çevresiyle
barışıktı.Öyle ki gül ve sarımsağa kadar kokularla barışık olduğu gibi
dağlarla ovalarla barışıktı.Barışamadığı modernlik
çağdaşlık,demokratlık ve Avrupalılık adına üretilen popülizm ve
popüler kültürü sevmezdi.Kot yada kes giymedi giymezdi de.oysa
aile düzenimizde bu çatlaktan çok mikrop gelecek gibi
gözüküyor.Bizlerin yapmadığı bazı zarfa ait yaptırımlar mazrufa
sızacak zararları önler mi?Bu konuyu tartışmalıyız.Ailelerimize ve
topluma sahip çıkmak adına.
İnsanın ağız içinde çalışmak öyle kolay değil.Dişçi mesleki
formasyonunu kazandıktan sonra muayenehanesini de açmıştı.Evini
de yaptırdı.Muhanete muhtaç olmayacak ekonomik düzenini
kurmuştu.Belki bundan sonra dünya adına rahat edecekti.Çok
221
özenerek kurduğu evinden semtine,ilçesinden iline,ülkesinden İslam
dünyasına dair öyle derin bağlılıklarına şahit olmuştum ki O’na
‘’patriyot’’demiştim.Bu tabirde Kemal Tahir’in Yorgun
Savaşçı’sındaki Patriyot Ömer’den mülhemdi. Son yıllarda her
şeyiyle, nesli tükenmek üzere olan arkadaşların yanında olan Bekir
Yıldız bizde olanın kendisinde olduğunu biliyor.Elinizle kötü bir şey
yaptığınızda nasıl ki elim kırılaydı da diyorsanız iyi bir şey
yaptığında da o eli bir kez ödül olarak öpmek gerekmez
mi?Atalarımız onun için demişler ki;Marifet iltifata tabidir.Hakkı
olanlara selam olsun.ve Allah haklarını korusun bereketlendirsin,ve
namerde muhtaç etmesin
Bakıyorum da çevremde ne kavgacı ve ne de kavga seven
var.Barışı korumakla görevli kalbimiz Nuhun güvercini gibi alemi
de barış içinde görmek istiyor.Patriyotun kahkülündeki arkaya doğru
yatkınlık takkenin dua izlerini taşırdı.
Cemaate devam edenler için elbette bedahet olan halk içinde farklı
görülebilir.Onun dindarlığı devamlılıkla taçlandırılmış idi.Bu yanı
elbette ki dost bağının bülbüllerine tuzak değildi,lakin onun titizliği
davasının geçmişte geçirdiği acıların bilinçaltında bıraktığı
tortuları,ve o tortuların korkunç ihtilaçlarını unutamamaktan
kaynaklanıyordu.Davasına aşık olan herkesin arkasına bakmadan
yapacaklarını yapmasıdır.O da bunu yapıyordu hep.Sessiz ve bir
radar gibi gökyüzüne açık.Büyükdoğunun her frekansı onu
ilgilendiriyordu.sevincini ,hüznünü aşkında taşıyanların iyi bildiği bu
doğru yolda kendisine tevdi edilen susma hakkını konuşma sırası
gelmedikçe bozmama karalılığıydı.Sakin ve müsekkin… Ve de
delicesine patriyot…
Yine Türkocağı…yine Mustafa Dinçel…yineZiya
Olgunharputlu..yine Hasan Nail Canat ve daha niceleri…gülbank
okumak lazım…Türkocağı Patriyotun muayenehanesine taşınmak
üzereydi.Ofisi dervişanı cem etmiş,kafasında takke,yüreğinde tekke,
memnuniyeti tebessümünde izhar,dervişanı rahatsız etmekten
korkar,bağevi dahil evi her dosta aşikar olmuştu.
Ziyanın ziyade titizi, Mustafa küçük küçük birikmenin,şık ve şen
devliği dileriz ki devam eden dostluklarda, tevarüsen devam
222
eder,Mustafa Özküçük sana ve senden olanlara Allah merhamet etsin
.Bilvesile Allah hepimizi muhafaza etsin.
patriyot I
ortadoğunun ev sahibesi
asil türk terbiyesidir
gayrı türkün müddeası
amerikan kurabiyesidir
M.Özküçük Biyokimya Laboratuarında
bir süredir oyalandığın
oturdukça usanmadığın
dolandıkça dolandırıldığın
aşkına uslanmadığın
sabrın ne gün bitecek
atam dermiş ki
gölgede duranın olmaz gölgesi
burası ortadoğu bölgesi
bu bölgede her şey beynelmilel
her şey diplomatça
karanlık basınca
duygular bastırılıp
223
kaygular hoyratça basılır
muvattaliş mi geçmedi
ramses mi
nuşurevan mı
perikles mi
iskender mi
karun mu
kurunu vustada geçti ustaca
hele kan revan içinde islamın defteri
ömer
osman
ali
hasan
hüseyin
osmanlıya emaneten verilirken ortadoğu
barut kokulu
ve duygulu
ortadoğuda yaşayan ulusal olduğunu sanıyor
aynı yaşam da adaş oldukları halde
başka yaşam bulduğunu sanıyor
aynı makama aynı besteyle yalvarıyor
birbirinden habersiz
patriyot II
aslını bir soykacıdan almışlar
gerisi encümen-i hamuşanın üyesi
şu pandülü bozuk makamda konuşan ise
anayola paralel koşanın üyesi
aslı girmemiş olabilir terekeye
belki de varoluşun simgesi diye
varis redd-i miras etmiş olabilir
224
bu nedenle kalana demiyoruz reddiye
sayesinde dem çekip uyuyoruz
ne vekiliz ne müvekkil
ne de mütevekkiliz kadere
önümüze kim gelse onu da uyutuyoruz
patriyot III
yeni bir yatak pırıl pırıl gümüşdere
aldırmıyor çıkışlara inişlere
ne suyunda yosun yüzüyor ne taşında
gümüşdere henüz işin başında
şaşma sakın bir meleğin kanatlarını yıkarken görürsen
gümüşderenin söğütler ardına saklanmış küçükkoyunda
beni uyur gezer kılan
melek miydi dere miydi ay mıydı
tefriki zor içimde bir uzay mıydı
gümüşderenin menderesleri
zaman onu da yosunla saracak
yüzünde ne mücavir köy ışığı ne de yıldız parlayacak
tarihi kostümleriyle övünen nicelerine
temizliğinden örnekler sunabildi sadece
tarihten daha eski güzelim gümüşdere
çağdaş maskaralığa kaymadan gümüşdere
şükürler etti hem de binlerce
suyunu şerhederek
gözyaşından alın terine dek
huyu suyu bilinenlerce
çağdaş maskaralığa kaymadan
okundu ve anlaşıldı güzelim gümüşdere
225
ayağa batmayan bir çivinin hayale batması
mazlumu uyarmak içindir
zalimin estetiğe ihtiyaç duyması
kaçan zulmü kayırmak içindir
patriyot IV
eskiden sakaltraşı geçenlere hırbo derlerdi
yeni tüylenmiş kuş yavrularına benzerdi yüzleri
buna ek olarak suut sakalı çıktı modaya çene ucundan
şundan bundan peydahlanıp gündeme gelen zıpırları
herkes tanır sonucundan
biraz kıl biraz kılsızlıktır akıllılıkları
ve kendine ait olmadı okudukları
ve okullulukları
çatlak havuz problemine benzer hep sorunları
kaçırdıkları biriktirdiklerinden hep daha fazla oldu
başına ödül koydurup beleşe yaşamak için
dine çatar
devlete çatar
da
belaya çatmadan hukukla uykuya yatar
uyanık mı desem cingöz mü
açıkgöz mü aç göz mü desem
neleri değişecek sanki
soyan da soyulan da kendileri
ha demişin ki şıracı bozacıya karşı
ha demişin ki karşılıklı dibi kara tencere
bu kendini soyan hırsızlara
aldanmayın orduya dair ettiği laflara
ya paşadır babası ya dayısı asker
taflanlara ve papatyalara dair bilgisi
muhakkak araştırmaya değer
226
islamla ilgisi avrupadan gelir
entelim her gün avrupadan gelir
herhalde harcadıkları yerlidir
her yemeğin üstüne bir draje özgürlük hapı
düşünü rahatsız eden gölgelere hitler tozu
iktidardan kovulmayan bir kapı kolu
tamamlar yavrunun eksiğini
devlet oldukça olacak entel
olsa da kendine engel
Mustafa Özküçük arkadaşlarıyla bir yemekte.
227
MUSTAFA ÖZKÜÇÜK
DİŞÇİ’NİN PALTOSU…………………/Mehmet KASAP
(Birgün; Orhan Pamuk’un “Babamın Bavulu”ndan mülhem böyle bir yazı
yazacağımı hiç düşünemezdim!...)
Herkes dünyada kendi kaderini yaşıyor-yaşar, mukadderatının
arasında gider gelir, iner çıkar, dolaşıp durur hülasa, bu belli de, her
halde hiçbir kimse için hayat, hiçbir zaman tamamen bir tiyatro
olmamıştır. Mustafa Abi, inadına böyle yaşamaya çalıştı, tek kişilik
tiyatro oynadı hep… Öyle zor ki bunu yapmak, düşünebiliyor
musunuz herhangi bir zaman, nerede olursa olsun farketmez, ilişkide
olduğu, görüştüğü kişinin bu oyundan haberi yok!... Şöyle mesela;
muayenehanesinde, diş ağrısı veya böyle bir problemiyle ilgili
görüşmek üzere gelen hastanın, dişinin sızısından, acısından fırsat
bulabilirse ki, ekseriya umurlarında olmazdı, görebileceği şekilde bir
kitap, aralarındaki masanın üstünde sürekli durmakta ama, hatta
hastanın dikkatini çeksin diye arada bir eliyle şöyle ileri geri, sağa
sola doğru kitapla oynamalar… Tabii kitabın kimliği çok önemli, bir
kere Necip Fazıl ön şart denebilir, en aşağısı Nuri Pakdil’in Edebiyat
Dergisi veya Sezai Karakoç’un Diriliş’i olacak!… Haydi diyelim
büyük keyiflerinden biri de; yere, ne sehveni, bilhasa düşürülmüş,
saçılmış bir takım madeni paraların, banknotların çiğnenmesi, dikkat
çekmesiydi!...
228
Ne tiyatro amma?
Muhakkak ki, tam bir Müslüman’dı… Tiyatrosu da buydu zaten,
bundan… Fakat anne-babası, çocukları ile ilişkilerinde; bir şey
söylemek mümkün değil, belki gelenekler daha ağır basıyordu,
öndeydi… Yine de ebeveyni ile ilişkilerinde ben, gelenekten ziyade
onda hep Veysel Karani tavrı görmeye çalıştım… Bu yakışıyordu
Ona!... Ne olurdu sanki ki, bu yalan dünyada zaten adalet denen şey,
“güçlülerin delip geçtiği, güçsüzlerin takılıp düştüğü ağ” değil
miydi?
Mustafa Abi’yle ilgili bu dördüncü yazı, biter mi bilemem,
öncekiler çok yavan geldi bana, yine de duruyorlar… Burada iki şey
söylemek istiyorum; Onun için güven önemliydi, öyle daldan
eğmelere de pek güvendiği söylenemez… Üzgünüm ama mesela ben
de anadan doğma değildim, yani yapacak bir şey yok, bu,
söyleyeceklerimin ilkiydi, ikincisi de; biliyordum ki Onun,
güvendiklerinden kendini mahrum ettiğidir…
Tamam artık, daha fazla yazmak Onu, güncel tabirle
“Mustafa”laştıracak, önceki yazıların yavanlığı da burada, anladım
şimdi!...
Kaç zamandır belki bir iki yıl var ki, paltosunu değiştirmişti,
giymiyordu onu!... Aslında Dişçi’nin tiyatrosu o paltoyu çıkardığında
bitmişti, “Paydos!...” demişti... 2008 Kasım’ının son Perşembesi’nde
o kuşaklı, biraz maksi, haki paltosu tabutun üstündeydi… Kendisine
de çok yakışırdı hani ve bu haliyle Camiikebir’in musalla taşları, o
öğlen boştu, başka cenaze yoktu, hepsi tek başına Onu, şehrin
efendisini kollarına almış, son yolculuğuna hazırlıyordu!...
Ömür boyu tiyatro böyle oynanır zahir?… Ve kaçınılmaz son,
perde!... Ne demiş büyükler; “Gel otur başka, geç otur başka!...” O
hep geldi, oturdu!...
Dualarım Onunla; Allah’ım, rahmetini Ondan esirgeme!...
229
EKREM SAĞIROĞLU
Biyografi
1943 yılında Erzincan’ın Refahiye ilçesinde doğdu. İlkokuldan sonra,
özel öğrenimle hafızlığını tamamladı. Kayseri İmam-Hatip Lisesi’ni
1966; Yüksek İslam Enstitüsü’nü de 1970 yılında bitirdi. Refahiye,
Digor (Kars) ve Safranbolu ilçelerinde müftülük; Eskişehir ve
İstanbul/Bakırköy İmam-Hatip Liselerinde öğretmenlik yaptı. Yazı
hayatına lise döneminde başladı. İlk deneme yazıları Kayseri’nin
mahalli gazetelerinde, haftalık Yeni İstiklal gazetesinin Genç
Kalemler sayfasında yayınlandı. Deneme ve makaleleri de sonraları
Milli Gazete, Yeni Devir gibi günlük gazete ve Hakses, Tohum,
Mavera, İslam, Altınoluk gibi aylık dergilerde yayınlandı. 2008
yılında, hayatını kaybetti.
Uzun süredir kanser tedavisi gören Eğitimci-Yazar Ekrem
Sağıroğlu, (12.01.2008) tarihinde sabaha karşı evinde hayatını
kaybetti.
Vefatından önce Furkan'a konuşan Ekrem Sağıroğlu ölüme
yaklaştığını şu sözleriyle ifade ediyor: "Çok önem verdiğim ve
yıllarca üzerinde durduğum bir kitabım da Elest yayınlarından
çıkacak inşaallah. İsmi: 'Vade Tamam Olmadan...' Yani ömür
bitmeden, zamanımız tükenmeden... başka bir ifadeyle vade tamam
olmadan, insan ne yapabilecekse onu yapmalı. Bilindiği üzere
ahirette iş ve amel imkanı yok. Daha doğrusu insan, öbür tarafa ne
götürecekse göndermeli... Arkasında da birşeyler bırakmalı. Bunun
230
için zamana hâkim olmalı. Ömrün kıymetini bilmeli. Sonunda
'Ömrüm eyvah!' diyeceği bir hayata dalmamalı. O kitapta bunu
anlatmaya çalıştım.
Galiba ben de böyle diye diye ömrümün sonuna yaklaşıyorum. Zor
bir hastalığa mübtela bulunuyorum, o kitapta 'çoğu insanın işi yarım
kalır...' demiştim. 'Hây-ı hûyu ehl-i dünya bitmeden ömür biter'
demiştim. Hani şoförler kamyonlarına 'ömür biter yol bitmez' diye
yazarlar ya... Biz de öyle dedik. Çoğu kimsenin işi yarım kalır dedik.
Fakat dünya işlerinin yarım kalmasının hiç önemi yok. Ahiret işleri
zâyi edilmişse o fenâ! Çok şükür benim bitmeyen dünya işim yok.
Ancak kalıcı işlerimi, özellikle yazı ve kitap işlerimi bitirmeye
çalıştım."
Merhum Ekrem Sağıroğlu'nun Furkan Dergisi'ne Ekim 2007
tarihinde vermiş olduğu röportaj
Röportajı yapan/Osman Akyıldız
“TASAVVUF ŞERİATIN İYİ YAŞANMASI İÇİN BİR
VASITADIR.”
Furkan - Muhterem Ekrem bey, öncelikle kısa çizgilerle
hayatınızı anlatır mısınız? Ekrem Sağıroğlu kimdir, neler
yapmıştır, halen neler yapıyor?
Ekrem Sağıroğlu - Hayatımda kayda değer birşey yoktur. Kendimi
bildikten sonra, içimde yaşadığım fırtınalar elbette sadece benim için
önemlidir ve bana ait şeylerdir. Bu konuda söylenecek söz şudur:
İnsanı biraz da acılar ve çileler olgunlaştırır. Acı, çile -fakat ulvî çile-
ve ızdırap insanı hamlıktan kurtarır.
Bu içsel olgular dışında, dünyada kalış süremiz olan hayata gelince...
Zannediyorum insanın kayda değer ve anılmaya layık hayatı,
'yaşanmaya değer hayatı' bulmuş olarak yaşadığı hayattır. Yani hem
kendisi için hem de toplum için, bir müslüman olarak İslâm adına
yaptıklarıdır. Başka bir ifadeyle, geriye bıraktıkları ve böylece de
231
ileriye, öbür tarafa gönderdikleridir. Ebedi hayat kaygısı olmadan
yaşayanların hayatı ise bir bitki, bir böcek, yani herhangi bir canlı
gibi yok olup giden biyolojik bir canlılıktan ibarettir.
Aklımı bilip, gözümü dünyaya açtığımdan beri, hep bu arzu ile, yani
'daha iyi müslüman olabilme' arzusu ve hasreti içinde yaşadım. Fakat
buna tam muvaffak olduğumu söyleyemem. Galiba bu biraz da nasip
meselesi... Cenab-ı Hak buyuruyor: “Bu Allah'ın fazlıdır ki, isteyene
ve istediğine verir: Zâlike fadlullâhi yü'tihi men yeşâü'” Allah-ü Zü'l-
Celâl, bizleri bu manevi nimetten nasipdar eylesin...
Evet, o sizin öğrenmek istediğiniz hayata gelince... 1943 Erzincan
Refahiye doğumluyum. Babam küçük bir esnaftı. Âlim değil, fakat
malumatlı ve ârif bir kimse idi. İlk öğrenimim köy şartlarında geçti.
Sonra babam beni hafızlığa başlattı. Çok şükür, zor şartlar altında
bunu başardık. O zaman Kemah müftüsü olan Lütfi Doğan hocadan
ders alırken, bize Kayseri İmam-Hatip okulunu hatırlattı ve gitmemi
teklif etti. Babamın da bundan haberdar olmasıyla 1959 yılında oraya
kaydoldum. Şimdi ilahiyat olan olan Yüksek İslam Enstitüsü'nü de
orada okudum. Fakat sadece mektep dersleriyle yetinmedim.
Kayseri'nin yetkin müderris hocalarından, birkaç arkadaşla dersler
aldım, Arapça okudum.
Ayrıca müthiş bir kitap okuma şevkim vardı. Okul kütüphanesi ve
şehrin kütüphaneleri belli başlı mekânlarımdı. Raşid Efendi
Kütüphanesi meşhurdur.
Yazı yazabildiğimi, kompozisyon yazılılarında anladım. Edebiyat
hocam Sabit Hashalıcı da teşvik etti. Ve yazı hayatım da lise bir
yıllarında, küçük denemeler ve makaleler ile başladı. Kayseri'nin
mahalli gazetelerinde yazılarım çıkardı. Yazı konusunda, şimdi
İlahiyatta profesör olan İsmail Lütfi Çakan Bey'le beraber hareket
ederdik.
Sonra 1970 itibariyle esas resmi vazife dönemim başladı. 8 sene
müftülükten sonra Milli Eğitime geçtim. Müftülükte çok faydalı
olamayacağımı anladım. Eskişehir ve İstanbul Bakırköy İmam-Hatip
Liselerinde vazife yaptım.
Asıl kitap çalışmalarım 1981'de, o zaman ki ihtilâlin başı olan Kenan
Evren'in bir konuşması üzerine başladı. 'Bilgiden Tevhide Yükseliş'
kitabım ona bir tepki olarak günyüzüne çıktı. 1985'te iki kitabım
232
yayınlandı. Birisi 'Çağdaş Dünya ve İslam.' Tekrar basılmadı.
1999'dan itibaren hemen her yıl bir kitabım yayınlandı. Kitap
çalışmalarım halen devam etmektedir. Fakat birbuçuk sene kadar
önce başlayan hastalığım sebebiyle çalışma randımanım düştü. Buna
rağmen, çok şükür ki, önceden başlanmış ve epeyce ilerlemiş olan iki
kitabımı bitirdim. Birisi Temmuz ayında yayınlanan Hasan-ı Basrî...
Hz. Osman Radıyallahü Anh'ın hayatı ise dizgide...
F - Sizin İmam-ı Rabbani hakkında bir eseriniz var. Bildiğimiz
kadarıyla bu kitap İmam-ı Rabbani'nin biyografisi hakkında
yazılmış ilk te'lif eser. Sizce İmam-ı Rabbani niçin önemli bir
şahsiyettir? Ve O'nun devrimci yönü hakkında neler söylersiniz?
E.S. - İmam-ı Rabbani'yi tanımam lise yıllarına dayanır. Merhum
Necip Fazıl, Büyük Doğu dergilerinde Mektubat-ı Rabbani'den
sadeleştirilmiş mektuplar yayınlıyordu. Büyük Doğu dergisindeki
farklılık gibi, o mektuplardaki farklılığı da sezdim. Daha sonraki
yıllarda Mektubat'ı düzenli bir şekilde okumaya başladım. Önce bir
defter tuttum, bazı notlar aldım. Sonra gittikçe iş büyüdü ve kendi
kendime 'bu mektuplar ve Mektubat'ın sahibi mutlaka insanlara
tanıtılmalıdır' diye düşündüm ve bir kitap yapmaya çalıştım. İlk
çalışmam, Seha Neşriyat'ta, 250 sayfa kadar kitap olarak 1985'te
yayınlandı. O zaman yayın dünyasından habersiz ve acemi idik.
Yayınevi bana haber vermeden yıllarca basıp satmış. Sonra ben de
onlardan yayın hakkını aldım. Kitap üzerinde yeniden çalışmaya
başladım. Yeni kaynaklar buldum. Hem anlatım, hem de hacim
bakımından geliştirdim ve genişlettim. Yasin Yayınevi sahibi
muhterem Erdem Eren Bey'in teklifiyle orada 2000 yılında her
bakımdan güzel bir şekil ile yayınlandı. Bu yıl ise, tekrar yenilenmiş
ve geliştirilmiş şekliyle çıktı. Öncekine göre çok daha ileri bir
seviyede... Bu vesile ile Yasin Yayınevi sahibi Erdem Eren'e de
sevgilerimi sunuyorum, hiçbir masraftan kaçınmadan kitapları şeklen
mükemmel bir şekilde yayınlıyor.
İmam-ı Rabbani'nin önemi şuradan gelmektedir:
Hem müteşerri, muhakkik bir âlim, hem de bir tasavvuf adamıdır.
Başka bir ifadeyle hem zâhir hem de bâtın âlimidir. Bu bakımdan
ona 'sıla', birleştiren denilmiştir.
233
Nakşilik yolunu geliştirmiştir. Onun için onun yolu Nakşiliğin
'Müceddidiye Kolu' olarak anılmaktadır.
Çok katı bir küfür dönemini yaşamış ve o ilhad çığırına karşı hem
direnmiş hem de mücadele etmiştir.
Bozulan tasavvufi düşünceyi düzeltmiştir.
Mektuplarıyla ve halifeleriyle, Hindistan bölgesini de aşan bir
coğrafyada tesirli olmuştur. Hind hükümdarı Ekber Şah'ın, 51 yıllık
hükümranlığı ile, küfür ve şirk yönetimini söküp, zillete düşürülen
İslâm'ı ve müslümanları tekrar eski izzetine kavuşturmak için
çalışmış ve bunda muvaffak olmuştur. Özellikle Ekber'in oğlu Selim
Cihangir zamanında zindana atılmış, 2,5 yıllık hapis hayatından
sonra serbest kaldığı gibi devleti İslâm'a dost hale getirmiştir.
Bunun için kendisine Müceddid-i Elf-i Sânî, İkinci Bin Yılın
Müceddid'i ünvanı verilmiştir.
Tirmizi'de nakledilen bir hadis-i şerife göre Peygamberimiz: 'Allah-u
Teâlâ, her yüz senede bir bu dini yenileyecek bir kimse
gönderecektir' buyurmaktadır.
İmam-ı Rabbani ise bin yılın yenileyicisidir. Ve onun tesiri halen
devam etmektedir. Onun Mektubat'ı Türkiye'de yıllardan beri bazı
cemaatlerde ve Kur'an kurslarında sistemli bir şekilde
okutulagelmiştir. Ama tabiî ki son durumları bilmiyorum.
F -Tasavvufi düşünce ile alakanız ne seviyededir ve nasıl
başlamıştır?
E.S. - Tasavvufi düşünce ile alakam ilk gençlik/talebelik yıllarımda,
fakat kitaplar seviyesinde, yani okuyarak başladı. İlk olarak
okuduğum ve çok etkilendiğim kitap İmam-ı Gazâlî'nin İhyâ'sı oldu.
Daha sonra Necip Fazıl'ın Halkadan Pırıltılar (şimdiki ismi Altın
Silsile) isimli eseriyle, tasavvuf büyüklerinin fikirlerinin ne kadar
çarpıcı olduğunu gördüm. İlk dönem âlimlerinden Hâris el-
Muhâsibî'nin, Hasan-ı Basrî'nin... daha sonraki dönem büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdadi, Beyazıd-ı Bestamî, İbrahim-i Ethem, İbn-i Arabi,
Abdulkadir-i Geylânî.. ve bilhassa konumuzun esasını teşkil eden
İmam-ı Rabbani'nin sözlerinin ve hallerinin etkisiyle adeta
büyülendim. Onlara büyük bir hayranlık duydum ve sevgi besledim.
Müslüman olunacaksa böyle olunacak dedim.
234
Anladım ki tasavvuf İslam'ın kalbi yönünün kuvvetlenmesi ve daha
iyi yaşanması için gerekli olan, destekleyici ve teşvik edici bir eğitim
yoludur. Şeriatın iyi yaşanması için bir vasıtadır. Ama gaye değil
vasıtadır. İnsanı takva, ihsan ve ihlas derecesine yükselten bir ilim
dalıdır. Fakat yine unutmayalım ki, tasavvufun uygulanması demek
olan tarikatlar da ayrı bir din ve gâye değildir; İslam'ın iyi yaşanması
için destekleyici bir unsurdur. Asıl gaye imanın kemâle ermesi,
şeriatın emirlerinin kolayca ve içtenlikle edâ edilmesidir.
Yetişebildiğim ve yetişemediğim son devrin tasavvuf önderlerinin
hepsine de saygı duydum ve sevgi besledim. Erzincanlı Abdurrahim
Reyhan Efendi'nin sohbetlerine katıldım. Belki iyi bir mürid
olamadım, fakat 'muhib' olabildiğimi zannediyorum.
- Üstad Necip Fazıl'la ve onun ekolünün de ismi olan Büyük Doğu
ile olan alakanızdan bahseder misiniz? Üstad'la görüşmeniz oldu mu?
Önce kitapları ve dergisi ile tanıştım. Yıl 1961 veya 62 idi.
Kayseri'de talebe idim. Çarşıda, el arabasında eski kitaplar satan
birisi vardı. Birgün kitaplarına bakarken 'Cinnet Mustatili' (Sonradan
Yılanlı Kuyudan oldu) isimli bir kitap dikkatimi çekti. Çok kötü bir
baskısı vardı. Aldım ve bir günde okudum. Tabii ben o zaman Necip
Fazıl diye bir isim duymamıştım. Okuyunca, bu kitabın yazarının çok
farklı bir kişilik olduğunu anladım. Toptaşı cezaevindeki günlerini
anlatıyordu. Çok çarpıcı idi. Sonra Büyük Doğu dergisini tanıdım.
Ve ondan sonra tiryakisi olduk. Zaten Kayseri'de çok canlı bir
bağlılar güruhu ve okuyucuları vardı.
İlk görüşüm Ankara garında oldu. Belki 1964 yılı idi. Bir vesile ile
Ankara'ya gitmiştim. “Necip Fazıl gelecekmiş” dediler, ben de
istasyonda bekledim. Sonra tiren geldi. Bir topluluk halinde
yürüyorlardı. Önden karşıladım. O olduğunu tahmin ettiğim kişiye
yöneldim, eline uzandım ve 'Necip Fazıl mı?' diye sordum. 'Evet,
hâlâ tanımıyor musun?' dedi. Onun düşüncesine göre tanımakta geç
kalmıştık. Grupla beraber Türk Ocağı'na gittik. Sohbetinde bulunduk.
Konferanstan sonra bir odada veya evde yakın çevresiyle beraberlik
olurdu, orada da bulundum defalarca.
Kayseri'ye konferansa çok geldi. Kendisini görüp dinledikten sonra
da bir 'dâhi' ile, çok müstesna bir kişilikle karşı karşıya olduğumu
anladım. Konferansları genellikle tiyatro veya sinema salonlarında
235
olurdu. Hınca hınç dolardı. Caddeye kadar insanlar ayakta dinlerdi.
Çıt çıkmazdı. Onun yüzünü, jest ve mimiklerini görmek de ayrı bir
zevkti. O kadar cezbedici idi ki, düşmanları da dinlemeye gelirdi.
Büyük Doğu dergisinin de sevdalısı olduk. Cuma günlerini iple
çekerdik. Ama uzun süre devam etmezdi. Ya kapatılırdı ya da sahibi
olarak hapse girerdi.
Ankara'daki ve yakın şehirlerdeki konferanslarına da giderdik.
'Özlediğimiz Neslin Vasıfları', 'Sahte Kahramanlar', 'Yolumuz
Halimiz Çaremiz', 'İman ve Aksiyon' bu konferanslardan bazıları idi.
'Ayasofya' isimli hitabesi de çok meşhurdur.
Denilebilir ki, fikir ve İslâmî şuur bakımından dünyaya gözümü
onunla açtım. Sahte oluşları, yakın tarihin yalanlarını, dostu düşmanı
onunla tanıdım. Daha önce de bahsettiğim gibi İmam-ı Rabbani
dünyasına onunla girdim. Dergide yayınlardı ve methederdi. B.D.
dergisi idarehanesinde de birkaç defa ziyaret ettim. O celâdetine
rağmen, bağlılarına karşı çok samimi ve mütevazı bir insandı.
Alelâde bir cümlesi yoktu, her sözü fikirdi. Mesela bir su, bir çay
istemesi bile olağanüstü idi.
Denilebilir ki, şimdi müslüman cephedeki aydın kesimden, yazar
çizer ve mütefekkir nev'inden hemen herkes ondan etkilenmiş ve
istifade etmiştir. Fakat hepsinin onu anladığı söylenemez. Sadece
bazı mısralarını hoyratça kullanıyor ve harcıyorlar. Bazen de sadece
esprilerine takılıp kalıyorlar. Onları bile sığlaştırıyorlar.
Ondan istifade edenler derken, özellikle Kayseri’den çıkan yazar,
mütefekkir, profesör, belediye başkanı cinsinden ne kadar yetkin
insan varsa hepsi ondan faydalanmıştır. Ayrıca, şimdi çok önemli
mevkilerde bulunan devlet ve hükümet adamları da yıllarca onun
yakınında bulunmuş ve takipçileri olmuşlardır.
İslâmî düşüncenin gelişmesine ve toplumun bilinçlenmesine çok
katkısı olmuştur. Pek muhterem oğulları, vefatından sonra B.D.
yayınlarını geliştirerek bütün eserlerini pek güzel bir şekilde
yayınlamışlardır. Yayınlanacak daha eserleri vardır. Hepsi dikkatle
okunmalıdır.
F - Sizce Büyük Doğu fikriyâtı hangi ihtiyacı karşılıyor?
E.S. - Önceki sorunun cevabında da az-çok belirtildiği gibi bütün
sahte oluşları devirerek hakikilerini, yani İslâmî olanı ikame etmiştir.
236
İslâm'dan başka kurtarıcı yol ve sistem olmadığı fikrini zihinlere
nakşetmiştir. 'İyi bilmek lazımdır ki, âlemde tek doğru İslam'dır... ve
bütün bir yanlışlar manzumesi ondan başka her şeydir!' sözü,
meselenin özünü ortaya koymaktadır. Ayrıca çok müstesna bir dil,
zengin bir kelime hazinesi, bir sanat ve edebiyatla karşılaşıyoruz
onun eserlerinde. Şâhâne bir dil ve anlatım var. Eserlerde şer'î titizlik
var. Şeriata aykırı tek bir cümle bulmak mümkün değil. Yoğun fikir
yüklü eserler. Mesela Çöle İnen Nur, alelâde bir siyer kitabından çok
farklı bir şey... Siyer bilgisi verirken, yorum getiriyor, Peygamber
sevgisini aşılıyor. İdeolocya Örgüsü bir proje... İdeal bir yönetimin
ilkelerini örgüleştiriyor.
Bütün bunlardan dolayı, denilebilir ki Necip Fazıl fikriyatıyla
tanışmayan her münevverin ve müslümanın bir noksan tarafı vardır.
F - Yakında yayınlanacak ve halen üzerinizde çalıştığınız bir
eseriniz var mı?
E.S. - Evet, yakında yayınlanacak Hz. Osman Radıyallahu Anh isimli
eserimiz var; dizgide... Mizanpajı da yapılırsa zannediyorum Ekim
sonunda teslim ederiz. Böylece dört halife dizimiz tamamlanmış
oluyor. İkinci Ömer ve 5. râşid halife de denilen Ömer bin Abdülaziz
isimli eserimizin de yenilenmesiyle beş kitaplık bir paket olur
zannediyorum. Çok önem verdiğim ve yıllarca üzerinde durduğum
bir kitabım da Elest yayınlarından çıkacak inşallah. İsmi: 'Vade
Tamam Olmadan...' Yani ömür bitmeden, zamanımız tükenmeden...
başka bir ifadeyle vade tamam olmadan, insan ne yapabilecekse onu
yapmalı. Bilindiği üzere ahirette iş ve amel imkanı yok. Daha
doğrusu insan, öbür tarafa ne götürecekse göndermeli... Arkasında da
birşeyler bırakmalı. Bunun için zamana hâkim olmalı. Ömrün
kıymetini bilmeli. Sonunda 'Ömrüm eyvah!' diyeceği bir hayata
dalmamalı. O kitapta bunu anlatmaya çalıştım.
Galiba ben de böyle diye diye ömrümün sonuna yaklaşıyorum. Zor
bir hastalığa mübtela bulunuyorum, o kitapta 'çoğu insanın işi yarım
kalır...' demiştim. 'Hây-ı hûyu ehl-i dünya bitmeden ömür biter'
demiştim. Hani şoförler kamyonlarına 'ömür biter yol bitmez' diye
yazarlar ya... Biz de öyle dedik. Çoğu kimsenin işi yarım kalır dedik.
Fakat dünya işlerinin yarım kalmasının hiç önemi yok. Ahiret işleri
zâyi edilmişse o fenâ! Çok şükür benim bitmeyen dünya işim yok.
237
Ancak kalıcı işlerimi, özellikle yazı ve kitap işlerimi bitirmeye
çalıştım.
Yıllar önce çıkmış bir kitabım vardı, onu yeniden yazdım, ilaveler
yaptım, formatını ve dilini değiştirdim, yeniden kompoze ettim.
'Bilgiden İlme İlimden Hikmete' ismini verdim. Elest yayınevi sahibi
sevgili İsmail Demirci bey benimsedi, bir engel olmazsa o da oradan
çıkacak.
Yıllardan beri, 'Şeytan Kutusu' adıyla, televizyonu irdeleyen bir kitap
yapmayı düşünüyordum. Fakat şimdi internet ve televizyon oyunları
bağımlılığı onu da geçti,konunun alanı genişledi, dolayısıyla
herhalde onu yazamayacağız.
238
EKREM SAĞIROĞLU
SAĞIR HOCA……………………………./Mustafa ÖZER
İmam Hatip Okulları eğitimi ve öğretimi ile dünyanın orijinal
okullarındandır. Müslüman ülkelerde elbette imam ve müezzin ve
hatta gassal yetiştiren okullar vardır. Hepsi de özel amaçlıdır.
Meslekidir. İmam Hatip Okullarıysa hem bu alanda tektir, hem de
Türkiye de kendi alanında tektir. Kısacası Türkiye’de her şeyiyle
yerli olarak kurulmuş tek eğitim kurumudur diyebiliriz. Onca sanat
okulu ve liselerle kolejler vardır, hepsi de üniversal eğitim yapar.
Birisinin aldığı iyi sonuçları diğerleri de uygulamaya başlar. Bunun
Avrupa, Asya ve Amerika veya Avustralya yahutta Afrika olması
olayı değiştirmiyor. İmam Hatip Okulları ise patenti Türkiye’ye ait,
farklı bir müessesedir. Kapatılmaya kalkışılması belki de bu yüzden
olabilir, zira bu okulların kapatılması ile ilgili araştırma raporlarını
TÜSİAD hazırlatmış ve yayınlamıştı. Yayınlamakla kalmamış taraf
olarak siyasi tartışmalara katılmıştı. Zamanın Hükümeti rey
kaygusuyla İmam Hatiplere karşı bir politikayı açıktan
yürütememiş, büyük ihtimalle Avrupa birliği müktesebatına uymak
adına TUSİADı harekete geçirmişti. Büyük patronlarda bu işi
severek yapmışlardı. Çünkü makine ve teçhizatı ile teknolojileri
,hammadde ve ara malları ile bunların ihracatları Avrupa Birliği
ülkelerine yapılıyordu. Hatta Pazar ve pazarlama imkanları ile
Finanslar bile Avrupa Birliği ülkelerindendi. Bu bir okul kapatma
denemesiydi .Denediler .Oysa Hükümet her yönden vesayet
altındaydı.Onlar borç yönetiminden dolayı da Avrupa’nın baskısı
altındaydı.Bu sorunları çözecek politikaları geliştirmek yerine kaosta
239
kurtuluş aradılar.Seksen yıllık resmi ideolojinin devleti
yönetemediğini bir türlü anlamıyorlar,yanlış ve yetersizlikte ısrar
ediyorlardı.Avrupa Birliği ise bir Hıristiyan kulüp olarak bir yandan
tembelliğine bahane bile bulma gereği duymadan açıkça Türkiye’yi
Lozan antlaşmasıyla tesbit ettiği yerde tutmaya çalışıyor,diğer
yandan pazar alanı ve ucuz üretim ayağı olarak elinin altında
tutuyordu.Hele banka ve borsa kanalıyla tefecilikten daha koyu bir
soygunu da rahatça yürütebiliyordu.Yerli işbirlikçi kapitalistler ile
batı çıkarına körü körüne bağlı bürokrat, teknokrat ve aydın sınıflar
bu sömürünün sürmesinde çok küçük çıkarlar karşılığı amadeydiler.
Müslüman olan halkın bu ardı beslek gelgit politikalara tepkisi çok
sert oldu.Onun için iktidarın ideolojik istismarlara açık olması
doğru değildi.Ardıbeslek gruplar üniversite,basın yayın,ticari
burjuvazi,azınlık ve etnik ayrılıkçılar, ve mezhebi farklılık
taşıyanların aralarında kendilerini saklayabiliyor,onlara hak temin
etme zemininde siyasal sahneyi hazırlıyorlardı.Tepkiler neticesinde
ulusal politikalar da atbaşı gelişiyordu.Tabiidir ki Türkiye’deki fitne
frekansının bütün komütatörleri de son üçyüz yıldır batının
elindeydi.
Namık Kemal ve ardıllarından günümüze Batılaşmanın hazin
maceracıları, arkalarına bazen tek tek Avrupa ülkelerini ,bazen de
Avrupa’lı ülke gruplarını alarak ve hatta bu birlikteliklerine Amerika
Bileşik Devletleri’ni ve Rusya’ yı ekleyerek , Türkiye’de hem de
politik arenada, arkalarına aldıkları ülkeler lehine çalışma
yapabiliyorlardı.Bu bir sır değildir.Bırakınız İmam Hatip Okullarına
müdahil olmayı,Hilafetin ilgasında bile Avrupa’nın menfi tavrını
görmek mümkün. Türkiye’nin dini her zaman Avrupa’nın endişe
kaynağı olmuştur. Türkiye bu konuda politikalar geliştirerek Avrupa
veya bütün dünyanın korkusunu giderecek yerde, dini ve dindarı
tahribe yöneliyor.Bu ucuz politikalar devletle halkı karşı karşıya
getirmektedir.Başörtüsü bunun çok net bir fenomenidir.Avrupa
kendinde gelişen İslamı yasaklamayı Türkiye’ye yaptırıyordu ki
kendi de demokrasi aşkına Türkiye’den ilham alarak
yasaklayabilecekti.Avrupa birliğine dahil olma tavizlerinin yazılı
olmayan ön kabulleri böyle olmalıydı ki bu konu Türkiye’de ana
siyasi mücadeleye dönmüştü.Laikliği bile başörtüsünün temeli
240
haline getirdiler.Devletin görevleri arasına böylesine açmazlar sokan
beceriksiz tavır Avrupalılarca da beğenilmemiş olacak ki
tasfiyelerine seyirci kaldılar.Devletin içine nifak girmemeli
gündemde fesat tutulmamalıydı. Din söz konusu olunca neredeyse
bir asra yakındır negatif bir siyasi ortam zoraki olarak üretildi.İmam
Hatip Okulları da bu ortamda çok yıpranarak ve yaralar alarak yol
aldı.Ekrem Sağıroğlu 1943 Refahiye doğumlu idi.Yaşı itibariyle
ağabeyimiz olmasına rağmen birbirimizi ismimizle sesleyecek
kadar bir yakınlık ve olgunluktaydık.Bu samimi insan yukarda
anılan eğitim kurumlarında öğrenim yaptı,sonuçta İmam Hatip
Okulunda öğretmen oldu ,emekliliğini de aynı yerden elde etti.
Ekrem’e çoğunlukla “sağır hoca’’derdim.Sebebini yeri gelince
anlatırım.Kayseri de 1965 yılında açılan ve Türkiye’nin üçüncü
sırada açtığı Yüksek İslam Enstitüsünde okuyorlardı ,tanıştığımızda.
Rahmetli Mustafa Dinçel ile Han Camii’ne Cuma namazına
gitmiştik.Namaza biraz vardı.Camiin önünde sohbete dalmıştık
Ekrem de sohbete dahildi, yıldızımız barışmıştı. ,tanışmış olduk,yıl
1967 kışıydı.Sonra Sağıroğlu hoca mezun olmuştu ..Ben lise ikinci
sınıftaydım.Ben de mezun olup İstanbul’a gelmiştim.Ekrem’le
arasıra görüşüyor ve bir şekilde selamlarını alabiliyordum.
Han Camii mimarî olarak ta önemli bir mekandı .Bize mekan
olmasını bile unutturan Cuma hutbeleri idi.O hatip Yüksek İslam
Enstitüsü öğrencilerinden Büyükdoğu bağlılarından Mustafa Ekinci
abi idi.Hem sahasında özel olan bu camiden hem de Ekrem
Sağıroğlu’nun bizimle dost olmasını sağlayan Mustafa Ekinci’yi
biraz anlatmalıyım ki konu aydınlansın.Kayseri’de Selçuk eserleri
çok,Şehrin şehir olma vasfını Selçuklular döneminde kazandığı için
olacak .Osmanlı döneminde hiçbir medeniyet rekabetine
girilmemiş.Sade ,muhteşem ve derinliği olan Selçuk eserlerinden biri
de kuşkusuz Han Camii idi. Yoğunburç tan sonra ve Döner
Kümbetin karşısında ve Seyyid Burhaneddin’e bakan Erciyes’e
giden anayol üzerinde bir camii.Bugün otopark camii
diyebileceğimiz ortaçağdaki taşıma araçlarının korunurken
sahiplerinin de hem konaklayıp hem de ibadetlerini yapabildikleri
bir mekan.Şehir mi yükselmiş camiler mi yarı toprağa gömülü
yapılırdı bilmiyorum,Ama Han Camii birkaç basamakla inilerek
241
ibadet kısmına ulaşılıyor.Değişik dikdörtgen prizma kütlelerden
oluşuyordu.Küt ve kısa bir minare eklenmiş .Dış büyüklüğü iç
mekanda yok.Duvarlar adeta geometrik zevkin ifadesi gibidir.Selçuk
denilir de Kemer olmaz mı hiç.
Mustafa Ekinciyi Hunat cami kıblesindeki Kayseri Müftülüğü
altındaki yüksek İslam Enstitüsü Talebe Derneğinde
tanımıştım.Mustafa Dinçel, Ahmet Taşçı ,Ahmet Damar
Türkocağında otururken İstanbul’dan gelen bir Büyükdoğu mensubu
abimiz MTTB seçimlerinin Kayseri’de yapılacağı tedbiren
yardımımıza ihtiyaçları olduğunu izhar etti.Ahmetler ve Mustafa
kalkıp onlara yardıma gittik.Seçime CHP nin ,MHP nin ve
mukaddesatçıların adayları katılıyordu.Mukaddesatçı aday
kazanmıştı.Biz ne işe yaramıştık tam olarak anlayamadan seçim
yapılıp bitmişti.Birkaç yerde sokak gürültüsü seçimin güvenliğini
sağlamaya yetmişti sanıyorum.O zamanlar Sivas Caddesi üzerinde ve
biraz şehrin kenarında açık ve kapalı stad vardı.Kapalı stad genelde
kongre ve müzikholl gibi kullanılırdı.MTTB seçimleri de burada
yapılmış ve Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü ev sahipliğinde güzel
denilebilecek bir seçim yapılmıştı.Bizim de ulusal anlamda ilk
deneyimimizdi.Bu seçim bize Mustafa Ekinci ile MTTByi
kazandırmıştı.İstanbul’da okuma aşkımız o günlerde
kanatlanmıştı.Mustafa Ekinci katkısız çağının tanığı olmak
istiyordu.Hutbelerini hep siyasetin gündemindeki konulardaki dinin
ve haklarının ne olduğunu açıyor, açıklıyor ve hele batı ile
hesaplaşmada çok net tavırlar alıyordu. İki yıl her Cuma namazında
Ekinci hocanın arkasında olmaya gayret ettik.O dönemde Faruk
Güventürk paşadan kalma alışkanlıklarla askerler camilere gelip
imamları yarı açık tehditle jurnalcilik yaparlardı.Ekinci Hoca’da
tehdit almaya başlamıştı.(Hapishanede görevli bir muvazzafın çok
geçmez elime düşersin )dediği şehirde yankılanmıştı.Biraz da onu
koruma içgüdüsüyle oraya gidiyor gibiydik.Aradan kırk yıldan fazla
zaman geçmiş..Hey gidi günler …hey..Mustafa Ekincini yanında
hep Ekrem Sağıroğlu sessiz sakin,bütün işlerini yapmışta selam
vermek için yanına gelmiş gibi.Ekinci ile konuşuyor
tartışıyoruz.Gülmeler, sinirlenmeler de var.Cuma namazı sonrası Han
Camii muhabbetleri Ekrem hep sessiz. Hulusi Dörtkulak diye bir
242
arkadaşımız gizliden Ekrem’i göstererek bu kardeşimiz Sağır mı
demişti, ben de bastım kahkahayı, Ekrem’e dönerek sağır hoca
sessizliğini boz da arkadaşlar seni dilsiz sanmasın
demiştim.Ekrem’in(ne diyeyim ki sevgili kardeşim.)demesiyle tılsım
çözülmüş sağır hoca da bize taraf kalmıştı. Bu, Büyük Doğunun yiğit
mensubu bir ömür boyu şer ve batının haçlı zihniyetiyle mücadele
etmiştir. Kulağı en sağlam arkadaşımız idi. Sözünü unutmaz ve
yemezdi. Bir radar titizliğiyle küfrü imandan ayıklardı. Kulağı kendi
kötülüğüne zannederim şahit olmamıştır.Biz hiç olmadık
çünkü.Bakırköy İmam Hatip Okulunda iken emekli oldu.Zaman
zaman Bakırköyüne indikçe uğrar muhabbet ederdik.Nihat,Cemil
ve Selma isimlerindeki varisleri umarım ki bu güzel insanı
unutmazlar ve kendilerini de Büyük Doğudan çekmezler.
Mahut kanser hastalığı sessizce onu aramızdan aldı.Allah rahmet
eylesin.
gül taşımak
tükenen ömrün yanında yalvaran sesimle
aşılmayan yüreklerin gerisinde kalan
gözüme dolan yolların yorgunuyum yıllardır
yorgunum yolum yolum yorgunum
durgun gözlerimi verdim de sana
durgunum bugün bugün durgunum
gözümü bürüyen rahmet sisleriyle bilenen
sindirilmiş bir inancın görülmeyen yanında
gülle taşınmaktan yılmayan gül nedir bilmeyen avuçlarım
gün gelince öğreneceksiniz gül taşımayı
gül tutmayı müslümana nasılmış
ve güne görevin gül taşımak olduğunu
yorgunum yolum yolum yorgunum
durgun sesimi yordum yoluna
vurgunum yine dünden vurgunum
243
Kadim Dostum Ekrem SAĞIROĞLU……/Mustafa EKİNCİ
Bana dediler ki; Sen Ekrem Hocayı hayatta en çok izleyenlerden
birsin Onun hatırasına bir şeyler yaz!
Ben de düşündüm. Bu sorumluluğu bana yüklediler ne yazayım?
“Ekrem Hoca doğdu, büyüdü, yaşadı, yazdı ve İrtihal-i dar-ı beka
eyledi, yani dünyadan göçtü gitti…. Tıpkı iyilerin iyi atlara binip
gittikleri gibi….” Deyip kısaca bitireyim dedim olmadı. Mesele eğer
birşeyler yazmaksa vefa borcu olarak uzun yıllar arkadaşlığımız oldu
İşte karalamaya başlıyorum….
İmam – Hatip okulunda ilk yıllar;
Ekrem Hoca okuldan önce, o zaman Kemah Müftüsü Lütfi Doğan
Hocadan ders almış ve onun nezaretinde hafızlığı tamamlayarak yine
onun teşvikiyle Kayseri İmam Hatip Lisesine gelmişti.
1960 yılında okula kaydolduk. Kimse birbirini tanımıyor.
Erzincan’ın Refahiye Beldesinin Laleli Karyesinden Merhum Yahya
Dayı nın oğlu Erkemin kaydı benim gibi 1-a sınıfına yapılmıştı.o
zaman zaten iki şube var.A ve b.Yahya dayı küçük bir esnaftı alim
değil ama arif, malumatlı bir insandı.
244
Biz (A) şubesindeyiz. Bir hafta geçti, ikinci haftanın 1. Dersinde
baktım Ekrem arkadaş yok. Hocalar yoklama yapıyor. Nereye gitti
bu çocuk? Meğer gözü açık (B) şubesine gitmiş oturmuş. Çünkü (A)
şubesinin yabancı dili Fransızca; (B) nin ki İngilizce. Buna demişler
ki, İngilizce şubesine geç. (B) Şubesinin mevcudu zaten çok
kalabalık. Bir de baktım ki, Müdür Yardımcısı Bekir Bey (ki biz ona
“Bakkal Bekir” derdik) bunu tutuş (A) şubesine geri getirdi. Sen bu
sınıfta okuyacaksın dedi!
İşte o zaman dikkatimi çekti. Meğer bir bildiği varmış sonra anladım.
Yabancı dilin İngilizce olması önemliymiş.
Aradan aylar geçti. 1. Yazılı imtihanlar başladı. Ekrem, bütün
derslerden yüksel not alıyor. Fransızcadan On numara çekti meğer
yabacı dile önem veriyor.
Ekrem Hoca karakter olarak ciddi, içine kapalı, çok konuşmaz, sakin,
ağırbaşlı düşünen bir arkadaş idi.
Yıllar akıp gidiyor. Biz pansiyoner öğrenciler olduğumuz için sınıfta
derslerde mütalaalarda, yatakhanede, yemekhanede hep beraberiz.
Bizim okulun orta kısmı dört yıldı. Dördüncü sınıf ortaokul son. Orta
ve lise son sınıflar imtihan sınıfıdır. Senenin sonunda bütün
derslerden bitirme imtihanlarına girerdik.
Orta okul yılları bitti. Lise kısmı ikinci sınıftayız. Bizim
zamanımızda okul şapkası giymek zorunluydu. Kim giymez ise bu
kasketi bir şekilde cezalandırılırdı.
Bir gün okul müdürü Celalettin Karakılıç ikimizi çarşıda şapkasız
gördü. Ertesi gün çağırdı iyi bir sopa çekti. Ekrem buna çok kızdı ve
bana dedi ki “ Gel çatıya çıkalım bu şapkanın içine edelim müdürün
masasına koyalım.”
Lise yıllarında Ekrem hoca derslerin haricinde çok kitap okurdu.
Edebiyata meraklıydı. Edebiyat kompozisyon yazılarında kabiliyetli
idi. Edebiyat hocamız Sabit Beyin teşvikiyle başarılı bir öğrenciydi.
Ekrem hocamın yazı hayatı da lise yıllarında başlar. Mahalli
gazetelerde küçük deneme mahiyetinde yazıları çıkardı.
İmam hatipte beşinci sınıftaydık. Rahmetli Üstad Kayseri ye gelmiş
Cıngıllıoğlu kahvesinde “Dünya görüşümüz ve İslam” adlı
Konferansını verecekmiş. Kuran-ı Kerim hocamız Abdullah Bakır
Mütalaadan bazı arkadaşlara izin verdi, gittik. O zaman Kayseri de
245
Doğu Menzil komutanı olan Faruk Güventürk Üstadı Askeri bir
cipin içinde dinliyordu. Biz de ayakta dinledik. Tabi biz acemiydik
(1) Üstadı tanımıyorduk. Geriden geriye yüzünü gördük (ilk defa)
Bundan sonra Üstadı yavaş yavaş tanımaya başladık. “Cinnet
Mustatili” (sonradan Yılanlı Kuyudan oldu) isimli bir kitap elimize
geçti. Üstad bu kitapta Toptaşı cezaevindeki günlerini anlatıyordu.
Necip Fazıl Diye bir isim duymamıştık
Çok çarpıcı idi. Okuduktan sonra bu kitabın yazarının çok farklı bir
şahsiyet olduğunu anladık.
Sonra 1964 Büyük Doğularını gördük. Bu yıllarda Kayseri “
Büyükdoğu Fikir Kulübü” açıldı. Sivas Caddesinde bir binanın
altında idi. Zaman zaman oraya gidiyorduk.
İslam Enstitüsü Yılları: Gençlik yıllarımız birlikte ve çok hareketli
geçiyor. “İman ve Aksiyon” konferansından sonra Büyük doğu
davası bizim için tek hedef, ideal oldu.
Yıllar geçti imtihanlara girdik kazandık yüksek okula girdik.
Diyanetten görev aldık. Ben “Han Camii’nin 2. İmamlığına, Ekrem
Hoca da “Caferbey Camii” İmamlığına tayin oldu. Okul bitinceye
kadar dört yıl bu camilerde görev yaptık. Ailece tanıştığımız,
sırlarımızı paylaştığımız yıllar.
Türkiye din görevlileri federasyonu Kayseri Şubesi Derneğinin
yönetiminde bulunduk. Sosyal etkinlikler ve faaliyetler sadedinde
Üstadı Kayseri’ye konferansa davet ettik. Bir kış günü idi ki, her
taraf kar-kış. Üstad Ankara’ya indi Ankara’dan getirmeye taksi
bulamadık. Rafet Cıngıl Ağabey’e söyledik. Esnaftan bir taksi temin
etti de Ali Biraderoğlu ile Rafet Abi gittik Üstadı Ankara’dan aldık
getirdik. Büyük Doğu Gençliği olarak Üstadı Otobüsle Boğaz
Köprüde karşıladık. Taksiden indi gençleri selamladı. Üstad kolay
kolay elini öptürmezdi. “Eli öpülecekler toprak altında” derdi. Ama
ben öptüm beni taksiye aldılar. Sordu: “Kim bizi davet eden bu
genç?” dedi. İşte bu dediler. Tekrar: “İdeolocya örgüsünü okudun
mu, anladın mı? “ diye sordu. Ben de “anlamaya çalışıyoruz
Üstadım” dedim.
246
Rafet Abi de “ Din görevlisi Üstadım, Cuma hutbelerinde
İdeolocyadan ve Büyük Doğulardan alır hutbe hazırlar, okur” dedi.
Oturmalarımız:
O senelerde oturmalarımız vardı. İdeolocya Örgüsünü okuyorduk.
Ali abi izah ediyordu.
Oturma grubumuzda; Ali Biraderoğlu, Ali Pehlivanoğlu, Ali Gengeç,
Rafet Cıngıl, Ekrem Sağıroğlu, Rahmetli Mustafa Dinçel, Ahmet
Saraçoğlu Abi, Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran Vs…. vardı.
Oturma bir gün Ali Abilerin Çiftönündeki eski evlerinde idi. Mustafa
Bayır diye avukat bir abi vardı. Bazen oturmaya gelirdi. Orada Ali
Pehlivanoğlu abi ile münakaşa ettiler İdeolocya Örgüsünü anlama
konusunda
Böyle senelerce devam etti. İdeolocyayı anlamaya çalıştık.
Ekrem Hocanın kalemi ve yazarlığı o zamandan beri iyi idi. Zaman
zaman dergilerde gazetelerde yazıyordu.
Yüksek İslam Enstitüsü Öğrenciler arasında bir yazı yarışması
düzenledi. “ Toplum Düzeninde Matbuatın Yeri Önemi” konulu. Bir
ay süre verdiler. Bir çok kişi katıldı. Ekrem Hoca da ben de katıldım.
Fakat ben yazdığımı söylemedim, gizledim. Nihayet ödül günü
törene gelelim. Birinciye 100 Lira para ödülü vardı. İlan ettiler.
Birinciliğe M.Ekinci’nin yazısı layık görüldü.
O zaman Ekrem Hoca hayret etti. “Vay sen ne zaman yazdın bu
yazıyı bana demedin” demişti.
Bizim Üstada hayranlığımız had safhada. Büyükdoğu dergisinin de
sevdalısı olduk. Haftalık Büyükdoğu dergisi çıkıyordu. Cuma
günlerini iple çekerdik. Aldığımız gün sabaha kadar okur bitirirdik.
Benim ilk göz attığım derginin orta sayfaları olurdu. Çünkü “Haftalık
Hadiselerin Muhasebesi” burada olurdu. Tabi derginin kapak kısmı
da çok önemliydi.
Niğde Konferansı: Milliyetçi öğretmenler derneği Üstadı konferansa
davet etmişti gittik. Sinema salonunda muhteşem bir kalabalık
dinleyici kitlesi. Mikrofon teşkilatında bir arıza oldu. Üstad bu
konuda çok hassastı birkaç kere rastladım. Üstad kızdı. “Nerde
bunun alakalıları, ben hoparlörümle mi geleceğim buraya” dedi.
247
Ankara Konferansı: Türk Ocağı’nın davetlisi olarak Üstad Ankara’ya
gelmişti. Kayseri den gittik. Ankara garında bir grup bekliyor.
Mustafa Yazgan Ağabey vardı. Salonda beklerken Üstadla geçen
anekdotları anlattı.
Bu sırada İstanbul dan tren geldi. Koştuk gözlerimiz vagonlarda
Üstadı arıyor, indi hemen taksiye atlayıp şimdiki tarihi yapı Türk
ocağı binasına gitti. Biz de peşinden geldik. Konferans saati
yaklaşmıştı. Türk Ocağı Başkanı Rahmetle anıyorum Akif İnan idi.
Üstada akşam yemeği olarak ne ikram edelim diye sordu. Üstad ne
varsa dedi. Sonuçta kebapla yoğurt geldi. Bu arada Üstad salonu
sordu. Dil Tarih Coğrafya fakültesinin konferans salonu. Ve bir
telefon açtı. Biz kime telefon ettiğini bilmiyorduk, sonradan
öğrendik.
“Sevgilim, akşam muazzam bir Konferansım var bekliyorum” dedi.
O zaman A.P. den bakan olan Saadettin Bilgiç’miş
Fakültenin Dekanı: Emin Bilgiç salonu tahsiste çok zorlanmış.
Üstad, siyasi ve tehlikeli bir adammış. Bize rejimin zararı olur demiş.
Bunu Akif Ağabey anlatmış. Salona vardı. Mustafa Yazgan Üstadı
uzunca bir takdim etti.
Üstad Sahneye çıkar çıkmaz:” Kapısının üzerinde; “Hayatta en
hakiki Mürşid İlimdir” yazan bu fakültenin diye söze başladı ve
Emin Bilgiç’i iyice haşladı.
Saadettin Bilgiç geldi. Konferansta o zaman diyanette Din İşleri
Yüksek Kurulu üyesi idi. Merhum İbrahim Eken, Cemal Cebeci gibi
tanıdığımız simalar vardı. Sonunda İbrahim Eken Hoca Üstadla
Sahnede sarıldı ve fakülteden ayrılıp Kayseri’ye döndük. Böyle biz
Ekrem Hocayla hiç ayrılmıyorduk. Üstadın Ankara ve diğer yakın
vilayetlerdeki konferanslarına birlikte giderdik. Ekrem Hocamın
Kocaman bir teybi vardı. Bazı konferanslarını Teybe alırdık. Halen o
bantları duruyordu, bilmem ne oldu.
Üstadın Kayseri Konferanslarından birinde mevsim kış. Şiddetli
kar yağıyor. Yine bir akşam yemeği. Millet caddesinde Divan
Pastanesinin karşı köşesinde “Cumhuriyet Lokantası” vardı. Üstada
sorduk “ne yersiniz?” Pırasa yemek istedi. Pırasanın aslında “Pür
Hasse” olduğunu “Hasse Dolu” anlamına geldiğini söyledi. Pırasa
248
yemeği geldi. Üstad yarım limonu aldı, beş parmağı ile limonu
pırasaya sıktı, üstüne elini avucunu iyice yaladı. Biz de Üstad nasıl
yemek yiyor pür dikkat izliyoruz. Üzerine de yoğurt istedi ve “yoğurt
natıkayı açar, ben İrticali konuşacağım için yiyorum” dedi. Üzerine
çay istedi, çay geldi bir o kadar da çaya limon sıktı ve içti. Sanki
zamanı kovalıyor gibi hemen araba çağırdık ve Konferans salonuna
koştuk. Konuşması 2,5 – 3 saat sürdü. Üstad çok terlemişti. Hemen
salondan aldık “Eski Turan Oteli” ne getirdik. Lobide bir miktar
gençlerle sohbet ve sabahleyin almak üzere istirahata çekildi.
Sabahleyin bir kış-kar-kıyamet. Yemek yediğimiz lokantanın
karşısında Kent’in yazıhanesi vardı Oradan bilet aldık. O kışta –
kıyamette Üstadı otobüsle İstanbul’a yolcu ettik. Nasıl günlerdi o
günler.
70 yaşlarında bu adam hiçbir futur duymadan o kış şartlarında
yollara düşüyor Anadolu Gençliğine davasını anlatıyor.
Üstad yine bir kış mevsimi Erzurum dağlarının kar ile boran olduğu
bir zamanda yollara düşüyor. Erzurum’a Konferansa gidiyor.
İstanbul Haydarpaşa dan kalkan tren Erzurum’a Üstad’ı götürüyor.
Güzergah Kayseri. Ali Abi başta olmak üzere bir grup Büyük
Doğucu Genç Kayseri Garında Üstadı Karşıladık. Kayseri öyle soğuk
ki “Tü” desen yere düşmüyor. Kuşetli vagon da Üstadı gördük.
Üstadın Kayseri’ye özel bir muhabbeti vardı. Kaldığı vagondan
kalktı koridor kapısına geldi ayaküstü on dakika kadar sohbet ettik. O
zaman Bugün gazetesinde “Son Devrin Din Mazlumları” tefrika
ediyordu. Abdülhakim Efendi Hazretlerini yani kendi mürşidini
yazdıktan sonra bazı efendiler bundan alınmışlar gocunmuşlar. Yani
efendisini övmüş oluyor. Üstad orada fikri esprisini patlatır. “Ben
Ayşe hanımın güzelliğinden bahsettim. Fatma Hanıma çirkin
demedim ki” dedi.
Şevket tefrikayı kesmiş gazeteden.
1970 - 1980 li yıllar:
Ekrem hoca 7-8 yıl ilçelerde müftülük yaptı. Ondan sonra Milli
Eğitime geçti. Eskişehir ve İstanbul Bakırköy İmam – Hatip
Liselerinde vazife yaptı
249
Bu yıllarda hep görüşürdük, mektuplaşırdık. Mektuplarımızda hep
İslami meselelerden Dava ve İdeolojiden bahsederdik. Cemiyetin,
Müslümanların dertlerini dert edinirdik.
Ekrem Hoca yıllarca “Daha iyi bir Müslüman olabilme” arzusu ve
hasreti içinde yaşadı. Zaman zaman insanın kayda değer hayatı
“yaşanmaya değer hayatı” bulmuş olarak yaşadığı hayattır derdi. Bir
Müslüman olarak hem kendisi için hem de toplum için İslam adına
yaptıklarıdır. Ebedi hayat kaygısı olmadan yaşayanların hayatı bir
böcek gibi biyolojik bir canlılıktan ibarettir. Herhangi bir canlı gibi
yok olup gider derdi.
Ekrem Hoca’nın Tasavvuf ile Alakası: Tasavvufi düşünce ile ilgisi
Büyük Doğu ile tanıştıktan sonra gençlik yıllarında başlar. Üstadın
“Büyük Kapı, Halkadan Pırıltılar (Şimdiki İsmi Altın Silsile)
eserlerini okuyarak Tasavvuf büyüklerinin fikirlerinin ne kadar
çarpıcı olduğunu gördü. Bihassa İmam-ı Rabbani Hazretlerinin
Mektubatı’nı çok okudu. Zaten İmam-ı Rabbani Hazretleri hakkında
müstakil bir kitap hazırladı ki, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin
biyografisi hakkında yazılmış ilk telif eser sayılabilir.
Tasavvuf büyüklerine büyük bir hayranlığı ve sevgisi vardı.
Müslüman olunacaksa bunlar gibi olmalıdır derdi.
Tasavvufla alakası ta gençlik yıllarına dayanır. Tabi o zaman kitaplar
seviyesinde okuyarak başlar. İmam hatipte iken Şark Klasiklerini
okurdu. Şeyh Sadi Şirazi’nin “ Bostan, Gülistan” , Feridüddin-i
Attar’ın “Pendname”si gibi.
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin kitaplarını okuyup araştırdıktan sonra
O’nun Düşünce ve din anlayışına adeta meftun olmuştu. Tasavvuf
büyüklerinin fikirlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu söylerdi.
“Anladım ki Tasavvuf, Müslümanın kalbî yönünün kuvvetlenmesi ve
İslam’ın daha iyi yaşanması için gerekli olan, destekleyici ve teşvik
edici bir eğitim yoludur. Şeriatın emirlerinin daha iyi yaşanması için
bir vasıtadır. İnsanı takva, ihsan ve ihlas derecesine yükselten bir
ilim dalıdır.”
Tasavvufun uygulandığı yerler olan Tarikatlar da ayrı bir din ve gaye
değildir. İslam’ın iyi yaşanması için destekleyici bir unsurdur. Asıl
gaye İmanın Kemale ermesi, Şeriatın emirlerinin nefse ağır gelmeden
kolaylıkla ve içtenlikle eda edilmesidir. DerdiYetişebildiği kadar son
250
devir tasavvuf önderlerinin sohbetlerine de katıldığı olmuştur. Bir
hayli Erzincanlı Abdürrahim Reyhan Efendinin sohbetlerine devam
ettiğini biliyorum. Belki Evradü Ezkası tam yapan iyi bir mürid
olmadıysa da, iyi bir muhib olabildiği kanaatini taşıyorum çünkü;
“İmam-ı Rabbani, Müceddid-i Elf-i Sani Ahmed-i Faruki Serhendi”
gibi Nurlarıyle Hind illerini ışıldatan, dini bütünler ordusunun
başbuğu olan bir şahsiyetin, hayatını, cihadını ve eserlerini konu alan
bir kitaba imza atmıştır. Bu araştırmasıyla faydalı bir hizmet ve
fedakarlıkta bulunmuştur.
Muhabbeti, sevgisi ve aşkı olmasa bu kadar zahmete niye katlansın
ki?
Allah-u Teala ondan razı olsun Ruhu şad olsun Allah-u Teala kabrini
pür nur, mekanını Cennet kılsın “Amin”
1990 – 2000 li Yıllar
Rahmetli ile ilişki ve irtibatımız ömrünün sonuna kadar hiç
kesilmemiştir. Devamlı mektuplaşırdık. Birbirimizi zaman zaman
ziyaret ederdik. Ekrem Hoca gayet ve samimiyetinden hiç taviz
vermeyen, ciddi, düşünen çok okuyan çok araştıran ve yazan ve
ömrünün son on yılında her yıl bir kitap hazırlamıştır.
Çok yazıyorsun Üstad diye takılırdım ona.
Kayseri’ye gelirken kitaplarından getirirdi. Rahmetli “Özküçük” e de
imzalar verirdi.
Bir gün Rahmetli Ekrem Hocaya takılarak espriyi patlattı: Ya Ekrem
Abi biraz az yazsanız okumayı yetiştiremiyoruz dedi.
Ekrem Hoca da ona: “Doktor Bey hepsini şimdi hemen okuyacaksın
diye bir şey yok. Ömrün oldukça okursun. Bu kadar araştırdık
hazırladık önünüze getirdik pişmiş aş” dedi. Zaten rahmetlinin
muayenehaneye gelen kitaplar dağ gibi yığılırdı. Kendisi de okuma
özürlüydü çoğunu bana verirdi.
Allah-u Teala her ikisine de gani gani rahmet eylesin.
ŞAHSİYETİ:
O eğitimci idi. Araştırmacı ve yazardı. Kadim bir dost idi vefakar,
samimi bir gönül adamı idi. Dostları, arkadaşları, meslektaşları
arasında çok sevilirdi. Ahlakiyle, sözünde durması, davasından hiç
taviz vermemesi ve ciddiyetiyle bilinen ve sevilen bir dost idi.
251
Onu Darı – Belaya uğurladığımız zaman bütün dostlar olarak çok
üzüldük. Fakat ben daha çok üzüldüm. Neden? Çünkü yıllarca
kendisine yazdığım mektupları saklamış. Kitaplığından çıkardı ve:
“Dostum, bu mektuplarını al götür, artık bizim vade tamam olmuştur.
Bu mektupların mahrem tarafı da var.” deyip iade edince ben
yıkıldım, ağladım ağladım…. İşte bu vefakarlığına ve samimiyetine
hayrandım. Ekrem Hoca tevazu timsali ahlak abidesi bir insandı.
Kanser gibi amansız bir hastalıkla imtihan edildiğini öğrenince
telefon açtı. Kendi şaşırmış ben de şaşırdım. Fakat paniklemedi
“Sırr-ı Kader böyle tecelli etmiş, ne yapalım” dedi.
Evet Sırr-ı kadere akıl sır ermiyor
Ölümün ayak seslerini çok yakından duyan bir insanın halet-i
ruhiyesini düşündüğün zaman elden ne gelir işte orası sözün bittiği
yerdir.
Müslüman iki dünyalı bir insandır. Kadere teslim olması lazım.
Teslim olmasa ne yapabilir ki? Kadere isyan, tek dünyalıların
yapacağı bir kabalık. İki dünyalılar neden ben diye isyan etmez,
teslimiyet gösterir.
Ekrem Hoca, içine dönük ve içine büyüktü, bir denizaltı gibiydi.
Görünmeyi sevmezdi. (bu yüzden pek tanınmış yazar değildi.) İş
yapar laf yapmazdı. Toprak gibi doğurganlığı ve tevazuu ile tanınmış
ve sevilirdi dostları arasında
Yoğun bir dini hayat yaşamak isterdi. Yaşanmaya değer hayatın
kulluk etmek, ibadet, zühd-ü takva olduğunu söylerdi. Fakat böyle
bir dünyada insan nasıl zühd-ü takva gibi yoğun bir manevi havayı
elde edebilir? Kolay değil.
“Eyvah dediğim bir husus da şu oldu: daha yoğun bir dini hayatı,
öncelikle kalp derinliğinin önde olduğu bir dini hayatı hep arzu
etmişimdir” diyordu.
Şöyle bir sözü de vardı: “İslamın izzetli günlerini görmeden gitmek
beni kahrediyor.”
Evet, sessiz bir gemi gibi kendisini inşa etti ve gitti. Ruhu Şad
mekanın cennet olsun
Ben zannediyorum ki ilimle, kitap yazmakla iştigal eden her insanın
yaşadığı bir durum bu.
252
Yani araştırmak, kitap yazmak, okumak insanı çok meşgul ettiği için
ibadete fazla zaman ayıramıyor.
Aslında istenenin doğru adı Zühd-ü Takva lakin zahidce yaşamak
biraz da manevi mertebelere ulaşmaya bağlı bu da bir nasip meselesi
herhalde
Aslında takva hayatı konusunda sınırlar çizmek veya mertebeler
belirlemek pek mümkün olmaz. Zira takvayı geliştiren, marifet amel
ve duygular kişiden kişiye değişiklik arz edebilir. Binaenaleyh her
insanın takvası ancak kendi gücü ve kulluk şuuru nispetinde olur ve
mertebesi de ona göre değerlendirilir. Nitekim “ Gücünüz yettiği
kadar Allah’a karşı takva sahibi olun” Ayet-i Kerimesi de bu durumu
ifade etmektedir.
SON YILLARI
Bir buçuk yıl o kötü hastalıkla mücadele etti. Hatta Hasta iken Hac
İbadetini yerine getirmek nasip oldu. (Eğer Hac ibadeti nasip
olmasaydı çok üzülecekti.) Bu haliyle insan bazen 100 yıllık nafile
ibadetle kazanacağından fazla ecir kazanır. Bir yıllık hastalıkla
mücadele 60 yıllık zahidin derecesine ulaşabilir. Zira hastalıklar
ömrü manen uzatır.
Duyduğuma göre aziz dostum çocuklarına ve yakınlarına ubudiyet ve
ibadeti vasiyet etmiş. Görülüyor ki kim ne biriktirirse onu vasiyet
eder
Hasta olduğu günlerde memleketi Erzincan da idi. Ziyaretine gittim.
Refahiyenin Laleli Köyünde birkaç gün beraber olduk. Hep içinde
bir ukde bir kaygı vardı. “vade tamam olmadan şu yarım kalan
kitabımı tamamlayabilsem” o yaz günüydü bahçede bir kahvaltı
yapmıştır. Onu hiç unutamam.
O en son çaresiz dönemlerinde ziyarete gittiğimde bir ikindi namazı
vaktiydi. Oturduğu yerde namaz kılıyordu fakat acılar ve sancılar
içinde kıvranıyordu. Olmaz böyle namaz dedi ve namazı yarıda kesti.
Tabi ben dayanamadım ve öbür odaya geçtim. Sonra teselli etmeye
çalıştım.
Köyün üst tarafından gürül gürül su akıyordu. O suyun başına
oturduk, konuştuk, dertleştik, helalleştik. Bu sırada halen iyileşeceği,
tedavi olup tekrar eski günlerine döneceği ümidini kaybetmemişti.
253
Anladığım kadarıyla o duygu ve halet-i ruhiye içerisinde idi. Bu
halini de hiç unutamıyorum.
Son bir iki ay içerisinde sık sık telefonlaşıyorduk. Telefonda gel de
görüşelim, “sakın geç kalma, erken gel, sonra bulamayabilirsin, diye
de beni uyarıyordu.
Biraz geç kaldım ama son olarak ziyaretine gittim. Çok üzücü ve
duygusal anlar yaşadım. Yıllar boyunca yazdığım mektupları
saklamış. Kitaplığından çıkarıp mektupları bana geri verdi ve “ artık
bizim vade tamam” dedi.
Ekrem hocamızın üç evladı var.Çocuklarını çok severdi ,büyük
oğlu Nihat küçükken bir kaza geçirdi.Rahmetli ona çok
üzülmüştü.Nihatın küçüğü Cemil ve Selma,kız evladı Selmanın
üzerine titrerdi Selma da babasına çok yanmıştı ve ‘ keşke babam tek
başına ölmese de birlikte beraber ölsek ‘demişti .
Çocuklar beni amca olarak bilirler bende onları evladım ğibi
severim.Hepsine hayırlı ömürler dilerim…
Allah cümlemizin evladını ‘Hayru-l halef’ eylesin.
EKREM HOCA’NIN YAYINLANMIŞ ESERLERİ.
1- Çağdaş Dünya ve İslam (1986 İklim yayınları)
2- Bilgiden tevhide Yükseliş (Timaş Yayınları)
3- İmam-ı Rabbani(Hayatı,Cihadı, Görüşleri 1987, Biyografi-
Seha neşr, sonradan Yasin yay. tarafından tekrar yayınlandı)
4- Kur’anda İnsan ve Toplum (1993 İnc.arş – Pınar yayınları
5- Zaman bilinci (1996 Denge yayınları)
6- Bilgi Bilinci (1997 Denge yayınları)
7- İmam-ı Azam (1998 Biyografi Denge Yayınları)
8- Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaeddin(2001Yasin yay.)
9- Ömer İbn. Abdülaziz (Yasin yayınları)
10- Hasan-ı basri (Yasin yayınları)
11- Necip Fazıl Şiirinde Ölüm Senfonisi (1997 Esra Yayınları)
254
ABDULLAH SARAÇOĞLU
BİYOGRAFİ
1924 yılında Kayseri’de doğdu.
İlk ve orta tahsilini Yozgat’ta yaptı.
Bu arada hususi surette dini dersler almakta idi.
İki tahsilini birlikte yürütemeyeceğini gören babasının tavsiyesi ile
ortaokul ikinci sınıftan ayrılarak kendisini tamamen dini tahsile
verdi.
Toroslu Haşmet Hoca Efendi, Sağır Hoca Efendi, zamanın Yozgat
Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi ve Kayserili Balta namı ile bilinen
H.Nuh Hamurculu Hoca Efendilerden sıra ile Sarf, Nahiv, Cami,
Feraiz ve Fıkıh dersleri okudu.
Kayseri’ye geldiği 1940 yılından sonra askere gitti.
Daha sonra medresede babasının hocası olan Müderris Külekzade
H.Ali Efendi’den Câmi’nin bir kısmını, Farsça lisanı, bazı Adab,
Kelam, Akaid, Fıkıh, Hadis, Tefsirden parçalar ve aruz okudu.
Merhum H.Hüseyin Aksakal Hoca Efendi’den bazı derslerinin
tekrarı ile Tefsir, Kelam, Fıkıh, Muhtasar, Mani v.s. okuyarak icazet
aldı.
O zamandan beri babasının “Oğlum, Allah seni Din-i İslam’a hadim
kılsın” dua ve teşviklerine uygun olarak öğrendiklerini öğretmekle
meşgul oldu.
Hususi tahsil ile birlikte ticaretle meşgul iken, hocası merhum
H.Hüseyin Aksakal’ın kendisini dini hizmete davetini emir telakki
255
ederek Ankara’da verdiği müftülük imtihanını başararak Kayseri
Müftü Müsevvitliğine tayin oldu (1951).
Büyük doğu Fikir kulübünün Kayseri Şubesinin kurulmasında
öncülük etti.Sohbetleriyle,gençlerin kişilik sahibi ve vakur birer
insan olarak yetişmeleri için çalıştı.
Bu meyanda, açılışından 1965 yılına kadar Kayseri İmam-Hatip
Okulu’nda Arapça, Kelam, Akaid, Din Dersi ve Siyer okuttu.
Saraçoğlu hoca, İmam-Hatip’te bir süre derslere girmişti. Derste
Necip Fazıl’ın “İman ve Aksiyon” konferans metnini ders kitabı
olarak okutmuş, bu konferansa niçin bu kadar önem verdiğini soran
öğrencilere;
“-Oğlum, bu konferans, bütün öğrencilerin başucu kitabı olacak bir
metni ihtiva ediyor. Ruhsuz, heyecansız, idealsiz imam bize lazım
değil. Osmanlının yıkılmasında bu tip kimselerin payı büyüktür…
Onlar dini iyi anlatsalardı, nesilleri iyi yetiştirselerdi, kendi
aydınımız, kendi devletinin enkazının altında kalmaya bile rıza
göstererek onu yıkar mıydı?.. İmparatorluk gitti. Bir daha geri
gelmesi de mümkün değil. Yeni devleti İslam’a inanmış, başı dik,
mücadeleci, meselesini bilen imamlar yüceltsin…İmamlık camide
namaz kıldırmakla sınırlı değildir. Necip Fazıl, serveti ve şöhreti
tepeleyerek bu idealler için hapse girdi. Onun heyecanını taşımayan
hiçbir aydın bu ülkeye bir çivi bile çakamaz!..İnananlar için ölçü
budur!..” demiştir.
Daha sonra Bursa Müftülüğüne tayin oldu (1966).
En son olarak Kocaeli ve Kayseri Müftülüklerinde bulundu.
1978’de emekli oldu.
Abdullah Saraçoğlu Hoca kimdir? Sorusuna kendisi birçok kez
oturmalarda hep aynı cevabı vermiştir:
- Ben kendimi bilmiyorum ki size anlatayım. Allah rahmet eylesin
babam, zamanında "Oğlum, Allah seni din-i İslam'a hadim etsin"
diye bir hoca tuttu. Yozgat'ta okuttu. O zamanlar çok zordu. Allah,
peygamber bilen azdı. Orada Hayrullah Efendi'den okudum biraz.
"Sağır Hoca" diye bilinen birisi vardı, Haşmet Hafız vardı. Onlardan
okudum. Bizim zamanımız böyleydi işte, geldi geçti. Vaktinde size
bir şeyler verebildiyse, siz de onları alabildiyseniz en mutlu şey bu.
Benim ne tahsilim var, ne hocalığım, ne de hacılığım. Bir şeyler
256
yaptıysak, yapabildiysek, Rabbim rızasına kabul eylesin, onları da
unuttuk. "Vazifemizi yaptık" diyebilsem, def çalıp oynayacağım.
Ama diyemiyorum. Elimizden geleni yaptık. Kavgası gürültüsüyle...
Gece demedik, gündüz demedik, kalktık seğirttik.
Hayatımda bir tek şey sevdim: O da Allah için hizmet etmek. Ne
ticaret sevgim var, ne başka bir şey. Şimdi hizmet de edemiyoruz.
Ondan dolayı da çok üzüntülüyüm. Hizmet dışında hiçbir şeyi
sevmedim dünyada. Babamın duasına mazhar olabilmek için takatim
nisbetinde çalıştım. Ama tam da yaptığımı söyleyemem. Biraz tefsir
okuduk, olduk müfessir. Vallahi yalan. Biraz hadis okuduk, olduk
muhaddis. Biz bunu yeterince hazmedemedik. Ancak şunu ifade
etmek isterim: Her zaman bildiğimin alimi, bilmediğimin cahili ve
talibi olarak kaldım. Hiç bir zaman bilmediğim bir şey hakkında fikir
yürütmedim. Bakayım, araştırayım dedim. Bilmediğimiz zaman da
oldu tabiî. Biz adam değildik ama, etrafta talip olanlara bakıyorsun
hiç değil Allah korusun. Biz bilmediğimizi bildik, bunun
farkındaydık hiç olmazsa. 12Nisan2001 de vefat etti.
.
Abdullah Saracoğlu, Mustafa Özküçüğün evinde bir oturma
esnasında…
257
ABDULLAH SARACOĞLU
MÜSEVVİDLİKTENMÜFTÜLÜĞE…………./MustafaÖZER
Türklerin Müslüman olmalarından sonra ki evrelerde İslam’ın
siyasal ve toplumsal süreçteki etkinlikleri zaman içinde
değişiklikler gösterdiği gibi değişik devletler içinde de farklılıklar arz
etmiştir. Hatta bir devlet içinde yöresel ve etnik faklılıklarda
başkalıklara rastlanmaktadır.Aynı toplum olmasına rağmen Osmanlı
devleti ile Türkiye Cumhuriyetinin İslam’a bakış ve ondan
etkilenmeleri ideolojik aykırılıklar taşımaktadır.Osmanlı devletinde
din, siyasi ve toplumsal hayatın motoru iken, Türkiye
Cumhuriyetinde , devlet hayatından çıkarıldığı gibi , şahsi
kimliklerinden de çıkarılmağa siyaseten önem verilmiştir.Laiklik
temelli devletin resmi ideolojisini kuruluş yıllarından itibaren
uygulamada görmekteyiz.Elbette ki Osmanlı ulemasının tasfiye
süreci de denebilecek kültür değişimleriyle paralel siyasal baskılara
hukuk sistemi de uyarlanmıştır.Devletin bu ideolojik yapısı
içerisinde dinin bir toplumsal tüketim ihtiyacı olarak algılandığı ve
bu ihtiyacın devlet kontrolünde giderilmesi için bir yönetime bir
başka deyişle sıkı bir denetime alınması vardı.Onun için de diyanet
teşkilatı oluşturuldu.Dini eğitim ve öğretim ihtiyacını karşılamak
için de yıllar içerisinde geliştirilerek imam hatip okulları ve yüksek
İslam enstitüleriyle ilahiyat fakülteleri kuruldu.Yavuz Sultan Selim
Hanla başlayan Hilafet makamıyla bu makama paralel bütün
kurumlar ilga edilmiş,medreseler kapatılmış,tekke ve tarikatlar
258
yasaklanmış,harf devrimi yapılarak cumhuriyet öncesi bütün Türk
kültürü mezara gömülmüştü.Osmanlı devletinin Batılaşma
sürecinde yaşadığı maceralarla zaten halk-ulema ikilisi devlet
yönetiminden kopmuştu.Devlet son örneği ittihat –terakki
devrimcilerinin eline düşmüş,fakir halk büsbütün ezilmişti.İttihat
–terakkinin kurtarma girişimleri cumhuriyetin doğmasına yol
açmıştı.Böylece iki yüz senedir Batılaşma sürecide devlet haline
gelmişti.Bin yıllık dışarıda bırakılan kültürel yapı ise devletin
kendine güveni geldikçe ,batının korku unsuru olmaktan
çıkmasıyla, bütünüyle olmasa bile , çağdaş bir anlayışla ihya etmek ,
demokratik gelişimle ve dünyanın konjonktürel değişimleriyle izah
edilebilir.Çok partili siyasal hayata geçtikten sonra büyük bir sabır
evresinden sonra din devlet için yakın tehdit olarak
algılanmıyor,aksine ekonomik ve siyasal başarının özgürlük temeli
olarak görülüyor.Askerlerin 1980 ihtilalinde yönetime getirdikleri
uygulamalar hem ulusal hem de uluslar arası küreselleşme
ideolojisine ters düşmüş ,Türkiye’yi bir çıkmaza
sürüklemişti.Bundan sonraki olay ve siyasal gelişmeler cumhuriyet
döneminde yetişen elitlerin halktan nasıl koptuklarının siyasal
sonuçlarıydı.Anavatan Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi ikilisi
inanç hürriyeti ve eğitimi üzerine cumhuriyet dönemi için yenilik
sayılabilecek dönüşümleri uygulamaya sokmuşlardır.Bu değişim ve
dönüşümlerin orta yerinde , edasıyla da çabasıyla da kalemiyle de
,bir büyük mücahit vardı. O kişi içimizden biri. eşinin ördüğü yelekle
yetinen altı mutlaka delik pabucuyla, yalınayak önümüzde koşan,
kalbi gencecik Abdullah Saraçoğlu hoca efendiydi.
İslamın cumhuriyet dönemi çınarlarından olan Abdullah
SARACOĞLU hoca efendi 1924 yılında Kayseri’de doğar.
Abdullah Satoğlu’nun hazırladığı Kayseri Ansiklopedisi’nde
verilen bilgiye göre Saraçoğlu hoca efendi Sarf, nahiv, cami, feraiz,
fıkıh, arapca, farsça, kelam, akaid, hadis, tefsir, muhtasar ve meani
derslerini almış ;Sırasıyla Toroslu Haşmet efendi,Sağır hoca,Yozgat
Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi,Balta lakabıyla ünlü Hamurculu
H.Nuh Efendi Hoca,Müderris Külekçizade Hacı Ali Efendi ile
Kayseri Müftüsü H.Hüseyin Aksakal hoca efendilerden de mesleki
bilgileri tahsil ettiğini öğreniyoruz.Müftü Aksakal hoca efendinin
259
teklifiyle Kayseri müftülüğüne Müsevvid görevi ile tayin olduğu
bilgisini mezkur eserden öğreniyoruz.Yıl 1951….Müftülükteki bu
göreve ek olarak Kayseri İmam Hatip Okulu açıldıktan sonra
meslek dersleri öğretmenliği de ekleniyor..1966 Yılına değin kayseri
müftülüğündeki görevi uhdesinde kalarak İHO daki öğretmenliği de
devam ediyor. Müsevvitlik ,öğretmenlik ve vaaz hatta ille de vaaz
bir ömür boyu kürsüden kürsüye koşarak vaazlarını hep
sürdürmüştü. Onun için mesleğin de ibadetin de devamlılığı
esastı.1966dan sonra Saraçoğlu hocamızı Bursa Müftüsü olarak
görüyoruz.!974 yılı Kayseri müftülüğüne atanmadan önce İzmit
müftülüğünde de bulunduğunu biliyoruz.1978 yılında ise
emekliliğini istemiş, son yıllarını memleketinde kendilerini
tamamen Büyükdoğu ideali çerçevesinde sosyal sorunların
aydınlatılması bağlamında ilmi konulara hasretmişti .O cidden iyi
ve doğru alimdi.
Abdullah Saraçoğlu çok partili dönemin din eksenli ilmin klasik
eğitimli öncülerinden biriydi.Bir yanda Demokrat partinin iktidarı
…Diğer yanda medrese sisteminin son nesli,Saraçoğlu hocalar…
Onun ilim kürsüsünün sürekliliği cami ile müşterekliliği
idi.Abdullah Hoca her zaman kürsüde halkın karşısındaydı.Cemaatin
sorularıyla gelişen karşılıklı ilim teatisiydi.Halkın içinde ve hakkın
önünde ilminin ve cesaretinin sınavındaydı.Onun sesindeki otoriter
tonlama imanının en rakik sergilenişiydi. Coşkusu iradesinde som
ilahi değere dönüşmüş, ilmini yansıtmasıydı.Klasik eğitimli
olmasına karşın mesleki bilgeliği İslam ulemasındaki peygamberî
mirasın pırıltılarını taşırdı.Hele müminin korunması bahsindeki
hassasiyeti Saraçoğlu hocanın haysiyetiydi.Kısacası Abdullah
Saraçoğlu hoca nasihat ve tavsiyelerini hayatıyla
gösterirdi.Kürsüsünü merhamet tonuna ayarladığı , halkın en
cahilinin bile en çok anlayabileceği sesle donatır,besmelenin
bereketinde müminlerin kalbine nüfuz ederdi.
970 yıllardan biriydi …yıl olmak itibariyle önemli olmadığından
böyle bir giriş yaptım.Kayseri’ye ramazan bayramı münasebetiyle
gelmiştim. Günlerden de tatava … Ramazanın son günleri…Hava
değişiminden de olabilir ,on iki saatlik otobüs yolculuğunun cilvesi
de olabilir .Ne evde kalıp dinlenmeye çekilebildim ne de evdeki
260
koşuşturmaya dayanabiliyorum. Kendimi sokağa vurdum .Mahalle
camisini geçerken Ahmet Saraçoğlu ile karşılaştım.Ahmet abi
Büyükdoğu’nun Kayseri’deki sağlam kalelerinden biridir.Gür
kaşlarının arkasında sakladığı dürüstlük bizim rehberimiz
olmuştu.Saat tamiriyle iştigal eder ve şehrin merkezinde optik
konuda gözlükçü dükkanı vardı.Ahmet Saraçoğlu ,Abdullah
Saraçoğlu’nun yeğeni idi. Aynı fikri temelden beslenen ve
akrabalıkla taçlanan yakınlık öylesine temiz öylesine ardına kadar
açık kalb ve kapılardı ki gıpta etmemek mümkün mü?Ahmet
Saraçoğlu ile de babamların evi yakın. Evde bayram telaşını
bırakarak, rastladığımız Ahmet Saraçoğlu abimiz (Hoca bizde
sohbet var) dedi. Beraberce Ahmet abinin eve girdik ve sohbete
dahil olduk.Tanımadığım bir genç ( davranışlarından belli ki
Abdullah hocanın tanıdığı)günümüzde taşıma araçlarının
konforundan ötürü, insanın evini aratmaması nedeniyle ‘’ seferi
‘’olmasının lüzumsuz olduğunu anlatmaya çalışarak; Utanmadan
birde çatır çatır oruç yiyorlar,dedi.Hoca gencin’’cahil
cesaretine’’ve’’ haddini bilmezliğine’’ içerlemişti.Önüne gelen hak
söylemek ve haktan yana olmak adına , dinin verdiği bir ruhsatı
ortadan kaldırırsa, ortalık kıyamet yerine döner,Senin(genci muhatap
alarak)bize yakınlığın dine laubali olmanı gerektirmemeli.Hatta daha
saygılı olmalısın.Kural koymak senin ne haddine. Diye
kükremişti.Hem mesleğine hem dinine sahip çıkmanın neşesinde,
genci hem tedip etmiş hem de, toplumda küçük düşürülmenin
sonucunu tatlıya bağlamıştı.Kendi nefsinde bile İslam’ın feraiz ve
akaid bilgisini tümüyle taşımayanların .usul ve esası da aşarak
‘’nefsani yorumculuğa ‘’ soyunmalarına Saraçoğlu hocamız her
dönemde ilmiyle set oluşturmuştur.Nefsani yorumculuk İslami
kuralların hikmeti üstünde değil de ,kuru aklın laik eksende
şımartılarak Müslümanlara tepeden bakma yöntemine
dönüştürüldüğü için, içiçe bir çok tehlike arz ediyordu. Genç hem
bilmiyordu hem de bilmediğini bilmiyordu.Son zamanlarda
ağızlarda sakızlaşan tabirle “ağzı olan konuşuyor”Bu tabir tam da
“nefsani yorumcuyu” tanımlıyordu.Aynı gence araç lastiğine
mevsim farklarına göre kaç hava basılacağı sorulsa,( ya şu kadar bar
veya bilmiyorum) diyecektir.Lakin konu İslam olunca kendini de
261
nefs emniyetinde bir psikolojiyle donatarak , soru ya da soruna ,
İslami kuralın ne olduğuna ve hangi sınırlar içinde ne dediğine
değil, canının çektiği ham yobaz kaba softaya da icazet çıkaracak
iştihada uydurma bir içtihatta bulunur.Elbette hastalıklı bir yaklaşım
olmasa buraya dercetme gereği duymazdık.Bereket İslami
hassasiyetler arttı da nefsani yorumcular “fikir hürriyeti” ile sınırlı
kalan din dışılıkta kaldılar.Ebu cehil ölmüş olsa da ebucehillik
öleceğe benzemiyor.Kabalığın kolaylığı ve sorumsuzluğu kimseyi
entelektüel yapmaz.Türkiye’ye batı medeniyetinin normlarını
getirmek isteyen herkes te entelektüel değildir.İdeolojik ve devlet
çıkarları ,kişisel çıkarlar bağlamında da ,bu tür siyasal girişimleri
görüyoruz.Ve hele gazetecilikle düşünce dünyası birbirine öyle
uzaktır ;ki düşünce dünyası, bünyesinde dünya nimetlerini toplamış
en lüks lokanta ise , gazetecilik o lokantanın yemek artığını döktüğü
çöplüğü mesabesindedir. Gazetecilik bir memuriyettir ki orda fikir
üretilmez,başka membalardan gelen fikirler şekerlemelerle
kaplanarak , halkın hazmetmesi sağlanır.Zor bir
meslektir.Patronların ,siyasal otoritenin ,rekabetin gazeteciler
üzerinde verdiği bir mücadeledir.Dış bağımlılık olabileceği gibi
uluslararası veya uluslar üstü de olabilir.Geniş bir mücadeleyle güç
transferi olan gazetecilikte , fikri namusu olan az sayıdaki
gazetecilere bakarak gazeteciliği vicdanı hür ve fikre hizmetkar
sanmak ,aldanmadır.
Abdullah Saraçoğlu hoca tiryakiliğine de çok sadık ve bu sadakatini
içten ve derinden öksürükleriyle ödüllendiriyordu.Kahve ,demli çay
ve sigara adeta sohbetin teminatıydı. Kayseri de olduğu sürece
şehrin gece hayatı sayılabilecek ‘’oturma’’ denen gece sohbetlerine
hemen her gece başka bir sohbetle devam edildiği için O da
sosyolojik umumiye ‘ye icabet ediyordu. Kayserinin bu gece
oturmaları sosyal bir olay olmakla birlikte şehrin önemli
mahfellerini sessizce birbirine bağlıyordu.Bu toplantılarda ticari
,iktisadi konular tartışılır anlaşmalar yapılır, birliktelikler oluşturulur.
Hatta ortaklıklar bile kurulduğu vakidir. Şehirdeki iktisadi hayatın
her yönü bilenlerce bilmeyenlere anlatılır, iknası gereken kişi ve
durumlar varsa izale edilmeye çalışılırdı. Haftanın en az üç günü bu
toplantılara katılınır, her gece başka boyutta ve frekansta olan
262
insanlarla toplanılır. Genelde saat 22den sonra başlayan toplantılar
önemine göre ucu açık olabilirdi. Her hafta başka konular olabileceği
gibi akil kişiler davet edilerek solo sohbetler meraklı soruların
yanıtlarıyla şenlenirdi.Yıllarca devam eden bu gece mektepleri
halkın eğlence ,dinlence,iletişim ve tanışmasına hizmet eder.Gerekli
görülürse aylarca kitap okumaları sürerdi.Bu gece okulu bütün aile
bireylerini de ilgilendirirdi. Sohbetle oluşan kardeşlik elbette ki
ailelere de yansıyordu. Saraçoğlu hoca elbette ki herkesin
toplantısında olmasını istediği karatta ,ilmiyle ,hitabetiyle,kitabetiyle
ve hele de karizmatik fikir öfkesiyle özel bir isimdi.Kalemiyle ve
varlığıyla yıllarca Üstad Necip Fazıl’ın yanında ve Büyükdoğu’da
yerini almış, medeniyeti olanca kuşatıcılığıyla bilen,ümmete
hizmette olağanüstü çalışan, sözünü dudaktan ve gözünü budaktan
sakınmayan bu mümin ve mücahit insanı kim sevmez ki?Böylesi
toplantılarda insanların insanlık dokuları da test edilir.Abdullah
Saraçoğlu hoca da bu test uzmanlarının başında gelirdi.Zira bir
psikolog titizliğiyle anlattığı konuları bir pedagog gibi de yüreklere
sindirerek öğretmiş olurdu. Abdullah Saraçoğluna tevdi edilen
konuda çok ve titiz çalışır,o konuyla ilgili diğer bilimlerin de
tezlerini inceleyerek toplantıya takdim ederdi.Toplantıların
samimiyetine ve tek eşeyli olması nedeniyle erkek argosu bir jargon
kılığına bürünmemek şartıyla kullanılırdı.Onun için hocanın kötü
karakterleri takdiminde kullandığı’’eşşoleşşek’’leri Kemal Sunal
kafiyesinde olurdu.
1924 doğumlu olduğundan diyelim ,bizlere oranla Türkiye’yi çok
daha tarihsel perspektiften derinlemesine ve ileride tanırdı.Tanışı
olduğu ve duyduğu olayları ,okuduğu süreli yayınları ve kitapları
arı duru hafızasına alır ,güzel bir hitabetle de bunları taçlandırırdı.
’’Karşılığını alacaksak canımızı sakınmayız ‘’derdi.Bugün anlamı
bence daha da büyüdü ,büyüdü büyüdü. Sevgimizin izharı ifade
edemediğimiz düşüncelerle gönlümüzü teskin etmesindendir.
Söylenişi şiir gibi olan, bu can yakan cümle, aşıklarının gözyaşını da
taşımaktadır.İçli ve samimi bu vefakar ve cefakar ağabeyimize bu
mersiyeyle borcumuzu ödeyemeyeceğimizin bilincindeyiz.Hani Hacı
Murat romanında L.Tolstoy ‘’kalkmayacak gibi geldi bağdaş kurup
oturdu.Diyeceğini söyledi .Birden kalktı,geldiği hızla gitti.’’diyerek
263
bir tanım yapar Türk’e,sanki Saraçoğlu’nu tasvir eder gibiydi.O
koltuğa da bağdaş kurarak otururdu. Büyükdoğudan olmanın doğal
sonucu bu karizmatik insan toplumdaki herkesin arkasında olmaya
hazırdı.Oysa toplumda onun önünde durabilecek yürek
neredeydi.’’olmak ya da olmamak…işte bütün mesele ‘’ diyen
tiyatro tiradı gibi.Sakalı ve gözlüğü bile onu
mülayimleştirmiyordu…Üstad dan çizgiler vardı. Muhteşem ve
sakin.Mümin ve aksiyon içinde.Üzerinden binlerce volt akım geçen
kablolar gibi.
Birey o kadar önemli ki sorun da çözüm de bireye göredir..İslam
hukukunda olduğu gibi tıpta dahi böyledir.Her hastalık şahsa
özeldir.Tedavide de bu durum göz önüne alınır.Yoksa batı
kültürünün buldum dediği ve fakat her bir yerini geliştirdiği sürekli
değişim arz eden ve hatta kırılmalarla farklılaşarak değişik
ideolojilere dönüşen sistemler ile bu sistemlerin çalışma veya
kullanma talimatı olan rejimlerin yığın haline getirdiği insanları
mutlu ve birey olarak ele almak mümkün müdür?İrade kullanamayan
sürünün bir parçası olan bu protoplazma yığınına vatandaş
,yurttaş,yoldaş diye isimleştirerek ne insanlığa ne topluma ne de
sisteme olumlu bir katkı olabilir.Elbette ki eğitim ve gelişim
dönemleri müstesna kurallara bağlıdır.Fert fert yücelmeyen bir
oluşum ,doldurma ve tıkma mantığıyla ancak yatak ve yastık
görevine talip olabilir.Fetvanın muhatabı ferttir,soru ondan gelir
sorun onundur ve muhatap soruyu sorandır.Başka zaman başka
yerde ve hatta benzer bir soru başka bir fert için fetvada farklılık
arz edebilir.Adalet her şeyin üzerindedir.Yatay adalet kadar bunun
kalitesini dikey adaletle temin edilebileceğini,Saraçoğlu hocadan
kaç kez dinlemiştik.Konuyu uzatarak yanlış anlamalara sebep olmak
istemem .Kısaca Saraçoğlu hoca ferdi, toplumu iyi analiz edip ,soru
ya da sorunu iyice tanımladıktan sonra şahsın durumunu da göz
önüne alarak cevap bulmağa özen gösterirdi.Bu konudaki titizliğini
o ilmin sahipleri iyi bilirler ve Hocanın hakkını teslim ederler idi.
Tarikat ve cemaatler konusunda da çok rahat hareket
ederdi.’’Ümmeti Muhammed’’ kendini ehlisünnet vel cemaat olarak
görür.Elbette farklılıkları olabilir.Eksik ya da yanlışları üzerine
konuşulur ve yazılabilir.Eksik ve yanlış yapanlarla muhataplık
264
fitneyi doğurur diyordu hoca…Hatta her cemaat veya tarikat kendini
öylesine cennette görür ki ,girdiği cennetin kapısını içerden kilitler
başkalarını içeri almaz.İnşallah cennete giderler..Cemaatlerin
güzideleriyle toplanarak ortak kararlar alarak topluma ve
ihtiyaçlarına çareler bulunabilir.Nahif davranışlarla,hayali ve
varsayımlarla sorunlara çözüm olmaz.Ortak akıl Abdullah
Saraçoğlu hocanın gerek cenneti teminde,ve gerekse dünya
nimetlerini kazanmada toplumsal barışı sağlayan siyasetti…Ortak
akıl kamu aklıydı..müşterek akıldı…Ulülemr di…cumhurdu…Onun
için çok önemliydi.
Sahabeyi Kiram efendilerimiz müçtehit olmaklıkları yönünde
eşittir.İnsanlıkları ve incelikleri o kadar çok ve farklı ki bu da onların
bereketidir diyordu Saraçoğlu. Kişiye amelleri sevdirildiği için (bir
kişi Müslüman’ım diyorsa ona değilsin dememek gerekir.Zira
insanlar, ya ümmeti davettir ki; davet edilene davet edilen hak adına
saygı gerekir , ya da ümmeti icabettir ki ; davete olumlu cevap
vereni de kovma hakkı yoktur.İnsanların gelişmesini temin açısında
müesseseler kurulmalı.Bu müesseseler iyi denetlenmeli derdi de
okullaşmaya o kadar önemli bir noktadan bakardı ki,hayran
olmamak mümkün değil.Ortak aklı her cemaatle ayrı anlaşmalar
yaparak bir bölgede başarsanız bile ulusal düzeyde bırakın çatlak
oluşmasını uçurumlar ortaya çıkar.Oysa okul ortak aklı teminde
terim ve dil zemininde sağlam kale olacaktır diyerek sohbeti
sürdürürdü.Belli ki içi yanıyordu.Aşkından taşan bu bilimsel olgular
bir temenniden çok gerekirliliklerdi.Hep din …ve her zaman din…ve
de her yerde din…Din insanlığadır…kötülüğü emretmez…Dinlerin
de birbirilerine ölçülü olmaları gerekir.Son zamanlardaki
Hıristiyanlarla –neredeyse papazları kutsayacaklar-geliştirilmeğe
çalışılan yapılanma yanlış zemin üzerine oturtulmaktadır. Kur’anda
bahsedilen Hıristiyanlar, İslam geldiğinde ‘’semiğna ve atağna’’
işittim ve itaat ettim diyen dindar Hıristiyanlardır,bugünküler gibi
algılanıyor.Bu aldatmacadır.Bir siyasettir.Biz kabul edemeyiz.
Dediğine de şahit oluruz.
Dini hizmetler geçinme mesleği olmadığı gibi bu hizmetleri
yapanların geçindikleri meslekleri olmalıdır diyordu Hoca
Efendi.Peygamberin varisi olacak şahısların, geçimini diğer insanlar
265
gibi mesleğiyle sağlaması esastır,ki kalan zamanında insanlığa
müfid ve mürşid olsun.Cemaat ve tarikatların yürek burkan
ekonomik yapılanmaların ardına düşmelerine şaşmamak elde mi
diyordu .Kalın çerçeveli gözlüklerini çıkararak,gözlerini sürmeler
gibi silerek sakalını yolarcasına avuçlarına almıştı.Mesleki
çürümüşlüğü anlatmak istemiyordu.Gece de bir hayli ilerlemişti.Bir
el işaretiyle oturuma katılan gençlerden birisi utanırmışçasına yarım
ton sesle ‘’asr suresi’ni okumağa başlamıştı.Sabaha yakın bu
zamanda ancak sabah namazına hazırlanılır idi.Yetmiş yaşını aşan
bu delikanlı’’fişek gibi ‘’abdestini tazeledi, toplantıdakilere; (Hunata
mı gidiyoruz )demişti. Hunat camii en az bir kilometre
mesafede,Selçukludan kalma tarihi bir camiydi.Tarihi olması elbette
önemliydi. Ve fakat şehrin merkezini temsil etmesi bir diğer
özelliğiydi.Hunat camii banisi Hunat hatun (Mahperi hanım) zarafet
ve asaletini de 1237 yılından beri ter ü taze taşıyordu.Gerek Türbesi
gerek medresesi, ve gerekse hamamı dipdiri ayaktaydı.Tak kapısı
aşkın taşa yansımasıydı.Hunatı Kayserililer her gün gördükleri için
Saraçoğlu hoca gibi hasret değillerdi.Oysa Saraçoğlu hoca
gençliğinde kürsüsünde minberinde halkı irşad etmiş içiçe anılarla
doluydu.Onun için önce (Hunata mı )diye sormuştu.Bu kez
boğazındaki sigaranın verdiği basıncı atmağa çalışarak, (Hacı Kılıç
ta olabilir.)demişti.Hacıkılıç Camii de Selçuklu’dan kalma Hunatın
gönüldaşı ulu mabettir ki 1249 da inşa edilmiş güzelliği inşallah
dünya durdukça dursun, tak kapısı süslemeciliği.Medresesi de
bitişiktir.Saraçoğlu Hocanın zaman zaman dile getirdiği ve
şaşkınlığını gizlemediği konulardan biri de ülkenin aydınlarının bu
mimari ,sosyal ve tarihi eserleri göre göre yaşadıkları kültürü
sorgulayamayışlarıdır.Bu enteller anatomik değişim de geçirmiş
olmalılar diye bizlere kara mizah örnekleri veriyordu.Sonuçta
kimseden bir ses çıkmayınca Hoca yine kendisi pusulayı eline
aldı.Tabaktaki son dilim börekler ve son yudum çaylarda
tüketilmişti.Yola çıkıldı.Sohbet şın şenlik içinde önce Hunat’a
yöneldi. Yine de erken gelmişlerdi. Caminin banisine Fatihalar
okudular İstasyon Caddesindeki Hacıkılıç’a yöneldiler .Şehir yeni
yeni uyanıyordu.Vardiyacılar ve gıda sektörünün pişirici
personelleri çoktan sokağa taşmışlardı.Ayak sesleri,tek tük motor
266
gürültüsü ve sigaranın boğazdaki inhirafları olan öksürükler…Hacı
Kılıç Camii imam hatibi grubu tanıdığı için hemen kolları sıvadı,
müştemilatta çay bile hazırladı..Hal hatır sorulumunun ardınca
caminin namaz bölümüne geçtiler.
Kırkayak gibi olmalıyız…kırkayak…beyin tek ,eylem çoklu..Ortak
aklı içimizin içinde saklı yerden çıkarmalıyız agoraya..Abdullah
Saraçoğlu Hoca böyle idi Nur içinde yatsın.
kutsal göç
efsaneler sundu füsun içre geceler
al topuklu kızlar büyüdü
usulca bir incir yaprağında
hicret göründü
(ay/ruhuna saray olmuş yıldızların ortasında
ilerlemeye başladı ancak/insanın taşıyacağı bir yükü
kıskanmasından dolayı yaralıydı yine de bulmanın
aydınlığında dolanıp durur/ne var ki yola yaban ola
kesintisiz bir hicretin nesnel görünümünde
“işaret parmağının” açtığı yaranın yeminini
düşünmek mutluluğu yok mu
odur bizi yoran aydınlık
ve yanan ay)
altınçağ sahneleri bürüdü
rüzgâr güncesi geceler
yıldız böceklerinin sengin bestelerinde
akıp indi sema yükü inciler
al topuklu kızlar yürüdü
cennet yüküdür anaların gözlerinde asılan
susulan sevda sabrıdır
enstant ağıt görmesin diye
her bahar bir gül kahrıdır
267
kangurular keselerinde gider
enselerinde anne dişi duyar kedi yavruları
tüylü diliyle yalar ay
doğuştan koşan tayları
ve ya demeye kalmadan
yollar tutar duyguları
çakal seslerini besteleyen
bakır ırmaklar koşar
rengini çiniler çalmış uryan denizleri
o çığlıkla çılgın dalgalar okşar
uyuyan denizleri
sebil seslerinde
kekre kadehler kırılır altın dudaklarında
açılır benizleri
korku peşinde yürür ay
şöhret burkulan gölgedir
korkak
budala
yatay
yine de
bizdendir hüzün
yüreğimize asılmış üzüm salkımı gibi
gördüğün yalnızca yüzüm
lakin bütünlüğün asılmış
taşınmış uzay gibi
ay devreder mutantan tenlerini
rüyalarını rüzgârlar görür
deniz kızlarının sevda yakılarını
tutam tutam götürür gözlerinde
yosunlu izlerinde nice zaman getirir
kıblesiz bir secdenin suçlarında
nice gizler eritir
268
yankılar açar bu gizli dehlizleri
dilde söz onsun diye
dinlediler deprem seslerini kristal kürrelerde
korkarak
azan ak dalgalardan
gençlik damarları topladılar
zıpkınladılar yunusların gözlerini
kılcal damarlarda karıncalar yürüdü sonra
sonrasıyla ufukları sardılar
“hey deniz kızları denizin gel giti durdu
soframıza buyurun
yeni ve sıcak selvalar geldi
nazı bırakıp niyaza durun
kolları uzun semalar geldi
sevdamıza buyurun”
kaderden camdı kadehten dönen
akşam öfkesi
yansıyan kırışıkları sayan
ölüm üstü ülkesinde uyanan
yeni kan
yepyeni bir kan
piri mugan
dilindeki camdan okudu
fosfor giysilere ermek için
elindeki candan okudu
yine kumlar sağır
duymamışlar bağırlarında kumruların sevdasını
ya da tecahül-ü ariftir siren sesleri
dönmeyen ayak seslerinde
ara sıra duyarız hangi çağın içindeyiz
rüzgâr da ara sıra söyler bunu
269
ama kimse söylemez zamanı bulduğunu
bir elinde bir gözüm bir gözüm diğerinde
israfil surlarına rüzgâr iletir
sebil dekorlarında söyletir
uzakların sifenksini
ufukların fireskini gezdirir çipili duygularım
iskender aynasında
mumyalı benizleri
uyarır uykularım
muştunla hemhal olmaktan lalim
halim özgedir
methalinde evrenin
hangi altın ağ ilmeklerine tutunsun elim
kofana yıldızların koful yalazlarını
hangi dilim unutsun
ki sarsın kanımda mafsalları
dön dur kızıl aşkların kampanası kalbim
dön dur kıyamet göreceksin
göreceksin aşk yeni yokluğu eski
lakin yokluğu eskitecek diye
dön dur kızıl aşkların kampanası kalbim
dinozorlar geçiyor ağır
ağır
bağrıma
tıkız arzularıyla
hummalı zorlar geçiyor
bir sus işaretiyle geçen oğuzlar gibi
basa basa kanımın zulasına
dinozorlar geçiyor
cengiz hançerlerini yoksayan bir hançereydi
gözlerimi verevine kanayan
270
karayılan aşklarını zehirleyip bir çırpıda
sevgiliydi gömleğimle oynayan
-ki rüzgâr esmiyordu
durgundu duygularım-
yelken açmamdır ki karanlıklara
şükür yüreğim damlıyor tıpır tıpır
tıpır tıpır yürüyorum aşka ve çileye
ile’den ve’den kendime
rüzgâr dolu yönüm
yüreğim yelken
yakam üç düğme açık
ha bire unutuyorum yönleri
maraton fonlarına yaslanıp
denizi tutuyorum
elim candır
bırakır tuttuğunu bir dem gelir
bir dem gelir çayır çayır
yakar unuttuğunu
öncesizlik sonrasızlık
ıssızlık içim
kararsızlık içinde yırtılan deniz
okyanusa ıslık tuttu
iri bir güneşe yaslanan adımız
mercan sofalarını unuttu
bereket ki yağar üstümüze
üstümüze kar gibi el yağar
eller unutalı çok oldu lakin
o iri güneş tuttu bizi
kara kıl bacaklarıyla keçiler yürür
keçi ayaklarını susturmak zor
daha zoru atlarımızı durdurmak
271
onlar ve iri güneşler
vel leyli ven nehar
eylem le var
varlar
bu kez dudağınla konuşuyorum ey deniz
ey zülf-i semensaların ıslak dudağı
ey gülhatmilerle ölü dudakları gusleden
kuşkonmaz dalların kuşkusu
ey çöllere şarabnel gibi inen
akbabaların gözlerinde dinlenen kaktüsleri
şaşkın irem bağlarında yolan
ve ruhunu adenin
ey mehtap süngeri
ışık yollarının mesihası
meryemin koynunu dolduran ılık sancı
ve ey çelebi yeleklerinin merhabası
bu kez dudağınla susuyorum
ipek böceği kusar gibi
ya da bir hisar gibi yaslanıp ufuklara
ne bilgindir ne gezgindir
bağrında güneş gezdirir
rivayettir ancak üstüne laf
gerisi gözlerindir
ancak züleyha bilir ki mushafı vardır
yine de bu zorda dilin israfı vardır
deniz saçlarında dalgalanır
güneş göğsünde batar yalaz
dişlerin ısırır denizin nemli tenini
yalnız yılanlar arar biraz
biraz ağaçlar büyür meltemini
sonra kirazlar dudağını
272
Yusuf’a taraf oldu gönlüm
gördüm yar geldi mutasavvıf kunduralarıyla
tenini toprağa gömdüğü
dört yanım tümörlerle tutuldu
yar tuttu yine de
ince parmaklarını meçimsi çekip
unuttuğun ruhumu
kan ağacımdan yapışkan topladı
kanımı bağladı ruhuna
ateş yaktı afrikadan büyük
hey-hey tam-tam ve horadan sonra
ruhum bir bebekti mışıl mışıl
ruhum beklemekti ışıl ışıl
kuşlar uçsa yürüse kediler titriyor ruhum
korkum rüzgâr içinde yar gelecek
beklenen ruhun kollarını gerecek
gerecek ruhsal bir çarmıh arıyorum
Yusuf’a taraf olunca gönlüm
herkes gibi her kez ben de gördüm gördüğünü
yağmurun harp olduğunu
ellerimi uzatınca tellerine
gökyüzünün kaybolduğunu gördüm
gördüm kimsenin görmediği bir zamanda
bir kurşunun ıslığında kendimi
tenimi mor mor teslim ettiğim masivaya
gördüm yine de eremedim
kleopatra sandaletlerini eriten zamanda
küfür görmemiş deniz kızlarının nurdan sofralarına
neden gözlerim mavi neden
neden gömleğimi rüzgâr şişirir durur
273
hangi yöne ne zaman açılsa yelken
neden içimi bir mavi hasret doldurur
adı yok bir kuş serene konmuş
koltuğunda birkaç ekmek bir çocuk tam dönüyor
sokağı
rüzgâr dönmüş güneş donmuş kararmıyor gece
uykular yataklardan koğulmuş
sülüne benzeyen boğaz
ceylanda olacak gerdan
beyaz giysili doktor neşterlerine gebe
gergedan gibi garip ve uzak
senin yokluğunda kuruldu tuzak
dilim dilim satılmak için
gözleri beklemekten mavi
havai gülüşleri beklemekten
geldim ince bir küçük gövdemle sularınıza
size sığındım yine sendelemekten
kollarımdan tutsa da dalgalarınız
nazınız dinmedikçe gelemem
söyledim kaç kez ben kara sevdalıyım
karada olmalıyım
anlarsınız siz de bir gün kara sevdanın ne olduğunu
söz ki size karşılayacağım
sahiller boyu kurduğum evlerde
aşkınızla boğulacağım
muvattalinin atları coşar eşinir
ardında iki tekerlekli savaş arabaları
eflatun güneşin içinde aynı atlar kesişir
atlar aynı koşar oysa muvattali ve akrabaları
değişir ve ölür
274
gömülür ve değişir
onurdan kuşkular da geçiyor
billur bardakta istanbulu kırıp
geçmeyen kuşkulardan yine kuşlar geçiyor
tüm santrallarını yıkıp istanbulun
kuşlar
kuşkular
şuur okyanuslarını aşan susuşlar geçiyor
ölüm ihbarlarını kovan meltemli ruhun
zamanı ve zamanı tutan zanları
o kitapta yıkadı
karton saygılarından uzak
o kitap yıkadı
zamanı tutan piston
ellerimce ayıkladı beni
fırtınalı yılkı sağrılarına
ben gibi şekva sapladı
ve
ayıkladı semayı sisten
görmemiştir hiçbir yürek
hiçbir gutenberg dizmemiştir
sözlük dışı kelamın kurşunu ezdiğini
ve beni çıldırtan güzelin zulümle gezdiğini
hiçbir odak sezmemiştir
hiçbir dudak çözmemiştir
fosfor derilerini hapşırırlar habire
iğneden ipliğe ikindi devranına
voyvoda kinlerini vururlar
lakin ben saklambaç oynarım
döner başım
ey gözüm
275
ey arkadaşım
ey dualı deniz kızları
sırıl sıklamım ağaçlardan çiçeklerden çitlerden
ellerimi kaptığınız
yalnız bıraktığınız evciklerden
çekip çıkarın
suçlandığım geçitlerden çekip saçlarınızı
güneşin bana dair söylediğini ben de bileyim
dekadan sancıların sadaka diye sana karşı suçunu
göz bebeklerinde dindireyim
yağmur duası diye gökleri indireyim
her suçun bir aslı var
benim suçum bendedir
ikrar ettikçe keremim
intikamın yinelenir
zaman bitti kestane fişeklerinde sürüyüp ufukları
deniz kızları yelken uykularına daldılar
ay anaforu üstümüzde dönüp duran haritada
kaç üzeyir uyukladılar
alıp beni rüyalarına
bizi kıskanmaktan uyuyan okyanuslar
rüyalandıkça dalgalandılar
uyandık uyuyan rüyalar gibi
sıcacık evlerin ilyas dualarında
gözlerimiz penguenlerle oynadı
bu yüzden sevaplarımız yarım
penguenler gibi kara ve beyaz
sevimli ve uçarı
ilyaslı elleri naz ve niyaz
yeni zaman uçmakla başladı
bizim kaderimiz yere basmak
yine de basamak basamak içim
276
asansör dilencisi
icmal bir hayal ki kardan adam
kaldırılmaz bir vebal
helali kaldırmak için
ince terbiyeden geçmek
benden ve bedenden toprağı kaldırmak gerek
al canım senin olsun dilersen çağır
dilersen yıldız ağıtlarından gönder
uzay vuslatında beraber olalım dilersen
miraç hasretlerini dindirelim
dirilelim sevgilim sevgilim dirilelim
mezarların yoksunu ufuksuz bir diyarda
277
Abdullah SARAÇOĞLU hoca efendinin çeşitli tarihlerde
BÜYÜK DOĞU DERGİSİ’nde çıkan yazıları;
16 Ağustos 1967
24. yıl.13. devre / 5. sayı
ALLAHIN AHLAKI İLE AHLAKLANINIZ
Yazımıza başlık yaptığımız Hadis ile sabittir-ki “Ahlaki mekarimi
tamamlamak için” Dünyayı şereflendirdiklerini söyleyen Kainatın
Efendisi nazarında ahlak en üstün gayedir.
ALLAH zulümden münezzeh ve mukaddes olduğuna göre , onun
‘alemlere rahmet’ olarak gönderdiği Peygamberine her türlü kötülük
ve çirkinlikten uzak bir ahlak ve beşeri gaye timsali tanımak
lazımdır.
İman ehlinin , Allahın zatı gibi ,nefslerini zulümden tenzih ve
ahlaklarını tehzib etmeleri için tek kıyasi vahid O’dur.
Zulüm şöyle tarif edilir. “--Bir şeyi layık olmadığı yere koymak.”
Bu tarife göre zulüm , başkalarına haksız muamele etmekten ibaret
kalmayıp çok geniş ve şamil bir mana kazanıyor.İnsan kendisini
Allahın kulu olmak manasından başka bir yere koyar.
Yaratıcısını tanımaz ve fıtratına göre hareket etmezse nefsini zulüm
etmiş olur ki,bu da zulümlerin en büyüğüdür. Şirk,İlahi kelam ile
“Azim bir zulümdür!”
İlahi hududu tecavüz edenler de , Kur’ana karşı zalimdirler.
Allah zulmün her çeşidine karşı Kur’anında lanet etmiştir.Fakat
zalime zulüm, nasafet ve adaletin ta kendisidir .Zalime merhamet ise
insanlığa zulüm ve adavettir. Zalime merhamet değil, siyaset
lazımdır. Zulmünün ateşinden halkın yandığı zalim ateş bastırılır gibi
söndürülmelidir.Dost ve düşman herkes hakkında iyi muamele etmek
İslam edebi iktizasındayken , yalnız zalime karşı sert karşılığa ve
bedduaya izin verilmiştir.
Gerçekten mü’min ve Müslim olan kimse nasıl zulüm edebilir ki
,nefsinden büyük zalim tanımaz.Biz “ cihad-ı ekber” halinde
nefsimizle mücadeleye memur olduğumuza göre zalime hiçbir
sahada tahammül edemeyiz.Böylece ahlakımızın esası olan nefsi
278
yenmek mevzuunda nefsin en acı tezahürü olan zulümden iğrenir ve
bu duyguyu ahlakımızın temel taşı biliriz.
Ahlak, fikrin dinamizması mevkiinde o kadar büyük bir haslettir ki
Onu, “Emirler ve Yasaklar”dan ibaret İslam’ın iş manzumesinin
yürütücü kuvveti sayabiliriz.
“Ebrarın haseneleri mukarribinin seyyieleridir.” Ölçüsüne göre
,ebrar,yani cennetliklerin iyi işleri mukarribinin , yani Allaha yakın
olanların kötü saydığı işlerden oluyor ve bu incelik de sadece ahlaki
bir idrakten doğuyor. Abidler günahtan tövbe ederken , arifler
ibadetten istiğfar ederler.Abidler cenneti hedef tutarken arifler ilahi
rızadan başka bir şey gözetmezler. Bu ruh haleti de nefsi
yenmenin,yani ahlaka esas olan hamleyi göstermenin son hattıdır.
Denilebilir ki ahlak,imanın ekmeği , iman ise ahlakın buğdayıdır .
İslam ahlakında , Kainatın Efendisini sevme borcu o noktaya kadar
yükselir ki anne , baba, evlat, hatta can sevgisi onun yanında hiç
kalır. Bu sevgiyi şümullendirip bütün iman ve hayat çerçevesine
yaydığımız zaman İslam ahlakının aşk temeline dayandığı görülür.
“-- İmandan sonra en faziletli amel halka yardım ve sevgi
göstermektir.”
Mealindeki Hadis ,İslam’ın aşk ölçüsüne en parlak delildir.İmanda
kemal,bir müslümanın nefsi için dilediği her nimeti başkaları için de
istemesi ile gelişir.Bir açı doyurmak bir borçlunun hesabını
ödemek,bir müşkülü olan kimsenin işini halletmek, hasılı gayrın
iyiliği yolunda çalışmak,İslam ahlakının başlıca esaslarındandır.
Müslüman odur ki ,başkalarında gördüğü ayıp ve noksanları
kendinde bilir ve uğradığı her zulmü öz amelinin neticesi sayar.
Zünnun(Mısri)Hazretlerinden Mısır ahalisi yağmur duasına
çıkmasını rica etmişler…O da hemen Mısır’ı terk edip Medine’ye
gitmiş ve orada duaya başlamış…Çok geçmeden Mısır üzerine
yağmur boşanmış ve kıtlık geçmiş…Ariflerden biri , niçin Mısır’da
dua etmeyip Medine’ye gittiğini sorunca büyük veli şu cevabı
vermiş:
-Kıtlığa sebep o yer halkının günahlarıdır.Uzun uzun düşündüm ve
Mısır’da kendimden ziyade günahkar kimse görmedim.Caizdir ki bu
kıtlık benim yüzümden olsun dedim ve duamı Medine’de ettim!
279
İslam ahlakının en güzel tecellileri , başta kainatın baş örneği ve
sahabileri bulunmak üzere velilerdir.Bazı kuru zahir ehlinde
küsufuna şahid olduğumuz İslam ahlakının pırıltılarını en büyük
mikyasta veliler çerçevesinden süzebiliriz.
Bunun en küçük misali olarak ve sadece muaşeret edebi
çerçevesinde bir pırıltı gösterelim:
Bir veliye ihtiyar bir kadın baş vuruyor.Dertli ve çok heyecanlıdır.
Yüksek sesle derdini anlatırken kadından çirkin bir ses çıkıyor ,
kadın o kadar mahcup oluyor ki , adeta mum gibi eriyor, onu bu
faciadan hangi tefsir ve tevil şekli kurtarabilir?
İslam ahlak ve zarafetinin büyük numunesi veli,elini kulağına
götürüp haykırıyor:
-Hanım, yüksek sesle konuş ! Ben sağırım duymuyorum!
Ve işte bu vakadan sonra o velinin ismi “sağır” manasına
“Asam”olarak kalıyor.
Acaba insan ayıbını örtmek mevzuunda bu levhadan daha parlağı
nerede görülebilir?
Kamuslar dolusu uzayabilecek olan bu bahsi,ona tekrar avdet etmek
üzere ,İslam ahlakının Peygamber ahlakı , Peygamber ahlakının da
Allah ahlakı olduğunu bildirmekle mühürleyelim.
Bursa müftüsü
Abdullah Saraçoğlu
30 Ağustos 1967
24. yıl 13. devre/ 7. sayı
ADALET
Halkın devlet büyüğüne itaati vacip olduğu gibi , devlet büyüğünün
de halk arasında adaletle hükmetmesi şarttır. Allah, bu
lüzumu,Kur’anında yer yer emretmiştir.
Devlet büyükleri adalete riayet etmez, nefsaniyetine uyar, Allah
emaneti olan halka zulüm ve cevrederse , kendi eli ile memleketini
harap etmeye çalışmış olur . zulüm ise halk arasında karışıklık ve
düşmanlıkların artmasını meydana getirir.Cemiyet unsurları , huzur
ve emniyetten uzaklaşır , birlik kaybolur;ve devletle halk,nefret
hendeği ile birbirinden ayrılmış iki yabancıya döner.Bu haller,
neticede cemiyetin zevaline,vatanın haraplığına ve devletin
280
inkırazına gideceğinden, Allah,semavi kitapların hepsinde adalet
emrini tekrarlamıştır.
Zulüm, rızk kapılarının kapanmasına , kıtlık ve yokluğun
artmasına,sıkıntı ve darlığın meydan almasına,ahalinin düşkünlük ve
miskinliğine sebeptir.Bu yüzdendir ki , içinde zulüm cereyan eden
memleketlerin battığı, her zaman görülen ve tarihte şahit olunan
keyfiyetlerdendir.Binaenaleyh devlet büyüklerinin, kendilerine
daima adaleti rehber edinmeleri ,Kur’an ölçülerinin
başlıcalarındandır.
Allahın emri ,itikad,iş ve muamelelerin hepsinde adalettir.Çünkü
hak ve adalet olmayan işte feyiz ve bereket bulunmaz.Adalet, her
işte,bir şey yerine koymak, o şeyin layığını bulmak ve layık olduğu
sınırı tutmak olduğuna göre , insanlar için bundan üstün bin mefkure
düşünülemez.Allah içinse her muamelede adalet ilahi rızanın biricik
yoludur.
Allah, adaleti emrettiği ayette adalet, ihsan ve akrabaya riayet
tabirlerini kullanmakla hayr mefhumlarını toplamış oluyor.Aynı
ayette “Fahşa, Münker ve Bağıy” kelimelerinin kullanılması da bütün
şer unsurlarını ifade ediyor.
Hak buyuruyor ki :
“-Söz söylediğiniz ve bilhassa hakim olduğunuz vakit,siz,adalete
sarılınız! İsterse hükmünüz bir yakınınıza karşı olsun…Size ,ancak
Allahın emrini yerine getirmek düşer.”
Yine ,Hak buyuruyor:
“-Müminler! Allahın emirlerine itaat edin,O’na ibadette daim olun ve
adaletle şahadet eyleyin!Bir kavme olan düşmanlığınız sizin o
kavme adalet göstermenize mani olmasın!Her şeyde ,dost ve düşman
her fert hakkında yalnız adaleti yerine getirin!Adalet ibadete pek
yakındır ve onu terk edene Allahtan korkmak lazımdır.Allah sizin
her işinizi bilir.”
Ve Allah kelamında emrediyor:
”-Ey Davut! Seni yer yüzüne halife kıldık! Halifelik sana yönelince
senin de , halk arasında adalet ölçüsünü kurman gerekir. Nefs
arzularına uyma, nefs seni yoldan çıkarmasın!..Yer yüzü fesat
mekanı olduğu için halk arasında adaletle hükmedecek bir hükümdar
sıfatı ile, biz seni herkes üzerinde hakim ve herkes üzerinde emri
281
nafiz bir halife kıldık.Ta ki adaletle hükmedesin fitne ve fesadı
kaldırıp halk içinde nizam ve intizamı yerine getiresin:Sakın heva ve
hevesine uyma eğer heva ve hevesine uyacak olursan, bu hal seni
Allahın yolundan çıkarır, delalet vadisine sürükler .”
Hazret-i Ebubekir müminlerin Reisliğini omuzlarında taşıdığı
devrede Yezid’i , ordu başında Şam’a gönderirken şöyle öğüt verdi:
-Ey Yezid! Senin akraban ve yakınların var.Onları , başkalarına
tercih ederek bazı işlere ve mevkilere kayırabilirsin ! Senin adına en
çok korktuğum nokta, bu…Allahın Resulü,(Salat ve selam onun
üzerine olsun) dedi ki : ”Müslümanların işinden bir işi üzerine alıp o
işe iltimasla birini kayıran, Allahın lanetine uğrar;Allah ondan bir
mazeret veya fidye kabul etmez, hatta onu Cehenneme atar !”
Ve ölüm döşeğinde şöyle konuştu:
-”Rahman ve Rahim olan Allahın ismiyle …Ebu Kuhafenin oğlu
Abdullah’ın ahiret yolunda vasiyeti… Son anın bittiği bir gün son
anın arkasından ilk anın başladığı noktadaki vasiyeti…Küfürdekinin
imana,kötülüktekinin iyiliğe geldiği ve yalancının doğruyu
söylemeye başladığı noktadaki vasiyeti…Şu, Hattaboğlu Ömer’i
kendime halef seçiyorum , O’na itaat ediniz! Bununla Allaha ve
Peygambere, dinime , nefsime ve size, doğruluk ve iyilik murat
ettim. O , adaleti yerine getirirse ne alâ!.. Kendisinden beklediğim
,umduğum da bu… Başka bir yol takip ederse, kişi işlediğini kazanır
. Benim bütün gayem hayr…Gaybı bilemem. Zulmedenler nelere
uğrayacaklarını görürler.Allahın rahmeti üzerinize olsun!..”
Hazret-i Ömer’in Ebu Musa’ül eş’ariye gönderdiği nâmeden:
”-Kaza, adaletin icrası, muhkem bir farzdır; ve herkesçe uyulacak bir
sünnettir. Senin karşında meclisinde ve adalet huzurunda birbirine
müsavi olmayacak hiç kimse bulunmasın!... Zayıflar adaletten
ümitsizliğe düşmesin , kuvvetliler senden taraflılık ummasın! İddia
eden ispat etmeye mecburdur. İnkar eden yemine davet olunur.Sulh,
caiz ve makbuldür. Elverir ki haram olan bir şeyi helal gösteren
yahut bir helalı haram kılan bir sulh olmasın…Bu şartlar altında ,
hükümleri her zaman inceden inceye ele almak ve daima Hakka
dönmekte serbest bulunmak güzeldir.Kitap ve sünnette bulamadığın
noktalar üzerinde idrak ve vicdanına baş vur!Birbirine benzeyen ve
uyan şeylere dikkat et!... Ve aralarında bir kıyas yap! Bir kimse, delil
282
göstermek isterse ona zaman ve imkan bağışla! Verilen zaman içinde
beklediğin delilleri getirirse hakkını ver;Yoksa davasını düşür! Her
Müslüman adalet ehliyetinin bütününe maliktir. Tek, yalan yere
şahitlikten ,vesayet ve veraset işlerinde suistimalden ve buna benzer
işlerden mahkum olmuş bulunmasın.”
- “Adalet mülkün temelidir” düsturunu kalplerimize astığımız ve
duvarlardaki ölü klişelerden ayırt ettiğimiz gün, hem adaleti anlamış ,
hem de adalet icrasına başlamış oluruz.
6 Eylül 1967
24. Yıl 13. Devre/ 8. Sayı
YENİ NESİL
YEPYENİ bir nesil yoğurmak borcundayız! Potinin burnundaki
çividen saçının en üst teline kadar , yepyeni , dipdiri, yakın ve
perişan maziye doğru , hiç bir örneği olmayan, görülmemiş bir
zarafet , dikkat, heybet , hakimiyet pırıldatıcı bir nesil…Dışından
güneş gibi aydınlık bu neslin bütün nuru , içinden gelecektir.O nurun
ismi de olanca saffet ve asliyetiyle Müslümanlıktır.
Bu nesil , tavan aralarında , bodrumlarda , ruhunu kaybetmiş ,
camilerde namaz kılan babalarını değil , maziye doğru tam 5 asır
boyunca cedlerinden hiç birini beğenmeyecek ve eksik görecek kadar
ileri Müslüman…Başlıca vasıfları da, aşk , vecd , heyecan , hareket ,
zeka , irfan …
Bu nesil , ilk vazife olarak , İslam’ın dar alınlara , kirpi saçlara ,
kazma dişlere , sefil kıyafetlere , her şeye peşin olarak “Yasak!”
yaftasını takan haşin mizaçlara , Dünya ve hadiselerden habersiz
kabuklu bünyelere irca edilen , yılgın , ölgün , ezgin , bitkin örneğini
öz nefsi ile ve bir zuhurda tasfiye edecek yerine kendisini kaim
kılacaktır.
Bu nesil için örnek bütün ruhu ve ahlakiyle öz be öz “Sahabi”
Peygamber sohbetine ermiş büyük bağlıların her halidir.Ve onlardan
sonra Müslümanlığın fert ve cemiyet halinde gidişi, asli örneğe
283
uygunluk veya uygunsuzluk bakımından koca bir muhasebe
davasıdır.
Yeni nesil evvela bu dünya ve nefs muhasebesine sahip olacaktır
ondan sonrada Doğu ve Batının bütün mahsubunu yapmış olarak, iki
tarafa da hak ve haksızlıklarını bildirici , ilk ve üstün bir idrak sahibi
…İç ve dış küfre karşı (Atom) dan üstün bir silah…
Bu vasıfların ismi gerçek Müslümanlıktır ve beklediğimiz odur!
13 Eylül 1967
24. Yıl 13. Devre/ 9. Sayı
PAPAZ VE KOMÜNİST VE MÜSLÜMAN
Bir papaz; evet bir papaz. Hıristiyanlık aleminde nasıl yetiştirilir
bilir misiniz? Telkin etmek borcunda olduğu, selim akla gaseyan
ettirecek kadar abeslerle dolu hurafeleri yutturabilmek için, bir
papaz, yirminci asrın bütün bilgileri ve zevk ölçüleri ile
teçhizatlandırılmıştır. Bütün şubeleriyle felsefe, edebiyat, güzel
sanatlar, iktisat, siyaset, onda tam hamule halindedir. (kontes) in
salonunda piyanoda (Wagner) çalınırken kalkar ve hatalı tuşları,
bizzat piyanonun başına geçip gösterir. İleride bir sanat meselesini
konuşan iki yeni şaire, eski Yunan (Lirik) şiirinin kurucusu
(Pindaros) dan misaller verir. Diplomata batı buhranının sebeplerini
izah eder ve terbiyeciye çocuk eğitimindeki metotları anlatır. Bütün
bunlardan sonra da, önünde diz çöken dünya çapındaki fikir
adamlarına kuru bir ekmek parçasını gösterip ihtar eder.
- Bu yemeğin Mesih’ in etidir;
inandın mı?
-İnandım!
Ve bir kadeh şarap uzatır:
-Bu da Mesih’ in kanı!.. İnandın mı?
-İnandım!
Ruhumuzda, Allah’ın öz nurunu zaptetmek üzere yarattığı bedahet
duygusuna bu kadar zıt abesler, mükemmel bir insan ve cemiyet
bilgisi ve sanat kuvvetiyle en üstün insanlara yutturulurken, ya bizim,
284
Hakkın hakkını savunan, fakat cihandan, insandan ve hikmetlerden
gafil hocalarımızın haline ne buyrulur? Biri, yalanı, ilim ve sanatla
veriyor; öbürüyse doğruyu cehaletle öne sürdüğü için değerini
veremiyor.
Şimdi papazın yerine komünisti alalım: Kelimelerimi, çelikten birer
leblebi imişçesine, uzun emerek eritmeğe çalışınız!
Komünist, tamamen batıl fikir ve dalaleti din haline getirmiş, her
şeyi ona göre damgalamış, inandığına ölesiye, geberesiye,
kuruyasıya, donasıya bağlanmış, müthiş, ama kelimenin nihai
manasıyla müthiş bir yobazdır. Şu farkla ki, İslam’ın, dini
anlamamak ve onu basık nefsine indirmek bakımından ham yobazı,
asırlarca sonra meydana geldiği ve nesilleştiği halde, bunlarınki
birkaç yıl içinde hamurlaşıvermiş kaskatı kesilmiş ve hep öyle
gitmiştir. Fakat siz onların yalancı dünyalarına sadakat ve
davalarında salâbet derecelerine bakın ki, en (lüks) meraklısı ailelerin
kızları, zarf iskarpinlerini çarıklarla değiştirerek, kalçalarına kadar
açık bacaklarını mahsus kirleterek ve yüzlerine (burjuva) ların
boyalarından hiçbir şey sürmeyerek, vecd ve heyecan içinde,
aralarındadır. Bütün salon kaide ve edeplerine zıt olarak, hayvanca
jestleri içinde, gayet rahat, hatta kibirlidirler. Bu ne korkunç bir nefs
güveni ve muhatabını şaşırtma, apıştırma taktiğidir.
Her şeylerini, fikirlerini, usullerini, etiket zımbalayıcı mağrur
cehaletlerini bir tarafa bırakın; fakat vecd ve heyecanlarını inkar
edebilir miyiz?
Ya bizimkilerin, kendi öz yurtları ve evleri içindeki parya ve sığıntı
tavırları?...
Şu iki misalden ibret alarak nefslerimizi tartaklayalım ve ona
soralım;
- Topyekun, iyi, doğru ve güzel İslamdayken; vecd, esrar idraki ve
fedakarlık ahlakı bizim malımızken, bu ölü, kokutucu ve
çirkinleştirici halimiz ne güne kadar sürüp gidecektir?
20 Eylül 1967
24. Yıl 13. Devre/10. Sayı
285
ALLAH VE İTİKAD BAŞLICA MES’ELE
Allah’ı münakaşa edenlere fazla abanmayınız! Eğer muhatabınızda
istek ve istidat görürseniz o başka.
Fazla abanmayınız; çünkü bir sürü küfür söyletmiş olurusunuz.
Biliniz ki, Allah insan kalbinde ışıldattığı bedahet duygularının en
parlağında tecelli eder. Bedahet, hepsi bu kadar… Bütün ilimlerin de
temeli bedahet.
-Allah vardır.
Bu söz, derin ve gerçek mümine çok giran gelir. “Vardır” ne demek?
Ağaç da, hayvan da, pislik de var. Her şey için “var” sıfatı ve
“varlık” keyfiyeti, ancak Allahın mahlûku olarak var. Yaratıcı,
yaratıklara ait “var” ve “varlık” mefhumlarının üstünde olarak var,
kendi zat ve sıfatıyla var ve ondan başka hiçbir şeyde mutlak varlık
yok.
Allahın varlığına delil getirmeye çalışmayınız! Böylelikle karşı
tarafa, kendince, sürü sepet inkâr delili aratmış olursunuz. Yine
biliniz ki, Allahın mühürlediği kalbi kimse açamaz ve körlettiği
aynayı hiçbir fert ışıklandıramaz.
-Ben Allah’ı bin bir delille ispat eden alimim!
Diyen bir zahir ehline, büyük veli şu cevabı verdi;
-Demek senin Allahtan bin bir şüphen varmış!
Siz, ey iman gençleri, kaba bir tebliğ tavrıyla değil ince bir telkin
edasıyla şöyle deyiniz:
-Allah var ve ondan başka hiçbir şey yok. “Yok” da yok. İster “var”
ister “yok”, hep onunla var… Ve işte ispat unsurlarından hiçbirine el
atmaksızın, bedahet duygunuza başvuruyorum! İnanıyor musunuz,
inanmıyor musunuz?
“Evet” diyeceklerle uğraşınız “hayır!” diyeceklere de sırtınızı
dönünüz ve yolunuzda yürüyünüz!.
Önce itikat… İtikat meydanı, İslami inşalar sitesinin arsasıdır. Ve
arsa olmadan hiçbir çatı düşünülemez.
Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eserine sahip
bulunan büyükler büyüğü İmam-ı Rabbani Hazretleri, daima “itikat
arsası” tabiriyle, emirlerinin her cümlesinde, her şeyden evvel bu
arsanın tertemiz ve dümdüz hale getirilmesi lüzumunu ihtar ederler.
286
Her şeyden evvel itikat, her amelden evvel o amelin menbaından
başlayarak mansabına (suyun döküldüğü yer) kadar itikat.
İtikat, “inandım bağlandım kendimi verdim!” demekle olmaz.
Görmek, bilmek, anlamak; yerinde de anlamamayı, anlamak imkanı
olmadığını anlamak ve bütün bunları zevketmekle olur. Ve bu iş
“Amentü” kadrosundan başlayarak en küçük din emrinin hak
olduğunu ve topyekûn şeriatın mutlak ve şaşmaz bir mizan
tablosundan ibaret bulunduğunu tasdik etmeye kadar varır. Mesela
bütün amellere sadık bir insan, bu amellerden herhangi biri üzerinde
küçücük bir telakki zaafına düşmekle her şeyi kaybeder ve boş yere
zahmete düşmüş olur.
Bu nokta, ah bu nokta, bütün inceliklerin düğüm yeridir; imanın kalb
nahiyesidir ve üzerinde ne kadar durulsa azdır.
İtikadın esası şudur:
-O’nun; kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Resuller
Resulünün, bildiğim ve bilmediğim, anladığım ve anlamadığım, zevk
ve hikmetine nüfuz ettiğim ve edemediğim her emir ve ölçüsüne
peşinen ve topyekun inanıyorum.
Bu noktada en küçük tereddüt amelleri, sigara kâğıdı üzerine bina
edilmeye kalkışılan apartmanlara çevirir ve ortada boş yere
zahmetten başka bir şey bırakmaz. İtikadı olmayanın amel noksanı
ise günahtan ibaret kalır.
Dava, sağlam temel üzerinde sağlam inşadan ibarettir.
27 Eylül 1967
24. Yıl 13. Devre/11. Sayı
HAM YOBAZ VE KABA SOFTA VE KUDUZ İSLAM
DÜŞMANLIĞI
Ham yobaz – kaba softa.. Bu tabir size ne diyor? Tabir, mukaddes
şeriattan ve muazzez din ölçülerinden başka tek bağı olmayan üstün
bir veliye ait; ruhu da şu: Din ölçülerini, bütün hikmetlerinden
sıyrılmış olarak, bir ezberleme tahtası haline getiren ve uyar, uymaz,
her tarafa tatbik etmeye kalkan; vecd ve aşk, duygu ve idrak, sır ve
287
zevk mahrumu, yalçın nefsaniyet… Yani dini, kendi nefsaniyetine
indiren, havasız ruhunda boğan ve bütün sırlarından ayıran kabuk
adamı… Yoksa, softalık, küfrün anladığı gibi, Şeriate, din ölçülerine
titizlikle bağlılık demek olsaydı, bizim, ondan başka gayemiz
olmazdı. Halbuki softalık bu değildir; ve ham yobaz – kaba softadan
şikayet hakkı, sadece gerçek müminindir. Bu bahiste küfre söz hakkı
yoktur. Çünkü o, softadan yaka silerken bizzat Allahtan ve dinden
tiksinendir; derin ve gerçek mümin ise, aynı şikayet edası içinde
Allah ve dinin hakikatini yükselten…
Tarih boyunca başımıza ne geldiyse bu tipten geldi; ve yine bu tip,
kendisinin ters tarafından dölü olan son 128 yıllık küfür yobazlarını
türetmekte başlıca müessir oldu. Onlar, iman hisarının kapı
anahtarını burçlardan yere düşürüp düşman eline geçmesine sebep
olanlardır; ve İslam’ın özlediği büyük inkılapta, dışarıdan gelen
düşman derecesinde, belki de daha fazla cezaya layık olanlar…
Evvela içimizi kurtaralım; çok zor sayılan dışımızı temizlemek
kolay…
Din düşmanlığı… Bu hastalıktan memleket şimdiye kadar çok zarar
gördü, fakat dert, hep başka şeylere atfedildi. Pek küçük bir azınlık
halinde bir takım din düşmanlarının, bir asırdan fazladır, memleket
münevverlerine, gafil ve masum gençlere yaptığı telkin ve tazyik,
bilhassa çeyrek asırdan beri herhangi bir meselede din temayülünün
ileri sürülmesine gerilik ve gericilik isnadı, okur-yazarlar sınıfımızı
adamakıllı sarsmıştır. Üniversitelerimizde, hukukumuzda,
içtimaiyatımızda, dinin, ilim olarak bile el sürülmez, yanına
yaklaşılmaz bir mevzu diye telkini, farkında olmaksızın bizde acı bir
fikir buhranı doğurmuş ve bu hal bin bir idari, içtimai siyasi hadisede
ve başka şekillerde patlak vermiştir.
Hukuk Fakültesinde okuyanlar bilir: Bazı profesörlerin ağzında
İslam dini, (dogmatik = nassî), yani mutlak kanun mahiyetinde,
donmuş, hayatiyet ve seyyaliyetten uzak bir mahiyettedir. Bu
profesörler bilmezler ki, esasen din demek mutlak hak ve hakikat
çerçevesi demektir ve elbette ki, insan zekâsının teftiş ve
murakabesini kabul etmez. Dinsiz olmak belki mümkündür ama, dini
din diye ele aldıktan sonra, onu beşeri terakki ve tekamül merhaleleri
288
içinde, öbür ilimler gibi zaman ve mekana göre sevk ve idare, teftiş
ve murakabe etmek, küçük bir düşünce için bile mümkün değildir.
İşte bu türlü profesörlerin sığ ve züppe (güya modern) telkinleri
altında yetişen, gelişen körpe dimağlardan pek çoğu onlara kapılmış
ve memleketin her bucağına birer gericilik düşmanı olarak
dağılmışlardır.
İçtimai meselelerde, vatandaş hakları üzerinde söz ve salahiyet
sahibi bazı kimseler (mebus, hakim, muallim, idareci, v.s.) eski
hukuk sistemimiz üzerinde aleyhte birkaç klişeden başka bir şey
bilmezler ve bu bilgisizliklerini ilim sayarlar. Böylece din
düşmanlığı, muayyen sınıfların muayyen tiplerinde, salgın halinde
yeni moda bir dans gibi alır, gider. Bu bir bilgi ve tefahhus eseri
değil, sadece ve sadece, maymunvari insandan insana geçen menfi
bir ruh haletidir. Tanzimatla başlayan, Meşrutiyetle gelişen ve son
zamanlarda kemale eren bu ruh haleti, bir nevi salon züppeliği
halinde, okur – yazarlığı adeta din istihfafı anlamında
ölçülendirmeye kadar gitmiş ve bütün okur – yazar meslek sınıflarına
nüfuz ederek, Allah ve Resulüne inanmayı cehalet ve Resulüne karşı
cür’eti marifet saymaya kadar gitmiştir. Hastalıktan başka bir şey
olmayan bu halin devasını, Allahın yaratacağı büyük kafalardan ve
gerçek gençlikten bekliyoruz. Ve görüyoruz ki o, gelmektedir.
27 Eylül 1967
24. Yıl 13. Devre/ 12. Sayı
İSLAMİYET VE MÜSBET BİLGİ
Müslümanlıkta, müsbet bilgi bir din emridir.
“- Biz, cenkte, süngü ve kılıç yaraları gibi şiddetlerden kendinizi
korumanız için Davut Peygambere demirden elbise giymek sanatını
öğrettik.”
Mealini takdim ettiğimiz ayet, demirden elbise, yani zırhın,
insanoğluna ilk defa Davut Peygamber vasıtasıyla talim olunduğunu
gösteriyor. Şu halde, gemi ve suda yüzen teknelerin esası Nuh
Peygamberin mucizesi olduğu gibi, harb aleti olarak zırh da Davut
289
Peygamberin elinde tecelli etmiş bir mucizedir. Demir, Davut
Peygamberin elinde, ateşsiz olarak hamur gibi yumuşar ve istenen
şekle girerdi. Demiri ateşle yumuşatmak ve eritmek suretiyle ona
istenen şekli vermek daha sonraki devirlerin işi olduğuna göre, Davut
Peygambere verilen bu marifet ve talim edilen sanat, tam bir
mucizedir.
Yukarıda bahsettiğimiz ayet, insanoğluna, insan topluluklarına ve
hükümetlere harb aletlerini düşünmek ve bulmak hususunda verilmiş
zımmi bir emirdir. Bu bakımdan, şimdiki garp aleminin o kadar
terakki gösterdiği sınai hayat ve harb aletleri mevzuunda, İslamiyetin
ne büyük bir teşvik kaynağı olduğu meydandadır.
Nuh Peygambere, bir gemi yapması için verilen emri de, şu ayet
mealinden anlıyoruz:
“- Ya Nuh, bizim hıfzımızda, nezaretimizde ve vahyimizle sen bir
tekne yap!
İşte deryalarda seyr ve sefer gibi, insanoğlunun en büyük
nailiyetini teşkil eden ve en ileri medeniyet devirlerini açan muazzam
keşif, böylece, ilahi emir ve vahiy sayesinde Nuh Peygambere
dayanmış oluyor; ve insanları her türlü arayıcılık ve yapıcılığa teşvik
edici bir emir halinde Kur’anî hüküm olarak karşımıza çıkıyor.
“- Allahın vahyi ve Cebrail’in tarifiyle Nuh gemiyi yapıverdi. Lakin
ne zaman kavminin ileri gelenleri, Nuh’un çalıştığı yere uğrayıp işine
bir göz atacak olsalar, kendisiyle istihzaya başvuruyorlar ve şöyle
diyorlardı; “ Ya Nuh, peygamberlikten vazgeçip işi dülgerliğe mi
döktün? Nebilik izzetinden dülgerlik zilletine mi düştün?”
Görülüyor ki, medeniyetlerin esası semavi kitaplar olduğu gibi,
sanat ve zanaat davası da semavi kitaplar vasıtasıyla Allahın,
kullarına doğrudan doğruya emridir; ve bu hususta Kur’an, bütün bir
emir, teşvik ve tergip kaynağıdır. Müslümanlar, bizzat Hak
emirlerinin biricik bozulmamış nüshası olan Kur’andan bu emirleri
aldıkları halde, devirler boyunca eşyayı zapt ve teshir marifetine
nasıl olup da ihmal etmişler ve bütün üstünlükleri madde
keşiflerinden ibaret Garplıların bu yüzden esareti altına girmek gibi
bir fecaati nasıl kabul etmişlerdir? Hikmetlerin en incesi olan bu
nokta üzerinde ne kadar düşünülse ve acı duyulsa yeridir.
290
Bütün sanat ve bilhassa zenaat işinin ruhu demirdir. Demiri öven ve
bildiren ayet meali:
“- Demiri inzal ettik. Zira demirden azim şiddet ve halk için büyük
menfaat vardır. Allahın resullerinden kayboldukları halde Allahın
dinine ve resullerine yardım eden kimseleri bilmek için Allah demiri
yarattı ve inzal etti Çünkü Allah herkes ve her şey üzerinde
kuvvetlidir. Emrine hiç kimse karşı duramaz. Mutlak galip odur.
Mülkünde tasarruf yalnız kendisinindir. Şeriki yoktur.”
Yalnız demir üzerindeki bu Kur’ani ölçü, tarihin demir devri diye
isimlendirdiği bütün bir medeniyet çığırını Müslümanlığa bağlar.
“- Ben kulumu, eşya ve hadisleri teshir etmesi için kendime halife
olarak yarattım!”
Mealindeki ayet ise, doğrudan doğruya İslami emir olarak,
insanoğlunun madde planındaki fetihlere memuriyetini açıkça
bildirir.
Şu halde batı adamı,ü İslama inanmadan onun bu plandaki emirlerini
tatbik ederken, biz, sözde inandığımız halde bu emirlere arka
çevirmiş bulunuyoruz.
Her şey ve tek dava, İslamiyeti anlamak ve ona nüfuz etmekten
ibarettir.
18 Ekim 1967
24. Yıl 13. Devre/14. Sayı
MÜSLÜMANLARA BAŞLICA İKİ ÖĞÜT
Evvela aynanın karşısına geçin ve dış görüşünüzü inceleyin! Bakalım
ortalığa hakim geçinenlerle aranızda ne gibi zahiri farklar var…
Onlar dimdik ve küstah tavırlıdır; sizse iki büklüm ve mahçup
edalısınız! Evvela bu halinizi değiştirin; ve cemiyet meydanında
hapishane gardiyanı tarzında kol sallayanlara karşılık, hiç olmazsa
kürek mahkumları gibi dolaşmayın! Ensenizi dikin, yelenizi kabartın,
göğsünüzü şişirin ve mukaddes Peygamberimizin “kibirliye
kibretmek sadakadır!”fermanına eş, küfre karşı ezici bir gurur tavrı
takının!
291
Aynı nefs emniyetini, manevi edanızla birlikte maddeniz üzerinde de
göstermeye mecbursunuz. Şık, pırıl pırı, tertemiz, her çizgisinden
şevk ve ümit akan kılıklar içinde olmalı, her cins ve mezhepten hiç
kimseye kılığınızla küçüklük ve düşüklük hissi vermemelisiniz!
Şahsınızla dış ifadelere metelik vermeyeceğiniz halde, dışarıya karşı
ve mukaddes gaye adına bu noktayı sımsıkı tutmalısınız. Garplı, sizi
sadece dış görüşünüzle, kendi frakından anladığı mana içinde
görmelidir. Frakı maymun gibi taşımaktan ne çıkar; onu bir şalvar
içinde ve cübbe altında bile şahsiyetinize giydirebiliyor musunuz? İş
onda…
O küfür, bu günah, şu haram diye, gözlerinizi, ilminizi ve idrakinizi
her taraftan kaçırmak yerine, Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin
tabiriyle mutlaka küfür ve dalaletin kaynağını tanımak “niçin?” ve
“nasıl” larını bilmek ve bu ölçüyle taraf taraf nazarlarınızı
projektörler gibi gezdirmek, hükmünüzü vermek, sonra da çaresini
düşünmek borcundasınız. Yine Şeyh-i Ekber’in ifadesiyle hiçbir ilim
yoktur ki, cehlinden üstün olmasın. Hırsızlığın, katilliğin bile
taktiğini bilecek fakat yapmayacaksınız. Müslümanlık da budur,
marifet de… Nasıl ki, kadını görmediğini ileriye süren kör,sevap
iddia edemez.
Hiç değilse, Allahın günü mukaddesatımızı baltalayan bazı
varakparelere her sabah 25 kuruşu toka etmeyecek ve toka edenlerin
elini tutup çevirecek kadar dost ve düşman ayırımına ermiş
olmalısınız.
En aşağı, ilk mektep kadrosunda hukuk ve kanunun bilgisine sahip
olmamız ve Müslümanlığın fetih ülkesin de ve Müslümanların
vatanında dinimize edilen işkenceyi karşılayıcı hukuk ve kanun
direnmelerine hazırlıklı bulunmamız şart…
Ve büyük şevk ve neş’eye ermeyi gaye edinin! Şu sefil ve kendi
kendimizden mahcup ve mahzun halimizi bir kenara atalım da,
imanımızın büyük şevk ve neş’esine erelim…
Hayatın gayesi şevk… Büyük ve sonsuz neş’e… Ama delinin,
aptalın, vurdumduymazın ve ahlaksızın köpek neş’esi değil… Bir his
ki, belirttiğimiz şevk ve neş’e, tek damlası denizler kadar ağlamadan
ele geçmez… Büyük şevk ve neş’e…
292
Büyük fikir şövalyesi (Paskal!), geçirdiği kafa buhranının zehirli
kıskacı içinde kıvranır ve ismine beşeri emniyet duyguları dediğimiz
sahte tesellileri kaybederken şöyle çığlık koparmıştı:
-Şevk, şevk! Saf, ulvi ve ebedi sevinç… Seni istiyorum!
(Paskal) ın, sırrına erişir gibi olduğu ilahi sevincin hakikatini, her şey
gibi, yine İslam’da, İslam tasavvufunda bulabilirsiniz. İnsanı öz
hakikatine erdiren o tükenmez sevinç kaynağının ismi de, binbir
iştikak halkasıyla yine tasavvufa bağlı görünmektedir: Safa, saf,
saffet, tasavvuf…
Varlık şevk ve iradesi, var olma neş’esi! Sen ne güzelsin!
Sabaha karşı bir horoz ötüşü, uzaklarda üç beş damlalık bir şırıltı,
güneş, dünya, renk, şekil, koku, ışık….
Ve sevinç…
Terazi nizamiyle ahenk içinde iki kafa, iki kafiye çizgisi üzerinde
süzülen kuşlar. Ve sevinç…
Tüten baca, zıplayan çocuk, kişneyen at, dönen değirmen,
helezonlaşan fikir, düzene giren vatan… Ve sevinç…
Yaz geldi, sevinç; yaz gitti, sevinç; ölüm var, sevinç; ölümsüzlük
var, sevinç…
Beterini düşün, sevinç; Allahın rahmetini fikreyle, sevinç…
Nihayet, en ölgün bir rahavet deminde yerinden fırla, pencereni aç,
meydan yerini bas, şehrin en yüksek kulesine çık ve haykır:
-Gafiller, Allah var, sevinin!
İnsanlık yıllardır öyle bir zilf ve karanlık ikliminde yolunu kaybetmiş
bulunuyor ki, gökleri bir boru içinden bile göremiyor; ve tek mesele,
ona hayat şevk ve neş’esini, büyük sevinci iade etmekten ibaret
kalıyor.
Bütün şehrin, bütün vatanın, bütün dünyanın çatılarında kasırga
koparacak bir nida kuvvetiyle şu müjdenin şu basitlerin en basiti ve
giriftlerin en girifti olan müjdenin rejimini bekliyor insanlık:
-Allah var, sevinin ve bütün davalarınızın karşısına bu sevinçle çıkın!
Allahı unuttuğu devirlerden beri, ışıldattığı milyarlarca milyar
ampullere rağmen, ruhundaki yıldızları sayısız kollu bir şamdan gibi
293
söndüren insanlık, kendine büyük şevk ve neş’eyi getirecek fikir
kahramanını bekliyor.
Türkiye’nin beklediği ise (Egzistansiyalist) lerinden (Modernist)
lerine kadar ne türlü bunalmakta olduğunu göstermekten başka bir
şey yapamayan Batı Dünyası karşısında cebinde kaybettiği güneştir.
Nice zamandır bize sahte tesellilerimiz bile kaybettiren bir hayet
şevksizlik ve neş’esizliği içinde bugün, yaşanmaya değer hayatın,
konuşulmaya değer tek meselesi budur ve gerisi sadece palavradır.
Müslümanlar! Evvela siz bir iman sevincine erişin ki, küfür kedere
batsın ve nefs güveninin kaybetmeye başlasın!
Kavga ve zaferin öbür şartları bunlardan sonra…
Bekir Yıldız,Abdullah Saracoğlu,Kadir Seçmeler,Mustafa Cabat bir
oturma esnasında.
294
MEHMET SOYAK
ÜLFET HALA’NIN MEHMET…./Prof.Dr. Şükrü KARATEPE
Ulaşımı zor olan dik bir yamaç üzerinde kurulan Erkilet’in
ovaya kadar olan etekleri bağ ve bahçeliktir. Şehir merkezine bağlı
tüm yerleşimler gibi, Erkilet’in sosyal ve ekonomik hayatında
bağların çok önemli bir yeri vardır. Erkilet bağlarının, özellikle
Erciyes eteklerindeki bağlara göre, farklı bir yönü de su
kaynaklarının bol olmasıdır. Kendi özel ihtiyacını karşılayacak
295
miktarda kaynak suyu ve çeşmesi olan bağlar da vardır. Fakat bağlar
genellikle, “göl” adı verilen büyük ortak havuzlardan sulanır.
Bağlardan her birinin hangi mevsimde ne kadar su hakkının
bulunduğu, göllerin vakfiyelerinde gösterilmiştir. Bağ-bahçe
sulamasının bittiği kış mevsiminde, arklar temizlenerek, yazda
kullanılmak üzere kuyular doldurulur. Hasbağ, Mahrem, Kirazlı ve
Tımarhane, bağların arasındaki ortak göllerin en büyükleridir. Kayalı
Bağlar mevkiinde bulunan bizim bağımız ve Hoca Gilin bağı
Tımarhane gölünden sulanır. Dip dedelerinden beri, önde gelenleri,
ilmiye sınıfına mensup olduğundan, Soyak ailesi Erkilet’te Hoca Gil
lakabıyla bilinir.
Mehmet Soyak’ı tanımamda ve zihnimde O’nunla ilgili ilk
intibaların oluşmasında, bağın ve suyun önemli bir yeri olduğu için
bu açıklamayı yaptım. Yaz mevsiminde su çok kıymetli olduğundan,
göle kadar uzanan ark boyunca, suyumuzu korumak için elimizde
kürekle nöbet tutardık. Yol boyunca komşuların iki maşala domates
ve biberini sulamasına göz yumulurdu. Fakat ölçüyü kaçırmalarına
izin verilmezdi. Su arklarında nöbet tutma görevini, küreği taşımaya
gücümün yettiği 5-6 yaşlarımdan itibaren yaptım.
Elimde kürek, “gücünüz yetiyorsa suyumuza dokunun” der
gibi, hafif efelenerek ark boyunca dolaşırken, her seferinde yenik
düştüğüm tek insan Mehmet Soyak’ın annesi Ülfet Hala olmuştur.
Ülfet Hala, kendine has dili ve davranışlarıyla, mahallenin
296
çocuklarına o günün deyimiyle “yumuşunu tutturan” yetenekli bir
insandı. Tanımadığı ve adını hatırlayamadığı çocukları, Adı Bişey ya
da Seydi Bakkal diye çağırdı. Mahallenin ocukları da O’na Seydi
Bakkal adını takmışlardı. Ülfet Hala her seferinde, Adı Bişey, Seydi
Bakkal, Hocanın Torunu, Bayırın Oğlu gibi başlayıp, uzun diller
dökerek, beni razı eder ve suyu almayı başarırdı.
Erkilet’te evimizin bulunduğu Karahüseyin Sokağı, ailemin
adını taşır. Fazlaca dik bir yokuş olan sokak, halk arasında
Karahüseyin Bayırı olarak bilinir. Ülfet Hala, adımı, sokağımızla
ilişkilendirerek, sonraki yıllarda beni hep “Bayırın Oğlu” diye
çağırdı. Mahallenin bütün çocukları gibi, benim de Ülfet Hala’yla
dostluk ve yakınlık kurmam, Mehmet Soyak’tan daha eskilere
dayanır. Zaten mahallede herkes O’nu Ülfet Hala’nın Mehmet olarak
bilir.
Çocukluk yıllarımda, uzaktan tanıdığım Mehmet Soyak’tan
ürker ve yanına yaklaşamazdım. Bir kötülüğünü ya da yanlış bir
davranışını falan gördüğümden değil; nedenini bilmediğim bir duygu
ürkütürdü beni. Biraz gizemli, huysuz ve huzursuz bir insan
olduğunu düşünerek, kendisiyle konuşmaktan, hatta karşılaşmaktan
çekinirdim. Değişik vesilelerle, biz annesiyle konuşurken, söze
karışmadığını, fakat her şeyin farkında olan sessiz bir tavırla, uzaktan
izlediğini hatırlıyorum.İnek sahibi olanlar, güzün okullar açılınca
hemen şehre taşınmazlar, yemden tasarruf etmek için bağda daha
uzun süre otururlardı. Biz de ineklerin yayılması için Ekim sonuna
297
kadar bağda otururduk. Bir defasında erken kar yağdığı için mahsur
kaldığımızı hatırlıyorum. Soyaklar da inekleri olduğu için şehre geç
taşınırlardı. Kendisiyle ilk olarak, bağların arasında ineklerini
ararken karşılaşmış ve konuşmuştuk. Daha sonra çeşitli vesilelerle o
günleri andığımızda Mehmet Abi, şehirde kirada oturduklarını ve
aynı zamanda kiradan tasarruf için geç vakte kadar bağda kaldıklarını
söylemişti.
Mehmet Abi’nin babası Hilmi Hoca, belediye başkanlığı
yapmış, varlıktan yokluğa düşmesine rağmen, itibarını koruyan,
çevresinden saygı gören iyi bir insandı. Orta boylu, geniş omuzlu,
fötr şapka giyer, oğlu gibi başını hafif öne eğerek yürürdü. Hilmi
Amca, yavaş sesle konuşan yavaş yürüyen, çevresinde olup bitenle
fazla ilgilenmeyen, kendi halinde bir
298
insandı. Ülfet Hala’yla her ikisi de ileri yaşlarda evlenmişler. Tek
çocukları Mehmet, doktor kontrolünde özel ilgiyle doğmuş. Mehmet
Bey doğana kadar annesi hiç iş yapmamış. Hilmi Hoca, hem
hamileliğini yatakta geçiren hanımının, hem de evin ihtiyacı olan
hizmetleri, yerine getirmiş. Bu şartlarda dünyaya teşrif eden prens,
doğal olarak üzerine titrenerek, çevredeki diğer çocuklardan farklı
büyütülmüş.
Mehmet, normal bir çocukluk dönemi yaşamamış; sıradan bir
kasaba çocuğu gibi, koşup oynamamış, duvarlara ve ağaçlara
tırmanmamış. Yaşıtları gibi, bırakın taş dövüşünü, çelik çomak, ayak
topu, saklambaç, körebe bile oynamamış. Bir çift gözün üzerinden
eksik olduğu, hür bir anı olmamış çocuk Mehmet’in. Koşma Mehmet
düşersin; hızlı yürüme terlersin; soğuk su içme bademciklerin şişer;
havuza girme üşütürsün; yalın ayak basma karnın ağrır, bıçakla
oynama elini kesersin gibi uzayıp giden ikaz ve uyarı listesinden arta
kalan dar alana sıkışarak büyümeye çalışmış.
Mehmet Bey’in hiçbir el becerisi yoktu. Sofra hazırlarken,
ekmeği dilimlemeyi bile beceremezdi. Ülfet Hala’nın biraz rahatsız
olduğu bir gün, arkadaşlar yemek hazırlıyoruz, Mehmet Bey sadece
seyrediyor ve her birimize ayrı talimatlar veriyordu. Arkadaşlardan
biri, “hocam siz de ekmeği dilimler misiniz” deyince, mecbur kalarak
bıçağı eline aldı. Göz ucuyla, belli etmeden izlemeye başladım. Bir
ekmeğe, bir de bıçağa baktıktı. Sonra her ikisini de bırakıp ellerini
kaldırarak annesine sordu;
299
- Anne bunlar ne?
- Onlar ellerin oğlum.
- Bunlar neye yarar?
- Mehmedim onlar…
Annesinin daha fazla konuşmasına fırsat bırakmadan, şunları söyledi:
Kedi yavrusunu sevgisinden yermiş. Sen de beni yedin bitirdin.
Ekmeği bile kesemeyen el neye yarar?
Değişik yönlerden, dolaşarak gelen üç dar sokağın,
Soyaklar’ın bağının önünde birleştiği kavşak, bağ arasının meydanı
gibidir. Meydanın ortasında, araçların etrafından dolaşarak geçtiği,
bir metre kadar yüksekliği olan büyük bir kaya vardı. Ulu bir ceviz
ağacının dalları, kayanın üzerini şemsiye gibi örterdi. Günün her
saatinde değişik yaş grubundan çocuklar, bu kayanın üzerinde sanki
kuş tünemiş gibi toplanırlardı. Hepsi daha sonra, Mehmet Soyak’la
çok yakın arkadaş olan, Lüfi Baykan, Mehmet Tokgöz, Mustafa
Akgül ve Ziya Olgunharputlu’nun da aralarında bulunduğu
yaşıtlarımla bu kayanın üzerinde oturur saatlerce konuşurduk. Bizden
yaşlı ve genç olan gruplar da kendi aralarında toplanır konuşurlardı.
Fakat Mehmet Soyak’ın yaşıtlarının arasına katılarak kayanın
üzerinde oturduğunu hiç görmedim. Yılın en az beş ayında aynı
semtte yaşamamıza rağmen, 17 yaşıma gelene kadar, kaybolan
ineklerini sorması dışında, kendisiyle hiç biraraya gelmedik ve hiç
konuşmadık.
300
Soyak’la yakınlığım, lise ikinci sınıf öğrencisi olduğum 1966
yılında başladı. Okullar yeni açılmıştı ve henüz bağdan inmemiştik.
Erkilet’ten şehre aynı otobüsle geldik. Hilton Oteli’nin bulunduğu
yerdeki durakta otobüsten indikten sonra, Meydandaki kitapçının
önüne kadar, O önde ben arkada, aralıklı olarak yürüdük. Hürriyet ya
da Milliyet olduğunu sandığım, bir gazete almak için uzandığımda,
Soyakla göz göze geldik. Şimdi söylenmiş kadar net hatırladığım bir
ses tonuyla, “Şükrü, sen Büyük Doğu almıyor musun?” diye sordu.
Ben de “hiç almadım, ama bundan sonra alırım” diyerek, bayiden ilk
Büyük Doğu’mu aldım. Böylece, dünya görüşümün ve hayat
maceramın yönünü belirleyen ilk adımı atmış oldum.
Mehmet Soyak’la, böylesine güzel bir vesileyle başlayan
yakınlığımız, giderek kökleşti ve sağlam temelli bir dostluğa
dönüştü. Ankara’da geçen üniversite yıllarımda, kardeşi gibi
yakınında oldum. Arkadaş çevresine katılmak, benim için ikinci bir
üniversite okumak kadar değerliydi. O yıllarda düzenli olarak
kendini geliştiriyor ve görüşlerine değer veriliyordu. Üstad’ın
kalabalık içinde O’nu seçtiğini, ayrı bir değer verdiğinin şahidi
oldum. Kimsenin görmediği incelikleri yakalamakta üstüne yoktu.
Cezbeli üslubu ve güven veren görünüşüyle, insanlar üzerinde etkili
oluyordu. Kısa süren öğretmenliği döneminde, öğrencileri arasından
geniş bir bağlılar kitlesi oluştu.
Mehmet Soyak’la dostluğumuzda, O küçük kardeş, ben büyük
kardeş rolünü oynadık. Biraz şımartılan, ufak tefek yaramazlıkları
301
hoş görülmesi gereken küçük kardeşimdi sanki. Onunla dostluk ve
arkadaşlık yapacakların, idare etmek gibi bir görevleri olduğunu da
bilmeleri gerekirdi. Hem idare edecek, hem de idare ettiğinizi belli
etmeyecektiniz. Çünkü O, mantıksal tutarlılığı olan görüşlerin sahibi,
ilkeli bir insandı. Fikirlerinde direnmeden ve itiraz etmeden teslim
olanları da sevmezdi.
Ancak bu önemli nitelikler Mehmet Soyak’ın başarılı ve etkili
bir insan olmasını sağlamaya yetmedi. Her şeyden önce, Türkiye’nin
1980’li yıllarda içine girdiği değişim sürecinde, O’nun sahip olduğu
nitelikleri tek başına başarının ölçüsü olmaktan çıkardı.1960-70’li
yıllarda en etkili toplumsal önder konumunda olan öğretmenler,
1980’lerden itibaren geçim sıkıntısı çeken, entelektüel yönden
kendisini geliştirme imkânından yoksun bir kitleye dönüştü. Bu
dönemde, kariyer yaparak, üniversiteye geçenler belli ölçüde kendini
geliştirme imkânı buldu. Mehmet Soyak ise, Recep Doksat’ın
yanında başladığı asistanlığı bırakarak TRT’de program denetçisi
olarak göreve başladı.
İkincisi Mehmet Soyak, karşısına çıkan zorlukları, kişisel
gayret ve mücadelesiyle aşacak güce sahip değildi. Yetişme şartları
itibariyle, zora ve mahrumiyetlere katlanamazdı. Esasen tembel ve
yılgındı; eleştirmeyi iş yapmaya tercih ederdi. Evlilik hayatının yükü
karşısında, önce düzenli okumayı bıraktı, daha sonra da düşünce ve
sanat konularındaki iddialarını terk etti. Ailesi ve dostlukları da dâhil
olmak üzere, sahip olduğu değerleri korumak, geliştirmek ve
302
yüceltmek için mücadele vermedi. Ne mizacı, ne de bedensel yapısı,
böyle bir mücadeleyi göze almaya elverişliydi.
Mehmet Abi’yle bu hükümleri vermeme dayanak teşkil
edecek sayısız tecrübe yaşadık. 1969’da Üstad, Milli Nizam
Partisi’nin kuruluş toplantısında konuşmak üzere Ankara’ya gelmişti.
Reşat Erol’un Kızılay’daki bürosunda kahvesini içerek dinlendikten
sonra, bulunduğu yerde hafifçe hareket edince, Soyak bana doğru
eğilerek, “Üstad abdest almaya kalkacak, çorabını bana yıkatır”
diyerek yavaşça odadan çıktı. Gerçekten de bir süre sonra Üstad
abdest için çoraplarını çıkardı ve “Mehmet nereye gitti” diye sordu.
Ben ne isteyeceğini bildiğim için hemen uzanıp çoraplarını almak
istedim. Ama Üstad “içinizde en fazla Mehmet’i severim,
çoraplarımı o yıkasın” dedi. Mehmet ise, Üstad’ın çoraplarını
yıkamayı külfet olarak görüyordu. O dışarı çıktığı için Üstad’ın
çoraplarını yıkama onuru bana kısmet oldu.
Mehmet Abi evimize geldiğinde, annem kendisine çok büyük
değer veriyor ve memnun olması için bolca ikram ve iltifatta
bulunuyordu. Ama her seferinde, “oğlum Mehmet Bey çok zor bir
insan, O’nu çekip çevirecek, kendinden emin, güçlü ve dirayetli bir
hanımla evlenmesi gerekir” diyordu. Ancak Mehmet Soyak, zihnen
ne kadar tutarlı ise, pratik hayatında o kadar tutarsızdı. Bir akşam
bağlarında cevizin altında, fener ışığında oturuyoruz. Abdullah Gül
ve Mehmet Tekelioğlu da var. Söz dönüp dolaştı, evliliğe geldi.
Teyze, uzaktan akrabaları olan ailenin küçük kızına dünür gitmeyi
303
düşündüklerini söyleyerek fikrimi sordu. Düşünce o kadar ters geldi
ki, birden ayağa kalkarak, olmaz, olmaz, olmaz diye ayağımı yere
vurmaya başladım.
Tekelioğlu “ne yapıyorsun, kendine gel” der gibi, kolumdan
hızla çekerek oturmamı sağladı. Ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı
ki, bu kez de oturduğum yerden, böyle bir evliliğin neden yanlış
olacağını açıklamaya çalıştım. Ayrılırken Ana ve Oğul sözlerime
kırılmış olduklarını belli ettiler. Yolda Abdullah Bey ve Tekelioğlu,
davranışımın yanlış olduğunu ve lüzumsuz konuştuğumu söyleyerek
tenkit ettiler. Hatta biraz da kızdılar. Ancak ben her iki tarafı da çok
iyi tanıdığımdan, olacakları tahmin ediyordum. Aileler arasında
hiçbir yönden denklik yoktu. Bir sürü zahmet ve gayretten sonra
sağlam bir yuva kurulamayacağı baştan belliydi. Üstelik gerçekten
masum olan kıza yazık olacaktı. Nitekim korktuğum başıma geldi ve
evlilik iki ay içinde sona erdi.
Mehmet Abi’nin yanlış kararları saymakla bitmez. Ölümü de
böyle bir karar sonucu gerçekleşti. Ölüm Allah’ın emri, tabi ki vade
ertelenemez. Ama çok az insan ölmeye O’nun kadar can atmıştır.
Telefonla aradığında Erkilet’teydim. Kalp krizi geçirmiş,
arkadaşımız Çetin kendisini Ankara Tıp Fakültesi’nin kardiyoloji
servisine kaldırmış. Geçmiş olsun diyerek, telefonu kapattığım gibi
Ankara’ya hareket ettim. Bu arada haberi duyan oğlunun yanına
geldiğini öğrenince biraz daha rahatladım. Yol boyu en geç yarım
saatte bir arayarak, hastaneden şikâyetlerini dile getirdi. Bir an önce
304
taburcu edilmesini ve İstanbul Acıbadem hastanesine sevkini
istiyordu. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı’nı aradım. Müsteşar
arkadaşımız, bu şartlarda bir hastanın taburcu edilmesinin doğru
olmadığını, bulunduğu yerde kalmasının mutlaka sağlamasını tembih
etti.
Ama ne yaptıksa ikna edemedik. İlla ki hastaneden çıkmak
istiyordu. Oğlu Hilmi telefonda, “babam bu hastanede kalırsa
sinirden ölecek amca” diye ağlıyordu. Çaresizlikten Taner Yıldız’ı
arayarak yardım istedim. Taner Bey Sağlık Bakanı’yla görüştü ve
İstanbul’a nakli için bir ambulans uçak tahsis edilmesini sağladı.
Uçağın tahsis edildiğini öğrenince, biraz da gururu okşanarak keyfi
yerine geldi. Kırıkkale’ye vardığımda uçağa binmişti. İstanbul
Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan ambulansa alınınca kötülemiş ve
hastaneye varmadan yolda ruhunu teslim etmiş. Ruhu şad olsun. “Bir
varmış bir yokmuş, Hem varmış hem yokmuş.” Ölüm gelince
söylenecek söz kalmıyor. Hayat yalan ölüm gerçek. Herkes bu
gerçekle mutlaka yüzleşecek. Mehmet Abi ile kaderin önümüze
çıkardığı, yokuşlarda ve keskin dönemeçlerde karşılaştığımız ve
bazen aşmaya gücümüzün yetmediği müşterek zorluklarımız oldu.
Bu zorlukların üstesinden gelme yönünde kendisinin hiçbir gayreti
olmadı. Esasen yetişme şartları, bu gayreti göstermesine imkân
vermiyordu. Gayret hep bana düştü. Fakat bazen ben de bunaldım ve
kolay yolu seçerek biraz uzaklaştım.En büyük tesellim ise, geçmiş
ihmallerimi telafi gayretiyle, son yıllarda yakınında olmamdır. Her
305
gün telefonla konuşuyor, haftada iki kez buluşuyorduk. Makamı
cennet olsun. Dostlarının ve sevgili oğlu Himi’nin başı sağolsun.
M.Soyak, Üstad Necip Fazıl’la
Şükrü Karatepe, Mehmet Soyak, Beşir Atalay, Ahmet Beyazıt birlikte.
306
AKİF ŞERVANLI
BİYOGRAFİ
1947 Yahyalı-İlyaslı Köyünde doğan, askerlik çağına kadar
rençberlik yapan Akif Şervanlı 1971 yılında İstanbul’la tanışır.
İstanbul’da çeşitli meslekleri tecrübe ederse de MTTB büfesinde
hemşerilerinin himayesini bulur. Daha sonra Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Büfe işletmeciliği yapar. İstanbul’a daha fazla
dayanamayan şairimiz 2000li yıllarda köyüne döner,2012 yılında da
vefat eder.2003 yılında basılan şiirlerinden birkaç örnek;
GEÇTİ GAYRI
Duman çıkmayan kor ateş gibi
Yanıyor ciğerim tütemiyorum
Geçti gayrı benden devran zamanı
Daldan dala konup ötemiyorum
Kul ceza veremez Allah yazmazsa
Allah ceza yazmaz kulu azmazsa
307
Yanıyorum birdenbire kor oldum
Gören gözler görmez oldu kör oldum
En sonunda sırtımdan vuruldum
Daldan dala konup ötemiyorum
Kul ceza veremez Allah yazmazsa
Allah ceza yazmaz kulu azmazsa
Hep mazide kaldı iyi günlerim
Geçmişi sayıklar öyle inlerim
Nereye gittiniz mutlu anlarım
Sesimi kıstılar ötemiyorum
İSTANBUL
Sana çokşey denmiş ben ne desem boş
Bana da bir yara açtın İSTANBUL
Sen sevgili oldun ben de sevdalı
Her zaman peşinden koştum İSTANBUL
308
Seni tanıyınca başka yok eşin
Sen tanıyor musun ki var mı kardeşin
İlkbaharın yazın hele de kışın
Gözümde tütüyor canım İSTANBUL
Güzellik dediğin olmaz naz ile
Ayrılmaz sevenler bir çift söz ile
Seni bir görseler benim göz ile
Tarifin imkansız inan İSTANBUL
Ana hasretine eşit hasretin
Evlat acısını sana benzettim
Senden ayrılınca kayboldum gittim
Gel kucaklaşalım canım İSTANBUL
Güzellik dediğin olmaz naz ile
Ayrılmaz sevenler bir çift söz ile
Seni bir görseler benim göz ile
Tarifin imkansız inan İSTANBUL
309
HALİL ŞERVANLI
Halil ŞERVANLI……………………………. ./Mustafa ÖZER
1948 doğumlu olan tabibimiz, ilkokulu bitirdikten sonra yatılı
olarak girdiği Kayseri Anatamir Fabrikası çıraklık okulunu kazanır
ve devamında da fabrikada çalışmaya başlar. Aynı zamanda Kayseri
akşam Lisesine devam eder. Mustafa Miyasoğlu, Hulusi Dörtkulak,
Ahmet Damar, Hasan Nail Canat hep birlikte Büyük Doğu’ya gelip
gitmeye başlarlar.
İş hayatının içerisinde para kullanımını ve insan ilişkilerini iyi
bilen bu arkadaşlarımız diğer ortaöğretim öğrencileriyle (Düz Lise
–Meslek liselilerle) kaynaşarak Necip Fazıl’ın konferanslarını
izlerler. Kayseri Büyük Doğucularını barındıran gerek Anatamir ve
gerekse Hava İkmal Merkezinde görev yapan teknisyenler arasında
mümtaz bir yeri olan Halil Şervanlı temiz üslubuyla edepli
tavırlarıyla her zaman sevilmiştir.70 li yıllarda İstanbul Üniversitesi
Diş Hekimliği Fakültesinde tahsil hayatını tamamlayarak Edirne’de
meslek hayatına atılmıştır.
Serhat şehri olan Edirne’de Büyük Doğu’nun temsilini yürütmek
üzere MTTB Edirne Şubesi başkanlığı Birlik vakfı Edirne başkanlığı
yapmış bulunduğu ilde hatırı sayılır bir uğrak yeri haline gelmiştir.
310
Evli ve üç çocuk babası olan Halil Şervanlı üç buçuk yıl süren
rahatsızlığı gönüldaşlarınca hassasiyet ve ihtimamla takip edilmiş ve
fakat 2016 yılında Hakka yürümüştür.
Halil Şervanlı (solda) Talebelik yılları.
311
ALİ TAŞÇI
NÜKTE GEZEGENİ ………/Mustafa ÖZER
Anakronik yaşıyoruz,bu yargı genelde bizlerin popüler
yaşadığımız gerçeğini de kapsar.İddiası olanlar için büyük bir acziyet
olan popülerlik,bünyesinde barındırdığı dramatik ve bir o kadar da
komik bahane bulma kolaylığıyla sorunlardan kaçma tehlikesini
taşımasıdır.Günle başlayıp günle biten, istek ve arzuların
çerçevelediği, bir zaman anlayışıyla, yaşanılan mekanla sınırlı bir
hareket kabiliyeti, görüntüden ibaret bir algı dünyası ve hatta gözle
yaşamak denebilecek dar bir düşünme alanı.Popülerlik tek hücrelilik
gibidir,Yaradanın esmasını bilmemek gibidir,kendisine verilen
bunca yeteneği bire indirgemek insanlığa da hakaret sayılmaz mı?
312
Anakronik yaşıyoruz ,Ali Taşçı ise genelde zaman bilinci gelişmiş
bir arkadaşımız idi.Kendi halk içinde, gönlü olanca sıcaklığıyla
davasını taşırdı.Benini nerede yok sayacağını bencilliğini nerede
ortaya çıkaracağını bilirdi.Hayatın sadece akılla elde edilmeyeceğini
bilenlerdendi.Çünkü son üçyüz özellikle de son yüzyıl
aldanmışlıklarımızın tarihi ve bu tarih ,içerisinde yok
sayılmanın,zulüm derecesinde izlenimlerini yüreğimizde
duyduğumuz bir dönemdir.Necip Fazıla isnat edilen(ayaklarımın altı
bile düşünüyor)cümlesi hal ü pürmelalimize ilm i hal
oluyor.Protoplazmasını sürekli şişirdiğimiz böylesine hastalıklı
gövdenin sağlıklı bir baş taşıyamayacağını elbette ki inancımızın
ışığında görebiliyoruz.Popüler olmanın sakıncasından daha vahim
olanı, akıllı olduğunu söyleme budalalığıdır.Hem popüler hem akıllı
hem de zengin vatandaşlarımızın dünya tutkusuyla ülke çıkarlarını
nasıl telif ettiklerini Ali Taşçı ile çok konuştuğumuz için burada
gündeme getirdim.Son dönem tarihimiz böylesi yüreksiz sefillerle
doludur,nerdeyse iktidarın tarihi onların hayat hikayesi gibidir.Gizli
olarak sığındıkları nafile dünyalarını bile sekülerleştirmiş
durumdalar.Yaşamak için dahi zevkleri kalmayan bu güruhun, halk
içinden olmak gibi bir de dövizleri var.Kendinden başkasına haset bu
tiplerin, inanca verdiği zarar ise laikliğe protoplazma olmakla
yetinmiyor ve sosyalist ekole kötü örnek olmayı seçerek üstü örtülü
çok zarar veriyor.Bu sınıf bencilliği oynuyor,hem de banko
oynuyor.Akıllılığın,popülerliğin,madde tutkusunun inananları ne hale
getirdiklerini görüp te onlara yine de(çirkin ördek yavrusu)tasnifini
yapmamızı bekliyorlar.Bu konuda gerek kapitalistler gerekse
sosyalist ekol yanlış teşhis ve tekliflerinde ısrarcılar.
Genel olarak büyükdoğu mektep mensupları akıl denilince zamanı,
laikliğin sistem olarak kabulünden sonrası ve öncesi diye iki bölüme
ayırarak cevaplamak ister.Laiklik öncesi peygamberi aklın semavi
sevapların ince ince renk renk dokunduğu insanlığın oluşumunu ve
insan gibi dik duruşunu temin eden kurumun takdir ve tedbir
alemleriyle bizi kuşatan açık ve gizli bütün varoluşumuzu çevresinde
bulduğumuz evre.İçinde eridiğimiz ve her şeyiyle içimizde erimiş
olan mukaddes yapı.Laiklik sonrası akıldan anladığımız ise,siyasi
yapının mükellefiyet olarak üzerimize yığdığı istek ve ideolojilerden
313
nasıl kurtulacağımızı gösteren tedbir yapılanmasıdır.Bütün insanlar
sadece Yaratıcısının kuludur.Hiçbir devletin kendini mukaddes
addederek insanlar üzerinde baskı kurma hakkı yoktur.Sosyalist
devletin ne olduğunu S.S.C.B. tecrübesiyle hem ruslar hem etnik
yapılar hem de bütün dünya gördü.Ve yine bütün dünyanın gözü
önünde kapitalist AB ve ABD nin üçüncü dünya diye tesmiye
ettikleri geri bırakılmalarında sömürülerinin kesinliği olan ülkelerde,
nasıl kıyım yaptıklarını candaş olanları bile haykırıyor . Birbirilerini
onaylayarak yalanlayarak ecellerini bekliyorlar,ölümsüzlüğü
laboratuarda bulmak adına yaptıkları araştırmaları da , günlük
eğlence haline geldi.Her türlü kötülük ve suç işleninceye kadar teşvik
,işlendikten sonra da zulme ve imhaya varan bir cezalandırmaya
hukukun üstünlüğü denilerek, devlet bile dışarıda bırakılıyor.
Geç çocukluk yada erken delikanlılık çağında tanıştık Ali Taşçı ile
.Benim akranım en küçük amcası Ahmet idi,Talas’a yakın bir çiftlik
evinde oturuyorlardı.Hunat’a yakındı o zamanki müftülük binasının
altındaki Türk ocağı,dernekten Taşçıların eve bir kaç defa yaya
gitmiştik.Çünkü sohbet geçe kalınca son Talas belediye otobüsü de
kaçıyordu.Epeyi bir kalabalıkla Kıranardı ve Hisarcık piknikleri de
yapmışızdır.Ömrün bu cennet evresinde her tür korkudan azade ve
tabiatla içiçe yaşadık.Arkadaşlıklarımız da bir hesaba
dayanmazdı.Sanki bilgi edinmek için yaratılmış gibi okuyarak,
okuduklarımızı tartışarak,bir çok kitabı müşterek okuyarak ve hatta
,bazı yazarları toplu okuyarak çok geniş bir bilgelik alanına
çıkıyorduk. Hafızamıza bilgileri kelimelerin içini iştahla doldurarak
büyüyorduk.Bir yanda İslam klasikleri beri yanda Yunan
,Rus,Fransız,İngiliz,Alman,İtalyan klasikleri diğer yanda çağdaş
dünya ve Türk edebiyatı,buna paralel klasik Türk müziği koro ve
resitalleri ufkumuzu aydınlatıyordu.Ali ile birkaç konsere
gitmiştik.Sonra Alinin iyi bir kitap toplayıcısı olması sanırım
çocukluk günlerinin hasretini taşır.Seksenli yıllardı Fuzuli’nin
Hadika’sını bulmuştu.Heyecanla anlatmıştı ,dün gibi anılarım
taze.Fuzuli üstüne zaman zaman bilgiler aktarırdı.Bugün bilgiye
ulaşmak kolay velakin isteksizlikte bu kolaylığa paralel
durumda.İsteksizliğin bilgilenme konusunda olduğunu belirtmek
gerekiyor.Değilse arzular kredi kartlarının çok çok üzerinde
314
seyrediyor.Alinin meramını anlatacak kadar İngilizce ve Arapçası
vardı.Yeri gelmedikçe bunu anlamak kolay değildi.Çünkü bilgi
çekişmenin alanında tutulamazdı.Hele iddianın tarafı kesinlikle
olmazdı.Sessiz sohbetlerde Ali öylesine derinleşir ve bilgiler
aktarırdı ki toplantıdakiler mutmain olur arkalarına yaslanıp
içlerindeki gerginliği atarlardı.Ali bu yanıyla bilginin dost
çemberinde kalmasından yanaydı.Ülfeti ünsiyete idi.
Ali hep gayet tertipli,temiz ve özenli giyerdi.takım elbiseli olarak hep
güzel uyumlu kravat seçerdi ,ki zevki yansırdı giyimine.Bol ve
paspal giymediği gibi, içinde sıkıştırılmış gibi de giydiğini hiç
görmedim.Spor giyindiğinde de montu çok özel olurdu.Traşı gelmiş
şekilde sokağa çıkmaz ,hasta görünümünde de hiç dışarıda
göremezdiniz.Mızmızlanmayı sevmediği gibi yapmazdı da.Koyu ve
soğuk renk yerine hep sıcak ve ara renkleri tercih ettiği
görülürdü.saçı çok uzatmaz ,daima taralı tutardı.Okul ve memuriyet
yıllarında arasıra bıyık bırakırdı.Avukatlığa başladıktan sonra ise
üstdudak hizasında doğal bir bıyığı vardı .Kumral olan saç ve
bıyığına son yıllarında aklar dadanmıştı.
Ali’nin özel olan esas pabuçlarıydı.Onlar hep boyalı ve pırıl pırıl
parlardı.Hatta ben her gördüğümde takılırdım:Ayakkaplarına
sinekkaydı yaptırmışın derdim. O da kahkaha atardı.Ve fakat
ayakkabılarının özelliği esas ökçesinin aşınmamış olmasıydı.Ne
yapar nasıl yapar bilemem ama hep eksiksiz ökçeli ayakkabı
giyerdi.Ali moda önderlerine önderlik edecek kadar itinalı,ve zevkli
giyerdi.Paltosu varsa mutlaka boyunbağı da vardır.En ince ve
zarifinden.
Alinin babasına hafız amca derdik.(Allah rahmet etsin)asıl adı
Mustafa:Dürüst,sakin,temiz giyimli,oldukça net ve açık
konuşan,oldukça sosyal, cemiyetin ileri gelenlerinden biriydi.Her
zaman kamuoyu önündeydi.Hafız amcanın ilkokulu bitirip
bitirmediğini bilmiyorum,lakin bizim kadar okur
yazardı.Okuduğunu unutmaz ve muhakemesi çok sağlamdı.Arifanın
önde gideni Ahmet’te öyledir.İrsen zeki nüktedan ve edepli bir
ailedir.Onun için ailecek hem siyasetin içindeler hem sivil toplum
kuruluşlarının içinde hem de her hayri çalışmanın önderi değillerse
315
mutlaka içerisinde yer alırlardı.Kayseri’de ne olur ne biter hafız
amcanın yorumuyla öğrenirdik.Ali nin edep mektebi ailesiydi.Yeri
gelmişken büyükbaba Bekir efendinin dört oğlu vardı ve en büyüğü
hafız amca dediğimiz Alinin babası Mustafa Taşçı, Hayri ve Yusuf
kardeşlerin en küçükleri de Ahmet’tir….Ahmet’le tanıştığımız
yıllarda büyük aile hep bir aradaydı.Hafız amca ailenin
direğiydi.birçok tanıdık Ahmeti hafız amcanın oğlu sanırdı.Hafız
amcanın altı çocuğu vardı.Ali ilk çocuğudur sonra sırasıyla
Nurettin,Adil,Fatma, Hatice ve Bekir dünyaya geldiler.Ali ile Ahmet
beraber büyüdüler.Amca yeğen olmaktan çok kardeş gibiydiler.bizim
için eşzamanlı arkadaşlardı.Ahmet’in dobralığı Ali’de diplomasiye
dönüşmüştü.Diplomasi Ali’de bilgi aktarma formatı olarak
vardı.Ülfetsiz ortamlarda bu tavrı kullanırdı.
En acı en sıkıntılı konuları bile tebessüm içinde anlatırdı.Ali
okuduğunu iyi anlar ve karsısındakine anlayacağı dilden
aktarırdı.Alide tebessüm kahkahaya evrilirken şakalar taptaze ve
özel yapıdadır.sırası gelince şakalarından örnek yansıtmağa çalışırız.
Dokuzyüzyetmişlerde ergin olup ta kavganın ortasında kalmayan var
mı ki bizler dışında olalım.Ali Ankara Üniversitesi hukuk fakültesini
bitirdi.O döneminde MTTB Ankara başkanlığında bulunmuştu.Daha
sonra meslek kuruluşu olan Kayseri baro başkanlığı yapmıştı.Bütün
bu başkanlıklar da dahil sivil yönetimlerde yer almak, onun için
zamanla yerine getirilmesi gereken ödevler gibiydi.Çünkü o aileden
gerekli eğitimi almıştı.Aliye düşen bu zamanlamanın
seçimiydi.Hasan Celal Güzel ile olan siyasal oluşumda bu
girişimlerden biriydi.Ayakkabısının ökçesine gösterdiği özen her
yerde karşımıza çıkacaktır.Zemini dengede tutmak diyorum ben.
Ali yalakaları,dönekleri,yağcıları sevmez ve kendinden
uzaklaştırmak için suratını asar ta ki o kişi toplantıyı terk edene dek
yumuşamazdı.O gittikten sonra güler ve neşelenirdi.Fikri takipte
gazeteci gibi olurdu.Sonuna kadar izler, sonuç alırdı.Onun abid ve
dini vecibelere bağlılıklarını yakın çevresi iyi bilir.Orta yolun edep
ve erkanını Büyükdoğu estetiğiyle bezemiş olan Ali
modernitenin,çağdaşın ve batı tefekkürünün neler teklif ettiğini ve
hangi kafaların reforme edileceğini iyi bilirdi.Sloganizme ihtiyacı
olmayan Ali , inancının toplumu tarafından tüketim malzemesi gibi
316
kullanılmasından büyük acılar duyardı.Bazı reformist devrimcilerin
yaptıklarını konuşurduk.Bir keresinde bir prof’a cevap veremediği
için öylesine üzülmüş ki bana aktarırken hayli vakit geçmiş olmasına
rağmen çok heyecanlanıp salya sümük ağlamıştık.Ali derin ,samimi
ve içliydi.Davasına hep sadık kaldı.
Daha önce söylediğim veçhile ben önce Alinin amcası Ahmet’le
arkadaştım.Aliyle daha sonra Ahmet tanıştırdı.O gün bugündür
aileyle tanışırız.Ahmet daha bir güngörmüş ve bizden daha ataktı.Bu
hal onun okul hayatına mal olsa da.Ahmet hep takılır bana.Ben
olmasam sen şimdi nurcu idin diye.Lisede okuyorum .Sınıfımızdan
bir çocuk ,edebiyat dersinde eski şiirin meallerini ,kelime
karşılıklarını öyle güzel açıklıyor ki deme gitsin…Çocukla
arkadaşlığımız eski şiir üzerinden..Fakat O güne dek hiç
duymadığım Said Nursi’yi anlatıyor..Galiba Tabiat risalesinden
okuyor,bende dinliyorum.Beni herkese açık diye davet ettiği yere
götürdü.O yaşta o dönemde gidilmez mi ,kir ve kirlenmenin ne
demek olduğunu dahi bilmeyecek derecede safız.Bir saat geçmişti ki
polis bastı dediler.karakola götürdüler.iki saat karakolda tuttular ve
serbestsiniz dediler.O günden sonra radyodan geçen haberlerdeki
‘’ayin yapanlar ve/ya nurcu yakalandı’’lara irkilirim.Zannederim ki
bugünkü nurculuk,kavram ve kurum olarak Türkiye Cumhuriyetinin
özellikle de anlı şanlı güvenliğinden sorumlu Müessesesinin eseri
olarak dimdik ayaktadır.Oysa devletin dine ve dindara hayvanları
korumağa gösterilen kadar özeni olsaydı da çarpık yapılanmalar
keşke olmasaydı..Bugün bile hem tehdit unsuru olarak gösterilip
tehdit ediliyor,hem de dini tevzide siyaseten medet umuluyor.bir
yandan Amerikancılıkla itham edilirken diğer yanda ülkenin
ideolojik ayarına mihenk seçiliyor.Oysa ne yeni bir mezhebiz,ne yeni
bir tarikatız diyen var.Bir yanda etnik ayrılıklara birleştirme formülü
gibi takdim ediliyor diğer yanda kendisini bölücü diye sunuyorlar.Ne
yaman çelişkiler.İktidar yaptıklarını, yiyip yok eden siyasal dişli
zamanla kimleri tasfiye edip kimleri tavsiye edecek acaba.Bir
zamanların Türkiye hizbullahını da devletin kurduğunu
söylemişlerdi.Zaman gösterecek.
Biz Büyükdoğu ekolü mensupları İslam’ın anlaşılması ve
yaygınlaşması faslında çok kaygılanır ve endişe duyarız ki;İslam’ın
317
içine girecek her yeni durum renk çizgi fitneyi havi ve hami
olmasın.Nurculuk üstünde çok fazla durduk,zira bu yazı bir
kardeşimizin mersiyesi olarak gündeme geldi.Dikkat ettiğimiz husus
İslam edep ve erkanının canla, akılla ,ruhla tanışması ve bu
tanışıklığı
eserlerine intikal ettirmenin iman ve iştiyakıdır.Dünyayı mamur
ederken Allah rızasını temin etmenin
zevk ve neşesidir.
2010yılı yazında Kayseri’ye gitmiştim .Ali geldiğimi öğrenmiş.Cabat
da telefonla (Cabat’ ki Ali’nin yaşayan ardılı) yanında olduğumu
söyledi. Geldi bizi aldı ve hava ikmal üssünün yukarısında ki bağ
evine kahve ikramı için götürdü. Kalbinden rahatsız olduğunu orada
öğrendim.Özal’ın şişmanlığına atıf yapan( yanaklarını şişirip)Iııh
diye ses çıkararak halini arz etmişti. Gülüştük…Bizim kulüpte yerini
aldığına göre gereklerini de yapmalısın diye sıkı sıkı
tembihlemiştim.Çünkü ben iki kez kalb krizi sonucunda ameliyat
masasına yatmıştım .Bizim kulüp kalb hastalarını kapsıyordu.İlaçlara
özen ,yürüyüşe dikkat,perhize sağlam durmak gerekiyordu.bunlara
harfiyen uyduğunu söylemişti.Elbette tedbir aleminin gereklerini
yaparız takdire mültefitiz.
Aşağı yukarı 1968 yılının ekim ayından buyana tanışıyoruz.Bu
tanışıklık aramızdaki hiyerarşiyi bir gün olsun sekteye uğratmadı.Ali
cevaplamayacağı konulara gelince diplomatik alana geçer ve
karşısındakini kırmamağa özen gösterirdi.Ali görüşmesini yapacağı
konu üzerinde bir hazırlık çalışması yapardı.Gerekli olan ile önemli
olanı birbirinden ayırır,silsileyi meratibe dikkat ederdi.Ali sivil
hayatına ilişkin bütün yapılması gerekenleri 1980ihtilalinden önce
bitirmişti.İki yıl doğuda ilçe mahkemesinde hakimlikten başlayıp
Polatlıdaki topçu okulunda kısa dönem askerlik de dahil olmak
üzere Kayseri’deki avukatlık stajı ve evliliği de içine alır.1968
ila1979 Ali Taşçının sivil oluşum yılları dense yeridir.
Ali Taşçı’nın üç çocuğu oldu.Melike(evli),Orhan(baba mesleğinde
devam eden avukatımız) ve Enver(Şehir planlamacısı).Allah onlara
sağlıklı uzun ömür versin .Elbette ki kıymetli eşleri
hayattadırlar.Alinin hatıralarını tevarüs eden kıymetli kardeşimize de
sabrı cemiller niyaz etmek bizlerin boyun borcudur.
318
Türk Ocağı’nda yaklaşık yetmiş kişi kadardık.Mustafa Dinçel fiili
başkan bizler de müdavimleriz.Hiyerarşide, büyükler var yılda bir
gelirler,bazı büyükler ayda bir gelirler,çalışan arkadaşlar var hafta
sonları gelirler,bizler ise kışları okul sonrası hep ordayız.Yazlarıysa
gece gündüz demeden açlığı bile düşünmeden oradayız.Yukarda
anlattığım üzere Gazalinin İhya-yı Ulumid-din isimli dört ciltlik
eserini yüksek sesle okunarak,araya bilinmeyenlerin veya
anlaşılamayanların çözümü de dahil olmak üzere kitaplar
okunur..okunur …okunurdu…Necip Fazıl üstadımızın ,Çöle İnen
Nur ve Çile’si kullanılmaktan epey yıpranmıştı.Hatırladığım
kadarıyla Şükrü Karatepe Saint Exupery’nin bütün eserlerini bir
kitap günümüzde tanıtmıştı(Gece Uçuşu,Küçük Prens, Savaş
Pilotu…)Ali , Siyer-i nebilerle Çöle İnen Nur’u mukayeseli
anlatmıştı.Pakistanlı yazar Mevdudi’yi o gün itibariyle elde mevcut
Türkçe çevirileri üzerinden toplu olarak değerlendirerek Türkiye ve
Türkiye’de yaşayan Müslümanların ne sorununu çözebilir ne de
Müslümanların geleceğine dair projeksiyon yapılabilir hükmü
çerçevesinde bir kanaate varılmıştı.Bu konu epey bir uzmanlık
isteyen alandı,buna rağmen Ali çok ter dökerek konuya çözüm
bulmuştu.O yıllarda Pakistanlı yazarlar ,Mısırlı yazarlar ile Kuzey
Afrikalı yazarlar çok tercüme ediliyordu.Hem ehliyetsiz çevirmenler
,hem de ehliyetsiz editörler elinde yayıncılık kepazeleştirilmişti.Elli
sayfalık bir broşür beşyüz sayfalık kitap haline gelebiliyor,ve/ya
orijinalindeki bazı bölümler atlanarak ve hatta bu atılan bölüm yerine
başka kanallardan bölümler eklenerek kitaplaştırılıyordu.Ali Taşçının
çalışması bu açıdan önem arz ediyordu.
Mustafa Dinçel’in demli çayları Alemdar Yalçın’ı coşturuyor çok
güzel şiirler okunuyordu.Ziya Olgunharputlu beri yanda şarkılar
okuyor,taklitler yapıyordu.Hasan Nail’i kızdırdılar mı tiyatro
tiratlarını yüksek perdeden dinlemek zorundalar.Karşımızda
Pınarbaşı’lıların kıraathanesi vardı.Tek gözü soğulmuş iri yapılı bir
de ocakçısı vardı.Neşemizden etkilendiği için bize çay servisi yapar
para da almazdı.Sessiz dernek başkanımız Mehmet Tekmen sessiz ve
sade Ahmet Sevgi,gür kaşlarıyla Ahmet Saracoğlu,Ahmet
Damar,Hulusi Dörtkulak,hele hele Mehmet Emre,Mehmet,Mustafa
319
ve Ahmet Tekelioğlu kardeşler ile Abdullah,Macit Gül
kardeşler,Ayrıca Ahmet Tahir Gül,Hava ikmal grubu…
Alinin olduğu yerde şaka olmazsa olmazlardan bir vardı,Koltuğunun
altında Ziya varsa açın komedi perdelerini.Şakalar nükteler espriler o
şen günlerin doğal efektleriydi.Mustafa Dinçel’de şaka
kaldırabilirdi,diğer yandan Mustafa Özküçük tecahül-i arifler ile
arkadaşları ince ince ipe dizerdi.Neden sonra sarakaya alındıklarını
anlarlar da basarlar çığlığı.Sohbetler kıymetli ve uzun…
Yukarda yeri gelince örneğini serdedeceğimiz yere şimdi
geldik.Alinin şakalar alemine…Ali’ye arkadaşları küçük bir şaka
yapıyorlar.Ali anlıyor ve onlara diyor ki:bana bir daha şaka
yapmayın.Arkadaşları (neden)diye soruyorlar.Ali diyor ki(Benim
yaptıklarıma dayanamazsınız .Onun için)diyorlar ki (Ne yapabilirsin
ki,biz şakalarına varız arkadaş) .Ali diyor ki (tamam!)...Aradan bir
süre geçiyor,arkadaşları hep Ali’yi takipte. Fakat Ali’de ses seda
yok. Unuttu diye seviniyorlar için için.Oysa Ali şakanın şiddetini
artırmak için bir süre daha onları kolluyor.Sınavların başladığı bir
evrede çarşıdan iki enjektör alarak çantasına atıyor.Gecenin geç
saatlerine dek ders çalışan arkadaşlarının yatağa dar düştükleri gece
,Ali kalkıyor,traş kremini bir enjektöre,diş macununu da ikinci
enjektöre çekiyor.Enjektörlerdeki jelleri ters olarak tüplerine yarım
yarım boşaltıyor.Gidip yatıyor tilki uykusuna.Arkadaşlarından önce
uyanan doğruca banyoya koşuyor. Geç kaldığı zehabına nasıl
kapılmasın Ali saat ayarlamakta da ustadır.Diş fırçalamak için diş
macununu alır fırçasına ve tabii ki birazdan köpükler saçılan ağızdan
aynı anda çığlıklar yükselmede.Ali hemen koşup doğru enjektörden
bir miktar tüplere doğru jel ilavesiyle arkadaşına.bağırarak
( hangi macunu kullandın ?)der ve sonrada ilave parçayı alır ve
dişini fırçalar ,bu gürültüye diğer arkadaşta uyanmıştır.O da olayı
anlamaya çalışmaktadır.Aliye uyarak,o da fırçasına bir miktar macun
alır ağzına götürür.Lakin ayni sondan o da muzdariptir.Çünkü o da
tıraş kremiyle diş fırçalamaya kalkışmıştır.Şakanın devamı ertesi gün
ortaya çıkar.Tıraş olmak isteyince tongaya basar biri,ve diğer
arkadaşını uyarmasıyla uyarılan, paçayı kurtarır.Ali şakalarını proje
yapar gibi yapardı.Tabiidir ki bir daha Aliye şaka yapmazlar.Bu şaka
Ankara’da ve öğrencilik yıllarında yaşanır.
320
Alinin İstanbul’a bir gezilerinde Merhum Mustafa Dinçel, Ali Taşçı
,Osman Yalnız birlikte esnaf lokantalarından birine gittik. Yemekler
yenildi ,Mustafa abimiz hesap ödedi,lokantadan dışarı çıktık arkadan
Ali elinde elli kuruşluk bir madeni para( Mustafa abi paranın üstünü
unuttun galiba) dedi. .Dinçel kıpkırmızı oldu,(Ali o para garsonların
bahşişi) demesiyle biz kahkahayı basınca anladı Dinçel bunun şaka
olduğunu.Fakat (Ali yapma bir daha kalbime indireceksin) demişti
Dinçel.Mustafa Özküçüğün dut ağacına merdiven koyup Mehmet
Soyak merhumu çıkarmıştı bir keresinde.Daha sonra merdiveni aldı
gitti sakladı bir yerlere. Soyak yalvarır ,kızar,bağırır,çağırır …Ali
tınmaz ve üstelik (ayıp ayıp koca adamsın kötü sözler sana yakışıyor
mu ) diye de çıkışırdı,sonra araya gireriz tatlıya bağlanır konu..
Her yıl sektirmeden İstanbul’a gelirdi.Bir programı varsa ona uyar
İstanbul’un bir semtini gezerdik,değilse bir program yapar bir
konsere bir sergiye veya bir filme giderdik.İstanbul Ali gibi bir
aşkını Kayseri’ye kaptırdı.
Ali Taşçı geleceğe kurulmuş bir espri gezegenidir.Nerde bir
tebessüm görseniz anlayın ki Ali yaşıyor
Ali Taşçı sana ,babana ve Büyükdoğu’dan nasiplenmiş bugün
aramızda olmayan diğer kardeşlerimize de Allah rahmet
eylesin…Amin
Ali Taşçı Bürosunda.
321
iki direkli şehir
I
siyah saçlarını yaslarken suya
ardınca geceyi getirdi koya
ürperişlerin güzelinde peri
denizin ardınca ürperiverdi
periyle göz göze gelince sular
tenhaya kaçmak istedi dalgalar
mehtapta sessizce öpülen omzu
suda halkalandı genleşen arzu
engine dolmuştu lahuti sükut
gönül miftahına dek dolmuştu yakut
ateş böceğinin ışığı burdan
geçerken içer elindeki nurdan
samanyolu buradan geçer yorulur
buradan geçen buz olsaydı kor olur
ceylan koşar rüzgar dolar yelkene
çok can hazır girmek için ülkene
kumru dem çeker bülbül gam yüklenir
ey aşk senin olmadan kim büyüklenir
322
II
ey aşkı aynasına yansıyan im
sen bol olsaydın sembol istemezdim
bil ki ne konçertolar dokunurdu
ne roman öykü şiir okunurdu
resmin renkleri ayrımlaşmazdı
alında çizgiler karışmazlardı
bayramları urbalar temsil etmez
hiç kimse şeker için yol gitmez
hangi kitabı açsam senden iz var
bütün besteler seni gizliyorlar
nota renk kelime ve davranışlar
inkar iman neşe ve kıvranışlar
seni doğrudan kavramak ne mümkün
ne verirsen odur “künfeyekün”
323
MUSTAFA TAŞÇI
HAFIZ……………………………………………/Mustafa ÖZER
Ali’nin babası. Mersiyenin hazırlanması sırasında Ali’nin ani ölüm haberi
bizi şaşkına çevirmişti. Ölüm olayını her zaman İlahi bir emir olarak gören
bizleri, Ali’nin genç yaşta göçü üzmüştü. Bu nedenle baba Hafız Mustafa
Taşçı’yı bu kitaba dahil etmeyi unuttuk. Şimdi yeniden Mersiye’nin
çıkması nasip olunca ilk baskıdan bu yana ahrete irtihal eden vefayatı da
dahil etmek unutkanlığımızın kefareti olacaktı.
Hafız Mustafa Taşçı Büyük Doğu yolunun önemli ışıklarından biriydi.
Övünmeyi ve övülmeyi Şeytan işi sayan Hafız’a böyle bir hatırat eklemek
aklımızdan geçmez. Ama ona dair bazı şehrayini sunmak gönüldaşlarımıza
onun unutulmaması için bir hafıza olur diye düşünüyoruz.
324
İki Müslüman arasındaki meselelerin tatlıya bağlanması hususunda Hafız
bazen toprak gibi , bazen su gibi, bazen gözyaşı gibi merhametine sığınarak
devreyi tamamlar ve meseleleri çözerdi. En küçük kardeşleri olan Ahmet
Taşçı beyefendiyi dinleyelim isterseniz:
İki Müslümanın arasındaki muhasımlık veya meselede Hafız abimin
haberi olursa mutlaka araya girerdi. Bu iki Müslümanın birbirinden
uzaklıkları , soğuklukları aile bireylerinin birbirine düşmanlıkları, Hafız
abimin ciddi ve mütebessim yüzünde kırılır dostluğa ve yakınlığa
dönüşürdü. Bir gün kendisi anlatmıştı: Hazreti Ömer (R.A.) yanındaki
birini birbirine kırgın iki Müslümanın aralarını bulması için göndermişti.
Ve aralarını düzeltmesini istemişti. O kişi gider birbirine kırgın ikisiyle de
görüşür, çok dil döker elinden galen her şeyi yapar. Fakat onların
aralarındaki kırgınlığı kaldıramaz. Bu başarısızlığını gelip Hz Ömer (R.A.)
ya anlatır. Hz. Ömer bütün şiddetiyle adamı kırbaçlar ve der ki; Sen samimi
olmadığın için verdiğim vazifeyi yapamadın. Şimdi var git o iki dargın
insanı barıştır, der. O kişi gider görevini ifa eder ve barıştırır. Bunu
anlattıktan sonra Hafız abim: Kırgınlığına şahit olduğum ve kırgınlıklarını
kaldırıp anlaştırmadığım, tatlıya bağlamadığım hiçbir hamlem olmadı.
Hamdolsun, şükürler olsun.
Bu cümleden olmak üzere Hafız’ın hayatından bir kesit olarak Ahmet
Taşçının şu anlatısını nakledelim.
Bir yaz günü idi. Hafız abimlerle Fethiye’ye gittik. Hem abimin hüznü
dağılsın, hem deniz ve güneşten istifade edelim istedik. Hepi topu iki
gün…Bu tatilde bir rehber edinmiştik bizi bölgede gezdirecek, bölgenin
yelini, yelkenini ve güzelliklerine dair ne varsa bölgeyi anlatacaktı. Bu
genç insan öyle de yaptı. Ve birbirimizden helalleşip ayrıldık. O olaydan
bir süre sonra da Hafız abim vefat etti.
Aradan yıllar geçtikten sonra yine yolumuz Fethiye’ye düştü. O eski
rehberimizi bulduk o bizi yine eski günlerdeki gibi gezdirecekti. Bu kez
yanımdaki Hafız abim değil Yaşar Bey ve ailesiydi. Rehberimiz de sohbet
ederken Hafız amcam nasıl diye sordu? Biz de onun irtihalini söyledik.
Adam hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Masamızdan kalktı bir süre göz
325
ufkumuzda olmadı kendi kendini teskin ederek masamıza dönmüştü. Bir
yandan onun ölümünü kabul edemiyor, diğer yandan onunla ilgili bir
hatırasını anlatmaya çalışıyordu. Ben şaşırmıştım. İki gün bizi hem arabası
hem teknesiyle gezdirmişti. Abimin vefatından bu kadar etkileneceğini
düşünmemiştim. İki gün içerisinde abimle belik üçer beşer dakikalık
başbaşa kaldıkları oluyordu. Abimle bu kadar içten dostluk kuracak süreci
hatırlamıyorum. Üzülelim mi sevinelim mi bilemedik.Onun anlattığına
göre abime bir ailevi sorununu açmış, halli için ondan ricacı olmuş. Hafız
abim de yardım olur umuduyla davranacağı birtakım hususiyetler arz etmiş,
arkasına eklemiş;
- Biiznillah çare olur umarız.
-Hafız amcanın dediklerini bir bir uyguladım ve hamdolsun
başımızda yıllar süren o beladan kurtulduk.
Hafız abimle hem de ailesine ait bir sırrı nasıl anlattı bilmiyorum.
Hangi arada derede anlattığını bilmediğimi söylemiştim. Hem hasta,
hem çektiği ağrılar nedeniyle muzdarip o bu haliyle kendi derdini
unutmuş uzun uzak Fethiye gibi bir yerde bir garibanın elinden
tutmuş derdinden kurtulmasına vesile olmuştu. Eğer rehber
anlatmasaydı bizim böyle birşeyden haberimiz olmayacaktı.
Hafız abi gerçekten kalp gözü dediğimiz ruhsal ayıklığını
insanlığın halleriyle perdelemeyi çok iyi biliyor olmalıydı ki ne
varlığından rahatsız olunur, ne de konuşmaları yabana atılırdı.
Yerinde ve zamanında sözlü veya fiilleriyle yakınlık arkadaşlığa
dönüşürdü.Üçüncü şahıslarla konuşur gibi çocuklarıyla da espirili
konuşurdu. Çocuklarından Ali ve Nurettin çevremizden olduğu için
aralarındaki muhavereye çok şahit oluyorduk. Çocukları da ona
çekmişti. Hafız abi şakalaşır gibi en ciddi konuyu dile getirirdi. Başı
sonu belli olmayan konuşmalarda bile hafız İslami ölçülere riayet
eder, karar ve hüküm cümlelerini teyiden anlatırdı. İslami ölçüleri
korumakta hassas ve katı, yakınlıkta samimi ve cömert biriydi o.
326
İnsanları kırmamak, özellikle gençleri korumakta öyle hassastı ki
ailesinden birinin yanımızda olduğunu görünce görmezden gelir biz
onu gördüğümüzü seslendirirsek yanımıza gelirdi. Bizleri büyük
adam yerine koyup ailemizin hatırını sorar selam söylerdi. Bir
bahaneyle izin ister yoluna devam ederdi. Bu zarif hareketler
karşısında Ali veya Ahmet’in yüzüne bakardık. Onlarda bir hareket
yoksa günlük hayat devam ederdi.
Ahmet Taşçı Hafız’a ait bir başka hatırasında şöyle diyecekti:
“Hadi’nin Taşkent’te mobilya mağazası vardı ve işleri nedeniyle
Taşkent’e gitmesi gerekiyordu. Bize de teklif etti. O Bölgeyi
bilmediğimiz için ziyaret maksadıyla biz de gidelim dedik. Akşam
Hafız abimi aradım hal hatırdan sonra Hadi’lerle Taşkent’e gitmek
istediğimi söyledim. Gönlümden geçen yani abimden izin isteyişimin
ana sebebi ben Orta Asya’dayken onun vefat etmesi
korkusuydu.İçimden geçen onun nereye gidiyorsun diye sorma isteği
idi. Oysa o iyi düşünmüşün güle güle git gel diyordu. Hastalığına çok
üzülüyorduk. Güya bunu sır gibi saklıyorduk. Aynı duyarlığı abim de
gösteriyor ağrılarını bize göstermemek için neşeli davranıyor, bizi
kendisinden biraz uzakta tutuyordu.
Ertesi sabah gördüğüm rüyayı abime anlatmak ve tekrar
allahaısmarladık demek için telefonla aradım. Önce rüyamı anlattım
“Seninle bir arabada gidiyoruz. Arabayı sen kullanıyorsun, senin
araba kullanmandan korkuyorum ama bu isteğimi sana iletmekten
çekiniyorum. Seni üzmek istemiyorum. Korkumun sebeplerinden biri
de dar ve virajlı yol. Sağ tarafı uçurum ve devamı deniz.Derken
korkuyla uyandım .Abi rüyamın hepsi bu. Bunun üzerine abim
cevapla –Ahmet! Ben de geliyorum!” demez mi? Neticede sevinerek
telefonu kapatmıştım. Vize almakta müşkülat çıktıysa da dışişleri
Bakanı Abdullah Gül sayesinde problem aşıldı hep beraber
Özbekistan’a yola çıktık. Abim yürüyemediği için tekerlekli
sandalyesinde yanımıza alarak 2-3 günlük Taşkent yolculuğuna
327
çıkmış olduk. Buhara-Semerkant bölgesindeki İslami Asya’nın
merkezinde bulunan İslam büyüklerinin mezarlarını ziyaret ettik 9-10
günlük bu ziyaret süresinde Hafız hep ayaktaydı tekerlekli
sandalyeyi hiç kullanmadı bütün namazlarını da eksiksiz kılabildi.
Hem rüyamız gerçek oldu hem abimin dirilişine şahit olmuştum.
Hafız abimin imanını ifadede aczim var ama görüyordum ki abimin
halleri beni yıldırım çarpmış gibi ediyordu.”
Ahmet beyin anlattıkları bunlardı. Son günlerine ait şehrayinlerdi
bunlar. Ali’nin anlattıkları ise babasının hayata bağlılığı ile ilgiliydi.
Fecaat ne kadar büyük olursa olsun babam o faciadan ders alınacak
(tesellemeyi) çıkarırdı. Faciadan arta kalan bir hikaye bir ders olurdu
dediğini hatırlıyorum. Ve yine –Dedemi hiç üzdüğünü
hatırlamıyorum. Ailenin içinde elbet sıkıntılar olur ama Hafız
neşesiyle bunu tolore ederdi, diye de eklemişti. Yani Hafız aşiretin
başında bir çatı olarak onları koruyor ve ailenin hayata uyum
sağlamalarına çalışıyordu. Aile bireylerinin evlenmeleri ev sahibi
olmaları ve evinin geçimini temin eden işlerin kurulmasına kadar
müzaharet eder onları sessizce izlerdi. Köyden şehre göç eden büyük
bir ailenin bir arada kalmasını sağlayan şehirde dağılmasını önleyen
Hafız’ın tutarlı davranışlarıydı.
Hafız şehrin ileri gelenleriyle diyalogda olduğu gibi varoş
sokaklarında ne olup bittiğini de bilirdi. O giyimine itina eder,
temizliğini ve traşını ihmal etmezdi. Abur cubura tenezzül etmez
tiryakiliğin cazibesine kapılmazdı. Elbisesi ütülü ayakkabıları boyalı
iki yakasını bir araya getiren kıravatı elbisesiyle uyumlu olurdu. Bize
düşen ona Allah’tan rahmet dilemek.
Siz okurlara düşen onları unutmamak.
328
ABDULLAH SARIMERMER
GÖNÜL DOSTU BİR ADAM!........../ Dr. Ahmet ALPAY
"İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz?
Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek,
Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme;
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek."(1932)
Bu öğüt, altmış yaşına gelmiş merhum Akif'in bir gence, bütün gençlere
tavsiyesidir. Kişi yaptığını söylemeli, söylediğini yapmalı, yoksa palavracı
olur. M. Akif Ersoy, Nevruz'a ve herkese yaptığı tavsiyede samimi olduğu
için, kendisi de söylediğini yapanlardan olduğu için öğüdü etkili olmuştur.
Bu sebeple bugün olduğu gibi âtide de beyti ve adı yaşayacak, rahmetle
anılacaktır.
Günümüzde herkes birçok şeyden şikâyetçi. Sağlığından, çocuğundan,
işyerinden, mesleğinden, eşinden, anasından, babasından, trafikten,
televizyondan şikâyetçi... Şikâyetçi olmayan varsa, o kişiden de bizim
şikâyetçi olmamız lazım, çünkü sorgulamayan, şikâyetçi olmayan, şikâyet
ettiği konuların çaresini bulamaz, dolayısıyla terakki olmaz. İnsanlık saadet
istiyorsa tek tek fertler vasıflı olmalı. Hz. Ali'nin ifadesiyle, parça bütünün
329
habercisidir. Cemiyeti oluşturan fertler nasılsa, cemiyette yöneticiler de öyle
olacaktır.
Amel-i salih öz manasıyla, insanı, kul, kardeşi düşünmek ve
yardımlaşmaktır, doğru adam olmaktır, mesleğini iyi yapmaktır, komşusuna,
büyüğüne, küçüğüne yayaya, binene, inene, uçan kuşa sevgiyle
yaklaşmaktır. Dolayısıyla cemiyetimizin, insanlarımızın hali ortada: Her şeye
rağmen cemiyetimizde adam gibi adam elbette ki var. Ne yok ne çok, ama
var. İşte adam gibi bir adam.. Abdullah Sarımermer.
ADAM GİBİ ADAM
Abdullah Sarımermer, aynı şehir, aynı mahalle ve aynı yıllarda çocukluk ve
tahsil hayatımız olan arkadaşımdır. Tahsil hayatı parlaktır. Her dersten en üst
notu alarak talebe yurdunun en çalışkan ve disiplinli kişisi olarak, her dersi
tam öğrenmeden imtihanına girmeyerek, her sınıfı iftiharla geçerek hukuk
tahsilini tamamlamıştır. Hukuk fakültesindeki hocaları talep onlardan gelmek
üzere kendilerine asistan kalmasını istemişlerse de; İmam Hatip menşeli
olduğunu öğrenince bağnazlıkları, parlak bir istikbal vadeden talebelerini
asistan kazanmalara galebe çalmıştır. Başarılı avukatlık stajından sonra
mesleğini icra edecekken kaza kaderi ile ticaret yapmaya mecbur olmuştur.
Bu sebeple Türkiye'nin ihtiyacı olan Hereke halıcılığının kaybolmaya
başladığı yıllarda tekrar kaliteli yün ve ipek halı imalatını üstlenmişler.
Guinnes rekorlar kitabına girecek kadar da imalatı başarmışlardır. Mümin,
müstakim ve gayyur olduğu için hayatının her safhası başarılı, yurduna ye
insanlara hep faydalı olmuştur. Arkadaşlığımızın yanında yirmi yıldan beri
de Hereke Özipek halıcılıkta işyeri hekimi olarak beni göreve davet ettiği için
teşrik-i mesaimiz, teşrik-i yolculuğumuz ve teşrik-i dostlarımız olmuştur.
Bu ortak dostlarımızdan sayın Doç. Dr. Sefa Saygılı ile tanıştırdığımda,
Saygılı bana "Hakikaten bahsettiğin gibi değerli bir kimse imiş" kanaatini
bildirdi. Zaman geçti, Sayın Saygılı, Sağlık Yolu mecmuasını neşre başladı.
Faydalı yazılar yayınlandı. Kayda değer kişileri tanıtıcı yayınlar oldu. Bir gün
bana Abdullah beyi tanıtan bir yazı istediğini söyledi, ben "Hayır" dedim. Bir
süre sonra tekrar istedi, yine hayır. Neden hayır; çünkü öncelikle şahıs tanıtıcı
yazılar, kaide olmasa da bu dünyadan göçenler için yapılıyor. Kanaatimce bu
doğru değil, yaşayanlar da timsal olan kişiler de tanıtılmalı, anlatılmalı ki
diğer yaşayanlara örnek olsun, ibret olsun. Peki, o halde neden hayır?
330
Kaleme alacak olan bensem, bir kimseyi tanıtırken onun müspet ve menfi
yönlerini açıkça yazmalıyım, samimi olmalıyım. Düşündüm taşındım; iyi
kötü müşterek günlerimiz olan yarım asırlık arkadaşım Abdullah
Sarımermer’de kayda değer menfi bir vasıf bulamadım. Bu kanaatimi
kendisine söylesem beni beceriksizlikle itham eder dedim. Ama olsun, bir
sefer de bu ithamına mazhar olurum.
Alışkınız. Bende menfi vasıflar oldukça onun da ithamları elbet bitmez.
Ancak bu son ithamında haksızlık olur, çünkü menfi vasıf bulamadığım bu
sefer beceriksizliğimden değil, bulunacak bir şey olmadığındandır. Kaleme
almaktaki itiraz ve gecikmenin sebebi objektif olunduğu halde methiye
zannedilmesi endişesi idi. Sayın okuyucu, muhterem kârî bu satırlar katiyen;
bir methiye değil, samimi bir nakl-i kanaattir, müdellel bir nakl-i
müşahededir.
MÜKEMMEL BİR KİŞİLİK
Abdullah Sarımermer, mükemmel bir kişiliğe sahiptir. Bir insanın
mükemmel olması çok zordur, ama imkânsız değildir. İnsanlarda hedef
mükemmelliktir, ancak hedefe giden yolun şarampolü, kademeleri, çeyrek
yolda, yarı yolda kalanlarla doludur. Yine de hedefe ulaşanlar elbette vardır.
Bu bahtiyar kişilerden biri de Sarımermer kardeşimdir. Merhum Mahir
İz’den mükemmel insanı tarif etmesi istendiğinde “Doğru adam olacak,
işinin ehli olacak, mümin olacak, nezaket ve nezafet sahibi, vakur ve hilm
sahibi olacak" derdi. İşte bu tarife uyan nadir kişilerden biridir. Abdullah
Sarımermer Bey... Yine Mahir İz, üstün bir zatı tanıtırken "O alim adam fazıl
adam", gibi vasıfları sayar sonunda da "Hitabet yerinde, nükte tamam" diye
bitirirdi. Yine de tarife uyarak günümüzde hitabet ve nükte kabiliyeti olan
sayısı az kişilerden biridir. Abdullah Sarımermer bey…
İslam'ı hakkıyla anlayan, anlatan ve yaşayanlardandır. İslam'da hedef hakkın
rızasıdır. Hakkın rızasının da halkın rızasından geçtiğini bilen ve tatbik
edenlerdendir. Daima çevresine yardımcı olmuştur. Okul, cami, yurt gibi
hayratın banisi olma yanında yüzlerce talebeye devamlı burs verdiğinden
bahsedilmesini istemez. O yapılan hayrın gizli kalmasından yanadır ve öyle
de yapıyordur. Her yaptığı ve yaptırdığı işin mükemmel olmasına dikkat
etmiştir. Teferruatta bile hiçbir işi yarıda bırakmaz, her vaadini bihakkın
331
yerine getirmiş, huzurlu, vakur ve mütevazıdır.
Üstad Necip Fazıl’ı birçok defa beraber ziyaret etmişizdir. Üstada “O Erler
ki” şiirindeki:
Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizasındalar.
İçine nefs sızan ibadetlerin,
Birbiri ardınca kazasındalar.
Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allah'ın rızasındalar.
Beyitlerini terennüm ettiren erlerden birisi mutlaka Abdullah Sarımermer'dir.
İslam'ı anlayanlardandır dedim. Bir hırka bir lokma afyonuna kanmayıp
maddi ve manevi zenginliği ile insanlara daima yardımcı olmuştur. Hem de
geçiştirici, zevahiri kurtarıcı, kaypak ve siyasi davranışlarla değil, derdi olanla
hem dert olup hakkıyla yardımcı olmuştur. Bu hususlarda benim şehadetim
yetmezse binlerce şahit bulabiliriz. Bu şehadetleri Sarımermer istemese de.
FEDAKÂRLIK SEMBOLÜ
Kardeşimiz; cemiyetimizde az bulunan ama çok ihtiyacımız olan bir vasfa,
fedakârlığa hakkıyla sahiptir. (Vasıfları sayarken hakkıyla ilavesi fazla ifade
ediliyor zannedilmesin, zira öyle kişiler tanıdık, tanıttık, tanıtıcı yazılar
okuduk ki, ufak bir emaresi olsa; cesur, âlim, hayırsever, fedakâr gibi sıfatlar
rahatlıkla atfediliyor.) Fedakârlık fazla elekten geçirmeden her kula yardımcı
olmaktır. Acılı günleri, sıkıntılı zamanları dâhil ne zaman ve kim bir yardım
dilemişse, dileyenin düşündüğünden fazlasını yaptığına şahit olmuşumdur.
Onu takdirim; kendi nefsimle kıyasladıkça daha da artmıştır. Bazı şahıslar
için hüsn-ü şehadette bulunurlarken insanın içinden; eh, ne de olsa, nispeten,
hadi neyse, sayılır... gibi zorlamalarla evet demek gelir ve "evet"
diyebilirsiniz. Abdullah Sarımermer için hüsn-ü şehadet gerektiğinde
yakinen tanıyanlar olarak gönül rahatlığı ile yürekten "evet" derim, siz de
diyebilirsiniz.
332
Müşterek bir dostumuz bana "Yahu sen insanları çok eleştiren, kolay kolay
takdir etmeyen, makam, varlık, kudret ve siyaset gibi güçlü olanlara daha da
temkinli davranan birisin. Dostluğun sağlam olsa da kolay dost edinmeyen
birisin. Abdullah Sarımermer de nihayet bir kul, biraz fazla takdir etmiyor
musun?" diye sordu. Anında cevabım, "Kardeşim bende dost kapasitesi diye
bir şey yok. Sınırlı değil ki, bu iş vasıfla müşahede ile ilgili. Sen de onun gibi
rakik ve dakik olsan, onun kadar seni de severim. İnsanların sevilmesi
sevenden çok sevdirenin hüneridir, yalan mı?" dediğimde, düşündü ve
samimiyetle "Evet doğrudur" dedi.
Evet, rakik ve dakik olmak her yiğide nasip olmuyor. Bu bir hilkat işi, azim
işi, inanç işi, takat işi. Sevgi, saygı ve idrak işidir. Herkes başaramaz, ama
başaranlar var.
Birkaç misal:
Tam yirmi yıldan beri cumartesi günleri, Hereke'ye gidiyoruz. Sabahları
"Araba ile geliyorum, yola in" demek için telefon eder. Saat 8.59-9.00 arası
telefon başında bulunurum, mutlaka o bir dakika içinde telefon açar. Bu
hareket yirmi yılda hiç şaşmaz mı, diyebilirsiniz, birçok insan için şaşması
gayet tabiidir. Çok insan "Ne var yani 3-5 dakika, 10 dakika sapabilir",
insanlık hali diye kendi yaptığını mazur gösterir. Ama Abdullah Sarımermer
yirmi yılda dakika değil, neredeyse saniye saptırmamış, telefonu açmıştır. Bu
kadar dakiklik kaç kişide bulunur?
İş icabı birçok ülke gezmiştir. Gördüğü ülkelerde, şehirlerde bir kere gördüğü
mağazayı, büfeyi, belde adını, konuştuğu kişilerin adını, konuları tamamına
yakın hatırlar. Seyahatte beraber olduğu kişiler unutsa da o unutmaz. Uzun
yıllar geçtiği halde beraber olduğu kişileri hayrete düşürecek kadar nüansları,
isimleri, adresleri nakleder. Dolayısıyla birçok nükteye sebep olur.
HASSASİYET BU KADAR OLUR
İstanbul-Hereke arasındaki yollarda ne zaman hangi noktada trafik kazası
olduğunu, hangi senede ve tarihte ilk karın yağdığını, hangi ağacın erken
çiçek açıp soğuk çarptığını, hangi tarihte kendisinin veya senin nereye
seyahat ettiğini harfiyen hatırlar; yeri geldikçe, soruldukça tereddütsüz cevap
verir. Yol arkadaşlarının hayreti, takdiri ve “maşallah ne güçlü hafızanız var,
333
hakikaten öyle olmuştu” hitabıyla karşılanır. Arabası da her şeyi gibi
kalitelidir, içini bırakın bagajında bile bir damla toz, leke bulunmaz, lastik
havaları milimine kadar nizamidir.
Bir gün İstanbul'a dönüyoruz. "Doktor, bir şey fark ettin mi?" dedi. "Hayır"
dedim. Hafif bir ses var ne olabilir diye direksiyon elinde dikkat kesildi,
arabayı sağa çekti ve durdu. "Yanılmıyorsam sağ arka lastiğin bijon
vidalarından birisi gevşemiş" dedi, indik ve açıp baktık, aynen doğru. Vidayı
sıkıştırdı, kapattı ve bindik. Giderken nihayet sordum "Nasıl fark ettin,
hayret" dedim. "Kulağıma ses geldi. Dikkat edince hissettim, çözdüm, lakayd
kalamazdım ya" dedi. "Kardeşim Allah seni nazardan korusun, maşallah"
diyebildim.
Her gittiği yere hediyesiz ve sevgisiz gitmez, gördüğü her çocuğu sever.
Çocukları sevindirir, her çocukla şakalaşır, oynar ve oyuncaklar verir.
Dolapları hediye oyuncakla doludur. Samimi olarak, üzülenle üzülür
sevinenle sevinir.
Yıllarca birlikte yolculuk yaptık, arabasındaki titizliğinin ve temizliğinin
yanında her türlü trafik kuralına uyduğu gibi, sürücü ahlakına da sahiptir.
Binlerce defa turnikeden geçmişizdir. Hiçbir zaman gişe memurunu
üzmemiş, daima hazır bulundurduğu bozuk parayı hem de tertemiz yeni
paralarla hazır bulundurup, parasını güler yüzle şaka yaparak ödemiştir.
Düzgün ve dürüst iş yapınca karşıdaki de memnun olur, sen de.
Yine bir yakın kardeşim onu göstererek bana, "Sen de Abdullah'a,
başkalarından çok farklı davranıyorsun. Bütün insanlar eşit değil mi? O da
insan, o da" dedi. Yine cevabım, "Ağabey insanlar hukuken eşit ve fırsat
eşitliği var, ancak hiç insanlar birbirleriyle eşit olur mu be? Şu yanındakine
bak, efalini düşün, öbürünü ve yaptıklarını düşün, bunu düşün. Huyları,
işleri, sözleri hiç aynı olur mu" şeklinde oldu. Bu kardeşim bir müddet sonra
"Hakikatten çok farklılar, eşitlik başka insanlık başka" demiştir.
HER NEVİ AKIL HOCASI
Geniş çevresi olduğu için, birçok dostu veya gönderilmiş birisi kendisine
“Bir müşkülüm var" diye akıl danışır. Ticari, ilmi, edebi, dini, adli ve siyasi
konularda her birisine gerekli bilgiyi verir, kılavuzluk yapar, ekseriya
müşkülü halledilir. Akıllı ve pratik yol gösterdiği için ülke çapında her nevi
akıl hocasıdır.
334
Şahit olduğum çok misal var. Bu birkaç misali mecburen "rakik ve dakik"
diye tavsif ettiğine delil olarak verdim. Herhalde yeter. Uzatmaktan,
konulara, misallere geçmekten içtinap etmeliyim. Çünkü uzamasını, izahatı
ben de istemem o da.
Ey Sarımermer kardeşim! Senin de katılacağını bildiğim dileğim şudur ki:
insanlık senin gibi mümin gayyur, faydalı kişilere muhtaçtır. Cenab-ı Hak
sayınızı artırsın. Cemiyet çok sayıda hayırsever insan yetiştirsin ve hak
ederek biiznillah saadete kavuştursun.
Bu dünyada dost olduk. Dilerim baki âlemde de dostluğuna layık olurum.
Ben Abdullah Sarımermer'den razıyım, sen de razı ol ya Rab. Şahidim ya
Rab, tavizsiz Müslüman olduğuna, hayırsever olduğuna, Abdullah-ül emin
olduğuna.
Lütfunla, kereminle böyle insanların artmasını muradeyle. Âmin...
335
ABDULLAH SARIMERMER
BÜYÜK DOĞU HALKASI……………….../Rıfat BESCELİ
Yalnız Kayseri’de değil Kayseri’den uzakta da çoğuyla kader
birliği yaptığım arkadaşlarım hakkında, keşke, Allahın rahmetine
kavuşmalarından önce bir şeyler söylemek zorunda kalsaydım.
Oysa onların arkasından şimdi bir şeyler söylemek o kadar zor ki..
Hepsi bir anda gözlerimin önüne geliyor. Birinin hatırası
diğerininkini bastırıyor. Kimiyle gülüşüyor, kimiyle tartışıyor,
kimiyle gelecek planları yapıyor, kimiyle bir sevinci paylaşıyor,
kimiyle ağlaşıyorum.
Beni çok mutlu eden bir hususu yazmadan edemeyeceğim. Vefat
eden arkadaşlarımdan uzun süre beraber olduklarım da var, hayatın
beni ara sıra görüşmeye mahkûm ettikleri de. Bir muhasebe yapınca
görüyorum ki içlerinde vefatını duyunca "yine bir yıldız kaydı bu
âlemden" demediğim kimse yok. Onların her biri bizim camiamızda
336
birer parlak yıldızdı. Her birinin varlığı bizim bir camia olarak
varlığımızın göstergesiydi. Her birimiz, birimiz yoksa hiçbirimiz yok
diye düşünürdük.
Elbette hepimizin buluştuğu pek çok değerimiz var. Bunların başta
geleni Büyük Doğu ve Necip Fazıl. Benim Üstadla ilişkim sürekli
İstanbul’da olmam münasebetiyle diğer arkadaşlarımdan daha
fazlaydı. Kayseri’de bulunan ve bir vesileyle İstanbul’a gelen
arkadaşlarımı Üstadla buluşturmak benim için adı konulmamış bir
vazifeydi. Bütün bu buluşmalarda Üstadın bana "Rifat, sevgilim..."
diye seslenişi benim için uzun bir süre sevinç vesilesi olur, kaygı ve
sorunlardan kendimi arınmış hissederdim.
Allahın rahmetine kavuşmuş dostlarımı adlarıyla teker teker
zikretmek gibi bir kaygı içinde değilim. Bunu layıkıyla
yapamamaktan endişe ederim. Ama bunlardan birini anmazsam
olmaz. Onu anmak, hepsini anmak gibi bir şey aslında.
Abdullah Sarımermer'le, nasıl söylesem, arkadaşlığımız mı,
kardeşliğimiz mi, dostluğumuz mu desem, neredeyse 50 yıl sürdü.
Mehmet Tekelioğlu, Sarımermer'le benim yakınlığımı 'can kardeşliği
gibi' diye zikrederdi. Onunla biz sadece bazı idealleri paylaşmakla
kalmadık, atacağımız adımları bile birlikte kararlaştırdık. İkimizin de
İstanbul’da olması, aynı mahalleyi paylaşıyor olmamız, oturmalara
birlikte gidip gelişimiz, pazara bile birlikte çıkmamız, dost ve
arkadaş çevremizin neredeyse aynı olması, bizi birbirimize daha
büyük bir bağ ile kenetledi.
Günümüzde bol keseden atanlar çoktur. Bunlar çok şey vaat ederler.
Yaptıkları hayrı abartarak anlatırlar ve göstermeyi pek severler.
Sahip oldukları iyi vasıfları büyüterek devamlı dile getirirler. Kötü
vasıflarından bahsedilmesinden hiç hoşlanmazlar, bunları hemen
337
öfkeler saçarak ört bas etme derdine düşerler. Böylesi tipler için
kolaycılık bir amaç haline gelmiştir. Sözleri özlerine uymaz.
Abdullah Sarımermer ise özü sözü bir olanlardandı. Dili tatlı, imanı,
ameli ve ihsanı tamdı. Günümüz cemiyetinin muhtaç olduğu, ismiyle
müsemma Abdullah-el Emîn idi. Herkese maddi ve manevi yardımı
seven, doğru, dürüst, işinin ehli, halkı ve Hakkı, hakkıyla seven dost
bir insandı. Onun bakî âleme geçmesi ile çok şey kaybettik, onu
arıyoruz. ‘Bakî âlemde sevenler birleşecektir’ hükmü bize teselli
veriyor. Cenab-ı Hak bolca rahmet eylesin.
Onu en verimli çağında kaybettik, ama bir sebeple müsterihim.
Günahlarını bilmem, fakat inanıyorum ki sevabı daha çoktur.
Bugün bize düşen Üstad dahil Büyük Doğu Halkasını Fatihalarla
anmaktan başka ne olabilir ki!..
338
MUSTAFA ŞENCANLAR
Mustafa Şencanlar Vesilesiyle……./İbrahim ULUEREN
Mustafa ile arkadaşlığımız lise sıralarında başladı ve kısa sürede bu
dostluk bir dava kardeşliğine dönüştü.Lisede babası vefat ettiği için
bize de danışarak akşam lisesine geçti,gündüzleri ise akrabası olan
iplikçi İbrahim ağabeyinin dükkanında nafakasını çıkarmaya
başladı.Çalıştığı ufak dükkan buluşma yerlerimizden biriydi ve her
buluşmamız dava konuştuğumuz,inancımızı paylaştığımız ticari
gelecekten bahsettiğimiz sohbetlerden ibaretti.Bu ilk hayat
deneyiminden sonra Mustafa benim teklifimle babamın mütevazi
toptan peynir ve gıda maddesi satan dükkanında üç yıl kadar
339
çalıştıktan sonra kendi iş yerini açtı ve
mücadeleli,çileli,sıkıntılı,hareketli bir ticari hayat yaşadı.
Ticari hayatında hırslı idi,çalışkandı,babamdan kazandığı İstanbul
türkçesini gayet güzel kullanır,herkesi ikna edebilirdi.Ticarette
bulmak istediği şey paradan çok başarı idi,bir kere başarılı olmak
istiyordu,daha sonra bu hal kendisini hayatta tek kuruş borcu
kalmadan ölme emeline bıraktı.Fakat ne yazık ki kaderi yokuşlarda
susamaktı.Arkadaşımın bu yönü ile beraber her şeyini anlatmak için
bir kitap yazılabilir ancak bu yazı sınırlı olmak zorunda olduğundan
ticari hayatını burada noktalayalım.
Kardeşimizin gerçekten çok az insanda bulunan mümeyyiz vasıfları
vardı.Belki ilk özelliği samimiyet,canhıraş bir samimiyet;evvela
Allaha ve Resulüne karşı sonra sırasıyla ve derece derece Allah ve
Resulünün dostlarına, dava arkadaşlarına ve hayata karşı canhıraş bir
samimiyet içindeydi,o rol yapmayı beceremezdi,olduğu gibi olan
mahzun bir insandı.Yolculuk yapardık,her namazda camiden çıkmak
istemezdi .Allah bilir günde kaç kere kenz-ül arş duası okurdu.Bana
telefon açar bugün babanın yasinini gönderdim derdi.Kelimenin tam
manası ile namaz hastası,secde delisi idi.Öyle düşünürdüm;Allah
bilir gece ne çok namaz kılardı.(yengeye sormak lazım ).Tek tek
kaza namazlarını hesab eder,bol bol kaza kılardı.
Mustafanın bir diğer özelliği yalan söylemezdi;ama ben hiç yalan
söylemem deyipte söze yalanla başlayanlara karşı gerçekten belki hiç
yalan söylemezdi.Doğru veya yanlış iş yapar,fakat asla yalana
tevessül etmezdi.Bugün ki ticari hayatta yalan söylemeden
yapabilmenin ne demek olduğunu düşünün.
Şencanların haiz olduğu asli vasıflardan dostluğu ise imrenilecek
çapta gerçek bir dostluktu.
Dostlukları devamlı ve mesafesizdi.Benim için örneği kalmayan
candan,yürekten,hakiki bir dost, arkadaş ve kardeşti. Bugünün
Amerikalıların işine girince kendini büyük sanan ve en küçük bir
vefa duygusu taşımayan,dünyası ve dünya görüşü değişen,yaşadığı
340
gibi inanmaya başlayan,davasını ve dostlarını unutan ahmak tiplerine
karşı ne kadar hakiki bir dosttu.İnsan gerçekten eksikliğini hissediyor
ve mahzun oluyor.
Rabbim kabrinin nurla doldursun inşallah.
Başka ne söyleyebiliriz; Hanesi, olmayan imkanları dostlarına
sonuna kadar açıktı.Vefakar,fedakar ve cefakardı.Allah her bayramda
ziyaret ettiğim kabrini yağmur gibi rahmetle doldursun ve cennette
Resulullaha komşu olmayı nasip etsin inşallah.
09.01.2013
Kayseri Hacı Kasım mahallesinde 10 ocak 1952 yılında doğup 5
Mayıs 2004 yılında vefat etmiştir.
Bir kız bir erkek olmak üzere iki çocuğu vardır.
Kayseri Akşam Lisesi’ni bitirmiştir.
SABAHATTİN ŞENER
341
(1944 Boğazlıyan-2013Kayseri)
SABAHATTİN ŞENER……………../Mustafa ÖZER
Bizim İstanbul’a gittiğimiz yıllarda Sabahattin Şener son sınıftaydı.
Merhum Rıfat Besceli bir grup arkadaşla bizi tanıştırıyordu. “Şey” bütün
kelimelerin üleştirme kaynağı idi. Yavaş seyreden “baba Rıfat’”ın
dudaklarında Mustafa Miyasoğlu hiç tanımıyormuş gibi masada oturuyor.
Ona göre “edebî” olmayan malayani (!) sohbetin bitmesini bekliyordu.
“Rıfat senin işin yok muydu” diye seslendi Miyasoğlu. Zira kendince
malayanî (!) sohbetin kaynağı Rıfat baba idi. Onu uzaklaştıracaktı ki uzun
tiratlarıyla sohbeti devralabilsin, sonunda Rıfat ağabeyimiz kalktı gitti.
Hasıraltı denilen Edebiyat Fakültesinin karşısında yer alan çay
bahçesindeyiz. Latif Yücekaya da kalkarken Alemdar Yalçın geldi.
Mustafa Dinçel’le Kayseri tabiriyle “coğlaşmıştık”. Sabahattin’e
Abdülkadir Karahan hocayı sordu. Onların okullarıyla ilgili olduğu için
aralarındaki konuşma çok absürt gelmişti bana. Yalnız kulağımda kalan
Sabahattin’in kahkahasıydı. Gülmekten dudakları kavuşmuyordu. Çok şen
342
bir arkadaştı. Sabahattin’le edebiyat sohbetlerini (hocalarının bilgilerini de
birbirlerine aktararak) sürdürüyorlardı.
Şener hoca neşesiyle, şen bir ses tonuyla yüzündeki hastalıkların
izlerini görünmez hale getiriyor gibiydi. Latif ağabey Sabahattin’e bir dizi
siparişler vererek kalkmıştı. Dinçel’de adapte olamadığı bu yazar
edebiyatçı sohbetinden sıkılmıştı ki, “Marmara’ya gidelim” dedi.
Miyasoğlu ve Şener’den izin isteyip kalktık.( 1 )
Miyasoğlu’nun bize çömez muamelesi Alemdar’ı kızdırmıştı.
“Dünyayı böyle sanıyorlar, kozalarına girmişler” diye bir şeyler
mırıldanıyordu.
1971 yılına dek iki yıl içerisinde Merhum Şener’le çok bir araya
geliyor muhabbet ediyorduk. Şener Hoca soyadında taşıdığı fiili hayatına
taşımayı biliyor ve böyle olmaktan da mutluydu. Onlar İstanbul’un “çok
ölümlü” günlerinin ortasında kalmadan Anadolu’ya dönmüş öğrencileriyle
kucaklaşmışlardı. Yaşına güvenerek öğüt verenlere “hazır cevap”tı. Belki
biz hayatın başında olduğumuz için o yönleri daha çok hafızamızda
kalmıştı.
Bir yanım Boğazlıyan’lı olduğu için kendimi daha yakın hissediyor
olabilirim.
Kayseri Yozgat’ın güney ilçeleri için bir merkez görevi yapıyordu.
Yozgat hem gelişememiş, hem de ulaşım zorluğu vardı. Boğazlıyan adeta
Kayseri ilçesi gibiydi. Boğazlıyan’da 1960’lı yıllara kadar lise dahi yoktu.
Koskoca ovasında kavaktan başka ağaç bulunamazdı sanki; bırakınız bir
tepe bulmağı “kavga edecek olsanız taş bulamazsınız” sözünün gerçeğe
dönüştüğü yer burası. Sabahları toprak birkaç santim yükselir. Sıcak ve
yumuşacıktır, çorak topraktır. Özel şivesi vardır. “Ellam”, “taman” gibi
pelesenk kelimeleri de boldur. Kelime sonlarının sesli harfle bitmesini
taklit ederek Şener hocaya takılırdık. O hep aynı kahkahayı patlatır, karşılık
olarak özel şivesiyle cevaplardı.
1 Marmara bir büyükçe kıraathanedir. Üstad Necip Fazıl’ın “Esafil-i Şarkiye”
dediği (İstanbul Beyazıt’ta) kıraathane, bilardo, dama, satranç masaları ile çuhalı
geniş sohbet ve oyun masaları olan bir kıraathaneydi. Üniversite Öğrenci ve
hocalarının, arifan ve yazar takımının buluşup sohbet ettiği bu alan; bizim de 1972
yılına dek sohbet için uğradığımız bir yerdi. Sonraları bilinen öğrenci olayları
yüzünden sık sık baskınlara uğruyor, kurşunlara hedef oluyordu.
343
Sümer lisesindeyken bir küçük ziyaretten arta kalan gülen yüzüydü.( 2 )
Mersiyenin ilk baskısına “nisyan ile malül olan” amma yazımız bu basıma
girmiş oldu.
Büyükdoğu’nun bu mümtaz öğretmenine Rabbim rahmet eylesin, dostları
unutmasın dileriz.
Sebahattin Şener (sol başta) arkadaşlarıyla.
Sebahattin Şener
Üstad Necip Fazıl’la.
ZİYA OLGUNHARPUTLU
2 Kendi kuşağı ile murtabıt olan Sabahattin o kuşağın kapalı ekonomiden gelen
ilişki kopukluklarını kendisine hatırlatmıştım. O gülerek “biz başka köşesinde
yüzmeden dursak bile aynı akvaryumdayız senin tabirinle” demişti. Ailelerimizin
köklerimiz çocuklarımızın da geleceğin önemini taşıdığını uzun uzun
konuşabileceğimizi dillendirdik. Genel kültür ve hayat kalitesini yükseltmedikçe
“her birimiz suyu her an kuruyacak kuyulara dönüşeceğiz” dediğimde görevi alan
komutan gibi tekrar ederek, hazmetmeğe çalışmıştı.
344
AŞK ZİYA’YA DÜŞTÜ…./ Prof.Dr.Şükrü KARATEPE
Kayseri’de 1970’lere kadar, henüz araç trafiği yoğun olmadığı için,
sokaklar güvenliydi. Mahalle hayatında, herkes birbirini tanır,
dışarıdan gelen yabancılar fark edilirdi. Çocukluk ve ilk gençlik
yıllarımın geçtiği Erkilet’te, güvenli sokakların sağladığı hürriyeti
doyasıya yaşadım. Varsa okul ödevlerimizi ve çocuklar için uygun
bulunan küçük ev işlerini tamamladıktan sonra, sokağa atardık
kendimizi. Kışları kasabada, yazları bağların arasında, birlikte koşup
oynadığım, sokak arkadaşlarımla karşılaştığımızda, komşuların
eriğini ve kirazını yolarken başımıza gelenleri hatırlar ve güleriz.
Nasi Amca’nın oğlu Ziya, bağ arasından sokak arkadaşımdır.
Esas ismi Nasuh olan babasına, herkes Nasi diye hitap ederdi. Ziya
ile arkadaşlığımız, ceviz ağaçlarının altında, taşla, toprakla, çamurla
oynayarak başladı. Kayalı Bağlar mevkiindeki bağımızın “yukarı
bağ” adını verdiğimiz bölümü Ziya’ların bağına bitişiktir. Bağların
345
sulandığı Tımarhane Gölü, aynı zamanda gençlerin en fazla itibar
ettiği yüzme havuzudur. Erkilet’in bütün çocuklar gibi, Ziya ve ben
de yüzmeyi Tımarhane’de öğrendik. Tam olarak dolduğu ikindi
saatlerinde, gölün başı şenlik alanına dönüşürdü. Ziya her zaman, bu
şenliği renklendiren baş aktörlerden biriydi.
1964’te babamı kaybedince, yazları çalıştığım için gölde
yüzmeye fazla vakit ayıramadım. Ama Ziya akşamları uğrar ve
gündüz gölün başında olup bitenlerin raporunu verirdi. Ziya ile
çocuklukta başlayan arkadaşlığımız, lise yıllarımızda derin anlamlar
kazanarak gelişti. Bizim nesil, reşit olmaya henüz ilk adımını
attığında, yaşından daha hızlı büyüyerek, ülkesi ve milleti için
sorumluluk taşıyan olgun insanlar haline geldi. Henüz dünyada neler
olup bittiğinin farkında olmayan saf aklımızı ve körpe bedenimizi,
tarihin yükünü omuzlarken bulduk.
Lise yıllarımızda, arkadaşlarımızla bir araya gelmemizi
sağlayan, oyun, eğlence, gezme ya da yüzme değildi. Büyük Doğu
Fikir Kulübü kapandığı için, Kayseri’de Büyük Doğu idealine gönül
verenler Türkocağı’nda toplanıyordu. Okuldan artan vakitlerimizde,
Eski Müftülük Binası’nın zemin katındaki Türkocağı’na veya
Belediye İş Hanı’ndaki Türk Kültür Derneği’ne gidiyorduk.
Türkocağı’nda, bizim nesilden müşterek arkadaşlarımız, Abdullah
Gül, Ahmet Taşçı, Bekir Yıldız, Mehmet Tekelioğlu, Mustafa
Dinçel, Ziya Olgunharputlu ile birlikte, kültür faaliyetlerine, dernek
toplantılarına, konferans ve mitinglere katılıyorduk.
346
Yazın bağa göçtüğümüzde, Ankara’dan gelmişse, akşamları
genellikle Mehmet Soyak’ta toplanırdık. Bazen Abdullah Gül,
Ahmet Taşçı, Mehmet Tekelioğlu, Mustafa Akgül, Lütfi Baykan ve
Ömer Türktekin’in de katıldığı toplantılarda, bolca çay-kahve-sigara
içilir, edebiyat, tarih ve siyaset sohbetleri yapılırdı. Toplantıların tek
eğlencesi, Ziya’nın yaptığı komik esprilerden ibaretti. Ziya, insanlara
takılmaktan hoşlanan, şakacı bir mizaca sahipti. Toplantıya
katılanların zaafları üzerine ince espriler icat ederek hepimizi
güldürmeyi başarırdı. Şakalarını bazen çok ileri götürerek, Mehmet
Soyak’ı deyim yerindeyse çileden çıkarırdı.
Ziya, sinema ve tiyatroyla yakından ilgilenir; Sadri Alışık,
Yıldırım Önal ve Nejat Uygur’un taklitlerini yaparak, film ve
tiyatrolarından ezberlediği sahneleri kendi başına oynardı. Üstad’ın
sinema ve tiyatroyu, dönemin en etkili iletişim ve kültür aracı olarak
görmesi nedeniyle, sinema ve tiyatroyla az-çok hepimiz ilgilendik.
Abdullah Gül, Milli Türk Talebe Birliği’nde Tiyatro Müdürü olarak
görev yaptı. Mustafa Miyasoğlu, Bekir Yıldız, Galip Boztoprak, bir
grup arkadaşımızla, Yedinci Sanat adıyla sinema dergisi çıkardılar.
Ziya işi daha da ileri götürerek, Kayseri Devlet Tiyatrosu’nda
sahnelenen “Palas 99” ve “Sinek Kaydı Berberi” adlı iki tiyatro
oyununda baş aktör olarak rol aldı. Her ikisi de komedi tarzı olan
oyunlarda, geleneksel Kayseri esnafının gündelik hayatından kesitler
sahnelenir. Bekir Yıldız’ın önemli rollerden birini oynadığı Palas
99’da, İstanbul’a mal almaya giden esnafın, kaldığı otelde
347
yaşadıkları, yiyip içtikleri ve pazarlık usulleri ince bir dille hicvedilir.
Sinek Kaydı Berberi’nde ise, geleneksel mahalle berberinin, kırık ve
çıkıkları tedavi etmesi, diş çekmesi, sivilce ve çıban tedavisi komik
yönleriyle anlatılır.
1968’de annesini kaybettiğinde Ziya 20, kardeşi Kadir 17,
küçük kardeşi Şükrü 15 yaşındaydı. Üç erkek çocukla kalan Nasi
Amca, aynı sene içinde, genç bir hanımla yeniden evlendi. Ziya,
hayatında şok etkisi yapan bu gelişmenin olumsuz etkisini ölene
kadar üzerinden atamadı. Eve barka fazla uğramaz oldu. Yazları aile
bağa göçünce, tek başına şehir evinde kalıyordu. Kışları ise, geç
vakte kadar Belediye İş Hanı’ndaki Yeşilay Derneği’nde vakit
geçirdikten sonra, çoğu zaman Bekir Yıldız’ın mahallede kiraladığı
bekâr odasında, bazen bizde, bazen de dayılarında yatıyordu.
Annesini kaybedince, Ziya’nın hayatında yeni bir dönem
başladı. Giderek neşesini kaybetti; arkadaşlarına takılmaz, şaka
yapmaz oldu. En çok beraber olduğu arkadaşı Bekir bu duruma
kızıyor, kendisini toplaması için baskı yapıyordu. Bekir’in
baskılarından yılarak bize geldiğinde, annemin dizlerinin dibine
oturuyor, “ana” diye hitap ederek, sürekli onunla konuşuyordu. Artık
Ziya benden çok annemle arkadaşlık yapıyor, arayı açıp uzun süre
uğramadığında, annem merak edip “Ziya neden gelmiyor” diye
soruyordu. Annemle ufak-tefek konuları tartıştığımız ya da fikir
ayrılığına düştüğümüzde kızıyor, “ananın kıymetini bil samsın” diye
348
bağırarak üzerime yürüyordu. Ziya birini tenkit edeceği zaman,
“samsın” diye hitap ederek söze başlardı.
Ruh dünyasının karmaşık hale geldiği bu dönemde, bir de
gönlüne aşk ateşi düştü. Gerçi, aşk yüzünden çektiklerini ya da
çevresine çektirdiklerini Bekir benden iyi bilir. Ama görev bana
verildiğine göre, konuya ucundan kenarından dokunma zaruretim
var. Doğrudan dile getirilmediği için, muhatabı tarafından hiçbir
zaman bilinmeyen, olabildiğince temiz bir sevginin derin sıtma
nöbetlerini yaşadı. Nerede ne zaman tutacağı belli olmayan nöbet
ateşi bastığında, vücut ısısının normalleşmesi için mutlaka yukarı
Erkilet’e çıkması gerekiyordu. Uzaktan evlerine bakarken, “perdenin
arkasında olduğunu hayal etmek cihana değer” demişti.
Aşık olduğu dönemde, musiki repertuarımız oldukça
genişledi. Vakit bulduğumuzda, biraz yiyecek ve su alarak “ver elini”
deyip, Dulun Tepe’ye tırmanıyorduk. KASKİ’nin üzerine su deposu
yaptığı Hacı Şirin’deki Dulun Tepe dile gelse, en güzel şarkıları
tereddütsüz bizden dinlediğini söyler. Halen ezberimde olan
şarkıların çoğu o günlerden Ziya’nın hediyesidir.
Hacı Faik Bey’den; “Nihansın didede ey mesti nazım”
Münir Nurettin’den; “Leyla bir özge candır, kara gözlü ceylandır”
Tanburi Ali Efendi’den; “Senden bilirim yok bana bir faide ey gül”
Sadettin Kaynak’tan; “Kara bulutları kaldır aradan”
349
Şevki Bey’den; “Dil yaresini andıracak yare bulunmaz”
Süleyman Erguner’den; “Ömrün şu geçen neşvesi tam olsun erenler”
İsmail Dede Efendi’den; “Ey buti nev eda olmuşum müptela”
Kaliteli müziğe ulaşma konusunda, çok şanslı bir çevrede
bulunuyorduk. Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli müzikologlardan
Fikret Karakaya ve İlhan Özkeçeci, Türkocağı’nda haftanın belli
günlerde hem ders, hem de konser veriyordu. Her iki sanatçının da
musikimize sonradan yapacakları değerli katkılar, henüz lise
öğrencisi oldukları o günlerde sergiledikleri başarıdan belliydi. Ziya
ile Türkocağı’nda öğrendiğimiz yeni şarkıları, Dulun Tepe’de
defalarca meşk ederek repertuarımızı genişletiyorduk.
Arkadaşlarımız arasında, para-pul hesabı yapıldığını
hatırlamıyorum. Kimde varsa o harcar, hangimiz erken davranırsa
hesabı öderdi. Benim üzerimde bir de evin yükü olduğu için daha
dikkatli harcamak zorundaydım. Liseyi bitirdikten sonra,
üniversiteye gitmem konusunda annemle anlaşmazlığa düştük. O
yıllarda, lise mezunları ilkokul öğretmeni olabiliyordu. Annem
kendince haklı nedenlerle, öğretmen olmamı istiyor ve üniversiteye
gitmeme karşı çıkıyordu. Hem annemi razı etmek, hem de
üniversiteye gittiğimde rahat olmalarını sağlamak için, ne kadar
param varsa evin ihtiyaçlarına harcadım.
350
Üniversiteye giriş sınavı sonuçları açıklanmış ve ön kayıtlar
başlamıştı. Param olmadığı için kayıt yaptırmaya gidemiyordum.
Ziya sıkıntım olduğunu fark ederek, ısrarla sebebini sordu, fakat
söylemedim. Bir akşam bize geldi, normalden fazla neşeliydi. Yine
annemin yanına oturdu, elini dizine vurarak arada bir de bana laf
dokundurarak durmadan konuştu. Faka benim kafam başka yerdeydi
ve ne konuştuğunu dinlemiyordum. Israrımıza rağmen gece
kalmayıp, geç vakit ayrıldı. Sabahleyin masanın üzerinde bir zarf
olduğunu fark ettim. Zarfı açtım, içinde 350 lira vardı. Hepsi beş ve
on liralık banknot; belli ki, uzun süre harçlığından kısarak
biriktirmişti. Ziya’nın masanın üzerine bıraktığı o parayla ertesi gün
Ankara’ya giderek, Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım.
Liseyi bitirdikten sonra okumaya ara veren Ziya, benim
mezun olduğum sene İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne
kaydını yaptırdı. Ziya İstanbul’a gittiğinde, Abdullah Gül ve Mehmet
Tekelioğlu’nun Bakırköy’deki evlerine yerleşti. Bazen Üstad’ın bile
kaldığı Bakırköy’deki evin, misafiri eksik olmazdı. MTTB Kayseri
Teşkilat Başkanlığı görevini yürüttüğüm 1975-76 yıllarında,
İstanbul’a gittiğimde ben de misafirleri oldum. Abdullah Bey ve
Mehmet Tekelioğlu İstanbul’dan ayrılınca, Ziya evde Mustafa
Tekelioğlu ile birlikte kaldı. Bizim kuşak üniversiteyi bitirerek
İstanbul’dan ayrılınca Ziya, Mustafa Cabat, Hakkı Ahmetbeyoğlu,
Seydali Kahraman gibi bir kuşak sonraki arkadaşlarımızla beraber
olmaya başladı.
351
1977 Nisanında İngiltere’ye gitmeden önce İstanbul’da üç
gün beraber olduk. Birlikte Üstad’ı ziyaret ettik, arkadaşlarımızla
görüştük, gezip dolaştık, sinemaya bile gittik. Bakırköy’deki evde
aynı yatağı paylaşarak yattık. Hava biraz soğuk olduğu için, yorgana
sarınıp otururken, elimizde sigarayla fotoğraf çektirdik. Sağlığı
yerindeydi ve İstanbul’da yaşamaktan memnundu. Sadece, daha önce
şahit olmadığım, tok bir sesle öksürüyordu. Sarılıp vedalaşarak
ayrıldık ve dünya gözüyle bir daha görüşmek kısmet olmadı.
İngiltere’de bulunduğum dönemde, Türkiye’deki angarya
işlerimin yükünü, inceliklere dikkat eden, görgülü ve saygılı tavrıyla
Mustafa Tekelioğlu taşıdı. Mustafa Bey’le, zorunlu olarak, diğer
arkadaşlardan daha sık yazışıyorduk. Ziya’nın hastalığını da o haber
verdi. Ölüm haberini ise, Turan Koç’un gönderdiği Büyük Doğu’dan
okudum. Başta Münip Dayısı ve Kazım Dayısı’nın oğlu Hakkı olmak
üzere tüm sevenleri ve dostları, acısını hafifletmek için insan olarak
ellerinden geleni fazlasıyla yapmışlar. Hastalığının ilerleyen
safhasında, doktorlarının tavsiyesi üzerine Kayseri’ye getirilmiş.
Kardeşleri Kadir ve Şükrü, dayı çocukları, Hakkı, Ali ve Âlim,
hizmette yarışırken kader hükmünü icra etmiş.
Ziya, yaşından hızlı büyüyerek, tarihin yükünü omuzlayan bir
dolmuşluk Anadolu gencinin en kalender meşrep olanıydı. Mal,
mülk, mevki, makam, şan, şöhret gibi, Dünya için değeri olan hiçbir
şeye itibar etmedi. En yakın arkadaşları, Abdullah Gül
Cumhurbaşkanı, Mehmet Tekelioğlu milletvekili, Bekir Yıldız
352
belediye başkanı, Ahmet Taşçı müteahhit, Mustafa Dinçel bankacı,
Mustafa Özküçük diş hekimi, Şükrü Karatepe profesör oldu. Aşk ise
Ziyaya kaldı. Hepimizden daha hızlı büyüyüp olgunlaşarak, görevini
tamamladıktan sonra sevgiliye göçe etti. Yüce Rabbim makamını
nurlandırsın. Zorunlu göç günü geldiğinde, gönül huzuruyla yola
çıkabilmek cümlemize nasip olsun.
Bakırköydeki evde Ziya ve Şükrü mindere sarılarak ısınmaya çalışıyor.
353
Ziya Olgunharputlu’nun vefatı BüyükDoğu’da haber olmuştu.
354
ZİYA OLGUNHARPUTLU
Tekesağan ……………………./Mustafa ÖZER
Kayseri’nin Ankara ve Adana girişi sayılan Boğazköprüsü mevki
ile Sivas, Kahramanmaraş ve Malatya girişi sayılan Kumalı
arasındaki uzun yol Kayseri’yi ikiye ayırıyordu.Bugün Erciyes
tarafına Melikgazi Erkilet tarafına da Kocasinan ilçesi adı
verildi.Boğaz köprüsü yönündeki caddeye İstanbul Caddesi ,Kumalı
yönündeki caddeye de Sivas caddesi deniyor idi. Bu iki cadde
prestijli caddelerdi.Hele Sivas caddesi 1960 devriminden sonra çok
kıymetlenmiş idi.O yıllarda apartmanlarda oturmak ayrıcalıktı. Zira
geleneksel yapılarda oturanların çoğu hayvan besliyordu.Hanımlar
işin yükünü çektikleri içinde apartmana taşınmayı istiyorlardı.Hem
apartmanlarda ısınma kaloriferle sağlandığı için hanımlara çok cazip
geliyordu.Gelenekselde olsa sabit geliri olanlar apartmana
geçiyordu.
Ziya Olgunharputlu Sivas caddesinin başlangıç bloklarında
oturuyorlardı.Babası sanayici idi.O zamanlarda yeni sanayi olan
355
mahalde balata imalatı yapıyorlardı.Ziya’nın tabiriyle (balata
çakıyoruz)derdi.bizden yaşça biraz büyüktü.Sık ve kıvırcık saçları
simsiyahtı.Çenesinin ortasındaki derin gamze küçük sayılan yüzünü
sevimlileştiriyordu.Elleri ince parmaklarıyla boyuna uyumda zıtlık
yapmıyordu.Hele o kara gözleri ve çevresindeki doğal esmerlik
sürme çekilmiş hissini uyandırıyordu.Ziya anadan doğma artist
idi.Futbola düşkünlüğünü bacaklarının eğimi inkar etmiyordu.
Ziyanın evi Türkocağına yakındı .Türkocağından çıktık (adını şuanda
hatırlamıyorum,ama Ali Taşçının sınıf arkadaşıydı ve Niğde
Çamardı’ndan idi )o,Ziya ve ben ve niçin geldiğimizi dahi bilmeden
Ziyaların eve geldik.Arkadaşla ben kapının önünde çene çaldık.Ziya
da evinde işini yapıp döndü.Saathane dediğimiz şehrin meydanına
yürüdük.Arkadaşla yolboyu oynadıkları bir komediden söz ettiler,
komik alıntı taklitlerle zenginleştirerek meydana gelmiştik.Arkadaş
(mütealaya yetişmek için)izin istedi.Ziyayla başbaşa kaldık.Ne
yapalım dedim.Gel arkamdan dedi. Ortam kararmış sokak lambaları
yanmıştı.Hava serin arada bir soğuk rüzgar deniz dalgası gibi
kendini hissettiriyordu.Asfaltın yüzeyi parlayacak kadar ıslanmıştı.
Araba farları bu ıslak zeminden yansıyarak hem ıslaklığı hem de
farın aydınlığını artırıyor gibiydi.Zümrüt pastanesinin yanından
geçerek Şıhaslan Fırınına yöneldi.Akşamın sıcak ekmeklerinden üç
adet alıp ,kale kapısına yöneldik.Yirmiyedi Mayıs Caddesinin Hunat
tarafındaki marketten yarım kilo kadar da kaşar alıp Türkocağına
geldik.Dinçel,Hasan Nail Ahmet Damar oturuyorlar.Bizi görünce
ortalık bir kaynadı.Dinçel’e hitaben bacanak çay hazır mı? dedi
Ziya.Hasan Nail kalktı Ziya’yı kucakladığı gibi yukarı
kaldırdı.Daracık yer diye Dinçel çıkıştı hatta (ayıp oğlum ayıp biraz
medeni olun). Herkes yerine oturdu .Üç adet küçük masa birleştirildi
, üzeri gazeteyle örtüldü, ekmekleri Dinçel böldü,peyniri ortaya
koyup bir çakıyla parçalara ayırdı. Herkese su bardaklarıyla çay
doldurdu. Yakın zamanda oynadıkları bir oyunu Hasan Nail’le Ziya
tartışmaya başlamıştı.Dinçel de onlara biraz daha konuşun beyler
diyerek yemelerine vurgu yapıyordu.Hasan Nail yeni hazırladıkları
bir oyundan söz açtı.Özet olarak anlatmıştı.Söz döndü dolaştı
Büyükdoğuya geldi. Dinçel onları aydınlattı.Dinçelin teklifi üzerine
Hasan Nail üstad Necip Fazıl’ın Reis Bey piyesini gür ve tiyatral
356
sesiyle okumağa başlamıştı.Ben gece işçi servisiyle Kıranardına
gideceğim için kalkma zorunluluğumu söyleyerek izin istedim.Ziya
bana bakarak (Anam bunu saymayız yarın gene gel. Belki tekeyi sen
sağarsın.)Hep birlikte esenleştik ve ben yola düştüm.
Ahmet Damar, Ziya Olgunharputlu ve Hasan Nail Canat beylerle o
gün tanışmıştım.Dinçel’le de üçüncü görüşmem sayılır.Dinçel beni
tutmuş ben de onu abi olarak kabul etmiştim.Ziyalar daha bir pratik
sanatın içerisindeydi.Tiyatro ve musiki Kayseri gibi yerde kolay
mı?.Ziya da top oynama işi de var.Ahbaplık kısa sürede o boyuta
geldi ki deme gitsin.Bir gün önceden sözleşiyoruz ertesi gün
buluşuyorduk.Garibim sırılsıklam aşıktı.Mecnunun Kayseri şubesi
sanki.Leylayı bilmiyorduk korkarım kendi de bilmiyordu.Şiir gibi
nağme gibi bir şeydi. Hep yıllarca nasıl aşık olduğunu duyduk , ne
kadar aşık olduğunu anladık lakin karşılığının ne olabileceği
konusunda hiçbir fikrimiz olmadı.Olamadı. Babası Nasuh efendi
saygın mütedeyyin sanayi esnafıydı.Ziyaların anneleri vefat ettikten
sonra yeniden evlenmişti.Ziya buna hiç razı olmadı.Kaba tabirle
içine sindiremedi.Nasuh efendi haklı idi ama çocuklarla bir
mutabakat gerekli gözüküyordu.Belki bir psikologun sağlayacağı
ortamla çocukların rızasının temini aile saadetini
yükseltecekti.Ziyanın ve Şükrünün dramatik ölümleri Nasuh efendiyi
de büyük acılara gark etmiştir.
Ziyayla buluşacaktım. Hunatın önünde bekliyorum.Mehmet
Emre(Sanat ökulu öğrencisiydi.) atölyesi varmış iş erken bittiği için
Türkocağına gelmek istemiş .Yolda beni görünce gelmiş .Hoşbeş
ediyorduk, arkamızdan Ziya omuzlarımız arasından kendini
sarkıtarak (hanginizin babası zengin)diye hem soruyor hem
gülüyordu.Mehmet, Ziya’yı belinden yakaladı yere
indirdi.Mehmetten özür dileyerek Ziya ile özel bir ziyaretimizin
olduğunu söyledim izin istedim .Ziya ile Düvenönüne
yöneldik.Düvenönü ,Amelepazarı ,Kiçikapudan Yirmiyedimayıs’taki
Turist Otelin terasındaki restorana geldik.Şef garsonu tanıdık,bize
özel çay yaptı adamcağız.Sekizde onun servisi başlayacaktı.Buna
rağmen servise garsonları ayarladı geldi .Ziya aşkını anlatıyordu.O
da ağlamaklı olmuştu.Kayseri oradan ışılışıldı.Biraz üşümüştük
Mevlutten izin isteyip şehrin sokaklarına vurmuştuk kendimizi
357
.İkimiz vardık bir de Ziyanın aşkı vardı.Bana uyku hazretleri
musallat olmuştu.
Ahmet Taşçı Bekir Yıldız,Mehmet Biraderoğlu kardeşlerimizin
destekleriyle az da olsa avunuyor yüreğindeki acıya teselli
buluyordu.Mustafa Dinçel’in sabırla verdiği destek ise Ziyayı bize
daha çok bağlıyor ailesinden uzaklaştırıyordu.Bu durum kardeşlerini
de üzüyordu.Kendisi de çözümsüz maceralara kucak açarak koşar
hale gelmişti.Yorgun ve isteksizdi.Çay ve sigara beslenme
kaynağıydı.
Şen ve şakacı Ziyanın göz halkalarında gizlenen derin bir hüzün
vardı.Hep gülüyormuş gibi duran ince dudaklarını ağlamaya hazır
gözleri yalanlıyordu.(ulan çulsuz )dedim bir gün.(ders notlarını ne
zaman çekeceksin)diye sordum ama cevap boş bir duvar gibiydi
karşımda.(Ver defterleri)deyip elinden aldım eve götürüp bir
kopyasını Ziyaya vermiştim . Ona da baktığını sanmıyordum.La
havlelerimiz kursağımızda kalıyordu.Cahit Zarifoğlu’nun (artist
milletizdir bizde defaten ölünür)mısraı Ziyayı kısadan
özetliyor.Zarifoğlu Ziya’yı tanımamıştı. Tanısa durum değişecek
değil ya. Ziya iyi bir artistti biz bunu anlamamayı seçtik.Ben buna
yanıyorum işte.İçi yangın yeri olan arkadaşımızın hasletini anlamak
yerine onu okutarak adam etmeyi denedik gibi geliyor
bana.Mevlana’nın dediği(kimde yoksa ateş cehennem olsun
…)dediği aşk Ziyada öyle yüksekti ki,aramızdan sıyrıldı göçtü.
Herbirimiz (teke sağma) yarışında rekorlar egale edebilecek,kabara
kabara hindi çirkinliğine dönüştürdüğümüz Ziyanın (löğmen ağa)sını
ibra edecek konumdayız.Onun kısa ve ince boynu, yaşını ifade eden
yüzü emniyet veren gözü ,incecik parmaklarıyla özel yaratılmış ince
bir ruhtu.Güzel şarkı söyler,harika şiir okur,düzgün diksiyonuyla
Türkçemize yol gösteren arkadaşımızdı.
İnancında samimiliğini kıvırcık siyah ve sık saçları bile terennüm
ederdi sanki. Siyahı çok severdi.Takımları ve pardösüsü hep siyah
olurdu.Hep ütülü ve temiz giyinirdi.
Ah Ziya ah .Yıllar geçti aradan.O gece muhabbetleri sabahlara kadar
süren, Erkileti suyolu yapan yaya ve yaman hallerimiz.Seni dinlemek
birkaç kitap okumaya bedeldir.Zira Fuzuli
358
“Aşk imiş her ne var âlemde. İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak’’derken
senin gibi ‘’sanayi uşağı’’nın önünde çerağ oluyordu.Büyükdoğu
nasipdarlarının Ziyaya akran olanların hemen hepsi Erkilet seferi
yapmıştır. Marsel Prust’un Swanların Ülkesinde isimli büyük
romanını yaşamış gibi oluyorsunuz.Zira kılavuz bizatihi aşık olan
kişi aşık olduğu coğrafyada size özel tur servisi veriyor.Bundan daha
somut ve bundan daha büyük roman olabilir mi.?Ziya hepimize bu
aşkı anlattı ve gezdirdi.Ziyanın yalnız kalmasını istemeyen
büyüklerimiz bile olmuştu.Lise yılları şiir gibi ,İstasyon Caddesinde
gezer gibi geçti gitti.Sırada üniversite vardı.Ve İstanbul ufukta
gözüküyordu.Ziyanın bıraktığı yürekle ilerleyelim bakalım.
Ziya sahnede …Ön dişlerinin çoğu düşmüş bir yaşlı
kadın.Dişsizliğinden ötürü konuşmaları bile zor anlaşılıyor .Esas
konu yaşlılığı ya da dişsizliği değildir. Kandıncağız henüz para
ekonomisine geçememiş,dahası okuma yazması yok.Her gelen
otobüse önce biniyor sonra geri iniyor,herkesi
sinirlendiriyor.Sonunda gideceği otobüsü bulup binebiliyor.Bu kere
de sorun parası yetmiyor.Biletçi ile pazarlığa başlıyor,bilet bedeli elli
kuruş kadında var üç adet on kuruşluk, biletçiye hitaben(Evladım!
Üç on kuruşun eksiğine bir avuç kuru üzüm versem?) Biletçi saçını
başını yolmaktadır. Kadın bir yere oturmadan inse de bir şey vermese
de biletçi razı.Zira kadın geleceği durağa gelmiş otobüsü
tutuyor.Sevgili Ziya bu tabloyu iki ay kadar başına bir tülbent
örterek üretir… Bizde gülmekten hal kalmazdı.
Yine bir hafta sonu ve yaz günü Erkilet’teyiz.Ziya gidelim dedi
gittik.İkindi camisi de dağıldı. ...Sokaklarda kimse yok kahvelerin
kapıları ardına dayalı…Ziya bana burada bekle ben şöyle bir dolaşıp
geleyim dedi.O dolaşmaya gitti bende bekliyorum.Kıraathane tam
karşımda çevremde birkaç tek katlı köy evi var.geriden köpek
havlamaları daha yakındaki tavuk sesleri de olmasa kovboylardan
kaçıp saklanan sessiz kasabalara dönecek çevrem. Yoruldum
beklemekten kıraathaneye yöneldim.Fötürü başımdan çıkarıp elime
aldım.Yakası oldukça geniş deri montun önünü açtım.kıraathanenin
içerisine daldım içerde kim varsa bir anda dışarı çıkıp meydanı bile
terk ettiler.Kıraathanenin camları meydana hakimmiş…Neden sonra
Ziya, Mustafa hoca ile döndü.Oturup biraz hoca ile muhabbetten
359
sonra kalkacaktık.Kahveye dalışımız olay olmuş..Beni polis
zannetmişler.Kahveci bile öyle inanmış ki yanımızda hazır ol
duruyor ve çayın ikram olduğunu söyleyerek paramızı geri
çeviriyordu. Ne gülmüştük …Ziya bu olayı da birkaç ay diline
doladı.Benim fötürü bile almıştı.
İstanbul… İstanbul…biribirinin olan biribirine bağlı hazar ,
Azak,Karadeniz,Marmara, Ege ve Akdenizin merkezi,…Asya ile
Avrupanın merkezi…Hava,kara ve denizin merkezi…Salt bir
coğrafya söz konusu değil….Canların ve ruhların merkezi..Feda
ettiklerimizin avuntusu kazandıklarımızın kaynak merkezi ve özetin
özeti Merkez Efendilerin merkezi…İstanbul..
İstanbul’un nemli havası bu koca aşığa iyi gelmedi.Sigara ve çay
hastalığı besledi.Diğer yandan dengeli,düzenli ve sağlıklı beslenme
imkanı da yoktu, isteği de.1975 yılında Fındıkzade’deki evde
konuştuk uzun uzun .Ziya çok öksürüyorsun önce sigarayı bırak ta
gerisini konuşuruz.Olmadı bir daha görüşemedim.tayinim çıkmıştı.
Arkasından da askerlik ben Kayseri’dedir diye Kayseriye geldiğimde
o İstanbula geçmiş,ben İstanbulda yakalarım diye İstanbula
geldiğimde de Kayseriye gitmişti.Son dönemine ben tanık olmak
istemedim.Hayalimde sapasağlam aşık olma hasleti olan , tiyatrocu
olacakken kerhen filoloji okuyan , bu güzel, tek ve azade dosta
selam durmak vardır.Ey koca aşık sana binlerce selam…Sen hep gür
sesinle gür saçınla yakışıklı artistimiz olarak kalacaksın.
Allah sana ve yanına gelen gönüldaşlarına rahmet eylesin.
deklanşorun gördüğü
-ziya’ya-
ince uzun menekşe rengiyle paylaşılmış
aşılmamış dağların gül kokularında
inleyen Erzurum dağlarını dinledim
daldı gözlerim efe oyunlarının fırlak kaslarına
kasnaklarına naralar oturmuş çingen rakkaslarına
açıldı zeybekler kınlar sıyrıldı
kapandı gözkapaklarım
çiçek dağının civelek dansına
360
kar yağdı boran bastı
zeval indi yollara
ve güneş dondu
kara gözlerin serin yolcularında
ayazdı inen beyaz bir gelin gibi
zeval içinde
gözlerimde ısınan yavruların
halleri anlatılmaz bir hal içinde
hayal ki kar karda kalmış yolcular
çığların ipini kesen çığlıklar
sesten umut yok
ses ki boradan
bora ki kardan
ama umut aplikleridir
umulan yaratandan
kan tutmuş benek benek elleri
koltuk altlarına dolmuş
mor ölüm sinekleri
dirsekleri kollarından kesilmiş
duran karda korkuları gerilmiş
ayak ilgisiz donan kunduradan
dudaklara oturan tunduradan
ovasız
semasız
dağsız ve dağdağasız
donan hayattan
elveda ey kefeni çok gören kar
elveda ey üşümeyi hayat sanan
ve yalnız hayata aldanan ellerim
düşlerim
düşlerimde ısınan düşüncelerim
361
elveda kar
elveda
hayat ve kar yarışı
ölmek korku değilse
tanrıya varmak yarışı
kar yalvarışı için de beyaz ölmek için
elveda ey gelinleri sızlatan gelim
gözlerimi sızlatan gerilim
elvedon ağaçlarına karşı sema süsledin
lakin unutuyoruz senden sonra senin
bize bakan ılık buseni
kar üstüne düştü kader
bahar özlenmez ölmek için
insan bu kadar
kara düşen elleri toplasam
kitlenen dişlerine
deklanşoru dondursam
kara kader gidişlerine
deniz mizanlarını sardı mizanlar
ağır felek çıkınları açıldı deniz dualarına
kapanan gökler indi indirdi denizleribeyaz yolcu sofralarına
Bekir Yıldız ve Ziya Olgunharputlu delikanlılık döneminde bıyık
tellendirme yarışında…
362
Solda;MTTB.Turizm Bürosunda Mustafa Tekelioğlu ve Ziya
Olgunharputlu birlikte.Sağda Ziya “Palas99” adlı oyunu icra
ederken.
363
ZİYA OLGUNHARPUTLU
BİR NECİP FAZIL DELİSİ………/Galip BOZTOPRAK
Ziya Olgunharputlu. Tam bir üstad sevdalısı. Kabına sığmaz,
ele avuca gelmez keskin bir zeka. Üstad hakkında en ufak tenkide
tahammül etmez, edemez muhatabını olanca acımasızlığı ile
hırpalayıp perişan ederdi.
Üstadın yanından ayrılmaz Büyük Doğu yazıhanesinde hizmet
eder arada sırada fakülteye uğrarsa da derslerle pek arası olduğu
söylenemezdi.
Sık sık MTTB Kitap Kulübüne yanıma uğrardı. Bolca çay içer
sohbet ederdik.
Bir gün Özer Koç geldi Kitap Kulübüne. Ziya ile beraber
sohbet ediyorduk. Ziya dediğim kitabı okudun mu? Dedi. Ziya yahu
Özer öyle bir kitap söyledin ki hiçbir yerde bulamadım, dedi. Ben de
hangi kitap dedim. Bitmeyen Kavga. Bekleyin geliyorum dedim ve
dışarı fırladım. Cağaloğlu Yokuşunda Bitmeyen Kavga romanını
kapıp geldim. İşte Bitmeyen Kavga dedim.
Ziya, ulan Galip başıma iş açtın dedi.
364
Meğerse Özer Koç Ziya’yı öyle bir sıkıştırmış, hırpalamış ki,
“Ulan karar ver bir düşünce adamı mı olacaksın ya da inandığın
davanın militanı mı olacaksın? Git Bitmeyen Kavga romanını oku ve
tekrar konuşalım. Değilse serseri mayın gibi sağa sola saldırıp
durma” demiş.
Bol çaylı sohbetten sonra dağıldık. Ziya o günden sonra onbeş
yirmi gün ortalıkta görünmedi. Özer Koç’la birkaç kez karşılaştık bu
arada. Nerde bu haylaz ortalıkta görünmüyor dedik birbirimize.
Nihayet bir öğle vakti “Ulan Galiiiib nerde bu Özer Koç” diye
Kitap Kulübüne daldı. “Nışadır süreceğim Özer Koç’a” diye öfke
kusuyordu. Bitmeyen Kavga romanını okumuş, etkisiyle ruh dünyası
altüst olmuştu. Özer Koç’la bir araya gelip neler konuştular hiç
bilmiyorum.
MTTB den akşam saatlerinde çıktıktan sonra Çemberlitaş’ta
Milliyetçiler Derneğine kaçamak yapar bütün arkadaşlar orda buluşur
rahmetli Ziya Nur ağabeyin sohbetlerine gönlümüzü açardık.
Milliyetçiler Derneğinde musiki çalışmaları yapan bir
dostumuz vardı. İnce nahif bir arkadaştı. Sık sık nezle grip olurdu. O
sebepten de nezle grip ilaçları da eksik olmazdı. Ziya bu dostumuza
“mistir ilaç” adını taktı.
Bu ince, zarif, nahif dost boş bulunup, boş boğazlık ederek
Necip Fazıl’ın aleyhinde konuşma gafletinde bulunmuş. Yememiş
içmemişler hadiseyi Ziya’ya yetiştirmişler. Ziya öfkeden kudurarak
“mistir ilaç”ı bulmuş. “Ulan Mistir İlaç bir daha Üstad’ın aleyhinde
konuşursan maslahatı cop yapar kafana vururum” demiş. O ince,
zarif, nahif bu dostumuz alı al moru mor perişan olmuştu. Uzun
zaman bu hadise konuşuldu.
365
Onulmaz bir hastalığa yakalandı Ziya. Çok çekti. Eridi,
dostlarının yüreklerini paraladı. Hastalığında birkaç kez ziyaret ettim,
edebildim. Perişan halini görmeyi içim kaldırmıyordu. Son
ziyaretimde çok kısa görüşebildim. Yeni evliydim. Hal hatır sorup
moral vermeye çalıştım. O da benim halimi hatırımı sordu.
Galipçiğim hadi sen gecikme, sık gelemiyorum diye üzülme,
gönüllerimiz birlik olsun bu bize yeter, dualarından eksik etme yeter,
Allah selamet versin dedi ve vedalaştık.
Vefat haberini birkaç gün sonra aldım. Ben karakter olarak
ölümü çok metin karşılayan bir mizaca sahiptim. Aklım erdiğinden
beri ağladığımı, gözyaşı döktüğümü o güne kadar hatırlamıyorum.
Ama Ziya’nın ölüm haberini aldığımda çocuklar gibi ağladım. Öyle
ağladım ki eşim bu halimi hayretler içinde karşıladı, sen hiç
ağlamazsın zannederdim dedi.
O günlerde Yeni Devir gazetesine haftada bir deneme yazıları
yazıyordum. Ziya’nın vefatı ile ilgili bir yazı yazdım. Bu yazıyı
sadece yazmış olmak için yazmamıştım. Kafamda tenkit yazılarımda
Ziya’yı bir kahraman olarak canlandırıp yaşatmaktı. Çok güzel
hayaller kurmuştum. Gazete yazıyı yayınlamadı. Hiç yapmadığım bir
şey, yazının suretini kendime almamıştım. Nasıl bir yazı idi tek
kelimesini bile bugün hatırlamıyorum. Yazının yayınlanmaması tüm
şevkimi kırdı. Bu hayal kırıklığı ile uzun bir süre yazı da yazamadım.
İnsanın hayatında böyle kırılma noktaları hep vardır.
Bu vesile ile tekrar, tekrar Sevgili Ziya’ya Fatihalar ve dualar.
Ahirimiz hayr olsun.
366
İSMAİL ÜNALMIŞ
YIKILAN BİR ÇINARIN ARDINDAN…./Galip BOZTOPRAK
Bir adam vardı, adam gibi adam, nevi şahsına münhasır bir
adam, tüm dikkatleri üzerine toplar, farklı, aykırı, çarpıcı görüşler
ortaya atar, çevresindeki duyan, dinleyen herkesi şoka sokar, bu nasıl
bir adam, en olmadık şeylerden, herkesin bildiği olaylardan, olup
bitenlerden öyle sonuçlar çıkarır, öyle analizler, öyle yorumlar
yapardı ki, ismi etrafında hayret tufanı kopartır, bu nasıl bir adam
dedirtirdi insana. Etrafına toplanan kişiler söylediklerini anlasın yada
anlamasın söylenen ve söylenecek enteresan sözleri duymak için
yanı başından ayrılmaz, konuşmanın sonunu merakla bekler, araya
kimsenin girmesini, konuşmanın kesilmesini hiç istemezlerdi. Bu
adam İsmail Ünalmış’tı.
Konya Doğanbey nahiyesinden. Kendisi Davgana’lıyım derdi.
Doğanbey’in eski adı. Derken ilkokuldan sonra Eskişehir Yunus
Emre Öğretmen Okulu’nda yatılı geçirdiği orta öğrenim yılları.
Mazbut bir aileden gelmesine rağmen lise gençlik yıllarının verdiği
heyecan ve dayatılan eğitim sisteminin de etkisiyle zihnî tereddütler
yaşamaktadır. Dedesiyle birlikte daha ilkokul yıllarında küçücük
yaşına rağmen Mehmet Akif’in Safahat’ını bugün değme aydın
geçinenlerden daha iyi anlayacak şekilde mütalaa etmiş. Bundan da
anlaşılıyor ki aileden köklü bir eğitim ve dini terbiyeyi almıştır. Buna
rağmen öğretmen okulu yılları ve okul atmosferi dini meselelerde
tereddütler yaşadığı buhranlı günler olmuştur.
Yine o yıllar, öğretmen okulu yılları. Ramazan ayı olmasına
rağmen okulun tamamına yakını öğretmenler dahil oruç
tutmamaktadır. Öğretmenlerden biri derste oruçla ilgili “hayvanı
bağlarsan hayvan da oruç tutar” değerlendirmesini yapar. Zihninde
birçok dini mesele hakkında tereddütler taşıyan Ünalmış’ın bu sözler
kafasında bir bomba gibi patlar. Çok sevdiği dedesi, ninesi gözlerinin
367
önüne gelir. Namaz kılmaları, iftar sofraları, sahur yemekleri aklına
düşer. Beyninde şimşekler çakar. Ne diyor bu öğretmen!.. Bu nasıl
bir düşüncedir ki tüm sevdiklerini, çocukluğunu, henüz yaşadığı
geçliğini yok sayıyor, yaşanılanları hayvanlık, bu hayatı yaşayanları
da tümüyle hayvan sayıyor. Öğretmen de olsa bu hakarete tepkisiz
kalmak ne mümkün. Ünalmış ani bir refleksle ayağa fırlar:
- İnsan iki nokta üst üste: Bağlanmadan aç durabilen mahluka
denir. Der ve yerine oturur.
Öğretmen şaşkındır. Kısa bir şaşkınlıktan sonra:
- Vay!.. Aramızda gizli bir mürteci varmış da haberimiz
yokmuş. Demekten öte bir şey diyemez.
Bu olaydan sonra İsmail Ünalmış tam bir zihnî zelzele
yaşamıştır. Kafasında taşıdığı tereddütler bir bir yok olmuş ve özüne
dönmüştür. Artık aydınlık bir kafaya, berrak bir zihne sahiptir.
Ankara Yüksek Öğretmen Okulu öğrencilik yılları. Fen
Fakültesi Matematik Bölümü. İnancının yılmaz savunucusu tam bir
dava adamı vardır karşımızda. Ankara Üniversitesi, ODTÜ,
Hacettepe Üniversitesi Fakülte kantinleri, fikirlerini, davasını
anlattığı kürsü olmuştur İsmail Ünalmış’a. 1960’ların hareketli
ortamında gençleri sokağa çeken zihniyete karşı kitapla bir karşı
duruş sergiler. Seminerler düzenler, gençleri okumaya ve kitaba
bağlamak için tüm gücünü sarf ederek yöntemler geliştirir, imkânlar
araştırır. Yoğun bir kitap okuma faaliyeti başlatır.
Akçağ Kitap Kulübü’nü kurar. Akçağ ismi bile İsmail
Ünalmış’ın düşünce dünyasını anlatmaya yeter. Lekesiz, bembeyaz
aydınlık bir dünya. Aydınlık dünyayı kurmak, bunu gerçekleştirmek
uğruna her şeyi yapmaya hazır. Yayın faaliyetine girişir. Tercümeler
yaptırır. Yurt sathında 3000 şubeye ulaşır Akçağ Kitap Kulübü. Genç
yaşta ulaşılan bu başarı grafiği akıllı bir insanın üstesinden
gelebileceği bir iş değil. İster bir deha deyin, ister bir deli deyin bu
adama. Her ikisi de denebilir. Ortaya konulan bu iş ancak bir dehanın
yada bir delinin üstesinden gelebileceği bir iştir.
Kimine göre bir dahi, delidir; kimine göre de bir deli, dahidir.
Çoğu zaman bu ikisi arasındaki ayrımı uzman hekimler bile çoğu
zaman ayırt edemezler. Öyleyse delilerimize de dâhilerimize de sahip
çıkmalıyız.
368
Akçağ Kitap Kulübü 1971’lere kadar yürür. Yayıncılık
hayatımızda yepyeni farklı bir ses olmuş, yayınladığı kitaplarla da
kamuoyunun ilgi odağı olmuştur. 1971’de Akçağ Kitap Kulübü zarar
eder ve tasfiye edilmek zorunda kalınır.. Kar amacıyla kurulmadığı
için de tasfiyesinde ortaya çıkan maddi külfetler İsmail Ünalmış’ın
omuzlarına yüklenir. Birlikte yola çıktığı idealist arkadaşlarından hiç
biri yoktur ortada. Tek başına ancak bir delinin başarabileceği bir
azimle ve yüzünün akıyla Akçağ Kitap Kulübünü tasfiye eder.
Artık İstanbul serüveni başlamıştır. Beyazıt Marmara
Kıraathanesi mekan tutulmuştur. Mehmet Niyazi Özdemir’in de
romanlaştırdığı gibi Marmara Kıraathanesi “Deliler ve Dahiler”in
mekanıdır. Müdavimleri de Marmaratör adıyla anılırlar. Marmara
Kıraathanesi tam bir kültür, sanat, edebiyat, iktisat ve siyaset
meselelerinin harmanlandığı, ülke siyasetinin an be an kritik edildiği,
ülke siyasetine yön verildiği bir atmosfere sahiptir. 1970’lerin
başlarında kısa süreli öğretmenlik. Kısa dönem askerlik ve evlilik.
Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı zemin kat dokuz numara. Akkültür
Kitabevi yeni işyeri. Bu defa yayıncılık değil kitap alım-satım işiyle
maişetini temin etmektedir. Kitabevinde fazla durmaz, hatta öyle olur
ki günlerce uğramadığı olur. Mekan Marmara Kıraathanesi. Ev
Kumkapı’da. Ancak yatmadan yatmaya eve uğramaktadır. Kimi
zaman günlerce eve bile uğramadığı oluyor. Marmara’da sabahlıyor.
Sohbetler bitmiyor. Sohbet masası dolup boşalıyor. Konuşan İsmail
Ünalmış. Çayları da ısmarlayan o. O’nun konuştuğu masada kimse
çay parası vermez, veremezdi. Cömertlik onun şanındandı. Başkası
konuştuğunda da sabırla dinlerdi. Boşboğazlığa hiç tahammülü
yoktu. Konuşmalar malayaniliğe, yani boş konuşmaya, dedikodu,
onu bunu çekiştirmeye dökülünce İsmail Ünalmış’ı o masada
oturtmak, tutmak mümkün değildi. Anında masayı terk eder, hiç
kimse olmasa da tek başına başka masaya geçerdi.
Bir yere yemekli davetli ise tek başına gittiği vaki değildi.
Muhakkak yanına birilerini alır, kim rastlarsa peşine takar, tek başına
davet edildiği yere muhakkak en az üç beş kişi götürürdü. Rahmetli
Duran Kömürcü ağabeyimiz İsmail Ünalmış’ı iftara davet eder ve her
defasında bir mazeret ileri sürerek daveti geri çevirir. Bir defasında
Duran ağabeyimiz o kadar ısrarcı olur ki, İsmail Ünalmış “Duran
369
ağabey, hemşerim ben zor adamım, bana herkes iftar veremez” der.
Duran ağabey “Ne demek oluyor bu” der. Rahmetli de “Sevgili
hemşerim ben davet edildiğim yere peşime kimi görürsem takar
gelirim. Yalnız gelmem, gelemem. Bu da sizleri zor duruma sokar”
der. “Ne demek canım” der, Duran ağabey, “Kaç kişi gelirseniz
gelin” der. Duran Kömürcü ağabey zanneder ki olsa olsa üç beş
kişiyi geçmez diye düşünür. İsmail Ünalmış rahmetli de daveti kabul
eder. İsmail Ünalmış otuz kırk kişi ile iftara varır. Duran Kömürcü
ağabeyin hiç beklemediği ummadığı bir durumdur. Ne mekan ne de
hazırlanan iftarlıklar gelenlere yetmez. Duran Kömürcü der ki,
“Hemşerim sen haklı imişsin ben seni şimdi anladım” der. Duran
Kömürcü ağabey bu olaydan sonra uzun yıllar İsmail Ünalmış ve
arkadaşları için müstakil ramazan iftarları verdi. Allah kabul etsin.
Rahmetli İsmail Ünalmış kendi cömertliğinin yanında bu olayda da
görüldüğü gibi başkalarını da cömertliğe teşvik ederdi.
Müslüman hassasiyetinden dolayı Türkçüler ve Milliyetçiler
Arap İsmail; Türk ve Türk Milletine duyduğu ve Türk ve Türkçe’ye
yaptığı methiyeler dolayısıyla ham softa, kaba yobaz takımı
tarafından ırkçı, kafatasçı olarak vasıflandırılırdı. Bunları duydukça
çok üzülür, bu vasıflandırmaları şiddetle reddederdi. O tam bir milli
idi. Hiçbir cı ci cu cü gibi şucu bucu sıfatlarını reddederdi. İsmail
Ünalmış hayatı boyunca saf temiz bir Müslüman olarak yaşamaya
çalışmış, konuşmalarında da saf ve temiz Müslümanlığı
savunmuştur.
Kendine has tarifleri vardı. “Türk iki nokta üst üste: Evinde üç
nesil Kuran okunan ve Türkçe konuşan kişiye Türk denir.” Tarifi
bunlardan biri. Yine “Türk iki nokta üst üste: Arap ve Acem
olmayan, ırkı ne olursa olsun Türkçe konuşan her Müslüman
Türk’tür.” Tarifi de ona aittir. Bin yıldır tarih buyunca Avrupa’lı
Müslüman olan herkesi Türk diye isimlendirmiş, isimlendirilenler de
bundan en küçük rahatsızlık duymamışlar. Bu nedenle bu tarif çok
yerinde bir tariftir. Batı, Fransız ihtilali ile ortaya atılan ve tanzimatla
birlikte sözüm ona insanlık değerleri olarak seküler laik bir anlayışı
bize dayatmıştır. İsmail Ünalmış’ın iki nokta üst üste diyerek
ifadelendirdiği düşünceleri çok dikkatli tahlil edildiği zaman görülür
370
ki, Batıdan devşirilen ve de dayatılan düşüncelere esaslı bir karşı
duruştur. Bu tepeden tırnağa yerli ve milli bir karşı koyuştur.
Gelecekten hep umutlu idi. Hiçbir zaman umudunu yitirmedi.
Yirmi birinci yüzyıl Türk-İslam asrı olacak sözünü 1970’lerin
başlarında ilk ondan dinledik. Kimseler inanmadı. 1980’lerde Turgut
Özal aynı sözü söyleyince İsmail Ünalmış’ın çevresindekiler çok
şaşırdılar. Oysa bunda şaşıracak bir şey yoktu. Bu sözün kaynağı ve
ilk söyleyeni İsmail Ünalmış olduğunu herkes bilir. Tam bir sevda
adamıydı. En olmadık şeylerden, en olmadık durumlardan öyle
analizler, öyle yorumlar yapardı ki, bütün dünya Ankara’dan
yönetiliyordu. Yeryüzünde hiçbir olay, oluşum Türk Devletinin
inisiyatifinin dışında gerçekleşemez, Türk Devleti hesaba katılmadan
da en küçük icraatın gerçekleşmesi de düşünülemez. Bu tespit ve
yorumlara muhatap olanlar pek tabii olarak hali pür melalimize
bakarak şaşkınlık içinde şiddetli itirazlarda bulunurlardı. Bu itirazlara
verdiği cevap ise harikalar harikası bir cevap: “Bu söylediklerim
yüzde yüz doğru bunda hiç şüphem yok, bu bir, ikincisi, doğru değil
ama bunun böyle olduğunu ve olması gerektiği propagandası
yapıyorum bunu neden provake ediyorsun. Üçüncüsü her iki şıkkı da
bir yana bırakalım böyle olamasa bile bütün bunların böyle olmasını
diliyor ve dua ediyorum. Bu duaya amin denilir.” Der ve itirazları
kökünden halleder ve muhataplarını sustururdu.
İsmail Ünalmış’ı ilk kez dinleyen biri yaşadığı şaşkınlığın
yanında sıradan bir insanla karşı karşıya olmadığını, böyle bir
insanın sıradan olamayacağını, gizli teşkilatlarla bağlantısı olmayan
birinin bu bilgilere sahip olamayacağı, bu derece keskin yorumlar
yapamayacağı kanaatine varırlardı. Oysa İsmail Ünalmış hepimiz
gibi sıradan bir insan, zaafları, üzüntüleri, umutları, hayalleri,
hülyaları, dahası sevdaları olan bir insandı. Milletine sevdalı bir
insandı. Bu sevdadır ki her vesileyle Türk’e ve Türklüğe methiyeler
düzmesi bundandı. Öyle inanırdı ki, Türklüğün kurtulması demek top
yekûn Müslümanların kurtulması demek, hatta insanlığın kurtulması
bile Türklüğün selamete çıkmasıyla mümkün olabilirdi. Asırlardır
Müslümanlara ve insanlığa alemdarlık yapmış bir millet yeniden
toparlanıp ayağa kalkarak insanlığın acılarına son verecek yeryüzünü
huzura kavuşturacaktır. Türk’e ve Türklüğe sevdası bundandı; yoksa
371
şiddetle reddettiği ve hiçbir şekilde kabul etmediği kavmiyetçilik
manasına değildi Türk ve Türklük sevdası. İsmail Ünalmış’ın hayatı
Türkçülük ve her türlü kavmiyetçiliğe karşı mücadele etmekle
geçmiştir desek mübalağa olmaz. Zira bu duruşundan dolayı
Türkçüler ona Arap İsmail yakıştırmasında ve iftirasında bulunmuş;
Türk’e ve Türklüğe olan sevdasından dolayı da yobazlar onu
kavmiyetçilikle suçlamışlardır.
“Eğer gaye Türklükse, bilmek lazımdır ki, Türk Müslüman
olduktan sonra Türk’tür. Eğer gaye akılsa, bilmek lazımdır ki akıl,
kendi hiçliğini idrak seviyesine ulaştıktan sonra akıldır.” Çok sevdiği
Üstad Necip Fazıl’ın kıymet hükmü İsmail Ünalmış’ı anlamakta ve
tanımakta biricik ölçü. Ötesi ona yapılmış çok büyük bir bühtan olur.
İsmail Ünalmış da Necip Fazıl gibi Allah ve Peygamber delisi bir
insandı. 22 Temmuz 2007 Pazar günü İkindi namazından sonra
Marmara İlahiyat Fakültesi Camiinde kılınan cenaze namazından
sonra Karacaahmet Mezarlığında dostları ve yakınlarının
omuzlarında ebedi yolculuğuna uğurlandı. Allah rahmet eylesin.
ALİ YILMAZ
372
ALİ YILMAZ…………………………. ../ Mustafa ÖZER
Ali ile Kıranardılıyız. Çocukluğumuzu pek hatırlamıyorum. Lakin
liseli olduktan sonra Ali ile arkadaş olduk. Oysa aynı sokakta
oturuyoruz onlar bir iki yaş büyük te olsa akran sayılırız.
Arkadaşlığımızın neden gençlik dönemine ertelendiğini şöyle
açıklayabiliriz: Ali’ler otlatmak zorunda oldukları hayvanlar
besliyordu. Onun için yazları onları sokakta görmek mümkün
değildi. Diğer yandan merhum Babası Mehmet amca bizim
oyunlarımıza dahi karışır bize şiddetle kızardı. Mehmet amcayı
gördüğümüzde sokağı boşaltıp kaçardık. Böyle birisinin kendi
çocuklarına oyun izni vereceğini sanmıyoruz. Bir başka sebep te
yazları benim Boğazlıyan’da oturan dedeme gitmemdi. Bu
nedenlerle Ali Yılmaz’la aynı sokakta oturmamız ve akraba
olmamıza rağmen ancak ilk gençlik yıllarımızda bir araya
gelebilmiştik.
Ali hafızlığını tamamlamış din üzerine düşünebilir boyuta gelmişti.
Bense dünya klasiklerini bitirmiş edebi ve felsefi yapıları tanımıştım.
Amcazadem Ömer ise Ali ile aynı okulda fakat Ali gibi atak değil,
daha mülayim toleransı daha genişti. Köy meydanına bir yanında
bulunan akasya ağaçları altında oturmuş sohbet ediyorduk. Ali
okulda çıkardıkları camekan içindeki duvar gazetesini köyde de
çıkaralım teklifini getirdi. Ömer düşünelim dedi. Benim de hoşuma
gitmişti. Bir duvar gazetesi çıkaracaktık. Sadece el yazılarından
oluşan bir gazete. Köyü ve köylüyü ilgilendiren konularda olacaktı
373
bu gazete. Bu gazete haftalık olacaktı. Pazartesi günleri değişecek
elde edilebilirse karikatürler yayınlanacaktı.
Ben üç hafta yazı verdim. Yazılar Alide toplanıyordu. Elbette ki
sansür heyetimiz de Aliydi.
Üç hafta sonra benim yazılar malayani bulunarak kısaltılmaya ve
değiştirilmeye başlanmıştı. Önceleri özür dilenerek yazıyı yazan
katiplerin hatasıyla oluştuğunu söylüyorlardı. Daha sonraları ise çok
yazı bulunduğundan bahisle yazılarımı yayınlayamayacaklarını
söylüyorlardı. İki ay sonra ise amcazadem Ömer de çekilmiş pano
Aliye kalmıştı. İslam klasiklerinden alıntılarla köylüye vaaz
makamında gazete çıkarmaya devam ediyordu.
Ali çalışkan, hırslı yapısıyla öne çıkar arkasındakilerin vekaletini
aldığını zannederek onlar hakkında işlem yapmaya çalışırdı. Oysa
onun bu gayreti ona hüsran olarak dönerdi. O Kuran Kursu
öğretmeni, İmam Hatip Lisesi öğretmeni, belediyeci, tüccar olmaya
çalışır hep gönlündekini arar gezerdi.
Ali adı Kıranardında pek bilinmez. O hep nüfus cüzdanı adı olarak
kalmıştı. Herkesin bildiği Orhan ismi ise Kıranardına özgeydi. Ali ile
Antalya’da İstanbul’da, Kayseri’de birçok çalışmalarımız oldu. Üç
çocuk babası olan Ali 70 yılı geride bırakarak Hakka yürüdü. Mevla
rahmet eyleye.
OSMAN YUMAKOĞULLARI
374
ARKEOLOJİK ALAN…………/Mustafa ÖZER
Bu kez tanıtacağımız gönüldaşımız Osman Yumakoğlu’dur.
Kendisi Antalya’nın Korkuteli İlçesinde doğmuş yörük bir ailenin
çocuğudur. Osman Yumakoğlu MTTB.nin bir seçimi nedeniyle
Kayseri’ye gelmişlerdi. Ben o sıralar Lise öğrencisiydim. Kayseri
Türkocağı okul çıkışı uğradığımız yerlerden biriydi. MTTB’nin
irtibat bürosu olan Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Derneği
Türkocağının komşusuydu. Dolayısıyla İstanbul’dan gelen bu
arkadaşları ağırladık ve tanışmış olduk. Osman Yumakoğlu beyle
zaman zaman görüşemesek bile yollarımız hep kesişti,
arkadaşlığımız hep devam etti.
Osman Yumakoğlu ilkokul sonrasında Kur’an kursuna kaydolarak
hafızlığın yolunu tutmuştu. Medrese eğitimi veren bu Kur’an
kursunda Arapça ve hafızlığını tamamlamış, bundaki zekayı gören
himmet sahipleri onu İmam-Hatip Okuluna yazdırarak ilim yolunda
ilerlemesini istemişlerdi. Okulun güreş takımına seçilmiş okullar
375
arası şampiyonalara katılıyordu. Ağırda iyi bir yeri olan Osman
Yumakoğlu okulu da başarıyla devam ettiriyordu. Yatılı olarak
girdiği bu okul ona evlik yapıyordu. Okul sonrasında normal lise fark
derslerini de vererek hem imam hatip hem de lise mezunu oluyordu.
İmam Hatip Okulu diplomasıyla İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne
girerken lise diplomasıyla da İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesine kaydoldu. Gecikmeli de olsa bu okulları bitirerek hayata
atıldı. Vakıflar genel Müdürlüğü Bursa Şube Müdürlüğü
memuriyetinin dışında okulların kendine tanıdığı diplomalarının
gölgesinde yaşamadı.1966-67 döneminde MTTB.nin yönetimine
seçilmişlerdi. Aynı dönemlerde Necmettin Erbakan’ın
yanındaydı.Erbakan’ın TOBB.başkanlığından Milli Nizam partisinin
kurulmasına dek hep onun yanındaydı.MTTB.ile birlikte türkiyenin
entelektüel kadrosuna gönlünü açan Osman Yumakoğlu, MTTB. Yi
ikinci yuvası olarak görüyordu. Diğer yendan Türkiyenin hak
arayışları çizgisinde Necip Fazıl’ı tanıyacak onunla MTTB arasında
paralel dünyalar açacaktı.ir başka gelişme yönü de partiyle birlikte
yalnız Kürkiye değil dünyanın her yerinde boy göstermiş olan Milli
Görüş Teşkilatlarına da gönlünü açacaktı.
O ayağının altına sağlam zemini bulduğu süreçte bütün sorunları
yüklenecek sorumluluklarını çözüme kavuşturacak inanç ve
güçteydi.Dilinden duası düşmeyecek Allah’ın inayetiyle işlerini
başaracaktı.AMGT’nin on yıla yakın başkanlığı döneminde yurtdışı
teşkilatını bir milyon üyeye çıkararak güçlü bir kuruma
dönüştürmüştü. Elbette ki bu kurumun Erbakanın partileşmesinde
katkısı büyüktür.Bu katkı sadece maddi anlamda değil,akıl ve ruh
anlamında da etkili olmuştur.Osman abimizi 80 ihtilalinden sonra
ihtilalin yargılamasında görüyoruz.Yargılama sonucunda aklanarak
tekrar Avrupadaki kurumun başına döner.90 lı yıllarda Refah
Partisinden İstanbul 3.Bölge Milletvekili seçilir.69 yıllık çileli bir
hayattan sonra 22 Mart 2016 da Hakkın rahmetine kavuştu.
376
Seng-i Mezar
Mustafa ÖZER
Kurda kuşa
Evliyaya berduşa
Merhaba
Merhaba
Sevgiliye koşana
Sevgisinden coşana
Sanma ki merhabamız
Oldu boşu boşuna
Merhaba mezarımın taşına
Yetim kalan gözün yaşına
İblise direnene
Hem de yalnız başına
Merhaba
Merhaba
Ofsaid Osman
Hasmını yenmesen de
Hırsını yendin ya
Bu yeter sana
Ve insanlığa
Merhaba
Topal ali kör mıstık
Fingirdek raziye hamil-i rastık
Kiminin eli kiminin dili fıstık
377
Aşağı karye yukarı kasık
Merhaba
Birisi huridir diğeri nuri
Nasihat soğuktur hayat tennuri
Aşkına öterse bülbül billuri
Yek dürrisin yek dürrisin
Yek dürri
Merhaba
Mezarıma konan kuşlar
Harflerimin notasında öterler
Ömrün sayısında uçarlar
Onlar kıyametimi ötelerler
Kurda kuşa
Önündeki yokuşa bak
Göreceksin koşa koşa
Geldiğin bu son durak
378
Osman Yumakoğulları ebedi yolculuğuna uğurlandı
Milli Görüş hareketinin duayen isimlerinden, Saadet Partisi
eski İstanbul İl Başkanı Osman Yumakoğulları‘nın (69)
cenazesi Fatih Camii‘nde ikindi vaktinde düzenlenen tören
sonrasında, Merkezefendi Kabristanlığında bulunan Milli Görüş
Lideri, 54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin
Erbakan‘ın mezarının başucuna defnedildi.
Yumakoğulları için Fatih Camisinde ikindi vakti düzenlenen
törende, İstanbul Müftüsü Rahmi Yaran cenaze namazı
kıldırdı. Törende, Yumakoğulları‘nın oğlu Ali Yumakoğulları,
taziyeleri kabul etti.
SAADET LİDERİ KAMALAK VE ESKİ CUMHURBAŞKANI
GÜL DE KATILDI
Cenazeye, Yumakoğulları‘nın ailesi ve yakınlarının yanı sıra
TBMM Başkanı İsmail Kahraman,11. Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül, Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kamalak,
Genel Başkan Yardımcıları, İstanbul İl Başkanı Birol Aydın,
Saadet Partisi ilçe başkanları, ilçe teşkilatları, eski bakanlardan
Hayati Yazıcı ve Saadet Partisi Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
Yasin Hatipoğlu, Erbakan Vakfı Başkanı Fatih Erbakan,
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, eski
Basın İlan Kurumu Genel Müdürü Mehmet Atalay ve çok
sayıda vatandaş katıldı. ;
"4,5 AYDIR YAŞAM MÜCADELESİ VERİYORDU"
379
Basın mensuplarına açıklama yapan Ali Yumakoğulları,
babasının 2011‘den beri birçok rahatsızlıkla mücadele ettiğini
belirterek, 29 Ekim‘de kalp krizi nedeniyle hastaneye
kaldırıldığını söyledi.
Babasının 4,5 aya yakın yaşam mücadelesi verdiğini ifade
eden Ali Yumakoğulları, "Dün yare kavuştu. Bu şekilde
inanıyoruz. Rabbim yaptığı hizmetleri kabul eylesin. Allah
rızası için yıllarını, ömrünü verdi. Bunca insan da buna
inanıyor. Yurt içinden ve dışından cenazeye gelenlere,
bu dava için ter döken, emek verenlerden Allah razı
olsun" dedi.
380
HAMDİ ZEYREK
BİYOĞRAFİ
Türkiye’nin en önemli gençlik hareketlerinin arasında yer alan
Milli Türk Talebe Birliği’nde kendini yetiştirme şansına erişmiş olan
Hamdi Zeyrek, 1 Şubat1950 tarihinde Kayseri'de dünyaya gözlerini
açtı. 1969 yılında tamamladığı Kayseri İmam Hatip Okulu’ndan
sonra. Lise eğitimini 1973 yılında Kayseri Lisesi’nde tamamladı ve
akabinde lisans eğitimi için İstanbul’a gitti.
1973 yılında İstanbul Üniversitesi’nde bir yandan lisans eğitimine
devam ederken diğer yandan Milli Türk Talebe Birliği’nin
çalışmalarında aktif olarak yer aldı. Hamdi Zeyrek, bu yıllarda
memleket meseleleriyle yoğun olarak ilgileniyordu. Sosyal, kültürel
ve fikri donanımlarını geliştirmesinde Milli Türk Talebe Birliği onun
için adeta bir okuldu.
Hamdi Zeyrek, cüsseli, çevik ve zinde fiziki yapısıyla yer aldığı
sosyal ve sportif faaliyetlerle göz doldururdu. Lise ve yüksek
öğrenim yıllarında okul takımlarında voleybol oynadı. Yine, 1972-
1973 sezonunda Eczacıbaşı Voleybol takımında profesyonel olarak
voleybol oynadı.
Voleybol dışında atletizmde de kendini gösteren Hamdi Zeyrek,
gülle atma sporuyla da bir süre ilgilendi ve Atatürk Eğitim Fakültesi
adına yarıştığı orta dereceli okullar arası atletizm Türkiye
Şampiyonası’nda 1975 yılında birinci oldu.
Hamdi Zeyrek, ne yazık ki hayatının baharında henüz 28 yaşında
iken İstanbul'da askerlik hizmetini sürdürdüğü kışlasında 1978
yılında hayata gözlerini yumdu.
381
ANILARIMDAKİ HAMDİ …………….. /Murat YERLİKHAN
Hamdi Zeyrek, kafasında o eski kışlarda genellikle köylülerde ve
köy kökenlilerde görmeye alıştığımız tüylü yün ipten yapılmış
papağıyla, sırtında belli ki kendinden büyük bir aile mensubundan
kalmış kalın kumaştan bol paltosuyla, geniş ve ütüsüz pantolonuyla,
çamurlu ayakkabılarıyla ve bunların içerisinde dekatlon yarışçısına
eş iri yarı ve yüz güzelliği sanki gizlenmiş, yaklaşık 1.75 boyunda
sürekli tebessüm eden, hafif pembe yüzlü, çok kısa saçlı ve kaba
konuşan samimiyet, saflık dolu ve yoksul birisiydi. Şevket
Süreyya’nın dediği gibi, Anadolu’nun bir başka mahsulüydü.
Yazları inşaatlarda çalışarak okurdu. Merak ettiğimden, bir gün ben
de kendisiyle inşaatta çalışmak istediğimi söylemiştim. İşe başladık.
Çimento torbaları dördüncü kata çıkarılacaktı. Hiç unutmam,
çimento torbasını şöyle bir kaldırmaya çalıştım, hemen işi bıraktım.
Hamdi, iki-üç çimento torbasını sırtına alarak taşırdı. Onun için, daha
fazla ücret öderlerdi.
“Kesin inançlılar” kategorisinde İslam’a bağlı Hamdi, her yönüyle
köy delikanlısıydı. Ta ki şortunu, formasını ve ayakkabılarını
giyinceye kadar. Sahada bambaşka birisi olu verirdi. Kaslı ve düzgün
fiziğine forma çok yakışırdı. Voleybolu bıraktıktan sonra İstanbul
Altunizade’de MTTB’nin bir maçını seyretmeye gittiğimde, yalnızca
382
onu izlemeye gelen birkaç kızdan oluşan özel seyircisi olduğunu fark
etmiştim.
Smaçördü. Geride ve file önünde çok iyi savunma yapar, toplu ve
topsuz oyunu çok iyi takip ederdi. Servisleri mükemmeldi.
Sıçradığında yay gibi olduktan sonra omuzları ağın üzerine kadar
yükselir, sanki havada bir an asılı durur, rakip sahaya yukarıdan
şöyle bir bakar ve topu istediği alana gönderirdi.
Sanki, antrenman yapmadığı gün ve saat yoktu. Buluştuğumuzda,
yaptığı antrenmana ilaveten evin tavanındaki ağaçlara doğru 5-6 bin
kez zıpladığını ifade ederdi.
Voleybol aralarında, nasıl gülle ve disk atıldığını gösterirdi. Disk
atan İyonyalı atletlere benzetirdim. Seyretmeye bayılırdım. Güllede
liselerarası yarışmalarda dereceleri olduğunu anlatırdı.
İmam-Hatip’in 1970 öncesi güçlü sporculara sahip güreş ve voleybol
takımı vardı. Onu, İmam-Hatip Lisesi voleybol takımındayken
tanıdım. Yetenekli bir voleybolcuydu. Mahallede evimizin önünde,
İmam-Hatip Lisesi’nin bahçesindeki sahada her fırsatta keyifli
maçlar düzenlerdik. Milletvekili Salih Kapusuz, yıllarca sonra o
grubun içerisinde kendisinin de olduğunu söylemişti. Zaman zaman o
tek başına, biz üç kişiyle veya altı kişiyle iddialı maçlar da oynardık.
Kurduğumuz illegal takımla Yozgat’a maça bile gitmiştik.
Aynı zamanda, lise döneminde ve sonraları Kayseri’nin övünç
kaynağı Kayseri Demirspor’da lisanslı voleybolcuydu.
1970’lerde İstanbul’da lisans eğitimimi sürdürürken bir gün Hamdi
telefonla aradı, İstanbul’a geleceğini ve Topkapı’da karşılamamı
istediğini söyledi. Karşıladım ve Çapa’da kaldığım Kayseri Yüksek
Öğrenim Öğrenci Yurdu’na getirdim. Yolda, voleybola İstanbul’da
devam etmeyi arzuladığını anlattı, yardımcı olmamı istedi. Konuyu
Bekir (Yıldız) ağabeye açınca, “hallederiz, Voleybol Milli Takımı ve
383
Eczacıbaşı Voleybol Takımı antrenörü Cengiz Göllü ile tanıştıralım”
dedi.
Hamdi, Cengiz Göllü’nün bir iki antrenmanına katıldıktan sonra
kendisine o gün itibariyle çok iyi bir para olan 300 lira aylık
ödenebileceği ve ikameti için sporcular lojmanında bir oda tahsis
edilebileceği iletildi. Hamdi teklifi kabul etti, smaçör-pasör olarak
antrenmanlara katılmaya başladı.
Hamdi, Eczacıbaşılı olmuştu. Hepimiz seviniyorduk. Aradan bir-
iki ay geçmişti. Sömestre tatili için Kayseri’ye gelmiştim. Hamdi
telefonla aradı ve buluşmak istediğini söyledi. Zümrüt Pastanesi’nde
buluştuk. Babası vefat ettiği için Kayseri’ye geldiğini, voleybolu
bırakacağını ve İstanbul’a döndüğümde Eczacıbaşı’na durumu
iletmemi söyledi. Hamdi’nin Eczacıbaşı’ndaki voleybolculuğu kısa
sürmüştü. Daha sonraları, Hamdi’nin babasının ölmediğini, bana
yalan söylediğini anladım. Kendisine neden yalan söylediğini
sorduğumda, “kardaşım, antrenmanlarda ve maçlarda hepsi duşa
çıplak giriyorlardı, ben girmiyordum, bu da alay konusu oluyordu,
oyunda beni zor pozisyonlara sokuyorlardı, bunlar beni
kabullenemiyorlardı, bir bahaneyle ayrıldım” dedi.
Parasızdı. İstanbul’da okumak istiyordu. Ziya (Olgunharputlu) ve
Bekir (Yıldız) ağabey ayakkabı boyaması için sandık aldılar ama,
uzun sürmedi, yapamadı. Kısa süreli işlerde çalıştı. Burs bulundu.
Bu arada, üniversiteler arası yarışmada 1975’de gülle atmada
birinci olduğunu hatırlıyorum.
Yoksulluğuna rağmen, bizimle kaldığı Fatih Vakıflar Yüksek
Öğrenim Yurdu’nda bulgur pilavı yapar, arkadaşlarıyla paylaşırdı.
İstanbul’daki ikinci dönemde MTTB Voleybol takımında yer aldı,
güzel maçlar çıkardı. Aynı zamanda okumaya başlamıştı. Bu
dönemde kafasını Arapçasını geliştirmeye adeta taktı. Kısa süre
sonra, Arapça yayın yapan radyolardan bize çeviriler yapmaya
başladı.
Canımız sıkıldığı bir gün, Hamdi’le birlikte Beyoğlu’ndaki Emek
Sineması’na gitmiştik. Suareye bilet aldım. Sinemanın önünde
beklemeye başladık. Hava soğuk. Hamdi sabırsızlanmış ki,
sevgilisiyle gişeye yaklaşmakta olan adama o kalın paltolu iri
cüssesiyle “Goçum saat kaç?” dediği anda, şaşkın bir şekilde ikilinin
384
korkarak kaçışını unutamam. Ayrıksıydı, İstanbul’da. Yabancıydı
İstanbul’a, her Anadolulu gibi.
Ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Hamdi’ye bir kez karşılaştım.
İstanbul’a gitmiştim. Galiba, 80’li yılların başıydı veya öncesiydi.
Kayserililer’in Beyazıt’taki Erciyes Oteli’nde ona rastladım. Hamdi,
yine aynı Hamdi’ydi. Giyinişiyle, hal ve davranışlarıyla hiç
değişmemişti. Hal hatır sorduk. Askerliğini yapıyormuş. Ordu
takımında voleybol oynadığını söyledi. Voleybol malzemesi almaya
geldiğini, komutanlarıyla pek geçinemediğini anlattı. Meğer onu son
görüşümmüş.Bir süre sonra, bir tarlada başı çürümüş vücudundan
ayrılmış bir şekilde, ölü bulunduğunu duydum. Türkiye ve Kayseri
önemli bir sporcusunu, biz arkadaşları da bir parçamızı kaybetmiştik.
Keşke otelde onunla daha çok konuşsaydım.
Gençlik dönemim spor, ideoloji ve arkadaşlıklarla dolu dolu geçti
diyebilirim. Pek sorun yaşamadım. Ama, bu dönemde beni derinden
üzen üç ölüm var. Rahmetli Ziya Olgunharputlu öldüğünde çok
üzülmüştüm. Tam bir ağabeydi. Bu günleri görmesini, tepkilerini
görmek isterdim. Rahmetli Sedat Yenigün ağabeyi unutamam, örnek
bir kişiliği vardı. Beni, Cemil Meriç’le o tanıştırmıştı. Bir de, Hamdi
Zeyrek. Üçünü, diğer arkadaşlarım gibi yaşlanmış olarak da görmek
isterdim.
Gençliğimden bu güne eşya ve olaylara bakışım çok değişti.
Gençlik arkadaşlarım o gündür bu gündür oldukları yerdeler. Her
şeyin değiştiği bir dünyada, değişmemek iyi midir, sanmıyorum.
Fakat; eksiği, yanlışlığı ve kusurlarına rağmen çoğu insanın
tadamayacağı arkadaşlığı onlarla tattım.
Baki kalan bu kubbede bir hoş sedaymış.
03 Ocak 2013, Kayseri
385
ALBÜM
Soldan sağa (oturanlar): Mehmet Tekelioğlu, N. Mehmet
Biraderoğlu,
386
Mustafa Dinçel, Azmi Şenol,Hulusi Akar, Abdullah Gül, Necip Fazıl
Kısakürek, Rasim Arslan, Ali Gengeç, Ahmet Taşçı, Ahmet Damar,
Abdülkadir Binbaşıoğlu, Mehmet Taşkıran.
Soldan Sağa (ayaktakiler): Ahmet Kaplan, Emin Halim, Emin
Özyurt,
Mahmut Fidanil, Ziya Olgunharputlu, Sabit Abdülazizoğlu, Necmettin
Gevri, ......., Ali Taşçı, İsmail Köse, Mahmut Gürgür.
Soldan Sağa Arka sıradakiler: Ali Yılmaz, Özer Koç, Mehmet
Bozdoğan, Halil Yücel, Mustafa Eren, Ali Pehlivanoğlu, Nazım
Erinmez.
• Resim 1968-69 yılında eski müftülük binasının bitişiğindeki Din
Görevliler lokalinde çekilmiştir. Bu resmin çekilmesinden kısa bir
süre
önce Üstat Necip Fazıl Kısakürek “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinin
yayın hakkını Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Derneği satın
almıştı.
Üstadın önündeki siyah çantada “Temlik Senedi” başlıklı anlaşmanın
bir kopyası ve anlaşmanın imzalandığını gösteren resimler vardı.
387
Necip Fazıl Kısakürek Kayseri’ye gelişlerinden birinde, istasyonda
karşılanırken.
388
Uzun süre Büyük Doğu Fikir Kulübüne mekan teşkil eden Türk
Ocağı levhası altında, tahta sandalyaler üzerinde faaliyetimizi
sürdürdüğümüz Hunat Camiinin güney cehpesindeki eski müftülük
binasının arka tarafında bulunan, müftünün garajından çevrilme
dernek binamızın önünde Mustafa ve Mehmet Tekelioğlu.
389
Soldan Sağa Ayaktakiler;Hasan Nail Canat, Ahmet Kaplan, Hayri
Kahyaoğlu, Rasim Özcan, Mehmet Eke, Ali Biraderoğlu,
NazımErinmez, Rafet Cingil, Ali Pehlivanoğlu, Abdullah Gül,
AhmetDamar.
Soldan Sağa Oturanlar;Ziya Olgunharputlu,Mustafa
Dinçel,Mustafa Eren,Ahmet Taşçı,Mehmet Tekelioğlu
390
Kayseri Büyük Doğu Cemiyeti’nin açılışı
391
mavera yolcularına
Mustafa ÖZER
kahpe dünya senin severin çoktur
meylim sana değil haberin olsun
yağmurlar yağıyor haberin yoktur
gözünden düşenler özerin olsun
hastalık dediler onları buldu
trafikle ceza kazadan boldu
hülasa dost’ların “dediği oldu”
gözünden düşenler özerin olsun
mustafa ziyade ziyamız genci
ali ekrem kenan hamdi’n güvenci
nail mehmet ile abdullah inci
gözünden düşenler özerin olsun
erciyes erise ağıt göz olsa
büyükdoğu lügat olup söz bulsa
mersiye dostlarla duada kalsa
gözünden düşenler özerin olsun
onca dostum göçtü dostu sormadan
selam yoldaş olsun sona varmadan
özerin özünden varan armağan
gözünden düşenler özerin olsun
392
MAVERA YOLCULARINA II
MUSTAFA ÖZER
Osman Yumak ile ihya-i Kur’an
Taşçı Mustafa’nın hıfzında duran
Bütün gönüldaşın özünde olan
Garip mezarının tezyini imiş
Miyasoğlu çile ile yoğrulmuş
Daim biatında sözü var olmuş
İmanı kavidir sırra yar olmuş
Kendi mezarının tezyini imiş
Nice devrim gördük hakla yaşadık
Nice yokluk gördük çokla yaşadık
Nice devlet gördük yokla yaşadık
Ünalmış Akçağ’a ulaşmak imiş
Emre’nin Akifi naşirdir yazar
Şervanlı Akif’im şairdir tozar
Azrail gelince aşıklar sızlar
Dua mezarının tezyini imiş
Hekim Halil mevti zorlu sanmadı
Yılları yüklendi yine tınmadı
Usul usul eceline tırmandı
Sabır mezarının tezyini imiş
Ahmet Erciyesin eridir zahir
Durmuş sabır küpü sırra müzahir
Diliyle eyledi kendini tabir
Dili mezarının tezyini imiş
393
Fevzi kaynak asker aksiyon ruhu
Memnun eder tatlı dili Memduh’u
Önünden kaçanlar feto güruhu
Hüzün mezarının tezyini imiş
Şükrü Selim hoca has ekmek imiş
Atilla sabrında beklemek imiş
Beklerken ümidi eklemek imiş
Demek mezarının tezyini imiş
Ben bağrıma basıp özge nazımı
Dile getirdiler bozuk sazımı
Rahmet dileğiyle son niyazımı
Diyeler mezarın tezyini imiş
Elbet dostun ardı sıra gözyaşı
Yeter Özer yeter bir mezar taşı
Biliriz besmele her işin başı
Göreler mezarın tezyini imiş
394
YÜZ BİN PEYGAMBER
YUNUS EMRE
Hor bakma sen toprağa, toprakta kimler yatur?
Kani bunca evliya, yüz bin Peygamber yatur.
Cennette buğday yiyen, gaflet gömleğin giyen,
Hem dünyaya meyleden, Adem Peygamber yatur.
Arkasıyla kum çeken, göz yaşıyla yoğuran,
Kabeye temel kuran, Halil Peygamber yatur.
Vücudunu kurt yiyen, kurt yedikçe şükreden,
Belalara sabreden, Eyyub Peygamber yatur.
Balık karnında yatan, deryaları seyreden,
Kabak kökün yaslanan, Yunus Peygamber yatur.
Kuyuda nihan olan, kul deyüben satılan,
Mısır’a sultan olan, Yusuf Peygamber yatur.
Yusuf ’un yavu kılan, Kurt ile dâvi kılan,
Ağlayıp gözsüz kalan, Yakup Peygamber yatur.
Asasın ejder kılan, bahre urup yol eden,
Firavun’ı helâk eden, Musa Peygamber yatur.
395
Ol Allahın habibi,dertlilerin tabibi,
Enbiyalar serveri, Resul Muhammed yatur.
Hayber kal’asın yıkan, kafiri oda yakan
Şahinler gibi bakan, Ali gibi er yatur.
Ata ana gülleri, Kur’an okur dilleri
Fatmana oğulları;Hasan, Hüseyin yatur.
İğnesin suya atan, balıklara getirten
Tacın tahtın terkeden, İbrahim Edhem yatur.
Gündüzler saim olan, geceler kaim olan.
Ariflerin sultanı, Bayezit Bestam yatur.
Hakikat erleri, geçti dünyadan her biri.
Konyada ol Mevlana, Hüdevandigâr yatur.
Çoktur Hakkın has kulları, fikr eyle bunları.
Saysam erenleri, görsen ne sultanlar yatur.
Yunus, sen de ölürsün, kara yere girersin.
Kara yer altında, çok günahkar kullar yatur.
396
KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI
(KİTAP)
1- İki Kavram Analizi(Laiklik/Aksiyon)-Mustafa CABAT
2- Evsa –Mustafa ÖZER(2.Baskı2012-şiir)
3- Düşüşten Sonra–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Deneme)
4- Sis ve Selva –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
5- Çağrı Sayfaları –Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
6- Sanat ve Aksiyon İçinde Bir Portre Denemesi–Mustafa
ÖZER(2.Baskı 2012-Deneme)
7- Ses ve Heves–Mustafa ÖZER (2.Baskı 2012-Şiir)
8- Şapkamda Saklanan Azrail –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
9- Birlikte Ayrılmak –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
10- Çalakalem Çiçekler –Mustafa ÖZER (2012/Şiir)
11-Düşüşten Sonra-2 –Mustafa ÖZER (2012/Deneme)
12-Necip Fazıl ve Büyük Doğu-Ali BİRADEROĞLU(2012-Deneme)
13-Gönüldaşlarımıza Mersiye (2013-Biyografi)
14-Siyasi Bir Tavır Olarak BÜYÜK DOĞU- Mustafa ÖZER(2013- Deneme)
15-Tarih Üzerine/1 -Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
16-Tarih ve Değişim-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
17-Düşünme Üzerine-Ali BİRADEROĞLU (2013- Deneme)
397
Mustafa Kanlıoğlu
|
|
Mustafa Kanlıoğlu
|
|
Mustafa Özer (özer Koç)
|
|
Ahmed ceemal El Hamevi
|
|
Prf.Dr.Serdar demirel
|
|
N.Mehmet Solmaz
|
|
Mustafa Özer (özer Koç)
|
|
Mustafa Miyasoğlu
|
|
Mustafa Ekinci
|
|
Galip Boztoprak
|
|
Şeyma Kısakürek Sönmezocak
|
|
Mustafa Kanlıoğlu
|
|
Mustafa cabat
|
|
Ebubekir Sifil
|
|
Ali Biraderoğlu
|
|
İbrahim Ulueren
|
|
Mustafa Özer (özer Koç)
|
|
Ali Biraderoğlu
|
|
Mustafa cabat
|
|